7 Haziran 2018 Perşembe

gitmelerim gelmelerim

O zaman direkt lafa gireyim ben. Çünkü bu kadar sustuktan sonra nasıl başlanır bilemiyorum. Haliyle ortasından, orasından burasından dalacağım anlatmaya.
Her gün işe gidiyorum, evet. Üzerine birazcık düşünmeye başladım mı yine delirecek gibi oluyorum, ona da evet. Çünkü aynı türden bir işi, ilk işimi, neler düşünerek bıraktığımı, kendi kendime ne sözler vererek, kendimi ne kadar gaza getirerek bıraktığımı hatırlayıveriyorum o "birazcık daha fazla" düşünme işine giriştiğimde. Bazen de istemsizce gülüyorum. Trajikomik çünkü bir yandan da. Düşünsenize, çocukluk hayalimi gerçekleştireceğim-kendimi bildim bileli hep uğraştığım kafamın içinde dolanıp duran şeyi yapacağım-bir daha da dönüp de tek bir bilgisayarı ellemeyeceğim-tek bir satır kod yazmayacağım-hiçbir yere ping atmayacağım diye adeta koşarak, herkesin dur gitme ısrarlarına tamamen kulaklarımı tıkayarak, bilinen düzenin dışına doğru son sürat kaçmışım. Sonra, 3 yılın ardından aynı düzene, bu kez neredeyse kendi isteğimle, kendi ayaklarımla geri döndüm. Hadi hep beraber bir gülelim (yoksa böğürerek ağlamaya başlayacağım ki lütfen bunu yapmayalım olur mu).
Çünkü ben artık ağlamaktan gözyaşlarımı tüketmişim sevgili çocuklar. Mecazi anlamda demiyorum üstelik bu kez. Doktor dedi. Tıbben mahvetmişim gözlerimi, bu ne dedi kalmamış su. İlk maaşımı alır almaz hemen uzun süredir planını yaptığım doktor turlarıma başlayayım diyerek, göz doktoruna koşturdum geçen ay. Çünkü göremiyorum. Başlarda dedim herhalde salak salak bakıyorum ben etrafa o yüzden göremiyorumdur. Ama baktım harbiden göremiyorum. Lise 2'den beri taktığım lensler de artık gözümde resmen yangın çıkarıyordu son bir kaç senedir. Gözlüğe geri döndüğümü fark edince de gene tabi - olmayan - kendime güvenim de iyice gitti. O yüzden gözlükten, göz bozukluğundan tamamen kurtulma umuduyla doktora gittim. Tabi evdeki plan doktora uymuyor. Bu kadar kuruyken ameliyat mümkün değilmiş. Önce kuruluğu giderelim dedi. Şimdi günde 6 kere bir damladan, iki kere de öbür damladan damlatarak kuruluğun geçmesini umarak yaşıyorum. Ama yanma hissinde, gözlerimi yuvalarından söküp fırlatma isteğinde (öyle çok yanıyor ve acıyor ki gün içinde bu bile az kalıyor hissettiklerimi anlatmakta) en ufak bir azalma olmadı. Bayramdan sonraki hafta kontrolüm var, kısmet artık.
Ki bu arada ağlamaya da devam ettim, kendime ne kadar kızsam az. Geçen hafta tamamen bir ağlama dalgası içinde yuvarlandım durdum. Önceki haftanın cumasından başlayarak, geçen haftayı ağlayarak, kendime kızarak, birilerine küfrederek ama çoğunlukla kendime zarar vererek geçirdim. Sebebini ve tetikleyicilerini anlatmayacağım, çünkü çok karmaşık. Yani umarım bir gün anılarımı yazarken anlatırım, anlatabilirim yani, çünkü nasıl doğru bir şekilde anlatabileceğimi bilmiyorum. Yani düşünce şeklimi, kafamın içini size nasıl ifade edebileceğimi en azından bu günlerde bilmiyorum. Hoş, herhangi bir zamanda, günün birinde, gerçekten beni anlayabilecek insanlar olacak mı, okuyacaklar mı anlayacaklar mı onu bilmiyorum. Tek bildiğim, bir şekilde normal insanlar gibi olmayı bir an önce öğrenmem gerektiği. Kendini savunabilen, karşı çıkabilen, kendini ifade edebilen, kavga edebilen, normal bir insan olmayı. Umarım öğrenirim. Çok daha fazla acı çekmeden.
İşe gidip gelmek de ayrı bir işkence bu arada. Eve yakın geçen bir servis olmadığı için, sabahları ve akşamları dağ bayır dere tepe yürüyorum. Ha tamam servis var, oturarak rahat rahat gidiyorum, ona bir şey demiyorum, yine öğrencilik günlerindeki gibi Ankara'nın toplu taşıma eziyetine düşmüyorum ama bu durumun da kendi içinde bir eziyet olduğunu sanırım yadsıyamazsınız (ya da tamam peki ben her şeyden şikayet ediyorum, elimde a varken b niye yok eee b geldi o zaman c niye yok diye tepinip duruyorum, doğru doğru). Demem o ki bu böyle gidecek bir durum değil, çünkü kışın işe gitmenin zorluklarını hatırlıyorum. Kış geldiğinde kendimi çok daha kötü bir durumda bulacağımı bildiğimden bir an önce bir şeyler düşünmem gerekiyor ki bu düşünceler ya evi taşımak ya da araba almak şeklinde. Sanırım araba almak daha mı kolay? Yoksa araba sürmeye çalışmaktansa evi mi taşımalıyım? Ama bir yandan da artık yuh artık bana şu yaşta hala o kadar salağın gerizekalının yaptığı bir işi yapamıyor, daha doğrusu resmen yapmaktan ölümüne tırsıyor oluşuma.
Bu seferki iş yeri ve işim yukarıda bahsettiğim ağlama krizleri ve sebebi dışında diğer yere göre oldukça "esnek" gibi görünüyor, bunu da diyeyim de hadi çok şikayetçi görünmeyeyim. Diğer yer bildiğiniz hapishaneydi. Kapkara bir hapishane olmasının, tüm gün gün yüzü görmeden yerin dibinde çalışıyor olmamın ve oradaki o hala orada olan lanet insanın dışında, ilk iş yerimde yaptığım işten keyif alıyordum. Öğrenmiştim çünkü, bir dolu şey bana bağlıydı ve tüm ülkede bir dolu insana yardım ettiğimi biliyor, takdir alıyordum. Bir şeyleri başarıyor olma hissinden daha güzel bir şey yok biliyor musunuz çocuklar? Tüm o yok efendim evlendiğim gün çok mutluydum, yok çocuğumu ilk kucağıma aldığımda o duygu dünyanın en güzel duygusu, yok bir çocuğun gülüşü, yok bir yaşlıya yardım etmenin şeysi falan filan...Hepsi aslında insana bir şeyleri başardığını hissettiriyor alttan alta ve bu da bizi mutlu eden asıl şey. Ba-şar-dım! Başardım. Bu düşünce. İhtiyaç duyuluyorum. Bana ihtiyaçları var. Ben önemliyim. Çevirisi bu.
O yüzden...ne diyordum? Hah bu seferki iş yerim eh işte fena değil. Ama saçma bir düzenin içinde buldum kendimi. Yok hayır iş yerinde değil. İşe yeni başlamış eblek ördek düzenini kastediyorum. Sabahları kalkıyorum, servise koşturuyorum, tüm gün saçma bir şekilde geçiyor, yine servise koşuyorum ve eve geliyorum, üstümü çıkarıp kendimi yatağa atıyorum. Sonra sabah yine kalkıyorum. Sabah 6 buçukta kalkıyorum, orası tamam. Ama eve giriş saatim, başka bir şey çıkmazsa (mesela Ankara bozkırına yağmur yağmazsa) 6 çeyrek. Yani taş çatlasın yedide yatağımda oluyorum. Öğle arasında bitiremediğim, paket yaptırdığım yemeğimden kalanları yiyorum bazen. Ama aç olduğumdan değil. Kalmasın, kokmasın, bir kere paket yaptırıp eve taşıdım diye. Böyle salak saçma bir düzenin içinde geçirdim son bir buçuk ayı. O yüzden bugün ehhh yeter be diyorum. Demeye çalıştım yani. Açtım blogu ve uyumayacağım dedim.
Bu düzenin içinde yaptıklarım da olmalı değil mi? Sanırım serviste gidip gelirken kitap okuyor oluşumu sayabilirim. Hani belki hatırlıyorsunuzdur, okuyamıyorum kitap diye bahsetmiştim. Artık kitap okuyamıyorum, kaybettim o yetimi demiştim. Sanırım geri kazanıyorum, kazandım ya da. Demek ki her şey bilgisayarın suçuymuş (ben biliyordum ama ya). Yolda, serviste bilgisayar önümde internetle birlikte hazır ve nazır olmadığından ötürü yine eski ben gibi, bildiğim, tanıdığım ben gibi, kitap okuyabiliyorum. Ve artık bu konuda kendimi de daha fazla tanıdığıma karar verdim. Mesela ben hep öyle zannettiğim gibi fantastik sevmiyormuşum. Hep o tarihli, arkeolojili, ortaçağ romansı havalı kılıç-at-zırhlı şeylerden ötürü (daha doğrusu Tolkien usta o kadar şahane bir şey yarattığı için) sanmışım ki fantastik insanıyım. Alakası yokmuş. Bilim-kurguya ıyyy derdim, bilgisayar mühendisi olmam gerçeğinden ettiğim nefrete dayanarak. Ama bilim-kurguya bayılıyormuşum. Bayılıyorum yani. Bir de tarih kitaplarına, yani baştan sona ders gibi, hikaye gibi tarih anlatan kitaplara. Ha tabi içinde tarih olan her şeye ama, siz anladınız ne dediğimi.
Başka başka...Dizi izleyişime balta vurulmuş oldu tabi bu arada. Evde geçirdiğim bu son sene içinde yemeklerimde kahvaltılarımda dizi izlemeye acayip alışmıştım ya, şimdi evde sadece uyuduğumdan ötürü hiçbir şey izleyemiyorum. Haftasonları iki gün kahvaltıda yalnızca birer bölüm bir şeyler. Haa ama şöyle bir güzelliği oldu çalışıyor oluşumun, maaş almaya başladığımdan beri her haftasonu sinemaya gittim. Her hafta yeni bir film görmüş oldum. Ama sanırım bu durum da kendi içinde handikabını taşıyor (kelimeyi doğru bir şekilde kullanıp kullanmadığımdan emin olamadım ama sanki oldu bu kelime buraya değil mi) çünkü her hafta tek başıma sinemaya gidiyorum demek bu. Git gide daha da yalnızlaşıyorum mu yoksa zaten yalnızım da onu mu pekiştiriyorum, bilemiyorum.
Eh tabi haliyle Kore dizileri batağından kurtulmuş oldum diyebilir miyim? Aslında işe başlamadan önce kurtulmuştum. Çünkü bir noktada öğk geldi. Nasıl oldu bilmiyorum. Son sürat izliyordum, hem yenilerden hem eskilerden. Ama demek ki artık iyice baygın bir şeylere mi denk geldim bilemedim, tüm hevesimin kaçtığını hissettim yavaş yavaş. Bir noktada da tamamen kestim izlemeyi. Şimdi daha yeni yeni böyle haftasonu "Lawless Lawyer"a başladım. Ama onu da öyle taş çatlasın bir bölüm bakıp bırakıyorum. Gerçi sanırım henüz 7 bölüm mü ne yayınlandı. Başrolünde Lee Joon Gi olduğundan ötürü o da (yok öyle yakışıklı vuuu kategorisinden değil, kendisinin malum diziden dolayı bende yeri ayrı, acayip derecede yetenekli ve çalışkan bir insan olduğunu düşünüyorum ve takdir ediyorum, hatta örnek almak istiyorum ama ahhh, işte serde tembellik ve aylaklık var).
Bir de gittim aikido kursu buldum, konuştum. Başlayacaktım tam, çantamı hazırlayıp işe gittiğim gün çalışma yapmamız gerekti, mesaiye kaldım. Sonra da dedim madem bayramdan sonra başlayayım. Ama kesin kararlıyım ve azmettim, sonuna kadar gideceğim.
Ha ayrıca amaaan dedim bu yaşa kadar denemediğim ne varsa...Keman alacağım. Baktım, inceledim. Gidip alacağım. Bir arkadaşımın da konservatuvar (böyle mi yazılıyordu, kanımca böyle olmalı ama neyse) mezunu bir arkadaşı varmış, onu arayacağım öğretebilir mi diye. Evet, bunu da bayramdan sonraya erteliyorum.
Başarma duygusu dedim ya hani, hah işte onu böyle yeni bir şeylere başladığınızda hissedemiyorsunuz ya, çok kötü koyuyor. İyice değersiz hissetmeye başlıyorsunuz. Her ne kadar koşarak kaçmış olsam da dedim ya ilk çalıştığım yerde başarılıydım ve o hissi seviyordum. Bir dolu şeyi de öğrenmiş ve yapabilir durumdaydım. Oysa bunların hepsini unutmak üzere kaçmıştım oradan. Aklımda bilgisayara dair ne varsa silmeye yemin ederek. Başarabileceğimi düşünmemiştim. Bu derece unutmuş olmayı beklemediğimi fark ettim. Şimdi tüm dediklerimi, sözlerimi, yeminlerimi yutup burada işe başlayınca, yine bilgisayarlarla, ağlarla, switchlerle, routerlarla karşı karşıya kalınca anladım. Her şeyi unutmuşum tamam ama izleri kalmış. Daha da kötü bir durumdayım, bir kelime tanıdık geliyor ama ne olduğunu çıkaramıyorum çoğu zaman. Dolayısıyla beni sıfır olarak görüp öyle anlatmaya başladılar. Bir yandan iyi diyorum, çünkü bilmiyorum. Bir yandan da kanıma dokunuyor, gururum kırılıyor çünkü aslında biliyorum. Daha önce aynı işi dibine kadar ben yaptım diye bağırasım geliyor, bu dediklerinizin, anlattıklarınızın hepsini kendi başıma başararak 4 yıla yakın zaman geçirdim ben diye çığlıklar atasım geliyor ama onlara değil, kendime. Tamam tamam biraz da onlara. Ama yine de kendimi bu hale düşürdüğüm için kendime. Hayatım habire bir şeyler deneyip deneyip, sonra yeniden başa dönmekle geçiyor gibi gelmeye başladı. Her seferinde yeni gelen, yeni başlayan, en bilmeyen, hiçbir şey bilmeyen, bocalayan oluyorum nereye gidersem gideyim ve ben gitmeyi bir türlü gitmeyi bırakmıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...