Sıcağı sıcağına eve gelir gelmez yazmaya oturdum. Bu yılın hem ilk gezisi (oldu) hem de ilk yazısı olacak diye ayrıca heyecanlıyım, o yüzden pek planlı, eli yüzü düzgün bir yazı olup olmayacağını bilmiyorum.
Gordion çok uzun zamandır gitmeyi planladığım ama bir türlü gidemedim bir yer(di). Artık 23.yılımdayım Ankara'da ama bir türlü hemen yanıbaşımdaki bu yere gidemedim (çünkü araba gerekiyor). Her neyse, Gordion M.Ö.1.binyılda bu topraklarda yaşamış bir halkın, Friglerin başkentliğini yapmış bir kent. Şimdilerde Yassıhöyük köyünün hemen yanındaki tümülüsler, megaronlar ve sur duvarları gibi kalıntılardan oluşuyor. Ankara'nın hemen hemen 100 km kadar güneybatısında kalıyor. Eskişehir'e gidecekmişsiniz gibi yola çıkıp, Polatlı dolaylarında Yassıhöyük'e sapıyorsunuz. İki seçeneğiniz var: Polatlı'ya girer girmez hemen sağda bir tabela bulunduğunuz noktadan 16 km kadar sonra Gordion'a varacağınızı söylüyor, ya buradan girip biraz daha şehrin içinden dolaşır gibi giderek Ayaş yolunda ilerleyerek varabilirsiniz ya da Polatlı'yı geçtikten sonra yer alan tabelaya uyarak yine sağa saparak bu defa da Beylikköprü köyünün yolundan ve köyden geçerek ulaşabilirsiniz.
İlk yoldan giderseniz önce Gordion Müzesi ve onun hemen karşısındaki Midas Tümülüsü karşılıyor. Diğer yoldan giderseniz önce höyükle karşılaşıyorsunuz. Biz ilk yoldan gittiğimiz için önce müzeye girdik. Müzeye giriş kişi başı 6 tl, müzekart da geçiyor. Kapıdan bilet aldıktan sonra müzenin ufak bahçesinde buldum kendimi. Müze binasına ilerlerken orada burada sütun ya da lahit parçaları vardı, müze binasının ön duvarında ise kocaman bir İskender mozaiği ile bilgilendirme panosu karşıladı. Bina dediğim tek katlı, bir ana salon ve ondan geçerek girilen bir ufak salondan daha oluşuyor. İlk odadan itibaren kronolojik olarak ilerliyor eserler camekanların içinde.
Gordion Müzesi'ndeki Erken Tunç Çağı (umarım yanlış hatırlamıyorumdur) eserleri |
Gordion Müzesi'ndeki ev içi gömü örnekleri |
Açıkçası bir fikrim ama emin değilim bu eserin tarihinden döneminden o yüzden susuyorum |
Kentin Friglerden de öncesinde yerleşim görmesinden ötürü Eski Tunç Çağı'na ait eserlerden dönem dönem ilerleyerek ithal edilmiş Yunan seramiklerinden tutun da Hellenistik ve Roma dönemleri de dahil olmak üzere en son Selçuklu dönemine kadar takip edebiliyoruz. Ayrıca ikinci odada bir camekan ardında ev içi gömü örnekleri sergileniyor. Ana odada da Midas Tümülüsü'nün mezar odasının ahşap bir maketi de var. Müze binası bu mevsimde ve bu dönemde haliyle bomboştu ve buz gibiydi. Ana salonda yer alan klimadan sıcak hava üflüyordu ama pek bir etkisi olmamıştı haliyle. Bir de yağmurlu-karlı havadan ötürü çatının akması da ana salondan ikinci salona geçiş kısmında yerde su kovalarına damlayan su sesinin beni karşılamasına sebep oldu. Ama yine de sergilenen eserlerin güzelliği (tabi bence güzelliği, bana güzel geliyorlar, ben her gittiğim antik kentte müzede mutluluktan kalbim patlayacak gibi hissettiğimden olabilir, birşey diyemem) müzenin minikliğini veya bu teknik sorunlarını görmezden gelmeme yetiyor.
Gordion Müzesi'nin bahçesindeki Kayabaşı Mozaikleri |
Gordion Müzesi'nin önünden baktığınızda Midas Tümülüsü |
Binadan çıktığınızda ise hemen sağda Kayabaşı Mozaiği sergileniyor bahçede, üstü kapalı. Bahçede ayrıca Galat Mezarı olarak isimlendirilen O Tümülüsü de varmış ama ben göremedim, bilemiyorum belki içeride çok üşüdüğümden kendimi bir an önce yolun karşısındaki tümülüse atmak istemiş olabilirim. Bu tümülüs 1957 yılında keşfedilmiş. Midas Tümülüsü olarak adlandırılıyor. Kapısından girdikten sonra 70 m.lik uzunlukta bir taş koridorun ardından mezar odasına ulaşabiliyorsunuz. Bu koridor klostrofobikler için pek iyi olmayabilir tabi ama ben yine mutluluktan hoplaya zıplaya ilerlediğim için pek fark etmedim. Koridorun sonunda demir parmaklıklara ulaştım, bunların ardında yine demirlerle desteklenmiş ahşap mezar odası vardı. Ahşap dediğim bildiğiniz kocaman kocaman ağaç kütükler. Üst üste konmuşlar. Ve hala oradalar. Parmaklıkların ardından biraz zor oluyor incelemek tabi ama öbür türlü de içine girilmemeli bence de zaten. Burası tümüyle, 250 m.lik çağı ve 53 m.lik yüksekliğiyle bu topraklarda bulunan en büyük örnek. Arkeologlar 57'de ilk girdiklerinde bu odada 60 yaşlarında 159 cm boyunda bir erkeğe ait iskelet ve onunla gömülen bir dolu eşya bulmuşlar.
Gordion'da Teras Binaları 1 ve 2'yi görüyoruz |
Gordion'da Teras Binası 4'e bakıyoruz |
Midas Tümülüsü'nden çıktıktan sonra 2 km kadar daha ilerleyerek Gordion adını verdiğimiz asıl kentin kalıntılarına ulaşıyoruz. Sakarya Nehri'nin gürül gürül akışı bugün de devam ediyor kentin yanıbaşından. Erken Tunç Çağı'na yani MÖ 3000'e kadar uzanıyor kentin tarihi. Frigler geldiğinde tarihlerimiz MÖ 9.yy.ı gösteriyordu, ona göre hesap edin. Friglerin MÖ 1200'lerdeki Deniz Kavimleri göçüyle buralara geldiklerine dair görüşler var. İlk kralları kente de adını veren Gordius. Onun da oğlu Midas. Bu ikisine ait bir dolu efsanemiz var tabi. Mutlaka birinden birini duymuşsunuzdur. Gordius esasında çiftçiymiş. Tarlasını sürerken öküzlerinin etrafına habire kuş sürüleri konup durmaya başlamış. Yahu nedir bu neye işarettir bir sorayım diye yakındaki kasabadaki kahinlere danışmak üzere yola koyulmuş. Yolda çok aşırı güzel bir kadınla karşılaşmış. Kadın Gordius'a kuşların bir kraliyet işareti olduğunu söylemiş ve hadi gel benle evlen demiş. Bu sırada tapınağın (artık ne tapınağı bilemiyorum) yanındaki köyün ahalisi de kahinlerin dediği kehanetin gerçekleşmesini bekliyorlarmış. Kahinler demiş ki köylülere, buradan ilk geçen adam kralınız olacak. Bunun üzerine Gordius gelmesin mi? Hemen kral ilan etmişler Gordius'u, o da öküzlerinin çektiği arabasının boyunduruğunu (böyle deniyor herhalde) tekerlek miline (bu da herhalde böyle) pek süslü bir şekilde düğüm atarak bağlamış hemen oracıkta tapınağın yanında. Bu düğüm Gordion Düğümü adını almış ve yine kehanete göre, bu düğümü çözebilen Küçük Asya'nın da hakimi olacakmış.
Gordius'un oğlu Midas'ın efsanesi ise sanırım daha tanıdık. Tanrı Dionysos'un satirlerinden biri olan Silenus'u gayet iyi ağırlayan Midas'a Dionysos demiş ki dile benden ne dilersen. O da demiş ki dokunduğum ne varsa altın olsun. Bunun üzerine hakikaten de olmuş altın her dokunduğu ama bakmış ki açlıktan ölecek (çünkü ağzına kimse yemek veremiyor - hayır tamam efsane bu mitoloji bu ne mantık arıyorsun diyeceksiniz ama fantastik dünyanın da kendi yaratım kuralları olmalı ya hani o açıdan sorguluyorum) Dionysos'tan yardım istemiş. O da demiş ki git Pactolus Nehri'nde yıkan geçsin bu illet. O yüzden mesela oradaki nehir, sanırsam şimdinin Sart Çayı, altın tozları taşırmış. Ki bunlar da o bölgede daha sonra yaşayan Lidyalılar'ın (hani şu meşhur parayı bulanların) altın para basmalarını sağlamış diyebiliriz.
Midas'ın bir diğer efsanesi de Pan ile Apollo arasındaki bir müzik yarışmasında hakem olmasıyla ilgili. Pan'dan yana kararını verince Midas, Apollo tutmuş kulaklarını eşek kulağı yapmış Midas'ın (ama bu Midas da kral mı yoksa tanrıların yapboz tahtası mı belli değil arkadaş). Çok utanıyormuş tabi Midas bu kulaklardan, örtüyormuş hep. Ama bir berberi biliyormuş, o da yemin etmiş tabi söylememeye. Ama dayanamamış ve gitmiş bir deliğe bağırmış, Midas'ın kulakları eşek kulağı diye. Rüzgarla taşınmış tabi bu bağırma ve duyulur olmuş, eşek kulaklı Midas'ın efsanesi.
Bu kadar efsaneye konu olan bir krallık ne yazık ki o kadar da uzun soluklu olmamış tarih sahnesinde. MÖ 700-670 arasında hem Kimmerler hem de İskitler bir güzel üstünden geçmişler. Sonra Lidyalılar'ın egemenliği altına girmiş kent. MÖ 546'da da Persler ele geçirmiş. MÖ 400'de ise bir depremin dümdüz ettiği kent, İskender buralara ulaştığında kendi halinde bir köymüş ancak. Tabi ı efsaneyi de biliyorsunuz. İskender meşhur düğümü çözerim ben diye kılıcıyla kesiverince, kaderini de tayin etmiş olmuş. Küçük Asya'nın hakimi olacağına, fevriliğinden ötürü 33 yaşında ölüp gitmiş (gerçi bence manyaklığından ötürü ama neyse, sonuçta düğümü kılıçla kesmesi de bir çeşit manyak olduğunu gösteriyor). İskender burada kışı geçirdikten sonra Pers idaresinden kurtulan kent
Bu kent kalıntıları aşağı şehir ve yukarı şehirden oluşuyor. 1953 yılında başlamış kazılar sanırım, Pennsylvania Üniversitesi'nden Rodney Young başkanlık etmiş. Yukarı şehir kısmında Frig dönemine ait bir şehir kapısı ile saray kompleksi kalıntıları ve 4 megaron tipi bina bulunuyor. Tepeye çıkan merdivenlerin sağdakine yönelirseniz aslında kronolojik olarak gezebiliyorsunuz kent kalıntılarını. Merdivenlerden çıktığınızda sol tarafta çukurda hem megaronları hem de teras binaları denilen yapıların taş kalıntılarını görebiliyorsunuz. Bu bölümde Pers dönemine tarihlendirilen bir kent kapısı daha var. Koskocaman bir yuvarlak çizerek tüm kenti dolanabiliyorsunuz yukarıdan. Ara ara bilgilendirme tabelaları konulmuş, bu da ayrı bir güzellik. Ayrıca tüm bir arazide etrafınızda göz alabildiğine uzanan düzlüklerin orasında burasında ufak ufak başka bir dolu tepecik daha görünüyor. Daha başka tümülüsler. Yalnız benim gezdiğim havada etraf sisler içinde bir görünüp, bir kayboluyordu ve yerler sırf çamurdu. Bir noktada ayakkabılarımı kaldırıp da yürüyemez hale geldim ama değdi. Bir de böyle ocak ayının ortasında, etrafı sis kaplamışken ve kimsecikler yokken antik kent tarif edebileceğimden emin olmadığım büyülü bir havaya bürünmüştü. Çoğu yeri yaz sıcağının kalabalığında gezeriz ya hani, müzelerde de hep bir eserin önünde bir iki dakika daha fazla duramaz peşimiz sıra gelen kalabalığa yeniliriz ya. Hah işte tüm bunlardan sıyrılmış bir halde gezebildim ben Gordion'u. Hem son birkaç haftanın çılgın soğuğu da yoktu, hava hafif hafif yağmur atıştırıyordu ve yumuşamıştı. Dışarıda hiç üşümedim ama müzenin içinde dondum, şimdi o konuda yalan söyleyemeyeceğim.
Gordion'dan aslında 120 km kadar ileride bir de - benim için ünlü ama siz rastlamamış olabilirsiniz - bir kaya anıtı daha var. Yazılıkaya. Ya da Midas Anıtı. (Midas Anıtı için-->Türkiye Kültür Portalı) Orası da ayrı bir güzellikte ama bu sefer o kadar ileri gitmek planımda yoktu, yola çıkarken Polatlı yakınlarında işaretlediğim yerleri görme hedefiyle çıkmıştım. Bu sebeple Gordion'dan sonraki durağımız Duatepe Anıtı'ydı.
Gordion'dan Beylikköprü köyünün tarafına doğru devam edip, yeniden Eskişehir-Ankara yoluna çıkınca bir süre devam edip, önce Kartaltepe Mehmetçik Anıtı tabelasına denk geliyorsunuz. Burası işaretli yerlerimden biri değildi ama rastlayınca merak edip, yol ayrımından ilerledik. Ancak bir miktar yol gidip de girişine geldiğimizde tadilat çalışmaları nedeniyle kapalı olduğu yazıyordu. Bu anıtı daha ana yoldan görebiliyorsunuz, yüksekçe bir tepe üstüne kocaman bir heykel olarak görünüyor. Ama tabi yukarı çıkıp, tam olarak göremediğim için burası kaldı ve Duatepe'ye devam ettik.
Duatepe Anıtı'nın giriş kapısı |
Mustafa Kemal ve Salih Bozok (tabi flaşı açmayı unutup, sislerin içinde çekince) |
Duatepe Anıtı'nın tören yolunun başlangıcı |
Yine yol kenarına yerleştirilmiş tabelalar ile Duatepe'ye çıkan yolu kolaylıkla bulabiliyorsunuz. Bu tepe oldukça yüksek ve arabayla bile git gide bitmiyor. Yol boyunca İstiklal Marşı'ndan satırlarla dolu tabelalar eşlik ediyor. En sonunda anıtın girişi karşılıyor, oradan bir miktar daha arabayla gidip en son kocaman topların durduğu ana girişe geliyorsunuz. O noktada arabadan indiğinizde önce sağ tarafınızda Mustafa Kemal'le Salih Bozok'un heykelleri ile karşılıyorsunuz. Mustafa Kemal Gazi Tepe'de yaralandıktan sonra mücadeleyi bırakmamış, elinde dürbünü savaşa devam ediyor. Hemen önümüzde ise girişin iki yanında Duatepe'nin önemine dair yazılar var. Kapıdan geçip, tören yolunda yürümeye başlıyorsunuz ve ileride en tepede anıtın kendisi var. Burası 1921'de Türk ordusu taarruza geçtiğinde alınan ilk tepe. Ancak burada durup da etrafınıza baktığınızda tüm çevreye hakim olduğunu ve öyle bir savaşta ne derece önemli olabileceğini anlayabiliyorsunuz. Anıtın hemen iki yanında da zaten bu tepe için canlarını vermiş askerlerin isimleri, memleketleri yazıyor. Anıtın kendisi ise dört bölümden oluşuyor diyebiliriz. Orta bölümde önce şaha kalkmış atlarıyla Mustafa Kemal ve orduyu görüyoruz. Bu kısmın hemen arkasında iki yana yazılmış iki ayrı şiir var, Necmettin Halil Onan'ın Dur Yolcu'sundan iki dörtlük ve Samih Rıfat'ın Gelibolu Marşı'ndan 3 dörtlük. Sağ tarafta geride Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak; sol tarafta geride ise Mustafa Kemal ve Halide Edip Adıvar. Benim çıktığım havada, yani bir açılıp bir kapanan sisin içinde bu tepede bu heykellerin ve bu satırların karşısında dikilmek insanı gerçekten etkiliyordu. Etrafta bir tek anıtın görevlisi olan abi orada burada birikmiş karları kürüyordu, gerisi sessizlik, sis. Aşağıda yumuşacık olan hava burada dondurucu bir soğuklukta. (Duatepe Anıtı için-->Türkiye Kültür Portalı)
Duatepe Anıtı |
Duatepe'den de indikten sonra listemde iki yer daha vardı ama öğleden sonra çoktan olmuş ve çok acıkmıştık. O yüzden Alagöz Karargah Müzesi'ne ve Malıköy Tren İstasyonu'na bir dahaki sefere gelmek üzere dönüş yoluna çıktık. Açıkçası Polatlı dolaylarında böyle meşhur bir mutfak yok, merkezde de genelde kebapçılar falan var. O yüzden dönüş yolunda bir Opet'te rastladığım çibörek yazısına balıklama dalıp, kıymalı ve peynirli çibörekleri çayla gömdükten sonra eve doğru devam ettik.
Duatepe Anıtı'nın tören yolu |
Evden çıkmaya kendimi ikna etmem hep çok güç oluyor ama yine de gezerken, böyle şeyler görürken kendime gelebildiğimi fark ediyorum.
(Bu arada yazının en başında eve döner dönmez yazmaya başladım demiştim ama şu an ertesi gün oldu ve ben ancak bitirebildim;D )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder