19 Haziran 2018 Salı

Jona Lendering'den "Büyük İskender"

"Hikaye son derece bildik." diyerek başlıyor Hollandalı tarihçi Jona Lendering anlatmaya. Evet, hikayeyi hepimiz biliyoruz az çok. Günün birinde, o zamana kadar çok da adı duyulmamış bir halkın kendi çaplarında geçinip giden krallarından biri (veya ikisi) bulundukları dağlık ovalık Makedonya'dan ordularını toplaya toplaya dünyanın bir diğer ucuna Hindistan diyarlarına kadar ortalığı kasıp kavurmuş. Antik dünyanın halkları ona Alexander(os) diyordu ama biz kendimize uydurup İskender deyivermiştik. Zaten sanırım bu ülkede eğitim alan her bir aklı karışığın aklının azıcık daha karışmasına da bu sebep olmuş olabilir.
işte hepimizin bildiği koca burunlu İskender (belki şöyle bir az buçuk Colin Farrell'a benzetebiliriz)
Alexander the Great yani bizim Büyük İskender M.Ö.356 yılında Pella denilen şehirde doğduğunda aslında zaten çoktan yazılmış kaderi. Pella bugün Selanik'in 39 km kadar kuzey batısında, Yunanistan ile Makedonya'nın sınırında yer alıyor. İskender doğduğundaysa kendi yağında kavrulan Makedon krallığının başkentiydi. Gerçi kendi yağında kavrulma ifadesi pek de uygun kaçmıyor o zaman için, çünkü babası II.Phillip (ya da işte Phillipos) kısa süren fırtına gibi bir hükümranlık dönemi sonunda İskender'e neredeyse tüm Yunan kent devletlerine hükmeden bir krallık bırakmıştı. Ondan aldığı tüm hırs, azim, şiddet duygusu ve büyük oranda kendi manyaklığının da gazıyla İskender de onu yüzyıllar sonra tarihçilerin büyük-great olarak adlandırmasına sebep olacak seferine çıktı. Önce Anadolu'ya, oradan Pers İmparatorluğuna bitirerek Mezopotamya'ya, Pers diyarlarına, Mısır'a, Asya'nın içlerine ve Hindistan'a değin sürdürdüğü hiç bitmeyecek gibi görünen seferinin bir noktasında, daha 33 yaşında öldüğündeyse geride fethedilmiş ama resmen içinde her birşey bulunan bir çorbaya dönmüş kocaman bir imparatorluk bırakmıştı. Yalnız ben böyle en sevdiğim şeyi yapmaya başladım, çılgınlar gibi tarih anlatıp, tarihten bahsetmeye giriştim, kendime zor durduruyorum ve odak noktama geri dönüyorum--> kitaba.
Jona Lendering hakikaten şahane bir kitap ortaya çıkarmış. Önce bunu bir söylemem gerek. Bir aksiyon-macera filmi izler gibi dolandırıyor bizi kitabın sayfaları arasında. Ama çok incelikli bir çalışmanın sonucunu bu kadar keyifli bir hale getirebilmiş olması gerçekten büyük bir emek, çok güzel bir aklın emeği. Çünkü konu hakkında bir dolu yazılı belge varmış gibi görünüyor ya da neredeyse 2300 yıldır İskender üzerine, onun seferi ve ardında bıraktıklarının koskoca bir coğrafyayı, kültürü şekillendirişi üzerine birçok şey var elimizde ama aslında her şeyin çıkış noktası yalnızca iki yazılı kaynak. Seferi anlatan iki ana kaynağımız var ve diğer yazılan her şey, anlatılan her şey bu ikisinden yola çıkarak oluşmuş. İşte Lendering eldeki tüm kaynakları, her bir bilgi kırıntısını incelikle özümseyip, bir araya getirmiş ve bize alabildiğine doğruluk içinde ama okuması keyifli bir macera çıkarmış.
II.Phillip olarak tanımlanan büst,
bence ama vallahi bu da Val Kilmer'ı andırıyor
20 bölüm başlığı altında anlatıyor İskender'in hikayesini bize kitap. Her aklı başında tarihçinin yapacağı gibi tabi öncelikle İskender'in içine doğduğu ve onu haliyle o yapan ortamı anlatarak başlıyor. İskender'in hemen öncesinde II.Phillip ve ondan da önceki Makedon kralının, onların döneminde Makedonya'nın Yunan kentlerinin, Anadolu'nun, Pers İmparatorluğu'nun hikayesinden bahsediyor. İskender'in neden İskender olduğunu ve neden daha 20-21 yaşında sonu görünmeyen bir sefere dört nala çıktığını anlayabilmemizi sağlıyor bu ilk 3 bölüm. 4.bölümle birlikte o meşhur sefere başlıyoruz ki ne başlamak! Bitmiyor sefer. İskender ve komutanları, askerleri bir türlü savaşmayı bırakmıyor bölümlerce. Habire bir yerleri kuşatıyor, bir yerleri fethediyor, birilerini kılıçtan geçiriyor ve akşamında da oturup, kusana bayılana kadar içip, vur patlasın çal oynasın yapıyorlar. En başlarda okuması maceralı geliyor. Onlarla birlikte at sırtında biz de uçuyormuşuz gibi ilerliyoruz. Tabi bir yandan da dibine kadar detaylı, kaynaklı bilgilerle doya doya coşuyoruz. Ama bir noktada - en azından benim için - bu bitmek bilmeyen savaş, İskender'in bitmek bilmeyen şiddet-kan koşturmacası insanda bıkkınlık yaratıyor. Çıkış noktasını, amacını, hedefini, yönünü, rüzgarını kaybedip, savruluyor gibi hissediyor insan. Bir de tüm isimler birbirine girmeye başlıyor (yok öyle Rus edebiyatı tarzında bir kargaşa değil bu). Çünkü herkesin ismi aynı :) Tüm oğullarla babaları aynı isimde ve ne tesadüf ki (!) hepsi İskender'in hizmetinde çok tarihi öneme sahip işler yapıyorlar. Eh öyle olunca da oturup liste ve çizelge hazırlayasım geldi seferin ortasında. Ayrıca Lendering gayet mantıklı bir şekilde bu çılgın seferin bazı yerlerinde haritalar koymuş. Ama nedense bu haritalarda ben hiç aradığım yerleri bulamadım ya da öncesinde anlattığı bölümdeki güzergaha oturtamadım haritalarda yer alanları.
Yani demem o ki anlatımı ve hazırlanışı açısından - daha doğrusu yazarı açısından - neredeyse kusursuz denebilecek bir tarih kitabı bu. Tek kusuru, İskender'in kendi piskopatlığı :) (Bir de gözümün önüne hep Colin Farrell'ın küçük emrah kaşlarının gelmesine sebep olması -  bu arada neyden bahsediyor bu deli demeyin-->IMDb)


Kitabın bendeki basımı Kronik Kitap'ın mart 2018 tarihli 3.basımı, Burak Sengir'in (Hollandaca'dan direkt olduğunu tahmin ettiğim) çevirisiyle 455 sayfa. Nisan ayında Remzi Kitabevi'nden almıştım, arka kapağındaki fiyat 30 tl.

7 Haziran 2018 Perşembe

gitmelerim gelmelerim

O zaman direkt lafa gireyim ben. Çünkü bu kadar sustuktan sonra nasıl başlanır bilemiyorum. Haliyle ortasından, orasından burasından dalacağım anlatmaya.
Her gün işe gidiyorum, evet. Üzerine birazcık düşünmeye başladım mı yine delirecek gibi oluyorum, ona da evet. Çünkü aynı türden bir işi, ilk işimi, neler düşünerek bıraktığımı, kendi kendime ne sözler vererek, kendimi ne kadar gaza getirerek bıraktığımı hatırlayıveriyorum o "birazcık daha fazla" düşünme işine giriştiğimde. Bazen de istemsizce gülüyorum. Trajikomik çünkü bir yandan da. Düşünsenize, çocukluk hayalimi gerçekleştireceğim-kendimi bildim bileli hep uğraştığım kafamın içinde dolanıp duran şeyi yapacağım-bir daha da dönüp de tek bir bilgisayarı ellemeyeceğim-tek bir satır kod yazmayacağım-hiçbir yere ping atmayacağım diye adeta koşarak, herkesin dur gitme ısrarlarına tamamen kulaklarımı tıkayarak, bilinen düzenin dışına doğru son sürat kaçmışım. Sonra, 3 yılın ardından aynı düzene, bu kez neredeyse kendi isteğimle, kendi ayaklarımla geri döndüm. Hadi hep beraber bir gülelim (yoksa böğürerek ağlamaya başlayacağım ki lütfen bunu yapmayalım olur mu).
Çünkü ben artık ağlamaktan gözyaşlarımı tüketmişim sevgili çocuklar. Mecazi anlamda demiyorum üstelik bu kez. Doktor dedi. Tıbben mahvetmişim gözlerimi, bu ne dedi kalmamış su. İlk maaşımı alır almaz hemen uzun süredir planını yaptığım doktor turlarıma başlayayım diyerek, göz doktoruna koşturdum geçen ay. Çünkü göremiyorum. Başlarda dedim herhalde salak salak bakıyorum ben etrafa o yüzden göremiyorumdur. Ama baktım harbiden göremiyorum. Lise 2'den beri taktığım lensler de artık gözümde resmen yangın çıkarıyordu son bir kaç senedir. Gözlüğe geri döndüğümü fark edince de gene tabi - olmayan - kendime güvenim de iyice gitti. O yüzden gözlükten, göz bozukluğundan tamamen kurtulma umuduyla doktora gittim. Tabi evdeki plan doktora uymuyor. Bu kadar kuruyken ameliyat mümkün değilmiş. Önce kuruluğu giderelim dedi. Şimdi günde 6 kere bir damladan, iki kere de öbür damladan damlatarak kuruluğun geçmesini umarak yaşıyorum. Ama yanma hissinde, gözlerimi yuvalarından söküp fırlatma isteğinde (öyle çok yanıyor ve acıyor ki gün içinde bu bile az kalıyor hissettiklerimi anlatmakta) en ufak bir azalma olmadı. Bayramdan sonraki hafta kontrolüm var, kısmet artık.
Ki bu arada ağlamaya da devam ettim, kendime ne kadar kızsam az. Geçen hafta tamamen bir ağlama dalgası içinde yuvarlandım durdum. Önceki haftanın cumasından başlayarak, geçen haftayı ağlayarak, kendime kızarak, birilerine küfrederek ama çoğunlukla kendime zarar vererek geçirdim. Sebebini ve tetikleyicilerini anlatmayacağım, çünkü çok karmaşık. Yani umarım bir gün anılarımı yazarken anlatırım, anlatabilirim yani, çünkü nasıl doğru bir şekilde anlatabileceğimi bilmiyorum. Yani düşünce şeklimi, kafamın içini size nasıl ifade edebileceğimi en azından bu günlerde bilmiyorum. Hoş, herhangi bir zamanda, günün birinde, gerçekten beni anlayabilecek insanlar olacak mı, okuyacaklar mı anlayacaklar mı onu bilmiyorum. Tek bildiğim, bir şekilde normal insanlar gibi olmayı bir an önce öğrenmem gerektiği. Kendini savunabilen, karşı çıkabilen, kendini ifade edebilen, kavga edebilen, normal bir insan olmayı. Umarım öğrenirim. Çok daha fazla acı çekmeden.
İşe gidip gelmek de ayrı bir işkence bu arada. Eve yakın geçen bir servis olmadığı için, sabahları ve akşamları dağ bayır dere tepe yürüyorum. Ha tamam servis var, oturarak rahat rahat gidiyorum, ona bir şey demiyorum, yine öğrencilik günlerindeki gibi Ankara'nın toplu taşıma eziyetine düşmüyorum ama bu durumun da kendi içinde bir eziyet olduğunu sanırım yadsıyamazsınız (ya da tamam peki ben her şeyden şikayet ediyorum, elimde a varken b niye yok eee b geldi o zaman c niye yok diye tepinip duruyorum, doğru doğru). Demem o ki bu böyle gidecek bir durum değil, çünkü kışın işe gitmenin zorluklarını hatırlıyorum. Kış geldiğinde kendimi çok daha kötü bir durumda bulacağımı bildiğimden bir an önce bir şeyler düşünmem gerekiyor ki bu düşünceler ya evi taşımak ya da araba almak şeklinde. Sanırım araba almak daha mı kolay? Yoksa araba sürmeye çalışmaktansa evi mi taşımalıyım? Ama bir yandan da artık yuh artık bana şu yaşta hala o kadar salağın gerizekalının yaptığı bir işi yapamıyor, daha doğrusu resmen yapmaktan ölümüne tırsıyor oluşuma.
Bu seferki iş yeri ve işim yukarıda bahsettiğim ağlama krizleri ve sebebi dışında diğer yere göre oldukça "esnek" gibi görünüyor, bunu da diyeyim de hadi çok şikayetçi görünmeyeyim. Diğer yer bildiğiniz hapishaneydi. Kapkara bir hapishane olmasının, tüm gün gün yüzü görmeden yerin dibinde çalışıyor olmamın ve oradaki o hala orada olan lanet insanın dışında, ilk iş yerimde yaptığım işten keyif alıyordum. Öğrenmiştim çünkü, bir dolu şey bana bağlıydı ve tüm ülkede bir dolu insana yardım ettiğimi biliyor, takdir alıyordum. Bir şeyleri başarıyor olma hissinden daha güzel bir şey yok biliyor musunuz çocuklar? Tüm o yok efendim evlendiğim gün çok mutluydum, yok çocuğumu ilk kucağıma aldığımda o duygu dünyanın en güzel duygusu, yok bir çocuğun gülüşü, yok bir yaşlıya yardım etmenin şeysi falan filan...Hepsi aslında insana bir şeyleri başardığını hissettiriyor alttan alta ve bu da bizi mutlu eden asıl şey. Ba-şar-dım! Başardım. Bu düşünce. İhtiyaç duyuluyorum. Bana ihtiyaçları var. Ben önemliyim. Çevirisi bu.
O yüzden...ne diyordum? Hah bu seferki iş yerim eh işte fena değil. Ama saçma bir düzenin içinde buldum kendimi. Yok hayır iş yerinde değil. İşe yeni başlamış eblek ördek düzenini kastediyorum. Sabahları kalkıyorum, servise koşturuyorum, tüm gün saçma bir şekilde geçiyor, yine servise koşuyorum ve eve geliyorum, üstümü çıkarıp kendimi yatağa atıyorum. Sonra sabah yine kalkıyorum. Sabah 6 buçukta kalkıyorum, orası tamam. Ama eve giriş saatim, başka bir şey çıkmazsa (mesela Ankara bozkırına yağmur yağmazsa) 6 çeyrek. Yani taş çatlasın yedide yatağımda oluyorum. Öğle arasında bitiremediğim, paket yaptırdığım yemeğimden kalanları yiyorum bazen. Ama aç olduğumdan değil. Kalmasın, kokmasın, bir kere paket yaptırıp eve taşıdım diye. Böyle salak saçma bir düzenin içinde geçirdim son bir buçuk ayı. O yüzden bugün ehhh yeter be diyorum. Demeye çalıştım yani. Açtım blogu ve uyumayacağım dedim.
Bu düzenin içinde yaptıklarım da olmalı değil mi? Sanırım serviste gidip gelirken kitap okuyor oluşumu sayabilirim. Hani belki hatırlıyorsunuzdur, okuyamıyorum kitap diye bahsetmiştim. Artık kitap okuyamıyorum, kaybettim o yetimi demiştim. Sanırım geri kazanıyorum, kazandım ya da. Demek ki her şey bilgisayarın suçuymuş (ben biliyordum ama ya). Yolda, serviste bilgisayar önümde internetle birlikte hazır ve nazır olmadığından ötürü yine eski ben gibi, bildiğim, tanıdığım ben gibi, kitap okuyabiliyorum. Ve artık bu konuda kendimi de daha fazla tanıdığıma karar verdim. Mesela ben hep öyle zannettiğim gibi fantastik sevmiyormuşum. Hep o tarihli, arkeolojili, ortaçağ romansı havalı kılıç-at-zırhlı şeylerden ötürü (daha doğrusu Tolkien usta o kadar şahane bir şey yarattığı için) sanmışım ki fantastik insanıyım. Alakası yokmuş. Bilim-kurguya ıyyy derdim, bilgisayar mühendisi olmam gerçeğinden ettiğim nefrete dayanarak. Ama bilim-kurguya bayılıyormuşum. Bayılıyorum yani. Bir de tarih kitaplarına, yani baştan sona ders gibi, hikaye gibi tarih anlatan kitaplara. Ha tabi içinde tarih olan her şeye ama, siz anladınız ne dediğimi.
Başka başka...Dizi izleyişime balta vurulmuş oldu tabi bu arada. Evde geçirdiğim bu son sene içinde yemeklerimde kahvaltılarımda dizi izlemeye acayip alışmıştım ya, şimdi evde sadece uyuduğumdan ötürü hiçbir şey izleyemiyorum. Haftasonları iki gün kahvaltıda yalnızca birer bölüm bir şeyler. Haa ama şöyle bir güzelliği oldu çalışıyor oluşumun, maaş almaya başladığımdan beri her haftasonu sinemaya gittim. Her hafta yeni bir film görmüş oldum. Ama sanırım bu durum da kendi içinde handikabını taşıyor (kelimeyi doğru bir şekilde kullanıp kullanmadığımdan emin olamadım ama sanki oldu bu kelime buraya değil mi) çünkü her hafta tek başıma sinemaya gidiyorum demek bu. Git gide daha da yalnızlaşıyorum mu yoksa zaten yalnızım da onu mu pekiştiriyorum, bilemiyorum.
Eh tabi haliyle Kore dizileri batağından kurtulmuş oldum diyebilir miyim? Aslında işe başlamadan önce kurtulmuştum. Çünkü bir noktada öğk geldi. Nasıl oldu bilmiyorum. Son sürat izliyordum, hem yenilerden hem eskilerden. Ama demek ki artık iyice baygın bir şeylere mi denk geldim bilemedim, tüm hevesimin kaçtığını hissettim yavaş yavaş. Bir noktada da tamamen kestim izlemeyi. Şimdi daha yeni yeni böyle haftasonu "Lawless Lawyer"a başladım. Ama onu da öyle taş çatlasın bir bölüm bakıp bırakıyorum. Gerçi sanırım henüz 7 bölüm mü ne yayınlandı. Başrolünde Lee Joon Gi olduğundan ötürü o da (yok öyle yakışıklı vuuu kategorisinden değil, kendisinin malum diziden dolayı bende yeri ayrı, acayip derecede yetenekli ve çalışkan bir insan olduğunu düşünüyorum ve takdir ediyorum, hatta örnek almak istiyorum ama ahhh, işte serde tembellik ve aylaklık var).
Bir de gittim aikido kursu buldum, konuştum. Başlayacaktım tam, çantamı hazırlayıp işe gittiğim gün çalışma yapmamız gerekti, mesaiye kaldım. Sonra da dedim madem bayramdan sonra başlayayım. Ama kesin kararlıyım ve azmettim, sonuna kadar gideceğim.
Ha ayrıca amaaan dedim bu yaşa kadar denemediğim ne varsa...Keman alacağım. Baktım, inceledim. Gidip alacağım. Bir arkadaşımın da konservatuvar (böyle mi yazılıyordu, kanımca böyle olmalı ama neyse) mezunu bir arkadaşı varmış, onu arayacağım öğretebilir mi diye. Evet, bunu da bayramdan sonraya erteliyorum.
Başarma duygusu dedim ya hani, hah işte onu böyle yeni bir şeylere başladığınızda hissedemiyorsunuz ya, çok kötü koyuyor. İyice değersiz hissetmeye başlıyorsunuz. Her ne kadar koşarak kaçmış olsam da dedim ya ilk çalıştığım yerde başarılıydım ve o hissi seviyordum. Bir dolu şeyi de öğrenmiş ve yapabilir durumdaydım. Oysa bunların hepsini unutmak üzere kaçmıştım oradan. Aklımda bilgisayara dair ne varsa silmeye yemin ederek. Başarabileceğimi düşünmemiştim. Bu derece unutmuş olmayı beklemediğimi fark ettim. Şimdi tüm dediklerimi, sözlerimi, yeminlerimi yutup burada işe başlayınca, yine bilgisayarlarla, ağlarla, switchlerle, routerlarla karşı karşıya kalınca anladım. Her şeyi unutmuşum tamam ama izleri kalmış. Daha da kötü bir durumdayım, bir kelime tanıdık geliyor ama ne olduğunu çıkaramıyorum çoğu zaman. Dolayısıyla beni sıfır olarak görüp öyle anlatmaya başladılar. Bir yandan iyi diyorum, çünkü bilmiyorum. Bir yandan da kanıma dokunuyor, gururum kırılıyor çünkü aslında biliyorum. Daha önce aynı işi dibine kadar ben yaptım diye bağırasım geliyor, bu dediklerinizin, anlattıklarınızın hepsini kendi başıma başararak 4 yıla yakın zaman geçirdim ben diye çığlıklar atasım geliyor ama onlara değil, kendime. Tamam tamam biraz da onlara. Ama yine de kendimi bu hale düşürdüğüm için kendime. Hayatım habire bir şeyler deneyip deneyip, sonra yeniden başa dönmekle geçiyor gibi gelmeye başladı. Her seferinde yeni gelen, yeni başlayan, en bilmeyen, hiçbir şey bilmeyen, bocalayan oluyorum nereye gidersem gideyim ve ben gitmeyi bir türlü gitmeyi bırakmıyorum.

13 Mayıs 2018 Pazar

seanchaidh

Bir şeyler yazmalıyım, bir şeyler yazmalıyım...Neredeyse bir aydır kendi kendime bunu tekrar ediyorum ama olmadı işte. Bir türlü yazamadım. İşe başladım, en son yazdığımda ertesi gün başlamak üzere gidecektim. Başladım. Çok değişik, karmaşık, saçma sapan şeyler hissediyorum. Anlatmak istiyorum ama sanki bir su kaydırağındayım, yanımdaki bir dolu topla, onunla bununla onca suyun içinde kayıyorum gibi. Bir yandan bir dolu değişiklik yapmaya çalışıyorum, bir yandan da her şeyi oturtmaya çalışıyorum. Bir dolu şeyi de çözmeye çalışıyorum, kendimle ilgili, her şeyle ilgili. Doğru düzgün yazmak istiyorum ama kafamı bir toplayayım, kafamı bir yerli yerine oturtayım, su bir dursun, bir durulsun. Yazacağım. Çünkü:

15 Nisan 2018 Pazar

άνοιξη...aperire...Aprilis



Şu son birkaç haftadır böyle saçma sapan bir boşluk var burada, biliyorum, farkındayım. Kötü şeyler oldu, kötü bir şey, gerçek değilmiş gibi kabul edersem belki gerçek olmaz diye çok uğraştım ama...Ne bileyim, sanırım böyle durumlarda refleks gibi bir şeyler oluyor beynimde, kendiliğinden beynimin içi beni başka bir gerçekliğe konumlandırıyor. İçinde olduğum, içinde olduğumuz durum bir filmmiş, bir hikayeymiş, gerçek değilmiş gibi algılamaya başlıyorum. Kendimi - en azından kafa olarak - kendi yarattığım bir hikayenin içine sokuveriyorum. Çünkü bu gerçek olamaz, bu gerçek olamayacak kadar kötü diyorum sanırım kendi kendime.Çünkü böyle bir şey olamaz, olamaz değil mi, biz bunu yaşamış olamayız, böyle bir şey olmuş olamaz değil mi, değil mi...diye yankılanıp duruyor beynimde. Şimdi de söylemeyeceğim o yüzden. Ne olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü söylersem, seslendirirsem, yazarsam, bir anda yine gerçeklik kazanacakmış gibi geliyor. Olduğundan beri bir dakika bile durup üstüne düşünmemeye çalıştım. Düşündüğümü fark ettiğim anlarda da hemen yine kendimi başka bir hikayenin içine atıverdim. Çünkü düşünmeye başladığımda - tıpkı şimdi bunları yazarken olduğu gibi - gözyaşlarımdan ekranı göremez hale geliyorum, kafam patlayacakmış gibi oluyor, nefes alamıyorum. Ama yazmalıydım, en azından bir şeyler demeliydim. O yüzden yazdım.
Bunun yanında, iyi mi kötü mü yoksa başka bir şey mi diye henüz isimlendiremediğim bir gelişme daha oluyor şu sıralar. Evet, en azından "gelişme" diyebileceğim bir şey. En azından benim için ilerleme olarak adlandırılabilecek bir şey. Yarın işe başlıyorum. Bir yandan suratım asık, tüm bu evde istediğim gibi takılma dönemi sona eriyor. Parasızlığın getirdiği kısıtlama ile eve hapsolmuş olabilirim evet ama, öte yandan istediğim saatte yatıyor, kalkıyor, istediğim zaman istediğim şeyi yapıyorum. Tamam şu durumda çok bir seçenek yok bu "istediğim şeyi yapıyorum" kategorisinde ama mesela tüm gün kanepede pijamalarımla instagrama bakarak yatabiliyorum, gibi şeyler.
Bir yandan da yüzümü güldürmeye çalışıyorum, çünkü bu yeni bir dönem, artık çok daha fazla ve başka deneyimim var hayata dair, artık hiçbir türlü eskisi gibi olmam diyorum kendi kendime. Çılgınca bir açlıkla saldırabilirim her şeye diyorum. Yapmak istediğim tonla şey var, hepsini yapabilirim artık diye kendimi gaza getirmeye çalışıyorum. Oturup önümüzdeki bir ayın tüm haftasonlarını planlamaya başlasam falan diye elime kalem kağıt alıyorum. Alacağım ulan bir gün diye hayıflandığım her şeyi hatırlamaya, liste çıkarmaya çalışıyorum. Gideceğim doktor branşlarını yazıyorum, hastanelere doktorlara bakıyorum. Şu son iki günü işe gidip çalışmanın, tüm gün bir yerde kapana kısılmış gibi hissedecek olmanın düşüncesinden kendimi olabildiğince uzak tutup, neler yapacağım, hayatımın bundan sonrasında nasıl da dibine kadar yaşayacağım düşüncesiyle gaza getirmeye çalışıyorum. Hakikaten ya niye iş deyince hep bu kapana kısılmışlık duygusu bastırıyor? Neden böyle görüyorum, size de öyle mi oluyor? Olmaması gerek halbuki, olmamalı yani. Saçma çünkü, ne alakası var? Demeye çalıştığım bu güzel bir şey, iyi bir şey. Kendimi ikna etmeye çalışıyorum evet.
Bir dolu şey söyleyecektim. Sonunda nihayet neler olduğunu anlatmak için bu yazının başına oturabildiğimde şunu da anlatayım bunu da anlatayım diye düşünüyordum ama şu an hiçbir şey kalmadı kafamda. Bir şeyler mi izlesem, müzik mi dinlesem de ne yapsam...ne yapsam da yarın iş yerine gidene kadar panik atak nöbetine girmekten kendimi alıkoyacak şekilde kafamı doldurayım, kendimi meşgul tutayım diyorum ama bulamıyorum. Çok korkuyorum. Aşırı korkuyorum. Hatta "korkuyorum" ile ifade etmek bile gülünç geliyor şu an içinde bulunduğum durumu. Dehşete kapılmış durumdayım. Umarım yarın akşam eve geldiğimde harabeye dönmüş olmam, umarım yarın çok güzel bir şeyin başlangıcı olur. Geri kalan hayatımın ilk günü.

(Şarkının adı "seni görmek/bulmak istiyorum" gibi bir anlama geliyor. Diyor ki Orfeas Peridis; en derinlerde en yükseklerde denizlerde dağlarda her yerde seni arıyorum. Belki seni görürüm diye her yere bakıyorum, sadece azıcık bile olsa seni görebileyim bana bir merhaba dediğini duyabileyim diye. Kuşlara bakıyorum, onlar öteki dünyadan mesajlar taşıyan kanatlı ruhlar aslında. Rüzgarla sallanan ağaçları, yaprakları dinliyorum, bana fısıldıyorlar, en derin kuyular söyleyecek sana aradığın şeyi diyorlar. Yeryüzünde ve cennette aradım, bazen yürüdüm bazen uçtum öteki dünyaya geçebilmek için olan geçidi bulmak için iki dünya arasındaki boşlukta. Okyanusların derinliklerinde depremlerin sesini duyabiliyorum ve yeryüzünden yer altına geçiyorum tüm kaybolmuşları bulmaya, belki içlerinde seni de bulurum diye.)

13 Nisan 2018 Cuma

13 Nisan - Değil

Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...

Dayanılır şey değil.



Nasıl unuturum ki. Unutmuş gibi göründüm bugün belki ama, şu hayatta aldığım nefesleri bir nebze olsun anlamlı kılan, çekilir kılan, benden çok önce uçup gitmiş de olsa da,...Kaleminin ucundan dökülenler o kadar fazla şey ifade ederken.

27 Mart 2018 Salı

ağrısı sızısı

Günlerdir neden yazmıyorum bilmiyorum. Hiç içimden gelmiyor. Şimdi de gelmiyordu. Sayfayı bile zorla açtım. Oysa ne güzel hızımı almış gidiyordum. Birden böyle bir çöktü üstüme, anlamadım. Ortada bir şey de yok. Yani sıfır gelişme. Hiçbir şey yok. Öyle saçma bir hal içindeyim. Bir şey de yapmıyorum tüm gün. Dizi bile izlemiyorum. Zaten kitap, mümkünatı yok okuyamıyorum. Oturup iki satır bir şey okuyamıyorum. Bir süre cidden denedim, kendimi zorladım. Saçmalama dedim kendime. Onca yıl o kadar kitabı okuyan sen değil miydin, nasıl yani dedim kendime. Çabaladım. Ama yok, okuyamıyorum. Bir şey oldu, ne olduğunu bilmiyorum ama okuyamıyorum. Vazgeçtim o yüzden artık. Denemiyorum. Geçici bir durumsa eğer, nolur öyle olsun, kendiliğinden geri gelecektir zaten diye bekliyorum. Kalıcıysa da yapacak bir şey yok, kaybettim, geri getiremiyorum. Belki tamamen başka bir insana dönüşüyorumdur. Kendimle ilgili bildiğim her şeyin yıkılmasıyla birlikte normalde sahip olduğum özellikler de gidiyordur bir bir. Neye dönüşüyorum bilmiyorum ama önceki halimden de daha kötü olma olasılığı var mı acaba.
Her gün başım ağrıyor. Abartmıyorum. Her gün, gün boyu ince ince sızlıyor sonra akşam olunca şiddetleniyor. Yatağa girip bir süre kıvranıyorum. İki de bir kalkıp kusmaya gidiyorum ama kusamıyorum tabi, habire midem bulanıyor. Kendi kendime boyun masajı yapıyorum, başıma masaj yapıyorum, ayaklarımın altına yastık koyuyorum, başımı yukarı koyuyorum, etrafı tamamen karanlık hale getiriyorum, yüzümü buhara tutuyorum, ferahlatıcı bitki karışımı yağı kokluyorum,...her şeyi deniyorum ta ki sonunda kafamı duvara vurmaya başlayana kadar. Sonra gecenin bir yarısı kalkıp, ağrı kesici içip, bu sefer de onun etkisi başlasın diye kıvranıyorum bir süre. Birkaç gündür gecelerim böyle geçiyor. Günlerim de. Devamlı bir ağrıya, acıya maruz kalmak da insanın psikolojisini bozuyor. Huzurlu tek bir saniye geçiremiyorum.
Üstüne bir de kistlerimin büyüdüğünü öğrendim bugün. Tahmin ediyordum çok şaşırtan bir bilgi olmadı benim için. Zaten bayadır iyice kabusa dönmüştü regl günlerim ama beni deli eden bu salak şeyler yüzünden sivilcelerim için doğru düzgün bir şeyler yapamıyorum-doktor da yapamıyor. Yani sadece verdiği jelle yüzümü yıkıyorum, bir de verdiği kremleri sürüyorum ama bunları geçici tedavi olarak başlamıştık. Asıl sebebine göre tamamen yok edecek şeyi yapacaktık ama işte, o salak kistlerim. Hem bunca senedir hayatımı zindana çevirdiler, hem de diğer şeylerimi de etkiliyorlar. Çok sinirliyim vücuduma bugün. Hem ufak tefek, cılız güçsüz, her şeyde beni yarı yolda bırakıyor hem de  habire sorun çıkartıyor. Tamam abartıyorum bunlar çok basit şeyler, çözümü olan şeyler falan filan ama ağrı sızı çekmekten, acı çekmekten hakikaten sinirlerim bozuldu ya. Doğru düzgün düşünemiyorum. Zaten iki haftadır düğüne elbise ayakkabı aramaktan, salak salak avmlerde dolaşmaktan ayarlarım da bozuldu. Yeter artık ne düğünü ya?! Evlene evlene bir doyamadınız bir bitemediniz ya!!
Sinirlerim çok bozuk.

17 Mart 2018 Cumartesi

Because This Is My First Life : kalbimdeki yeri her daim ayrı olacak olan dizi

Bu yazıyı uzun zamandır kafamda kuruyorum, yazmak için klavyenin başına her geçişimde o kurduklarımı bir türlü buraya dökemedim. Zaten klavyenin başına bu diziyi anlatmak için geçmem de hayli zaman aldı. Bazen bazı şeyler öylesine değerli, öylesine çok şey ifade ediyor olur ki insan içindeki duyguların yoğunluğuyla nereye sığacağını, nasıl anlatacağını bilemez ya, içi şelale gibi kaynarken ağzından tek bir kelime çıkamaz ya...Öyle bir şey bu dizi, bu hikaye, benim için.
"Because This Is My First Life" - ki biz ona kısaca BTML diyelim - 9 ekim 2017'den 28 kasım 2017'ye Güney Kore'nin tvN kanalında 16 bölüm olarak yayınlanmış bir dizi. Her bir bölümü 1 saatin bir 5-10 dakika üzerinde olacak şekilde sürüyor. En basit haliyle, temelde birbiriyle bağlantılı 3 çiftin ilişkisini anlatıyor diyebiliriz. Kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayırırsak karakter eksenlerini orta noktada Yoon Ji Ho (kadın) ve Nam Se Hee (erkek) çifti var. Ama hikayemiz esasen Ji Ho'nun anlatımıyla bize ulaşıyor ki bu yüzden de aslında pek çok şeyi onun bakış açısından izliyor, onunla birlikte düşünüyor taşınıyor öğreniyoruz. Anlatmakta zorlandım ya bu dizinin benim için ne ifade ettiğini yukarıda, şimdi sanırım daha önce yapmadığım bir yöntemi deneyeceğim o sebeple. Tek tek her bir karakteri anlatacağım size. Belki böylece tam demek istediklerimi bir nebze de olsa söyleyebilirim diye.
Nam Se Hee ve Yoon Ji Ho
Yoon Ji Ho: Sanırım ömrüm boyunca izlediğim, hikayesine tanık olduğum en özel karakterlerden biri olarak kalacak Ji Ho benim için. Daha ilk dakikasından itibaren yakalayıveren hikayesi, kişiliği, anlatım tarzıyla oturduğum yere mıhladı beni adeta. Daha da kötüsü, devam ettikçe o anlatmaya, kendimi izlerken buldum ekranda. Hem kafamın içindeki her şey oradaydı, sanki birisi durmuş kamerayı bana çevirmiş, ne hissediyorsam ne düşünüyorsam geri bana izletiyordu. Hem aile bireyleri de öyleydi hem kendisi, bir şekilde yaptığı şeyler, arkadaşları, ilişkileri...Yani hem bendim hem benden çok farklıydı. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama deneyeceğim.
Ji Ho ufak bir kasabadan geliyor, büyük şehrin köprüyle ayrıldığı, nehrin öte yanından. Oldukça gelenceksel bir ailesi var, babası tam bir hödük, her şeye höt höt, Ji Ho sırf kız olduğu için ona zerre değer göstermiyor. Onun yerine oğlu baş tacı, hiçbir halta yaramasa da. Hatta daha öğrenciyken kız arkadaş bulup evlenip, eve gelin getirse ve hatta kısa sürede çocuk yapsalar da. Ji Ho'nun annesi ise böyle bir adamla evli olduğundan kendini çocuklarını büyütmeye vermiş, bildiğimiz o sessiz, itaatkar, kendini unutmuş klasik eski tip anne modeli. Tüm bunun ortasında Ji Ho yine de hayal kuran bir insan olabilmiş. Küçüklüğünden beri hep yazar olmanın, kendi hikayelerini yazmanın hayalini kurmuş. Üniversiteye bile adeta kaçarak gitmiş, çünkü yazar olmak gibi bir "mesleksizlikle" uğraşmasındansa evinde oturup ailesine destek olacak işler yapması, sebze falan yetiştirmesi daha makbul. Oysa o hepsine katlanıp, hayalinin peşinden gitmiş, nihayet kendine tv dizilerinde yardımcı yazarlık gibi işler bularak geçinebilir hale gelmiş. Yıllarca kimseye gık dememiş, kimseyi terslememiş, herkese destek olmaya çalışmış, o saçma sapan kardeşine bile. Sonuncu işi bittiğinde nihayet evine dinlenmek, azcık huzur bulmak amacıyla geldiğinde karşılaştığı manzara, gördüğü muamele ise olacak gibi değil. Kendi parasıyla ödeyerek aldığı evde kardeşi ve karısı yaşayacak, hem de çocuk büyütecekler diye resmen kovuluyor. Nezaketle de olsa, aile kararı gibi de olsa, kendini sokakta buluyor sonuçta. Yeni bir yazarlık işi bulamıyor bu arada, çünkü o alanda da işler karışıyor (spoiler vermemek adına detaya giremiyorum). Elinde kalan az parasıyla kafasını sokacak bir çatı bulmaya çalışırken yanlış anlamalar sonucu kendini Nam Se Hee ile ev arkadaşı olarak buluyor.
işte izleyen herkesin düğünümde ben de böyle poz vereceğim dediği sahnenin o ikonik pozu :)
Nam Se Hee: O da erkek zannettiği Ji Ho'nun kadın çıkmasıyla şoka giriyor tabi. Ama Se Hee bildiğimiz adamlardan değil. Bilmediğimiz sebeplerden ötürü şöyle bir insan haline gelmiş: Çalıştığı yazılım şirketinde tüm gün en dikkatli şekilde işini yapsın, akşam da çıksın bin bir güçlükle aldığı evinde huzurla kanepesinde kedisiyle otursun. Hayatında hiçbir değişiklik, hiçbir öngörülemez şey olmasın. Her şey planlarına uygun gitsin ve kimse ona bulaşmasın. Minimum sayıda insanla alakası olsun, gerekmedikçe konuşmasın. İlk başlarda biraz Sheldon Cooper-vari bir portre çizer gibi olsa da Se Hee, oldukça farklı bir karakter aslında. Ama onu izlerken, daha doğrusu izledikçe, her bölümle her sahneyle birlikte daha da takdir ettim. Hem bu derece tepkisiz, katı bir karakter çizerken bir yandan da ufak ufak doneler veriyordu Se Hee, her bir tepkisizliğinin ardında gözlerinde, bakışlarında, dudaklarının kenarında bir şeyler yakalayıveriyordum. O sustukça bir dolu şey anlatıyordu artık.
Böyle bir insan olarak da tabi Se Hee'nin bu ev arkadaşlığına çözümü alabildiğine pratik ve hesap kitap işi oluyor. Evin taksidini bitirebilmek için istediği standartta bir ev arkadaşına ihtiyacı var ve şimdiye kadar gördükleri arasında en onun kriterlerinde olan - kadın olması dışında - Ji Ho. Eh Ji Ho'nun da bu kadar uyguna ve doğru düzgün bulabildiği en iyi ev orası. Diyorlar ki biz aramızda bir sözleşme yapalım. Evlilik sözleşmesi. Görünüşte evlenelim, ailelerimize arkadaşlarımıza göstermek için. Ama amacımız ev arkadaşı olmak. Yani biz aramızda kirayı bölüşüp, ev işlerini paylaşan iki ev arkadaşı olalım ama hem topluma uygun görünmek hem de tanıdıklarımıza sorun yaratmamak adına tanışıp, aşık olmuş da hemen evlenmeye karar vermiş gibi yapalım. Kağıt üstünde süper bir plan. Ama pratikte ikisini de dibine kadar zorlayacak, sarsacak, yerden yere vuracak bir plan oluveriyor bu.
Yang Ho Rang ve Shim Won Seok
Yang Ho Rang ve Shim Won Seok çifti: Ho Rang, Ji Ho'nun liseden beri kankası (Woo Soo Ji ile birlikte, üçlü kız grubu işte yahu), grubun en dişisi, en renklisi. Ho Rang ve Won Seok 7 yıldır birlikteler. Ho Rang üniversiteye gitmemiş galiba (oralar çok net değildi öyle olduğunu düşündüm), ama çalıştığı restaurantta en düşükten başlayıp, bir çeşit müdürlüğe kadar yükselmiş, bir nevi artık patron olmuş. Onun hayali ise küçüklüğünden beri, çok güzel bir evlilik yapıp, güzel güzel çocukları olsun, onları büyütsün, böyle mutlu huzurlu sevimli bir hayatı olsun. Sevgilisi Won Seok ise mühendis, onun da hayali kendi telefon uygulamasını geliştirmek, sevdiği işi güzel bir şeylere dönüştürmek, kendi kendinin patronu olmak. Won Seok da o kadar bağ kurulabilir bir karakterdi ki benim için. İçinde hep saf bir çocuk var, bilgisayar başında sevdiği şeyin peşine düşmüş. Böyle takımını kravatını giyip, her gün bir ofise girip, birinin dediklerini yapmak istemiyor. Bu iki sevimli insan birbirini çok seviyor ama bir sorunları var: Ho Rang artık evlenmeleri gerektiğini, zamanın gelip de geçtiğini düşünürken Won Seok daha hiçbir şeyin farkında bile değil, o hala hayallerinin peşinde, beş parasız bir çocuk.
Woo Soo Ji ve Ma Sang Goo çifti: Soo Ji dediğim gibi üçlü kız grubunun son üyesi. En dik başlısı, en yere sağlam basanı ve sorumluluk sahibi. Onun hayali de bir gün kendi şirketini kurmak, patron olmak. Ama bu uğurda girdiği çalışma hayatında işler hiç de kolay ilerlemiyor onun için. O da en alttan başlayıp yükselerek gitmeye çalışıyor ama şirket ortamı oralarda çok fena. Ortamlardaki tek kadın olmanın ezici baskısıyla uğraşırken adeta kadınlığını unutmuş hale geliyor, büründüğü maskülen havaya rağmen, o sertliğe rağmen yine de acayip mobbing ve taciz görüyor. Normalde onun gibi bir karakterin hiç böyle şeylere pabuç bırakmamasını bekliyoruz izlerken ama sırf patron olmanın başka bir yolunu göremediği için tüm bunlara katlanıyor. Hiç bir şekilde evlilik gibi, aile kurmak gibi taraklarda bezi yok. Hayalinin peşinde bunlara ayıracak vakti görmüyor kendinde, o hakkı da görmüyor. Ama Sang Goo'ya rastlıyor. Sang Goo bizim tepkisiz Se Hee'nin çalıştığı yazılım şirketinin patronu. Ve inanılmaz bir karakter! Yani izlerken adama hem acıyor hem onu çok seviyorsunuz. Böyle insani bir sevgi yani hani öyle vuuu çok yakışıklı yok efendim çok güzel babında bir sevgi değil bu. Karakter süper, oynayan insan çok güzel oynuyor. Böyle tam da böyle bir insan olsa hepimizin yanında arkadaş olsun sevgili olsun hayat arkadaşı olsun ama böyle bir insan hepimize lazım dedirtiyor.
Bu asıl çiftlerin dışında tabi yazılım şirketindeki çalışan ekip çok keyifli mesela. Ekipteki özellikle Yoon Bo Mi karakteri yine alabildiğine ilginç ve izlemesi eğlenceli bir karakter. Bu dizideki diğer güzelliklerden bir tanesi de yan karakterlerin neredeyse hepimizin hayatında olabilecek denli gerçekçi yazılmış olması. Ji Ho'nun annesi ve babası, Se Hee'nin annesi ve babası, Ji Ho'nun tv dünyasından iş arkadaşları, Soo Ji'nin şirketindeki erkek egemen ortamın erkekleri...hepsi de bir şekilde sanki tanıdığımız insanlar.
Ama bu dizinin asıl bizi can evimizden vuran yönü, hikaye anlatımı. Anlatacağı şeyleri öyle bir şekilde anlatıyor ki öyle bir yol seçiyor ki bunu anlatmak için, hep içimize oturuyor, hem bam telimize basıyor, hem eğlendiriyor, hem kafalarımızı bulandırıyor. Esasında dizi dünyası için çok klişe olayları (tesadüfen ev arkadaşı olan kadınla erkek ve gayet de rastlanabilir romantik ilişkiler) anlatmak için yola çıkmış gibi duruyor ama daha önce kimsenin söylemeyi düşünmediği şeyleri, büyük bir dürüstlükle, bizim bakış açımızdan söylüyor. Karakterleri öylesine gerçek ki can acıtıyor. Bunlar bizim hayallerimizi taşıyan karakterler, bizim hissettiklerimizi hissediyorlar, bizim yaşadığımız ilişkileri yaşıyorlar, bizim uğraşmak zorunda kaldığımız şeylerle uğraşıyorlar. Çoğu kez kendimize bile itiraf edemediğimiz, kafamızda olan ama sesli bile ifade etmediğimiz şeyleri yüzümüze çarpıyor bu hikaye. Daha ilk dakikalarından itibaren her bir repliği kaydetmek isterken buluyorsunuz kendinizi. Ben neredeyse her sahnede ekran görüntüsü almaya başladığımı fark edince durdurdum kendimi mesela. Olacak gibi değildi çünkü. Öte yandan her bir sahnede kendim için bir şeyler buluyordum, ömrüm boyunca çabalasam da kimseye anlatamadığımı fark ettiğim dertlerimi anlatıyordu karşımdaki ekranda olan şeyler. Anlatabilen biri var diye kayda geçirmek, en azından bunları gösterirsem belki bir nebze olsun anlatabilir miyim derdimi diye düşünüyordum.
Mesela bir tünel sahnesi geldi karşıma daha 2.bölümde, resmen içim dışıma çıkana kadar ağladım. Kendime ağladım, kendime söyleyemediklerime ağladım, içimden çığlık atıp da dışıma söyleyemediklerime ağladım, Ji Ho çöktü yere, benim de ruhum onunla birlikte yerdeydi:
kaynak: Ahjummamshies
Onun da öncesinde, daha ilk bölümde, Ji Ho yıllardır sevdiği, sevdiğini düşündüğü adama bir türlü itiraf edememişken ya da onun da kendisiyle ilgili duygularını tam adlandıramamışken karşılaştığı şeyler ve sonrasında hem kendi duygularını hem de dünyanın gerçeklerini çözümleyişi:


Bilemiyorum, şu an burada bu hikaye ile ilgili söylemek istediğim, anlatmak istediğim her şeyi nasıl aktarabileceğimi bilemiyorum. Her aklıma gelen sahneyi aklıma geldiği şekliyle yazmaya çalışsam çok saçma sapan bir karmaşa yığını şeklinde olacak. Ama bir türlü bir sıraya koyamıyorum, anlamlı bir bütünlük içerisinde, bağlantılı bir metin halinde anlatamıyorum.
Çünkü mesela tam bu anda şey sahnesi geliyor aklıma, Ji Hoo'nun kendini bu evlilik oyununa kaptırması ve sonra adeta duvara toslaması. Canı acıdığı için Se Hee'nin canını acıtmak istemesi. "Biz" olayı. Orada o ikisiyle birlikte o evde, o bakışlarda buldum kendimi. Göğsüme kocaman bir taş oturdu, nasıl nefes alacağımı bilemedim.
Ya da tünel sahnesinden sonra bir kere daha gözlerim parçalanana kadar ağlamama sebep olan, düğünde Ji Hoo'nun annesinin Se Hee'ye mektubu sahnesi. Bir insanın böyle bir hikayeyi, böyle şeyleri yazabilmesi için hakikaten bizden biri olması gerekiyor, bizimle aynı şeyleri yaşaması, aynı annelere babalara sahip olması, hayatta aynı yolculukları yapmış olması gerekiyor. Dünyanın öte ucundan, tamamen başka bir dilde yazan, düşünen, tamamen başka bir kültürde büyümüş bir insanın (senarist abla lafım sana) böylesi şeyleri yazması nasıl mümkün olabiliyor, inanamıyorum.
Sanırım ne kadar yazarsam o kadar saçmalayacağım. O yüzden en iyisi mi bazı yerlerden cidden güzel hazırlanmış captionlar ve resimler koyayım.
kaynak: Ahjummamshies

kaynak: Ahjummamshies
kaynak: Ahjummamshies
Bu diziyle ilgili her şey ama her-bir-şey benim için özel. Anlatmaya çabaladığım gibi Ji Hoo karakteri ve onun hikayesi zaten beni ilk vuran şeydi. Onun ve Se Hee'nin ilişkilerinin gelişimi, gel-gitleri, savaşları, dostlukları hepsi çok şey öğreticiydi. Uzun yıllardır beraber olan Ho Rang+Won Seok çiftinin hikayesi belki aralarında en bağ kuramayacağım hikayeydi ama mesela onu bile öyle güzel anlatıyordu her bir bölümde, hem içime işledi hem de öğrenecek pek çok şey buldum onlarda da. Soo Ji'nin hikayesi ayrıca ilham vericiydi, öylesi bir duvarın içine kendini hapsetmiş bir karakterin Sang Goo gibi insan sayesinde yavaş yavaş çözülüşünü izlemek de dokunaklıydı. Sanırım dizinin asıl demek istediğiyle şeyle bitirmeliyim: Korkmayın! Bu, hepimizin ilk hayatı!

Bir de tabi dizinin hikayesine müthiş uyan, şahane müzikleri (özellikle 4.sıradaki Marriage resmen içimi söküp atıyor her defasında):

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...