18 Şubat 2019 Pazartesi

Qui e li

Yazmak istemiyor değilim. Gerçekten. Sadece gözlerim o kadar acıyor oluyor ki eve geldiğimde tüm günün ardından, değil bilgisayarı açıp bir şeyler yazmak, evin içinde yolumu bulabilmek için gözlerimi aralamak bile istemiyor oluyorum. Yoksa neler var yazacak, bir dolu şey konuşmak istiyorum. Bugün nasıl olduysa biraz daha iyi gibi gözlerim, ekrana bakabilecek gücü bulabildim. (Gözlerinde ne var yahu diyenler için: Aşırı derecede kuruluk var, kan çanağına dönüyor ve çılgınca yanıyor, doğru dürüst açamıyorum, her dakika elimde damla, damlatıp duruyorum. Bir de tabi böyle gözlerle tüm gün bilgisayar başında switch router monitor firewall bakınıp durmak durumundayım geçinebilmek için.)
Bunun dışında yılbaşından beri annemler bendeydi, daha geçen haftanın ortasında yeni gittiler. Onlar evdeyken de tabi tüm düzenim değişmişti. Düzenim dediğim şey de altı buçukta eve gelip, iki bardak yeşil çay içtikten sonra yatağımda kitap okurken uyuyakalmak ve sabah da bir bardak kahve içtikten sonra yedi buçukta evden fırlamak. Annemler varken mecburen her sabah tıka basa kahvaltı yapmak zorunda kalıyordum ve akşamları da annem bir türlü yatmadığı için onunla birlikte, onun yanında oturmak için 11'e 12'ye kadar oturup, zombiye dönüyordum. Bunlardan şikayet ediyor gibi oldum böyle yazınca ama vallahi şikayet etmiyorum. Sadece, sanırım insan uzun süre yalnız kalınca artık evin içinde bir kişi bile daha olsa çok kalabalıkmış, yer daralıyormuş, tüm hareket alanı azalıyormuş gibi hissediyor. Evet sorunluyum farkındayım.
Neyse. Acayip bir haber aldım, aldık bu günlerde. Jason Momoa. Dundan Idaho olacak. Ben hala daha gerçek anlamda bir Dune filmi yapacakları fikrine temkinle, aman böyle diyorlar ama konuşur konuşur rafa kaldırırlar sürüncemede kalır da kalır diye alabildiğine ihtiyatla yaklaşırken, hala, demezler mi? Hem de DUNCAN IDAHO. Kafayı yedim. Hem de JASON MOMOA. Deliriyorum. Gerçi zaten daha hala Rebecca Ferguson'ın Lady Jessica olacağı gerçeğine sevinç gözyaşları dökememişken yeteri kadar, bir de şimdi bu (Bu arada bu olağanüstü bir seçim değil mi ya? Yani çok aşırı iyi denk gelmemiş mi bu ya? Bu kadına Elizabeth Woodville olarak ilk kez gördüğümden beridir aşığım, hele Ilsa Faust'ken resmen tapar hale gelmiştim. Lady Jessica mı? Yüz ifademi görebilseniz keşke.) Javier Bardem ile Josh Brolin konusunda biraz çekimserim ama Stellan Skarsgard'ı normalde izlerken bile Baron Harkonnen olarak hayal edebiliyor insan. Onun için de Rebecca için de hissettiğimi anlatabildim mi bilemiyorum. Hani böyle olur ya, hiç aklınıza gelmemiştir ama sonra bir arkadaşınız bir şey söyler ve anaa hakikaten bu çok da cuk oturdu yani olursunuz. Sanki en başından beri aradığınızı bilmediğiniz eksik parça odur. Öyle iyi bir fikirdir yani.
Yalnız Chani ve Prenses Irulan benim için özel seçimler. Bekliyorum.

Bu yine neden bahsediyor diyorsanız: https://www.imdb.com/title/tt1160419/

26 Ocak 2019 Cumartesi

“It takes courage to grow up and become who you really are.”

Sanırım bir şeylere başlamakta ve bitirmekte iyi değilim. Ortasında çok iyiyim, ortayı doldurmakta şahaneyim bence ama işte, oraya gelene kadar kıvranıp duruyorum. Şu an bu yazıya başlayabilmek için bin takla attım örneğin. Nasıl başlayacağımı bilemeden saatlerce elim klavyede bir o yana döndüm, bir bu yana. Aslında şöyle afilli bir şey diyerek başlamak istemiştim: Ben bu haftanın başında, hayatımda ilk defa kendim gibi davrandım. Ama daha cümle aklımda tekrar ettiğim anda bile hiç de o kadar doğru gelmedi. Neresinden tutsam elimde kalıyor. Kendim gibi davrandım demekle esasında hep davranmak istediğim gibi demeye çalışıyorum. İçimdeki ben gibi davranmak yani. Oysa dışımdaki ben hep bunun tam tersi davranıyor. Eh o zaman gerçek ben, dışımdaki bu ben mi oluyor? Kimseye karşı şimdiye kadar bir kere bile içimdeki bu ben'in dediği gibi davranmamışken, yine de gerçek kişiliğim bu içimdeki ben olabiliyor mu? O yüzden cümlemi daha gerçekçi hale getirmeye çalışıyorum: Ben bu haftanın başında hayatımda ilk defa (yarım yamalak da olsa bir) cesaret (kırıntısı) gösterdim.
Evet yaptığım işten hoşlanmıyorum, evet mühendis olmak istememiştim-istemiyorum, evet hayatımla ilgili hiçbir şeyden - tek bir şeyden bile - memnun değilim (hiçbir zaman olmadım) ama bir şekilde "eh işte" deyip devam edebiliyor olabiliyorum ya, hah işte bu yeni işe başladığımdan beri bu "eh işte" duygumu silip süpüren, hayatımı alabildiğine cehenneme çeviren bir canlı mevcuttu. Her gün, sabahtan akşama dip dibe olmak zorunda olduğum, muhattap olmak zorunda olduğum bu canlı, üstüne üstlük son birkaç aydır da amirim gibi bir şeydi. Aslında bu kadar işlerin benim açımdan kötü olmasının da sebebi benim, o konuda zaten kendime manyakça kızıyorum orası ayrı. Çünkü benim yerimde bir başkası olsaydı, herhangi biri, bu canlıya saniyesinde ehh be deyip katlanmazdı. Vurur kafasına, işine bakardı. Ama işte, yine sorun benim bu gerizekalı kişiliğim. Sesimi çıkaramamam. Bana karşı hiçbir yaptırımı bile olamayacak bir canlıya karşı neden bu kadar korkak oluyorum ki  değil mi? Aylarca sesimi çıkarmadım, katlandım, ezildim, gömüldüm, içimde patladı durdu, kendimi yedim bitirdim. Oysa - bakın yüzde yüz eminim bu tespitimden - bu canlının bence insan içine çıkması çok yanlış, akıl hastanesine kapatılması gerekiyor. Durum böyle olunca bu çöp kadar bile değeri olmayan canlı yüzünden tüm hayatım berbat bir hal aldı. Yaşamak zulüm oldu, her gün o odanın kapısından girerken tüm ruhum çekildi, ne yediğimden ne içtiğimden hiçbir anımdan bir şey anlamaz hale geldim. Her saniye kafamın içinde konuşmalar yapıp duruyordum, habire ondan yakınıyordum, habire birilerine, beni bu durumdan kurtarabilmesini umduğum insanlara konuşmalar yaptığımı hayal edip, prova edip duruyordum. Tüm gün, evde, uykuya dalmaya çalışırken, serviste gidip gelirken, yemek yerken, çay içerken her an kafamın içinde dönüp duruyordu. Her an ölmesini, yeryüzünden silinmesini diliyordum. Her gün iş yerine giderken dua ediyordum inşallah dün gece gebermiştir de bugün gelmez diye. İnşallah bugün gözümün önünde ölür de bir tekme de ben atarım hıncımı alırım diye.
Geçen hafta boyu izindeydim, sonra bu haftanın başında döndüm. Yine kendi kendime kararlar verip, bu sefer cesur olacaksın konuşacaksın bu sefer bu işi bitireceksin artık bir yaş daha büyüdün yetişkin ol hayatının iplerini eline al diyerek. Gerçi yine bu kararlara uyabileceğime pek de inanmayarak gittim işe. Ama herhalde bu kez çılgınca mesajlar yollamış olmalıyım ki herşey kendiliğinden oldu. Gittim, ben sadece merhaba falan dedim başkana müdüre, hani normalde konuşabilir miyiz diyecektim öyle karar vermiştim işe öyle gitmiştim ya, yine de diyemedim tabiki ama her şey saniyeler içinde oldu, başkan dedi ki benim odaya geç bekle geliyorum. Allah allah dedim bir içimden, what the hell...Sonra bekledim, geldi, dedi nasılsın. İşte çocuklar, hayatımda ilk defa tam olarak o anda daha önce davrandığımdan farklı davrandım. Davranabildim. En azından bunu başarabildim. Dedim ki iyi değilim. İYİ DEĞİLİM. 32 yıldır bu soruya hep iyiyim dedikten sonra, kan kusarken bile iyiyim dedikten sonra o anda ilk defa değilim dedim. Dahası anlatmaya başladım. ANLATABİLDİM. Gerçi gene de aklımdakilerin, prova ettiklerimin yüzde kırkını falan anlattım da. Eh hiç yoktan iyiydi. Bu bile benim için kocamaaaan bir adım. Ve dahası, beni daha da şaşırtan tarafı, adam harekete geçti. Hem de ben odasından çıkar çıkmaz. Artık o canlıyla aynı odada durmak zorunda değilim, onu başka bir odaya, hem de bulunduğum binadan en uzak olan binadaki bir odaya gönderdiler. Artık amirim değil ve yüzünü bile görmek zorunda değilim. Gerçi yine aynı işini yapmaya devam ediyor ve o var olmaya devam ettikçe doğru düzgün bana iş düşmüyor ama bu kadarı bile önceki durumuma göre cennet. Hala çok şaşkınım. Bu kadar çabuk bir şekilde olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim. Haa diğer odaya gitmesi yine de 3 gün aldı, oyalandı durdu, ben de saniyeleri saydım ama sonunda gitti ya. Bir de gitmeden önce kenara çekti beni konuşalım diye. Bu duruma benim sebep olduğumu bilmiyordu ama suratımın halinden bir şeyler olduğunu anlamış ki sordu. Ve ben yine karşımdakinin yüzüne düşüncelerimin binde birini söylemez halime geri döndüm. Tamam az buçuk ifade etmeye çalıştım onu sevmediğimi, onunla çalışmak istemediğimi ama gayet yumuşatılmış gayet kibarlaştırılmış bir şekilde. Oysa ne var söylesem senden nefret ediyorum ölmeni diliyorum keşke yok olsan keşke Thanos seni de yok etmiş olsa diye. Ah bu ben.
O yüzden artık acayip mutlu olmam gerekiyormuş gibi düşünüyorum ama günlerdir o eski ruh halimden sıyrılamadım. Yani bir türlü bünyem durumun gerçekliğini algılayamadı. Şimdi hakikaten kurtuldum mu diye bir tereddüt, bir bocalama içindeyim. Rahatlamalıyım, mutlu olmalıyım ama hiç alışık değilim ya bu duygulara bir türlü kabullenemedim. Durup durup hayata artık daha umutlu daha güzel bakabilirim diyorum kendi kendime, hatırlatıp duruyorum ama. Resmen önümde yepyeni, tertemiz bir sayfa açıldı gibi hissediyorum bir yandan. Öteki yandan da nefretim, sinirim, kinim bir türlü geçmek bilmiyor. İşe başladığımdan beri o kadar gün eve dönüp saatlerce çığlık çığlığa ağladığım zamanları unutamıyorum. Bu kadar ay, her günümün zehir olmasına sebep olmasını unutamıyorum. İçimdeki bu kapkara karanlık geçmek bilmiyor. Zaten asıl sorun bu. Kimseye, hiçbir duruma sinirimi gösteremediğim, ifade edemediğim için çok daha fazla ve çok daha aşırı yaşıyorum ben sinirimi. İçim öylesine dolup taşıyor ki ne yapacağımı bilemiyorum. Kurtulamıyorum bu öfkeden.
Oysa hayat artık çok güzel. İstediğim her şeyi yapabilirim. Yeni seyahatler planlayabilirim, yeni maceralar yaşayabilirim, evimi yeniden dekore edebilirim, yazmaya vakit ayırabilirim, çok güzel kitaplar okuyabilirim, hep denemek istediğim kursları deneyebilirim, Cey için çok güzel şeyler oluyor-olacak, bahar güzel umutlarla geliyor...Ama içimdeki karanlık bir türlü gerçekliğini algılamama izin vermiyor. O kadar uzun zaman böyle biri olmuşum ki öbür türlüsünü nasıl olacağım bilemiyorum.

14 Ocak 2019 Pazartesi

Yılın ilk gezisi : Gordion ve Duatepe Anıtı

Sıcağı sıcağına eve gelir gelmez yazmaya oturdum. Bu yılın hem ilk gezisi (oldu) hem de ilk yazısı olacak diye ayrıca heyecanlıyım, o yüzden pek planlı, eli yüzü düzgün bir yazı olup olmayacağını bilmiyorum.
Gordion çok uzun zamandır gitmeyi planladığım ama bir türlü gidemedim bir yer(di). Artık 23.yılımdayım Ankara'da ama bir türlü hemen yanıbaşımdaki bu yere gidemedim (çünkü araba gerekiyor). Her neyse, Gordion M.Ö.1.binyılda bu topraklarda yaşamış bir halkın, Friglerin başkentliğini yapmış bir kent. Şimdilerde Yassıhöyük köyünün hemen yanındaki tümülüsler, megaronlar ve sur duvarları gibi kalıntılardan oluşuyor. Ankara'nın hemen hemen 100 km kadar güneybatısında kalıyor. Eskişehir'e gidecekmişsiniz gibi yola çıkıp, Polatlı dolaylarında Yassıhöyük'e sapıyorsunuz. İki seçeneğiniz var: Polatlı'ya girer girmez hemen sağda bir tabela bulunduğunuz noktadan 16 km kadar sonra Gordion'a varacağınızı söylüyor, ya buradan girip biraz daha şehrin içinden dolaşır gibi giderek Ayaş yolunda ilerleyerek varabilirsiniz ya da Polatlı'yı geçtikten sonra yer alan tabelaya uyarak yine sağa saparak bu defa da Beylikköprü köyünün yolundan ve köyden geçerek ulaşabilirsiniz.
İlk yoldan giderseniz önce Gordion Müzesi ve onun hemen karşısındaki Midas Tümülüsü karşılıyor. Diğer yoldan giderseniz önce höyükle karşılaşıyorsunuz. Biz ilk yoldan gittiğimiz için önce müzeye girdik. Müzeye giriş kişi başı 6 tl, müzekart da geçiyor. Kapıdan bilet aldıktan sonra müzenin ufak bahçesinde buldum kendimi. Müze binasına ilerlerken orada burada sütun ya da lahit parçaları vardı, müze binasının ön duvarında ise kocaman bir İskender mozaiği ile bilgilendirme panosu karşıladı. Bina dediğim tek katlı, bir ana salon ve ondan geçerek girilen bir ufak salondan daha oluşuyor. İlk odadan itibaren kronolojik olarak ilerliyor eserler camekanların içinde. 
Gordion Müzesi'ndeki Erken Tunç Çağı (umarım yanlış hatırlamıyorumdur) eserleri

Gordion Müzesi'ndeki ev içi gömü örnekleri

Açıkçası bir fikrim ama emin değilim bu eserin tarihinden döneminden o yüzden susuyorum
Kentin Friglerden de öncesinde yerleşim görmesinden ötürü Eski Tunç Çağı'na ait eserlerden dönem dönem ilerleyerek ithal edilmiş Yunan seramiklerinden tutun da Hellenistik ve Roma dönemleri de dahil olmak üzere en son Selçuklu dönemine kadar takip edebiliyoruz. Ayrıca ikinci odada bir camekan ardında ev içi gömü örnekleri sergileniyor. Ana odada da Midas Tümülüsü'nün mezar odasının ahşap bir maketi de var. Müze binası bu mevsimde ve bu dönemde haliyle bomboştu ve buz gibiydi. Ana salonda yer alan klimadan sıcak hava üflüyordu ama pek bir etkisi olmamıştı haliyle. Bir de yağmurlu-karlı havadan ötürü çatının akması da ana salondan ikinci salona geçiş kısmında yerde su kovalarına damlayan su sesinin beni karşılamasına sebep oldu. Ama yine de sergilenen eserlerin güzelliği (tabi bence güzelliği, bana güzel geliyorlar, ben her gittiğim antik kentte müzede mutluluktan kalbim patlayacak gibi hissettiğimden olabilir, birşey diyemem) müzenin minikliğini veya bu teknik sorunlarını görmezden gelmeme yetiyor.
Gordion Müzesi'nin bahçesindeki Kayabaşı Mozaikleri
Gordion Müzesi'nin önünden baktığınızda Midas Tümülüsü
Binadan çıktığınızda ise hemen sağda Kayabaşı Mozaiği sergileniyor bahçede, üstü kapalı. Bahçede ayrıca Galat Mezarı olarak isimlendirilen O Tümülüsü de varmış ama ben göremedim, bilemiyorum belki içeride çok üşüdüğümden kendimi bir an önce yolun karşısındaki tümülüse atmak istemiş olabilirim. Bu tümülüs 1957 yılında keşfedilmiş. Midas Tümülüsü olarak adlandırılıyor. Kapısından girdikten sonra 70 m.lik uzunlukta bir taş koridorun ardından mezar odasına ulaşabiliyorsunuz. Bu koridor klostrofobikler için pek iyi olmayabilir tabi ama ben yine mutluluktan hoplaya zıplaya ilerlediğim için pek fark etmedim. Koridorun sonunda demir parmaklıklara ulaştım, bunların ardında yine demirlerle desteklenmiş ahşap mezar odası vardı. Ahşap dediğim bildiğiniz kocaman kocaman ağaç kütükler. Üst üste konmuşlar. Ve hala oradalar. Parmaklıkların ardından biraz zor oluyor incelemek tabi ama öbür türlü de içine girilmemeli bence de zaten. Burası tümüyle, 250 m.lik çağı ve 53 m.lik yüksekliğiyle bu topraklarda bulunan en büyük örnek. Arkeologlar 57'de ilk girdiklerinde bu odada 60 yaşlarında 159 cm boyunda bir erkeğe ait iskelet ve onunla gömülen bir dolu eşya bulmuşlar.

Gordion'da Teras Binaları 1 ve 2'yi görüyoruz

Gordion'da Teras Binası 4'e bakıyoruz
Midas Tümülüsü'nden çıktıktan sonra 2 km kadar daha ilerleyerek Gordion adını verdiğimiz asıl kentin kalıntılarına ulaşıyoruz. Sakarya Nehri'nin gürül gürül akışı bugün de devam ediyor kentin yanıbaşından. Erken Tunç Çağı'na yani MÖ 3000'e kadar uzanıyor kentin tarihi. Frigler geldiğinde tarihlerimiz MÖ 9.yy.ı gösteriyordu, ona göre hesap edin. Friglerin MÖ 1200'lerdeki Deniz Kavimleri göçüyle buralara geldiklerine dair görüşler var. İlk kralları kente de adını veren Gordius. Onun da oğlu Midas. Bu ikisine ait bir dolu efsanemiz var tabi. Mutlaka birinden birini duymuşsunuzdur. Gordius esasında çiftçiymiş. Tarlasını sürerken öküzlerinin etrafına habire kuş sürüleri konup durmaya başlamış. Yahu nedir bu neye işarettir bir sorayım diye yakındaki kasabadaki kahinlere danışmak üzere yola koyulmuş. Yolda çok aşırı güzel bir kadınla karşılaşmış. Kadın Gordius'a kuşların bir kraliyet işareti olduğunu söylemiş ve hadi gel benle evlen demiş. Bu sırada tapınağın (artık ne tapınağı bilemiyorum) yanındaki köyün ahalisi de kahinlerin dediği kehanetin gerçekleşmesini bekliyorlarmış. Kahinler demiş ki köylülere, buradan ilk geçen adam kralınız olacak. Bunun üzerine Gordius gelmesin mi? Hemen kral ilan etmişler Gordius'u, o da öküzlerinin çektiği arabasının boyunduruğunu (böyle deniyor herhalde) tekerlek miline (bu da herhalde böyle) pek süslü bir şekilde düğüm atarak bağlamış hemen oracıkta tapınağın yanında. Bu düğüm Gordion Düğümü adını almış ve yine kehanete göre, bu düğümü çözebilen Küçük Asya'nın da hakimi olacakmış.
Gordius'un oğlu Midas'ın efsanesi ise sanırım daha tanıdık. Tanrı Dionysos'un satirlerinden biri olan Silenus'u gayet iyi ağırlayan Midas'a Dionysos demiş ki dile benden ne dilersen. O da demiş ki dokunduğum ne varsa altın olsun. Bunun üzerine hakikaten de olmuş altın her dokunduğu ama bakmış ki açlıktan ölecek (çünkü ağzına kimse yemek veremiyor - hayır tamam efsane bu mitoloji bu ne mantık arıyorsun diyeceksiniz ama fantastik dünyanın da kendi yaratım kuralları olmalı ya hani o açıdan sorguluyorum) Dionysos'tan yardım istemiş. O da demiş ki git Pactolus Nehri'nde yıkan geçsin bu illet. O yüzden mesela oradaki nehir, sanırsam şimdinin Sart Çayı, altın tozları taşırmış. Ki bunlar da o bölgede daha sonra yaşayan Lidyalılar'ın (hani şu meşhur parayı bulanların) altın para basmalarını sağlamış diyebiliriz.
Midas'ın bir diğer efsanesi de Pan ile Apollo arasındaki bir müzik yarışmasında hakem olmasıyla ilgili. Pan'dan yana kararını verince Midas, Apollo tutmuş kulaklarını eşek kulağı yapmış Midas'ın (ama bu Midas da kral mı yoksa tanrıların yapboz tahtası mı belli değil arkadaş). Çok utanıyormuş tabi Midas bu kulaklardan, örtüyormuş hep. Ama bir berberi biliyormuş, o da yemin etmiş tabi söylememeye. Ama dayanamamış ve gitmiş bir deliğe bağırmış, Midas'ın kulakları eşek kulağı diye. Rüzgarla taşınmış tabi bu bağırma ve duyulur olmuş, eşek kulaklı Midas'ın efsanesi.
Bu kadar efsaneye konu olan bir krallık ne yazık ki o kadar da uzun soluklu olmamış tarih sahnesinde. MÖ 700-670 arasında hem Kimmerler hem de İskitler bir güzel üstünden geçmişler. Sonra Lidyalılar'ın egemenliği altına girmiş kent. MÖ 546'da da Persler ele geçirmiş. MÖ 400'de ise bir depremin dümdüz ettiği kent, İskender buralara ulaştığında kendi halinde bir köymüş ancak. Tabi ı efsaneyi de biliyorsunuz. İskender meşhur düğümü çözerim ben diye kılıcıyla kesiverince, kaderini de tayin etmiş olmuş. Küçük Asya'nın hakimi olacağına, fevriliğinden ötürü 33 yaşında ölüp gitmiş (gerçi bence manyaklığından ötürü ama neyse, sonuçta düğümü kılıçla kesmesi de bir çeşit manyak olduğunu gösteriyor). İskender burada kışı geçirdikten sonra Pers idaresinden kurtulan kent
Bu kent kalıntıları aşağı şehir ve yukarı şehirden oluşuyor. 1953 yılında başlamış kazılar sanırım, Pennsylvania Üniversitesi'nden Rodney Young başkanlık etmiş. Yukarı şehir kısmında Frig dönemine ait bir şehir kapısı ile saray kompleksi kalıntıları ve 4 megaron tipi bina bulunuyor. Tepeye çıkan merdivenlerin sağdakine yönelirseniz aslında kronolojik olarak gezebiliyorsunuz kent kalıntılarını. Merdivenlerden çıktığınızda sol tarafta çukurda hem megaronları hem de teras binaları denilen yapıların taş kalıntılarını görebiliyorsunuz. Bu bölümde Pers dönemine tarihlendirilen bir kent kapısı daha var. Koskocaman bir yuvarlak çizerek tüm kenti dolanabiliyorsunuz yukarıdan. Ara ara bilgilendirme tabelaları konulmuş, bu da ayrı bir güzellik. Ayrıca tüm bir arazide etrafınızda göz alabildiğine uzanan düzlüklerin orasında burasında ufak ufak başka bir dolu tepecik daha görünüyor. Daha başka tümülüsler. Yalnız benim gezdiğim havada etraf sisler içinde bir görünüp, bir kayboluyordu ve yerler sırf çamurdu. Bir noktada ayakkabılarımı kaldırıp da yürüyemez hale geldim ama değdi. Bir de böyle ocak ayının ortasında, etrafı sis kaplamışken ve kimsecikler yokken antik kent tarif edebileceğimden emin olmadığım büyülü bir havaya bürünmüştü. Çoğu yeri yaz sıcağının kalabalığında gezeriz ya hani, müzelerde de hep bir eserin önünde bir iki dakika daha fazla duramaz peşimiz sıra gelen kalabalığa yeniliriz ya. Hah işte tüm bunlardan sıyrılmış bir halde gezebildim ben Gordion'u. Hem son birkaç haftanın çılgın soğuğu da yoktu, hava hafif hafif yağmur atıştırıyordu ve yumuşamıştı. Dışarıda hiç üşümedim ama müzenin içinde dondum, şimdi o konuda yalan söyleyemeyeceğim.
Gordion'dan aslında 120 km kadar ileride bir de - benim için ünlü ama siz rastlamamış olabilirsiniz - bir kaya anıtı daha var. Yazılıkaya. Ya da Midas Anıtı. (Midas Anıtı için-->Türkiye Kültür Portalı) Orası da ayrı bir güzellikte ama bu sefer o kadar ileri gitmek planımda yoktu, yola çıkarken Polatlı yakınlarında işaretlediğim yerleri görme hedefiyle çıkmıştım. Bu sebeple Gordion'dan sonraki durağımız Duatepe Anıtı'ydı.
Gordion'dan Beylikköprü köyünün tarafına doğru devam edip, yeniden Eskişehir-Ankara yoluna çıkınca bir süre devam edip, önce Kartaltepe Mehmetçik Anıtı tabelasına denk geliyorsunuz. Burası işaretli yerlerimden biri değildi ama rastlayınca merak edip, yol ayrımından ilerledik. Ancak bir miktar yol gidip de girişine geldiğimizde tadilat çalışmaları nedeniyle kapalı olduğu yazıyordu. Bu anıtı daha ana yoldan görebiliyorsunuz, yüksekçe bir tepe üstüne kocaman bir heykel olarak görünüyor. Ama tabi yukarı çıkıp, tam olarak göremediğim için burası kaldı ve Duatepe'ye devam ettik.
Duatepe Anıtı'nın giriş kapısı

Mustafa Kemal ve Salih Bozok (tabi flaşı açmayı unutup, sislerin içinde çekince)

Duatepe Anıtı'nın tören yolunun başlangıcı
Yine yol kenarına yerleştirilmiş tabelalar ile Duatepe'ye çıkan yolu kolaylıkla bulabiliyorsunuz. Bu tepe oldukça yüksek ve arabayla bile git gide bitmiyor. Yol boyunca İstiklal Marşı'ndan satırlarla dolu tabelalar eşlik ediyor. En sonunda anıtın girişi karşılıyor, oradan bir miktar daha arabayla gidip en son kocaman topların durduğu ana girişe geliyorsunuz. O noktada arabadan indiğinizde önce sağ tarafınızda Mustafa Kemal'le Salih Bozok'un heykelleri ile karşılıyorsunuz. Mustafa Kemal Gazi Tepe'de yaralandıktan sonra mücadeleyi bırakmamış, elinde dürbünü savaşa devam ediyor. Hemen önümüzde ise girişin iki yanında Duatepe'nin önemine dair yazılar var. Kapıdan geçip, tören yolunda yürümeye başlıyorsunuz ve ileride en tepede anıtın kendisi var. Burası 1921'de Türk ordusu taarruza geçtiğinde alınan ilk tepe. Ancak burada durup da etrafınıza baktığınızda tüm çevreye hakim olduğunu ve öyle bir savaşta ne derece önemli olabileceğini anlayabiliyorsunuz. Anıtın hemen iki yanında da zaten bu tepe için canlarını vermiş askerlerin isimleri, memleketleri yazıyor. Anıtın kendisi ise dört bölümden oluşuyor diyebiliriz. Orta bölümde önce şaha kalkmış atlarıyla Mustafa Kemal ve orduyu görüyoruz. Bu kısmın hemen arkasında iki yana yazılmış iki ayrı şiir var, Necmettin Halil Onan'ın Dur Yolcu'sundan iki dörtlük ve Samih Rıfat'ın Gelibolu Marşı'ndan 3 dörtlük. Sağ tarafta geride Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak; sol tarafta geride ise Mustafa Kemal ve Halide Edip Adıvar. Benim çıktığım havada, yani bir açılıp bir kapanan sisin içinde bu tepede bu heykellerin ve bu satırların karşısında dikilmek insanı gerçekten etkiliyordu. Etrafta bir tek anıtın görevlisi olan abi orada burada birikmiş karları kürüyordu, gerisi sessizlik, sis. Aşağıda yumuşacık olan hava burada dondurucu bir soğuklukta. (Duatepe Anıtı için-->Türkiye Kültür Portalı)
Duatepe Anıtı
Duatepe'den de indikten sonra listemde iki yer daha vardı ama öğleden sonra çoktan olmuş ve çok acıkmıştık. O yüzden Alagöz Karargah Müzesi'ne ve Malıköy Tren İstasyonu'na bir dahaki sefere gelmek üzere dönüş yoluna çıktık. Açıkçası Polatlı dolaylarında böyle meşhur bir mutfak yok, merkezde de genelde kebapçılar falan var. O yüzden dönüş yolunda bir Opet'te rastladığım çibörek yazısına balıklama dalıp, kıymalı ve peynirli çibörekleri çayla gömdükten sonra eve doğru devam ettik.
Duatepe Anıtı'nın tören yolu
Evden çıkmaya kendimi ikna etmem hep çok güç oluyor ama yine de gezerken, böyle şeyler görürken kendime gelebildiğimi fark ediyorum.
(Bu arada yazının en başında eve döner dönmez yazmaya başladım demiştim ama şu an ertesi gün oldu ve ben ancak bitirebildim;D )

22 Aralık 2018 Cumartesi

avvolgetelo

Bir önceki yazımda yeteri kadar çemkirip, şikayet ettiğime göre azcık sene sonu sayımı, toparlaması yapabilirim değil mi? ( :D ) Zaten bu ara tüm zamanım böyle nefret eden şirin gibi geçiyor. Ortalıkta dolaşıp (ortalık dediğim de dışarı çıkıp gezip dolaşıyorum sosyalleşiyorum falan zannetmeyin zaten bence hiç de öyle zannetmediniz beni tanıyorsunuz artık yeteri kadar ortalıklar dediğim tamamen internet), herkesten nefretler ediyorum hali. Sadece nefret olsa iyi aslında. Daha çok herkesi kafamda çılgınca puanlıyorum. "Bu ne kadar çirkin böyle ama nasıl başarmış ki bunu acaba" ya da "ay allahım ne kadar da salak bu böyle daha şunu bile bilemiyor şu kurduğu cümleye bak ama nerelere de gelmiş nasıl olabilir ya" gibi - ki bunlar en masum cümlelerim - her gördüğüme nazar dolu, haset dolu gözlerle bakıyorum. Kafamın içinde devamlı böyle bir ses. Kendi kendimi yiyip (bu kelimenin böyle olup olmadığına dair şu an acayip düşünceler içine girdim TDK'yı mı açsam - doğruymuş oh be) bitirmekle meşgulüm böyle zaten bu ara. Ben dipteyim ya herkes niye yukarıda? kafasındayım. Ben berbat haldeyim ya herkes nasıl olur da oralarda ve dahası hiçbiri de hak etmiyor bence hıh kafasındayım. Evet kimse hak etmiyor, herkes salak. Çok haklıyım kendimle çok gurur duydum şu an. Vallahi, aferin bana.
Yok yahu bu yazının konusu bu değildi. Tamamen farklı bir şeyler anlatacaktım. Gene nereden daldım çemkirmeye yahu te allahım. Neyse, ne diyecektim? Toparlama. Hah, doğru. Geride bıraktığım yılı toparlama. Ki böylece habire o geri dönüp dönüp bakma huyumdan belki kurtulabilirim diye. Yok hayır huyumdan kurtulmak için değil, huyumu bildiğim için en azından kafamda bir sonuca ulaştırırsam dönüp bakacak bir şeyim kalmaz diye.
Esasında bu son iki hafta oturup, bu seneye dair bir türlü - üşengeçlikten - yazamadığım şeyleri yazacaktım. Kafamda öyle planlamıştım ama pek beceremedim sanırım. Hala bir dolu kitap kaldı anlatacağım, en kötü ihtimalle toplu bir yazı halinde koyabilirim onu diyorum. Diziler konusunda ise fark ettiğiniz üzere çoğunluğu artık Kore dizilerinden oluştuğundan, yazıp yazmama konusunda çok tereddütte kalıyorum diyebilirim. Bu sene sanırım en adam akıllı izlediğim seneydi kore dizilerini ama işte buraya yazarken hep bir gurur yaptım (çünkü ben herkese tepeden bakan kocaman bir önyargı bulutuyum). İyi ki gurur yapmışsın bir dolusunu yazdın buralar hep kore dizisi oldu diyorsunuz şu an biliyorum ben o ekrana bakan akıllardan geçeni (toplamda 8 dizi yazmışım bu sene ve sadece 2 tanesi kore dizisi değil). Ama çok aşırı iyi olanları vardı be. Hakikaten anlatmak istedim. İstiyorum yani, ama şu son bir haftada yetişir mi bilmiyorum.
Filmler konusunda ise sanırım çok zayıf olduğum bir seneydi. Yalnızca 15 film yazmışım buraya. Seneye Oscarlarla başlamışım ama onları bile bitirememişim. Normalde izlediğim kadar bile film izlememişim gibi geliyor bu sene, o yüzden sanırım hemen hemen her izlediğimde yazmış olmalıyım. Böyle tek tük aklıma gelenler var alsında ah ulan keşke yazsaydım üşenmeyip dediğim. Onları da yetiştirsem ne güzel olurdu.
Bunlardan ötürü şu son bir iki ay yeni bir şey izlememeye, okumamaya çalıştım gibi oldu. Hem takvimin yenilenmesi bir neden verir, bir heves verir diye düşündüm. Daha planlı bir şekilde yeni bir şeylere başlayabilmek gücü verir dedim. Bir önceki yazıda bahsettiğim bu yeni bir hayata yenilenmiş olarak başlayabilme şeysi işte yahu. Yıllardır sepette beklettiğim kitapları sonunda sipariş ettim mesela ama kenara koydum, 1 Ocak itibariyle başlayacağım diye sıraya dizdim. Yeni bir diziye başlamamaya çaba gösterdim. Kenara kaydedip durduğum bir zaman izlerim diye yarım yarım bıraktıklarımı bir nihayete erdireyim dedim. Yine de şu en son bir "The Protector" ile karşılaştık ya, merakıma yenik düştüm. Bir bakayım şuna madem dedim. Sonra da sebepsiz bir şekilde izlemeye devam ettim. Yani bakın kötü. Gerçekten kötü. Ama saçma bir dürtüyle izlemeye devam ediyorsunuz. Hem de her şey tam da beklediğiniz gibi olduğu, hiç sürprizle karşılaşmadığınız halde. Vallahi ben şimdi bunu niye izliyorum diye ekrana bakıp durdum ama izledim işte. Yani aslında tam benlik diyeceğim bir dizi, hikayesi, atmosferi. Tarih, arkeoloji, fantastik öğeler, göz zevkime iyi gelen oyuncular, çok kafaya takılmayacak şeyler,...Ama olmamış be. Yani bir bunu sayabilirim yeni niyetine.
Aslında az da kitap yazmışım, 16 tane. Haa ama dedim ya yazamadım üşendim diye. Valla kendi dediğimi kendime hatırlatmak zorunda kalıyorum artık yaşım 40 olunca kafam ne halde olur kim bilir vah bana vahlar bana. Halbuki Goodreads'te 31 tane okudum görünüyor. Vuhuu, okuduğum kitapların ancak yarısını yazabilmişim.
Yalnız sayılara çok takılıyorum. Sayılarda çok kayboluyorum. Ciddi problemlerim var evet. 

19 Aralık 2018 Çarşamba

Hayır yani neden? Neden yani? Çok sinir bozucu. Aşırı sinir bozucu. Deliriyorum ben. Sonra niye delirdin?!
Dedim kararlı olayım. Onca zaman yok hayatımı değiştiremiyorum, vay efendim istediğim gibi bir insan olamıyorum, yok param yok işim yok birşey yok imkan yok. Olsa bak kesin yapardım, diyordum. Sonra dedim işe gireyim bu sefer yolunu bulacağım. Kafamın içini değiştirmeye çalışacağım. Bunun için de içten dıştan her bir yerden girişeceğim. Evet istediğim hayatın ışık yılı uzağından bile geçmiyor yapmaya çabalayacaklarım ama bir yerden başlamalıyım dedim. Die tryin! dedim yahu, önemli olan hedef değil yol dedim, dedim de dedim kendi kendime. Yapmak istediğim şeyler için dedim mesela bu oturduğum semtte, şehrin bu kısmında oturmak engel oluşturuyor bana.  Dahası her sabah ve akşam bir dolu yol yürüyorum servise ulaşıp, işe gidebilmek için. Çalışanlar için bir hizmet olan servise ben hizmet ediyorum bir nevi. Hele bu gerizekalı semtte her sabah çamurlara bata çıka, üstüm başım ayakkabılarım her şeyim mahvolarak yürümek durumunda kalıyorum. Yürümek dedim ama anlayın siz, savaşıyorum resmen adım atabilmek için. Tüm semti baştan başa yürüyorum servisin yoluna çıkabilmek için. Çünkü her yerden bir dolu servis geçiyor ama benim evimin azcık bir 100 metre bile daha yakınından hiçbiri geçmiyor. Geçemiyor, güzergah öyle olamıyor. Çünkü araba alamıyorum. Lanet olasıcalar çok pahalı, kredi mi çekeceğim. Hiç birikmiş param yok. Arabayı aldım diyelim bir dolu borç altına girerek, nasıl süreceğim? Benim gibi bir kafaya sahip bir insan o trafikte iki dakikada kendini öldürtür ki. Evi değiştireyim dedim. Ev bakmaya başladım. Önce büyük bir umutla - salakça bir umutla - merkezden, şehrin refah seviyesi daha yüksek sayılabilecek, şu an yaşadığım semtin sosyoekonomik düzeyinden çok daha farklı yerlerinden bakmaya başladım. Çünkü hiçbir zaman yaşadığım evlerin bulunduğu semtlere, ortamlara ait olamamıştım. Aşağı görüyordum hep oturmak zorunda kaldığım yerleri, çünkü bu ülkeyi fazlasıyla aşağı görüyordum sonuçta ama orası ayrı mesele. Dedim ya salakça bir umutmuş, çünkü yine de o baktığım semtlerde ev tutamıyorum. Tutsam maaşımı sadece kira ve faturalarla, boğazıma harcadıktan sonra o kadar kira gömdüğüm evimde penceremden sokağı izliyor oluyorum. Bunun üzerine, yani ilk şoku tokat gibi yedikten sonra, gittikçe merkezden uzaklaşıp, yine hayal ettiğimin çok dışında semtlere bakmaya mecbur oldum. Haliyle evlere bakma işi uzadı. Haliyle gittikçe daha gönülsüz bakmaya başladım. Şimdi, bu ilk adımda tıkandık mı? Tıkandık, güzel. Devam.
Bu arada dedim ki hem evin yerini değiştirirken hem de artık bu evi gerçekten bana ait yapmanın zamanı. Madem ben yaşıyorum içinde, madem benim içimde sımsıkı bastırdığım, baskıladığım da bir kişiliğim var, onun beğendikleri, heves ettikleri, onu yansıtacak şeyler var, onlarla döşemeli artık, onlarla yaşamalı. Annemlerin 20 yıllık takım takım eşyalarının, ilk işime girdiğimde benim aldığım benim odamdaki artık gıcırdayan eşyaların gitme zamanı dedim. İkinci el mobilya alan yerleri bulup, aradım. Resimleri atıyorsunuz whatsapp'tan, onlar da fiyat veriyor. Vermediler. Çünkü alamayız dediler. Çünkü hiçbir işim ilerlemeli, çünkü hiçbir düşündüğüm olmamalı, çünkü mutlaka bu da tıkanmalı. İkinci adımda da tıkandık mı?
Gene de yılmadım. Dedim bunları zamana yayabilirim. Sonuçta misal beni spora gitmekten, kurslara gitmekten, akşamları dışarı çıkmaktan, gezmekten tozmaktan falan alıkoyan yalnızca oturduğum semt problemi değil. Daha büyük oranda kişiliğimden kaynaklanıyor. Eh kişiliğimi de şekillendiren, sorunlarım. Olduğum kişi haline gelmem yıllarca bu katlandığım şeyler yüzündendi. Tüm hayatımı, günlük yaşantımı mecburen kalıplara sokan şeyler fiziksel sorunlarımdı. Çünkü fiziksel sorunlarınız kafanızı da vura vura şekle sokuyor. Neredeyse lisenin sonundan beni çok tuvalete gidiyorum mesela. Üniversiteye başladığımdan beri yaratık gibi gezmeme sebep olan hiç geçmeyen, 30 yaşımı geçsem de geçmeyen sivilcelerim var. Aşırı terliyorum, her mevsim, aşırı da üşümeme rağmen. Her yerimden. Yüzümden mesela resmen fışkırıyor. Her giydiğimi terlediğimde renginden dolayı belli etmeyecek şeylerden seçmek zorunda kalıyorum, her defasında. Her gittiğim yerde önce tuvaletin yerini buluyorum, hayatımın her dakikası tuvalete gidişlerimi hesaplamakla geçiyor. Hesaplamak derken şöyle bir şey kastediyorum. Mesela sabah servise binip, işe gidiyorum ya, iş yerine varana kadar altıma etmemek için en son ne zaman tuvalete gitmeliyim, dönerken yine aynı şekilde kafamda hep bir çalışma. Şehirlerarası yolculuklar kabus. Çünkü otobüsün tüm molalarını önceden muavine sorup, tek tek saatlerini hesaplayıp, ona göre hangi aralıkta otobüste çay içsem altıma etmem diye düşünüyorum. Çok istediğim halde mümkünü yok doğa yürüyüşü gibi şeylere gidemiyorum. Haa zaten bir de aşırı yorgunum. Ama hakikaten yorgunum. Hep böyleydi, dedim ya o lisenin bitmesine yakın, hatırlayabildiğim kadarıyla çünkü öyle. O zamandan beri enerjisizim. Büyük ihtimalle benimle o yaşlardan beridir her tanışan, öff bu da ne uyuz insan demiştir. Dediklerine eminim çünkü gözlerinde görebiliyordum bunu. Oysa hayır uyuz değilim diyemiyordum, diyemiyorum. Değilim halbuki, içimdeki ben neler yapalım istiyor, neler yapayım istiyor bir bilseniz. Ama elimi kıpırdatacak halim yok. Gerçekten yok. Enerjim yok.
Ve bunlara sebep şeyin de çikolata kistleri denen şeyler olduğunu öğrendiğim için (yani en azından büyük çoğunluğuna sebep, direkt ya da dolaylı olarak) madem ev işini azcık bekletiyoruz, o zaman kistlerden kurtulayım artık dedim. Son 3 yıldır varlıklarından haberdarım aslında. Küçültmeye yönelik bir tedaviye girişmişti bunları ilk gören doktor. Ama o tedavinin sonunda doktor ne dedi, ne oldu, sonuç ne...hatırlamıyorum iyi mi? 3 yıl ya, sadece 3 yıl öncesi. Ama gözümün önüne gelmiyor o sahne. İlacı neden kesmişiz, sonunda düzelmiş miyim,...yok, sıfır hatıra. Ama düzelmemişim ki tüm dertlerim daha da artarak sürdü. O ilk gittiğim yer özel hastaneydi. Bu sefer dedim ki sırasıyla her yeri deneyeyim, her çeşitten doktora kuruma danışmış olayım. Önce bir devlet hastanesine gittim. Kabus gibiydi yeminle. İnsanlıktan çıkıyorsunuz muayene olmaya, doktora falan ulaşmaya çalışırken. Ömrümde bu kadar dişiyi de bir arada görmemiş olmam da cabası. Böyle bir ortamda ne doktorların, sağlık görevlilerinin "sağlıklı" kararlar verebilmeleri mümkün, ne de hastaların aslında ihtiyaçları olan şeyleri bulabilmeleri. İki gün art arda gitmek zorunda kaldım, bir kan testi bir de ultrason yaptırdım ama ömrümden ömür yedi o iki gün. Sonunda da adına randevu aldığım doktoru bir kere bile göremeden, iki gün de iki farklı öğrencisine derdimi anlatmaya çabalayarak, elime bir ilaç reçetesi ile yollandım. Karnımdaki kafam kadar kistlerin doğum kontrol hapıyla küçültülmesine yönelik bir tedavi, eh haliyle o ortamda hiç de ikna edici gelmedi.
Ama gene pes etmedim, bir de araştıra taraya bir muayenehaneye gittim. Oradaki doktor ameliyat dedi. Yani ben "ameliyat" kelimesi ile özetliyorum, çünkü doktorun anlattıklarını buraya yazmaya kalksam hem hepinizi kaçırırım, hem de bana da yazık. Bir dolu şey. Bir dolu işlem. Bir dolu ayrıntı. Ve dolu dolu paralar. 5-6 aylık maaşlarım kadar paralar. Üstüne bir de o dediği şeylerin sinirimi bozması. O konulardan bahsetmesinin bile bir yandan sinirlerimi hoplatması, bir yandan da acayip derecede başarısızlığa uğramışım, yine hayatta hiçbir şeyi becerememişim, yine her şeye geç kalmışım gibi hissettirdiği için çığlık atarak ağlamak istememe sebep olması. Eve dönerken tüm yol boyunca ben tam olarak hangi noktada yanlış yapmaya başladım diye kara kara düşündüm onun yüzünden. Yine o dipsiz kuyulara düşürdü aklımı. Hiç alakası olmayan yerlere gitti aklım, yine hepsi benim suçum muydu diye sonsuz düşünme döngülerine girdim. Nereden nereye geldim. Hayır yine başka başka doktorlar hastaneler falan filan araştırmam gerekiyor ya, o daha da sinirimi bozuyor. Ameliyat  nerede olacak, nereye gideceğim, ameliyat mı olacağım gerçekten, ya gittiğim yeni doktor yok ameliyat olmaz derse,...yine kesin bir şey elde edemedim mi? Kaç oldu bu, 3.tıkanma mı?
Tabi bu arada hastanelere gitmeye devam ettim. Niye? Daha basit bir şey olacağını düşündüğüm diğer problemimi de aradan çıkartırım diye. Kistler için uğraşırken eş zamanlı olarak kbbye de gittim ki kendimi bildim bileli sümüklü oluşumu açıklasınlar, çözsünler de ben de artık sümüklü böcek olarak tanınmayayım yeni bir insan olabileyim, gerçekten bir insan olduğumu hissedebileyim diye. Bir dolu test, burnuma sokulan şey ve doktora gidip gelmelerin sonucunda doktor ağzını açıp da şundan dolayı böylesin diyemedi ya! Alerji yok, sinüzit yok, fijit fujit hiçbiri yok. Eee neden akıyor bu burun, neden tıkanıyor bu burun, neden tüm ömrüm boyunca elimde mendille insanların alaylarına katlandım ben? Olur öyle. Olmuş işte. E ne olacak? Bir sprey vereceğim rahatlatırsa ne ala diyeceğiz. Tamam ulan. Buna da tamam. Spreyi de kullanacağım. Yeter ki bir sorunumu bile çözmeye yönelik bir şey yapabileyim dedim. Yazdığı ilaç ismiyle eczaneye gittim bugün. Gülmekten yazamıyorum. Sinirden gülmekten yazamıyorum. Doktor hede sprey diye bir şey yazmış (hedeyi ben uydurdum gerçek ismi değil tabiki ilacın), eczacılar - ki iki ayrı yere de sordum emin olmak için - böyle bir ilaç yok hede diye şöyle bir ilaç var diye resmini gösterdi bana. Nasıl yani dedim, sprey değil ama sonuçta ilaç değil mi? İlaç olmasına ilaç ama burnuna sıktığın spreylerden değil. Deli sanmasınlar diye onların yanında gülmedim. Sokak boyu yürürken sinirden attığım kahkahalara ise artık yapacak bir şeyim yoktu. Bana mı denk geliyor? Olabilir mi böyle bir şey? Mümkün mü bu kadarı da ya? Şaka mı bu ya? Bu hayat bana şaka olsun diye mi yazılmış? Hiçbir işim yolunda gitmeyecek mi? Hiçbir şey çözüme kavuşmayacak mı? Birisi oturup bana çile çektirmekle mi uğraşıyor, izleyip izleyip zevk mi alıyor?
Oysa sadece sümüksüz, sivilcesiz, gözlüksüz olursam, habire tuvalete gidip durmazsam kendimi daha bir insan gibi, daha bir normal hissedebilirim diye düşünmüştüm. Belki biraz da olsa kendime güvenim gelir, sokakta daha dik, daha mutlu yürüyebilirim diye düşünmüştüm. Belki kendimi azcık güzel hissedersem akıllı bile olduğumu düşünebilirdim. Dönüşte eve nasıl döneceğim diye endişe etmeme gerek kalmazsa belki işten sonra hep o istediğim yerlere, kurslara gidebilirdim. Hayatımı azcık da olsa değiştirebilirim diye düşünmüştüm sadece. İçine kısıldığım, içine düşüp bir türlü çıkamadığım bu saçma sapan hayattan belki bir çıkış yolu bulabilirim diye düşünmüştüm. Önce bedenimin oluşturduğu kafesten, sonra bu gerizekalı ülkenin ve insanlarının oluşturduğu kafesten başımı uzatabilirim suyun üstüne, belki nefes alabilirim artık gerçekten diye düşünmüştüm. Ama olmuyor. Artık neden diye sormaktan bile usandım. Olmuyor. Kendimden de bu hayattan da iliklerime kadar nefret etmekten bile öylesine bıktım usandım ki.

15 Aralık 2018 Cumartesi

Claudine Sagaert'ten "Kadın Çirkinliğinin Tarihi"

Tanımı itibariyla çirkinlik bir yoksunluğa, güçsüzlüğe ve cins bozukluğuna göndermede bulunur. Çirkinlik, varlığa ilişkin bir sapmanın işaretidir. Kusura, ölçüsüzlüğe ve tutarsızlığa işaret eder. Ontolojik bakımdan çirkinlik kısıtlanmış, zayıf bir varlığa ya da kusurlu bir varlığa işaret eder. Bu tanım, sanki çirkinlik ve kadın arasında bir özdeşlik ilişkisi kurmayı mümkün kılarcasına, kadına ilişkin yapılan tanıma yakındır.
(...)Eril varlığa ilişkin olarak, erkek doğmuş olmanın onursuzluk olduğu yazılmış mıdır? Bununla birlikte 2.yüzyılda yaşamış olan İskenderiyeli Clément "her kadının kadın olma düşüncesinden bunalmış olması gerektiğini" düşünüyordu. Ortaçağ'da denemeler yazmış nadir kadınlardan biri, Christine de Pizan (14.yüzyıl) şöyle der: "Çılgınlık anlarımda, Tanrı'nın beni kadın bedeninde yaratmış olmasından ötürü hüzünlenip duruyordum (...) sanki doğa ucubeler doğurmuş gibi."
Sosyoloji alanında doktora sahibi bir felsefe öğretmeni olan Claudine Sagaert işte bu "ucube" fikrinin peşinde, tarih boyunca ortaya konmuş yazılı ve görsel eserlerde kadının nasıl çirkin olarak ifade edildiğini anlatmaya çalışıyor. Üç ana başlık altında incelemiş kadın çirkinliğini. "Çirkinlik Günahı" adını taşıyan ilk bölümde önce iki cinsin nasıl ayrıldığını ifade edilişini ortaya koyuyor. Kadının tanımlanışından çirkinliğin fiziksel doğasına ilerliyor ve kadının fiziksel olarak parça parça - tarihin herhangi bir döneminde - çirkin olarak görülmüş yerlerini inceliyor. "Doğanın Bir Hatası" ismini taşıyan ikinci bölümde kadının çirkin olarak nitelenmesine sebep olan diğer etkenleri gösteriyor. Yani fiziksel bakışın dışında tarih boyunca - ve hala daha - "farklı" olanın da sırf farklı olmasından ötürü çirkin görüldüğünü açıklıyor, yine örnekleriyle. 
"Çünkü kadına isteyerek fiziksel ya da ahlaki bazı kusurların yüklenmesinin dışında, çirkinlik peşlerini hala bırakmamış olan boyunduruğu reddeden kadınların isyanına bağlı hale gelmiştir. Eğer kadınlık anlayışında genç, güzel ve baştan çıkarıcı, heteroseksüel, eş ve anne olan bir kadın tanımlanıyorsa, buna uymayanlar çirkinlikle itham edilirler. Çirkin olanlar annelik yapmayı reddedenler, cinsellikleri erkek merkezli olmayanlar, görünüşleri, tutumları ve meşguliyetleri kendi cinslerinden farklı olanlar, zihinsel yetilerini geliştirmeye çalışanlar ya da siyaset, edebiyat ve felsefeye bulaşmış olanlardır."
Claudine Sagaert'in kendisi bu hanım abla,
MayaKitap'ı web sitesinden aldım fotoğrafı.
Yalnız benim lisedeki felsefe öğretmenim hiç de
böyle görünmüyordu :p
"Güzellik Ödevi" ismini taşıyan son bölümde ise 20.yüzyıldan itibaren değişen kadın algısına bağlı olarak incelik çirkinliği. Artık fiziksel olarak başka bir boyuta taşındığını gösteriyor olayın. Nasıl kozmetiklerin, reklamların, başka bir dolu dayatmanın algılarımıza yerleştirildiğine dair bir açıklamaya girişiyor. 
"(...), önceki zamanlarda, çirkinlik yüzdeki bir kusura, bir hastalığın kalıntısı olan derideki lekelere ve bir uyumsuzluğa ilişkin olabilse de, bugün çirkinlik daha zorlayıcı bir hal almıştır. (...) Yüze yapılan bakımlar botoks aşamasından önce gerekli asgari koşuldur. Makyaja gelince, eğer ayaküstü yapılmıyorsa, bu onun 'teni yüceltmeyi' başarmasındandır. (...) Bununla birlikte, çirkinlik göstergeleri inatçı olduğunda, cerrahiye başvurulur."
En sonunda da Ek bir bölüm koymuş Sagaert, "Masallarda Çirkin Kadın" isminde. Bu ekte de adı üstünde, masallardaki çirkin kadın imgesini ortaya seriyor. Tüm kitap boyunca daha çok yazılı eserlerdeki çirkin ve kadın ifadelerini önümüze seriyor yazar. Yani misal 19.yy.da biri bir gazetede bir cümle yazmış ya da 16.yy.dan bir düşünürün falan dediği bir şey belgelere geçmiş kadınlarla ilgili, onu gösteriyor bize. Bol bol da 19.-20.yy. romanlarındaki ifadeler yer alıyor. Habire bu şekilde cümlelerin etrafında dönüyoruz. Şu kitapta bu şöyle demişti diyor Sagaert, sonra o cümle üstüne böyle görülüyordu kadın, şöyle diyorlardı falan diye yazmaya başlıyor. Çoğu zaman herhangi bir eleştiri ya da fikir belirtmiyor. İlk bölümden son bölüme genel hatlarıyla bir kronolojiyi takip etmiş denebilir belki ama bunu direkt belirterek yapmıyor. Açıkçası kitabı görünce heveslendiğim ve beklediğim şeyi bulamadım ben. Kadın çirkinliğinin tarihi denirken ne bekliyordun acaba diyebilirsiniz tabi. Doğru, ben de bir an bilemedim ne beklediğimi. Yani sanırım tüm sorularıma bir cevap bekliyordum. Neden böyleyim, neden çirkinim, neden güzel olamıyorum gibi sorularıma cevap arıyor olabilirim. Daha doğrusu bu durumun tarihini, çıkış noktasını falan öğrenirsem bir çözümünü de bulabilirmişim gibi düşündüm. Yani hani kaybedilen bir savaşın tarihini, inciğini cinciğini okursunuz da hımm demek ki o zaman bir dahaki savaşta şu şu şu hataları yapmıyoruz, demek ki bunlara karşı böyle yaparsak kazanabiliriz dersiniz ya (demiyor musunuz ya?!), herhalde onu umdum. Çıkış noktasının izini sürebilirsem belki bir cevaba varabilirim dedim. Ama Claudine Sagaert'in amacı bu değilmiş maalesef, çok farklı bir kafayla yazmış o kitabını. Çünkü sanırım felsefeyle sosyolojiyle uğraşınca insan bu kafaya geliyor (sosyologlara ya da felsefecilere kötü bir şey demiyorum yahu, ben de sosyoloji dersi felsefe dersi aldım). Bu pek de benim tercih ettiğim bir bakış açısı, konuyu ele alış biçimi değil açıkçası. Sanırım ben daha ucu başı belli, kronolojiye tam oturan, bu bu bu diye böyle her şeyi insanın önüne seren anlatımları yeğliyorum.
Bu yüzden size bırakıyorum kararı. Ve ben, bunca yıldır kadın olarak bu saçma dünyada yaşama derdi altında ezilmeye devam eden bir insan olarak John Milton'ın satırlarına katılarak (anladınız siz onu) bitiriyorum bu yazıyı:
Ey, arşın en tepesinde kötü ruhları var eden bilge ve yaratan Tanrı, neden doğanın bu kusurlu güzelini, yeryüzünde bu yeni şeyi var ettin? Melekler alemini kadınlar olmaksızın donattığın gibi insanlar alemini de neden kadınsız donatmadın? Neden insan soyunu sürdürmek için başka bir yol bulmadın?

[Ben kitabı hangi kitapçıdan aldığımı hatırlamıyorum - normalde ilk sayfasına aldığım tarihi ve yeri yazıyorum her kitabın ama bunda sadece tarihi yazmışım bilemedim, ama bendeki kitap Maya Yayınları tarafından yapılan aralık 2017 tarihli 2.baskısı, Serdar Kenç'in çevirisiyle. Arka kapağında 28 tl yazıyor, başka bir fiyat etiketi üstüne yapıştırmamışlar herhalde bu fiyattan almışımdır. d&r'nin web sitesinde 14,90 tl görünüyor, şu an bakınca çok sinirim bozuldu.]

Kitap hakkında başka bir yazı da şurada var mesela ilginizi çekerse.
Goodreads'te kitap-->Kadın Çirkinliğinin Tarihi

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...