11 Ağustos 2018 Cumartesi

Henüz yolun başında bir Lara Croft, yine yeniden "Tomb Raider (2018)"

Kimseye eyvallahı olmayan genç ve gözüpek Lara, ailesinden kalan büyük mirası reddederek, büyük şehrin kalabalık sokaklarında bisikletli kurye olarak çalışıp, hayatını geçirmektedir. Bir gün yine, ailesinin devasa şirketini kabul etmesi için avukat amca ve hem Lara'ya hem şirkete göz kulak olan teyze bunu oturtup, bak Lara bunlar evraklar şu yapboz gibi şeyi de baban bıraktıydı derler. Yapbozun içinden çıkan ipucunu kaptığı gibi - eh zeka fışkırır bu ailenin damarlarından - kendini babasının gizli araştırma odasında bulur Lara. 11 yıl önce, kadim bir lanete konu olan bir mezarın peşinde yola çıkan baba Croft bir daha geri dönmemiştir. Resmi olarak öldü kabul edilirken Lara bunu kabul etmez ve gizli odada bulduğu bilgilerin de gazıyla babasının peşine düşer. Böylece o "mezar avcısı" olarak ilk macerasına atılırken biz de bir efsanenin doğuşuna tanıklık ederiz.
bu işi de o kadar eğlenceli gösteriyorlar ki filmlerde insanın gidip bisikletle NY sokaklarında falan hoplayıp zıplayası geliyor sanki yapabilecekmiş gibi
Bu efsane, Tomb Raider/Lara Croft olarak bilinen, Core Design şirketinin ilk defa 1996 yılında piyasaya sürdüğü bir oyun. Google'a göre en son sürümü 2015'te gelmiş, ben bilemem, hiç oynamadım. Ama öyküsü itibariyle (tıpkı Assassin's Creed gibi) tam benim dünyamda geziniyormuş gibi göründüğünden hep bir denesem mi diye düşündüklerimdendir. Web sitesine göre eylülde de Shadow of The Tomb Raider geliyormuş (https://tombraider.square-enix-games.com/). Popüler kültürde oldukça yer edinmiş bir karakter olan Lara'yı tabi sinemada daha önce de gördük. İlk film 2001'de gelmişti, "Lara Croft:Tomb Raider" tüm haşmetiyle Angelina Jolie'yi sunmuştu bize. Bu beyaz perdedeki ilk macerasıydı ama full kapasite bir Lara'ydı izlediğimiz, video oyunu ekranından fırlamış gibiydi. Film belki sinema adına ve biz izleyicileri için çok bir şey yapmamıştı ama Angelina Jolie'nin hayatını değiştiren bir dönüm noktası olduğu kesin. Hemen iki sene sonrasında bir tane daha Jolie'li film geldi: "Lara Croft Tom Raider:The Cradle of Life". Bu da ilki gibiydi, ne eksik ne fazla. Zaten herhalde anlamış oldular böylece, üçüncü bir film yapmaktan vazgeçtiler.
vay be Angie neredeeeen nereye
Ama işte sene oldu 2018 ve hem popüler kültür hem de film endüstrisinde değişik fikirler, eski savaşların yeni zaferleri filizlerini ortaya çiçeklendirerek açmaya başladı. Yeniden bir Tomb Raider filmine girişmenin tam zamanı gibi gelmiş olmalıydı yapımcılara ve dönemin nabzı Lara'ya da aynen yansıdı. Video oyunun karakterinin uğradığı revizyon gibi sinemadaki Lara da artık Jolie'nin o ilahi dişilikteki fiziksel görüntüsünden (hatta ilk filmde göğüsleri daha da füze gibi görünsün diye ayrıca bir şeyler takmıştı Jolie) Alicia Vikander'in ufak tefek ama güç ve kararlılık fışkıran görüntüsüne bürünüvermiş. Ve en başından alıyor Lara'yı eline bu yeni film, Lara Croft'u Tomb Raider'a dönüştüren yolculuğa başlatıyor bizi.
hemen Katniss sandınız demi sizi gibi Y jenerasyonları sizi, yalnız Y miydi Z miydi neydi o ya?!
Film oldukça "düzgün" bir şekilde anlatıyor anlatacaklarını. Evet düzgün burada en uygun kelime bence çünkü senaryo açısından da oyunculuklar da sinematografi açısından da her şey oldukça düzgün, olması gerektiği gibi, tıkır tıkır işliyor. Bir diğer iyi yanı da tüm bu düzgünlük içinde anlatmayı seçtiği yöntemde ötürü o video-game havasından çıkmış oluyor hikaye, daha gerçekçi, daha inandırıcı bir şeyler oluyor gözümüzün önünde. Yani Angelina Jolie çıkıp tek eliyle 10 adamı yere serdiğinde de inanıyorduk tamam, çünkü onun görüntüsü havası ruhu oydu. O yüzden aynı şeyi yaptırmıyorlar özellikle Vikander'e. Nasıl güçlendiğini hem fiziken hem de kafa olarak hangi aşamalardan geçtiğini de anlatıyor ki bu hikaye bize, böylece yeri geldiğinde yaptıkları-yapabildikleri alabildiğine doğal geliyor. Hem de daha insancıl, daha ilişki kurulabilir bir hikaye ve karakter yaratıyorlar.
hadi beni de kazandın Vikander aferin.
Ne yalan söyleyeyim filmi ilk gördüğümde Alicia Vikander'e karşı kocaman bir önyargım vardı, kıskançlıkla karışık bir önyargı (kıskançlığın sebebi tabiki Fassbender :p ). Bir yandan da Angelina'lı Tomb Raider'lar hiç beklediğimi vermemişti, şimdi ne yapmış olabilirler ki demiştim. Ama belki de beklentimi çok düşük tuttuğumdan, film gayet hoşuma gitti. Hem hikayesi hem de karakterleriyle. O en sevdiğim Indiana Jones tınılarını da buldum, günümüz hikayelerinin dünyasını da gördüm. Alicia Vikander ise sanırım filmlerinden keyif alabileceğim bir oyuncu oldu artık (ah ben keşke üşenmeseydim de izlediğim zaman taa ne zaman The Danish Girl(2015)'ü de anlatsaydım size).
[IMDb'de Tomb Raider(2018)-->https://www.imdb.com/title/tt1365519/]

10 Ağustos 2018 Cuma

aşırı doğru


Bazen diziyi izlemekten daha eğlenceli olan bir şey varsa o da tıpkı kendimiz gibi olan diğerlerinin sanki hep beraber kocaman pembe bir absürd evrenin içindeymişiz hissi veren yorumlarını okumak.

Andrew Hughes'dan John Delahunt:Bir Cinayetin Hikayesi

19.yy.'ın ortalarında Dublin. Üniversite öğrencisi John Delahunt küçük bir çocuğu vahşice öldürme suçu yüzünden idamını bekliyor soğuk hücresinde. Bu ürpertici bekleyiş sırasında da hikayesini yazmaya, anlatmaya başlıyor bulduğu kağıtların arka yüzlerine, boşluklarına. Onu bu suça iten, daha doğrusu bu hapishane hücresine kadar getiren olayların başlangıç noktası olarak kabul ettiği olaydan başlıyor. O zamanlardaki polis teşkilatının ihbar servisine karışmasından, pisliğe bir kere bulaşıldı mı nasıl bir daha temizlenemeyeceğinden devam ediyor. Çocukluğunda ailesinin iyi olan durumunun yıllar içinde bozulmasının ardından genç bir adam olarak içine düştüğü sefaletin ona yaptırdıklarıyla harmanladığı hikayesini tüm detaylarıyla anlatıp, son giysilerinin içinde asılacağı platforma doğru gidiyor, vedasını ediyor.
Andrew Hughes - ben çok
ciddi bir yazarım pozu bu herhalde, kaynak
Andrew Hughes tıpkı bu ilk romanının baş kahramanı gibi Trinity College'da eğitim görmüş, İrlandalı bir yazar. Dublin'deki Fitzwilliam Meydanı'ndaki binaları ve orada yaşamış insanların hikayelerini araştırdığı dönemde resmen kader onu ulaştırmış Delahunt'ın hikayesine. Farklı farklı haberler, insanların yazdıkları, yasal belgeler o dönemde gerçekleşmiş böyle bir cinayeti ve yargılanmayı işaret edince iyice araştırmış ve Delahunt'ın hikayesini sonunda oturup, kendisi yaratmış. Tabi aslında yazarımızın kendi ifadesine göre romanındaki birçok nokta gerçek. Kişiler gerçek, davalar gerçek, sokaklar olaylar gerçek. Sadece aradaki boşlukları hayal etmiş, bir de bazen sonucu olmayan şeylere sonlar düşünmüş. Haliyle John Delahunt'ın gerçekten yazarın anlattığı şekilde mi davrandığını, neden her şeyin bu şekilde olduğunu bilemiyoruz.
Hikayenin tüm bir temelinin ve iskeletinin bu kadar gerçek olduğunu bilmek yer yer insanı ürpertiyor da. Üstüne bir de Andrew Hughes'un kalemi ayrı bir gerçeklikle dolu. Bakın bunu hakikaten beklemiyordum ben. Rafta görünce kitabı, kapağı çekici gelmişti önce, sonra arkasını çevirip Dublin 1841 falan görünce de direkt kapmıştım. Ve beklediğim heyecanı, gizemi, dedektifliği yüksek bir cinayet romanı bulmaktı karşımda. Hani çok takılmadan okur, okurken baya keyif alır ama fazlasını da beklemezsiniz ya. Bir de tabi kendine seçtiği arka planı da gözümde romantize ettiğim bir dönem ve mekan olunca güzel güzel okurum demiştim. Ama beklediğimden çok daha fazlası çıktı bu hikaye. Daha doğrusu Hughes'un anlattığı haliyle herkes kanlı canlı önümde belirdi. İçim ürperdi her defasında. Yok, öyle kötü bir şey olduğunda falan değil; her defasında okuduğum karakteri yanıbaşımda bulduğumdan. Yani fiziksel olarak kaşı gözü saçı şusu busu böyleydi demeden sırf düşündüklerini, hissettiklerini, mantıksal akışını anlatarak bir karakteri bu kadar somutlaştırabilmek...Hem her bir cümlede ürkütücü hem de her bir cümleyle birlikte keşke ben de böyle yazabilsem dedirtici.
John Delahunt'ın hikayesi son zamanlarda hevesle elime alıp, birkaç gün geçmeden bıraktığım kitapların arasında güzel bir değişiklik oldu benim için. Hikayesinin içinde süratle yol almak istedim çoğu zaman, arada gözümün önüne serdiklerinden iğrenerek kenara atmak da istedim. Ama hani denir ya dört başı mamur, yazarının ellerine sağlık bir hikaye. O yüzden bence deneyin. Deneyebilirsiniz yani, benden söylemesi.


Andrew Hughes'un web sitesi: https://andrewhughesbooks.com/
Goodreads'te -->https://www.goodreads.com/book/show/40775087-john-delahunt

Kitabı ben d&r'dan almıştım, temmuz 2018 tarihli ilk baskı, Emre Can Sarısayın çevirisi, Can Yayınları'ndan 365 sayfa. Arka kapağındaki fiyatı 28 tl. Nette en ucuz fiyat olarak KitapYurdu'ndaki 18,20 tl'yi gördüm ben şimdilik.
Hayatım boyunca yaşadığım tüm dertlerin, sorunların kaynağı eziklikmiş. Artık bu noktada kesin bir şekilde adlandırabilirim. Eminim. Kendine güvensizlikle birleşen aman ali rıza bey ağzımızın tadı bozulmasıncılık, bunların üstüne şimdi beni kimse sevmezse insanlar bana cephe alırsacılık atıveriyoruz, hoop buyrun ben. Ama tabi yine en en en temelinde kendine sıfır güven. Hep böyle bir aman sevimli görüneyim, aman bıcı bıcı olayım da herkes beni sevsin, kimseye tehdit görünmeyeyim.
Hayır bir de neden, anlayamıyorum. Ne kadar zamandır böyle, hep mi böyleydim, tam olarak hatırlayamıyorum. Ama sanırım evet, hep sevimli bir insan olma çabasındaydım. Çünkü küçüklüğümde fiziksel olarak sevimli ve minik olunca, eh yaşım büyüse de kapladığım hacim değişmeyince bu durum daha da içselleşmiş gibime geliyor. Yani önceleri elimde olmayan sebeplerle - çünkü küçük ve sevimli bir çocuktum - , sonraları da eh madem görüntüm değişmiyor davranışları da değiştirmeyelim mantığıyla ilerlemişim gibi. Ama bu kafamın içini istesem de değiştirememek..işte o çok aşırı büyük sorun.
Çoook uzun zamandır kendime güven duymadığımı fark ettim geçen gece. Yani nasıl anlatayım? Mesela dizi izliyorum. Herkesin bir mesleği, uğraşı, bir işi bir şeysi var. Bir karakter haberci misal. O kadar şevkle, istekle haberlerin peşinden koşuyor, o kadar işini iyi biliyor ki o konuda karşısına kim çıksa acayip bir özgüvenle karşılık veriyor. Bu, her şeyine yansıyor. Tüm hayata, insanlara, her şeye karşı çok sağlam duruyor. Öyle bir içinden gelen istekle, azimle yapıyor ki ne yapıyorsa o an onu izlerken ben de haberci, gazeteci bir şey olayım istiyorum. Halbuki alakam yok, öyle bir isteğim yok normalde. Ama o karakterin yansıttığı öyle bir iç mutluluğu ki ben o mutluluğu istiyor oluyorum. Ben de öyle içimle barışmış, kendime güvenim tam olmuş bir halde hayatın içine karışabilmek istiyorum oluyorum.
Çünkü hakikaten çok uzun zamandır herhangi bir konuda yeterince iyi olamadım. Sadece şu an uğraşmak zorunda kaldığım lanet olasıca bilgisayar konusunda da değil, hiçbir konuda çok uzun zamandır kendime o kadar güvenecek, o kadar sağlam durabilecek kadar bilgili olamadım. Herhalde son 13 senemi her gün her dakika daha da az şey bildiğim için ezilerek geçirdim. Her bir gün daha da ezildim. Yalnızca nefret ettiğim bir konuda eğitim görmek zorunda kalmanın da neticesi değil, sevdiğim şeylerde de bir türlü bir şeyler bilmiyordum, hep en az bilen, hiç bilmeyen, yeni gelen, dışarıdan gelen, alakasız insan oldum. Tüm o ilkokul, lise dönemleri boyunca herşeyi bilen, herşeyi becerebilen insan olmaktan bir anda hiçbir şeyi bilmeyen, öğrenemeyen, kafası basmayan insana dönüşmek, sonra da bu insanı son 13 yıldır taşıyor olmak...sanırım her an daha da ezilmek insanın ruhunu böyle yok ediyor. Sonra da her önüne gelen istediğini diyor, istediğini yaptırıyor, istediği gibi eviriyor çeviriyor. Ben de gık diyemiyorum. Ses edemiyorum. İçimden eziliyorum, dışımdan eziliyorum. Sonra da gidip her akşam saatlerce kendime kızarak, kendime bağırarak küfrederek ağlıyorum.


Yaz diyorsun Murat abi ama yazmak artık sadece daha da ağlamaklı hale gelmeme sebep oluyor, napıcaz bilmiyorum.

7 Ağustos 2018 Salı

Bir başıma yaşadığım bir yüksekliğin en ucundayım;
İnemiyorum,
Yaşayamıyorum,
Ölemiyorum.

[T.Ö.]

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Lakmé'nin Flower Duet'i

"Lakme", Fransız besteci Leo Delibes'in 1881'de bestelediği 3 perdelik bir opera. Hikayesi 19.yy.ın sonunda Hindistan'da geçiyor. Britanya yönetimi altındaki bu koskocaman ülkede Hinduizm'e inananlar gizlenmek zorunda kalıyor yönetimin baskısı altında. Böyle bir ortamda başlıyor anlatmaya hikayesini operamız. Bir Brahman rahibi olan Nilakantha'nın güzeller güzeli kızı Lakme ile onların şehrini, ülkesini işgal etmeye gelmiş bir İngiliz askeri olan Gerald'ın birbirine aşık olmasını ve her büyük aşk hikayesinde olduğunu gibi trajik sonlarına doğru ilerlemelerini dinliyoruz şarkılar boyunca. Evet bu trajik bir aşk hikayesi ama beni etkileyen şarkısının ne bu aşkla ne de trajediyle bir ilgisi var. İlk duyduğumdan beri, tek kelimesini bile anlamasam da dinlerken bana değişik değişik şeyler hissettiren şarkısı operanın ilk perdesinde. Flower Duet olarak bilinen "Sous le dôme épais" aryası (yani kalın kubbenin altında diyebiliriz google öyle çeviriyor). Yıllar sonra açıp da sözlerine baktığımda, ne anlatıyor acaba bana bunca şey hissettiren bu parça diye okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Çünkü gayet hülyalı bir şekilde nehir kenarına yıkanmaya gelen Lakme ve hizmetçisi Mallika'nın orada gördükleri çiçeklerin güzelliğinden bahsetmeleri üzerine kuruluydu şarkı. Ahh bunlar ne güzel yaseminler böyle güllerle sarmaş dolaş, nehir ne de güzel akıyor hadi suya girelim la la lala...diye söylüyorlar esasında ama insan bunları bilmeden dinlediğinde neler neler hissediyor.

29 Temmuz 2018 Pazar

Her sabah evden çıkıp serin sokak boyunca yürürken diyorum ki bu akşam şunu şunu yazayım, bugün bunu anlatayım. Her sabah o istek geliyor bir, böyle içim dolmuş, anlatayım istiyorum. Ama sokak bitip, köşeden parka doğru kıvrıldığımda geçmiş oluyor. Zaten akşam eve geldiğimde de tamamen hiçbir şey istememe durumuna giriveriyorum. Hiçbir şey anlatmak, yazmak, söylemek istemiyorum. Kimseye bir şey demek istemiyorum. Sadece oturup bakıyorum. Hiçbir gördüğüme, okuduğuma bir tepki uyanmıyor içimde. Hiçbir şey gelmiyor o anda aklıma. Bu son günlerde böyleyim. Hiç bu kadar uzun sürmüş müydü bilmiyorum. Kendi isteğimle verdiğim aralar hariç, hiç böyle bu kadar isteksiz hissetmiş miydim bilemiyorum.
O kadar çok şey oluyor, o kadar çok şey hissediyorum ama bir türlü anlatasım gelmiyor. Beynimin içi çınlayıp duruyor. Neden? Neden? Neden? diyor. Nasıl bu hale geldin? Neden bu hale geldin? Neredesin? Çözemediğin ne? Göremediğin, o herkesin gördüğü ve senin göremediğin ne? O yüzden mi bu haldesin? Herkesin başarabildiği en basit şeyleri bile neden yapamıyorsun, neden başaramıyorsun, neden beceremedin? Bunu nasıl yapıyorlar? Nasıl yaptılar? Bendeki sorun ne? Neden böyleyim? Neden ben böyleyim? Neden tüm hafızamı silemiyorum? Neden başka biri olamıyorum? Neden herkesi, her şeyi ardımda bırakamıyorum?
Bir yolu yok mu?

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...