15 Nisan 2018 Pazar

άνοιξη...aperire...Aprilis



Şu son birkaç haftadır böyle saçma sapan bir boşluk var burada, biliyorum, farkındayım. Kötü şeyler oldu, kötü bir şey, gerçek değilmiş gibi kabul edersem belki gerçek olmaz diye çok uğraştım ama...Ne bileyim, sanırım böyle durumlarda refleks gibi bir şeyler oluyor beynimde, kendiliğinden beynimin içi beni başka bir gerçekliğe konumlandırıyor. İçinde olduğum, içinde olduğumuz durum bir filmmiş, bir hikayeymiş, gerçek değilmiş gibi algılamaya başlıyorum. Kendimi - en azından kafa olarak - kendi yarattığım bir hikayenin içine sokuveriyorum. Çünkü bu gerçek olamaz, bu gerçek olamayacak kadar kötü diyorum sanırım kendi kendime.Çünkü böyle bir şey olamaz, olamaz değil mi, biz bunu yaşamış olamayız, böyle bir şey olmuş olamaz değil mi, değil mi...diye yankılanıp duruyor beynimde. Şimdi de söylemeyeceğim o yüzden. Ne olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü söylersem, seslendirirsem, yazarsam, bir anda yine gerçeklik kazanacakmış gibi geliyor. Olduğundan beri bir dakika bile durup üstüne düşünmemeye çalıştım. Düşündüğümü fark ettiğim anlarda da hemen yine kendimi başka bir hikayenin içine atıverdim. Çünkü düşünmeye başladığımda - tıpkı şimdi bunları yazarken olduğu gibi - gözyaşlarımdan ekranı göremez hale geliyorum, kafam patlayacakmış gibi oluyor, nefes alamıyorum. Ama yazmalıydım, en azından bir şeyler demeliydim. O yüzden yazdım.
Bunun yanında, iyi mi kötü mü yoksa başka bir şey mi diye henüz isimlendiremediğim bir gelişme daha oluyor şu sıralar. Evet, en azından "gelişme" diyebileceğim bir şey. En azından benim için ilerleme olarak adlandırılabilecek bir şey. Yarın işe başlıyorum. Bir yandan suratım asık, tüm bu evde istediğim gibi takılma dönemi sona eriyor. Parasızlığın getirdiği kısıtlama ile eve hapsolmuş olabilirim evet ama, öte yandan istediğim saatte yatıyor, kalkıyor, istediğim zaman istediğim şeyi yapıyorum. Tamam şu durumda çok bir seçenek yok bu "istediğim şeyi yapıyorum" kategorisinde ama mesela tüm gün kanepede pijamalarımla instagrama bakarak yatabiliyorum, gibi şeyler.
Bir yandan da yüzümü güldürmeye çalışıyorum, çünkü bu yeni bir dönem, artık çok daha fazla ve başka deneyimim var hayata dair, artık hiçbir türlü eskisi gibi olmam diyorum kendi kendime. Çılgınca bir açlıkla saldırabilirim her şeye diyorum. Yapmak istediğim tonla şey var, hepsini yapabilirim artık diye kendimi gaza getirmeye çalışıyorum. Oturup önümüzdeki bir ayın tüm haftasonlarını planlamaya başlasam falan diye elime kalem kağıt alıyorum. Alacağım ulan bir gün diye hayıflandığım her şeyi hatırlamaya, liste çıkarmaya çalışıyorum. Gideceğim doktor branşlarını yazıyorum, hastanelere doktorlara bakıyorum. Şu son iki günü işe gidip çalışmanın, tüm gün bir yerde kapana kısılmış gibi hissedecek olmanın düşüncesinden kendimi olabildiğince uzak tutup, neler yapacağım, hayatımın bundan sonrasında nasıl da dibine kadar yaşayacağım düşüncesiyle gaza getirmeye çalışıyorum. Hakikaten ya niye iş deyince hep bu kapana kısılmışlık duygusu bastırıyor? Neden böyle görüyorum, size de öyle mi oluyor? Olmaması gerek halbuki, olmamalı yani. Saçma çünkü, ne alakası var? Demeye çalıştığım bu güzel bir şey, iyi bir şey. Kendimi ikna etmeye çalışıyorum evet.
Bir dolu şey söyleyecektim. Sonunda nihayet neler olduğunu anlatmak için bu yazının başına oturabildiğimde şunu da anlatayım bunu da anlatayım diye düşünüyordum ama şu an hiçbir şey kalmadı kafamda. Bir şeyler mi izlesem, müzik mi dinlesem de ne yapsam...ne yapsam da yarın iş yerine gidene kadar panik atak nöbetine girmekten kendimi alıkoyacak şekilde kafamı doldurayım, kendimi meşgul tutayım diyorum ama bulamıyorum. Çok korkuyorum. Aşırı korkuyorum. Hatta "korkuyorum" ile ifade etmek bile gülünç geliyor şu an içinde bulunduğum durumu. Dehşete kapılmış durumdayım. Umarım yarın akşam eve geldiğimde harabeye dönmüş olmam, umarım yarın çok güzel bir şeyin başlangıcı olur. Geri kalan hayatımın ilk günü.

(Şarkının adı "seni görmek/bulmak istiyorum" gibi bir anlama geliyor. Diyor ki Orfeas Peridis; en derinlerde en yükseklerde denizlerde dağlarda her yerde seni arıyorum. Belki seni görürüm diye her yere bakıyorum, sadece azıcık bile olsa seni görebileyim bana bir merhaba dediğini duyabileyim diye. Kuşlara bakıyorum, onlar öteki dünyadan mesajlar taşıyan kanatlı ruhlar aslında. Rüzgarla sallanan ağaçları, yaprakları dinliyorum, bana fısıldıyorlar, en derin kuyular söyleyecek sana aradığın şeyi diyorlar. Yeryüzünde ve cennette aradım, bazen yürüdüm bazen uçtum öteki dünyaya geçebilmek için olan geçidi bulmak için iki dünya arasındaki boşlukta. Okyanusların derinliklerinde depremlerin sesini duyabiliyorum ve yeryüzünden yer altına geçiyorum tüm kaybolmuşları bulmaya, belki içlerinde seni de bulurum diye.)

13 Nisan 2018 Cuma

13 Nisan - Değil

Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...

Dayanılır şey değil.



Nasıl unuturum ki. Unutmuş gibi göründüm bugün belki ama, şu hayatta aldığım nefesleri bir nebze olsun anlamlı kılan, çekilir kılan, benden çok önce uçup gitmiş de olsa da,...Kaleminin ucundan dökülenler o kadar fazla şey ifade ederken.

27 Mart 2018 Salı

ağrısı sızısı

Günlerdir neden yazmıyorum bilmiyorum. Hiç içimden gelmiyor. Şimdi de gelmiyordu. Sayfayı bile zorla açtım. Oysa ne güzel hızımı almış gidiyordum. Birden böyle bir çöktü üstüme, anlamadım. Ortada bir şey de yok. Yani sıfır gelişme. Hiçbir şey yok. Öyle saçma bir hal içindeyim. Bir şey de yapmıyorum tüm gün. Dizi bile izlemiyorum. Zaten kitap, mümkünatı yok okuyamıyorum. Oturup iki satır bir şey okuyamıyorum. Bir süre cidden denedim, kendimi zorladım. Saçmalama dedim kendime. Onca yıl o kadar kitabı okuyan sen değil miydin, nasıl yani dedim kendime. Çabaladım. Ama yok, okuyamıyorum. Bir şey oldu, ne olduğunu bilmiyorum ama okuyamıyorum. Vazgeçtim o yüzden artık. Denemiyorum. Geçici bir durumsa eğer, nolur öyle olsun, kendiliğinden geri gelecektir zaten diye bekliyorum. Kalıcıysa da yapacak bir şey yok, kaybettim, geri getiremiyorum. Belki tamamen başka bir insana dönüşüyorumdur. Kendimle ilgili bildiğim her şeyin yıkılmasıyla birlikte normalde sahip olduğum özellikler de gidiyordur bir bir. Neye dönüşüyorum bilmiyorum ama önceki halimden de daha kötü olma olasılığı var mı acaba.
Her gün başım ağrıyor. Abartmıyorum. Her gün, gün boyu ince ince sızlıyor sonra akşam olunca şiddetleniyor. Yatağa girip bir süre kıvranıyorum. İki de bir kalkıp kusmaya gidiyorum ama kusamıyorum tabi, habire midem bulanıyor. Kendi kendime boyun masajı yapıyorum, başıma masaj yapıyorum, ayaklarımın altına yastık koyuyorum, başımı yukarı koyuyorum, etrafı tamamen karanlık hale getiriyorum, yüzümü buhara tutuyorum, ferahlatıcı bitki karışımı yağı kokluyorum,...her şeyi deniyorum ta ki sonunda kafamı duvara vurmaya başlayana kadar. Sonra gecenin bir yarısı kalkıp, ağrı kesici içip, bu sefer de onun etkisi başlasın diye kıvranıyorum bir süre. Birkaç gündür gecelerim böyle geçiyor. Günlerim de. Devamlı bir ağrıya, acıya maruz kalmak da insanın psikolojisini bozuyor. Huzurlu tek bir saniye geçiremiyorum.
Üstüne bir de kistlerimin büyüdüğünü öğrendim bugün. Tahmin ediyordum çok şaşırtan bir bilgi olmadı benim için. Zaten bayadır iyice kabusa dönmüştü regl günlerim ama beni deli eden bu salak şeyler yüzünden sivilcelerim için doğru düzgün bir şeyler yapamıyorum-doktor da yapamıyor. Yani sadece verdiği jelle yüzümü yıkıyorum, bir de verdiği kremleri sürüyorum ama bunları geçici tedavi olarak başlamıştık. Asıl sebebine göre tamamen yok edecek şeyi yapacaktık ama işte, o salak kistlerim. Hem bunca senedir hayatımı zindana çevirdiler, hem de diğer şeylerimi de etkiliyorlar. Çok sinirliyim vücuduma bugün. Hem ufak tefek, cılız güçsüz, her şeyde beni yarı yolda bırakıyor hem de  habire sorun çıkartıyor. Tamam abartıyorum bunlar çok basit şeyler, çözümü olan şeyler falan filan ama ağrı sızı çekmekten, acı çekmekten hakikaten sinirlerim bozuldu ya. Doğru düzgün düşünemiyorum. Zaten iki haftadır düğüne elbise ayakkabı aramaktan, salak salak avmlerde dolaşmaktan ayarlarım da bozuldu. Yeter artık ne düğünü ya?! Evlene evlene bir doyamadınız bir bitemediniz ya!!
Sinirlerim çok bozuk.

17 Mart 2018 Cumartesi

Because This Is My First Life : kalbimdeki yeri her daim ayrı olacak olan dizi

Bu yazıyı uzun zamandır kafamda kuruyorum, yazmak için klavyenin başına her geçişimde o kurduklarımı bir türlü buraya dökemedim. Zaten klavyenin başına bu diziyi anlatmak için geçmem de hayli zaman aldı. Bazen bazı şeyler öylesine değerli, öylesine çok şey ifade ediyor olur ki insan içindeki duyguların yoğunluğuyla nereye sığacağını, nasıl anlatacağını bilemez ya, içi şelale gibi kaynarken ağzından tek bir kelime çıkamaz ya...Öyle bir şey bu dizi, bu hikaye, benim için.
"Because This Is My First Life" - ki biz ona kısaca BTML diyelim - 9 ekim 2017'den 28 kasım 2017'ye Güney Kore'nin tvN kanalında 16 bölüm olarak yayınlanmış bir dizi. Her bir bölümü 1 saatin bir 5-10 dakika üzerinde olacak şekilde sürüyor. En basit haliyle, temelde birbiriyle bağlantılı 3 çiftin ilişkisini anlatıyor diyebiliriz. Kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayırırsak karakter eksenlerini orta noktada Yoon Ji Ho (kadın) ve Nam Se Hee (erkek) çifti var. Ama hikayemiz esasen Ji Ho'nun anlatımıyla bize ulaşıyor ki bu yüzden de aslında pek çok şeyi onun bakış açısından izliyor, onunla birlikte düşünüyor taşınıyor öğreniyoruz. Anlatmakta zorlandım ya bu dizinin benim için ne ifade ettiğini yukarıda, şimdi sanırım daha önce yapmadığım bir yöntemi deneyeceğim o sebeple. Tek tek her bir karakteri anlatacağım size. Belki böylece tam demek istediklerimi bir nebze de olsa söyleyebilirim diye.
Nam Se Hee ve Yoon Ji Ho
Yoon Ji Ho: Sanırım ömrüm boyunca izlediğim, hikayesine tanık olduğum en özel karakterlerden biri olarak kalacak Ji Ho benim için. Daha ilk dakikasından itibaren yakalayıveren hikayesi, kişiliği, anlatım tarzıyla oturduğum yere mıhladı beni adeta. Daha da kötüsü, devam ettikçe o anlatmaya, kendimi izlerken buldum ekranda. Hem kafamın içindeki her şey oradaydı, sanki birisi durmuş kamerayı bana çevirmiş, ne hissediyorsam ne düşünüyorsam geri bana izletiyordu. Hem aile bireyleri de öyleydi hem kendisi, bir şekilde yaptığı şeyler, arkadaşları, ilişkileri...Yani hem bendim hem benden çok farklıydı. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama deneyeceğim.
Ji Ho ufak bir kasabadan geliyor, büyük şehrin köprüyle ayrıldığı, nehrin öte yanından. Oldukça gelenceksel bir ailesi var, babası tam bir hödük, her şeye höt höt, Ji Ho sırf kız olduğu için ona zerre değer göstermiyor. Onun yerine oğlu baş tacı, hiçbir halta yaramasa da. Hatta daha öğrenciyken kız arkadaş bulup evlenip, eve gelin getirse ve hatta kısa sürede çocuk yapsalar da. Ji Ho'nun annesi ise böyle bir adamla evli olduğundan kendini çocuklarını büyütmeye vermiş, bildiğimiz o sessiz, itaatkar, kendini unutmuş klasik eski tip anne modeli. Tüm bunun ortasında Ji Ho yine de hayal kuran bir insan olabilmiş. Küçüklüğünden beri hep yazar olmanın, kendi hikayelerini yazmanın hayalini kurmuş. Üniversiteye bile adeta kaçarak gitmiş, çünkü yazar olmak gibi bir "mesleksizlikle" uğraşmasındansa evinde oturup ailesine destek olacak işler yapması, sebze falan yetiştirmesi daha makbul. Oysa o hepsine katlanıp, hayalinin peşinden gitmiş, nihayet kendine tv dizilerinde yardımcı yazarlık gibi işler bularak geçinebilir hale gelmiş. Yıllarca kimseye gık dememiş, kimseyi terslememiş, herkese destek olmaya çalışmış, o saçma sapan kardeşine bile. Sonuncu işi bittiğinde nihayet evine dinlenmek, azcık huzur bulmak amacıyla geldiğinde karşılaştığı manzara, gördüğü muamele ise olacak gibi değil. Kendi parasıyla ödeyerek aldığı evde kardeşi ve karısı yaşayacak, hem de çocuk büyütecekler diye resmen kovuluyor. Nezaketle de olsa, aile kararı gibi de olsa, kendini sokakta buluyor sonuçta. Yeni bir yazarlık işi bulamıyor bu arada, çünkü o alanda da işler karışıyor (spoiler vermemek adına detaya giremiyorum). Elinde kalan az parasıyla kafasını sokacak bir çatı bulmaya çalışırken yanlış anlamalar sonucu kendini Nam Se Hee ile ev arkadaşı olarak buluyor.
işte izleyen herkesin düğünümde ben de böyle poz vereceğim dediği sahnenin o ikonik pozu :)
Nam Se Hee: O da erkek zannettiği Ji Ho'nun kadın çıkmasıyla şoka giriyor tabi. Ama Se Hee bildiğimiz adamlardan değil. Bilmediğimiz sebeplerden ötürü şöyle bir insan haline gelmiş: Çalıştığı yazılım şirketinde tüm gün en dikkatli şekilde işini yapsın, akşam da çıksın bin bir güçlükle aldığı evinde huzurla kanepesinde kedisiyle otursun. Hayatında hiçbir değişiklik, hiçbir öngörülemez şey olmasın. Her şey planlarına uygun gitsin ve kimse ona bulaşmasın. Minimum sayıda insanla alakası olsun, gerekmedikçe konuşmasın. İlk başlarda biraz Sheldon Cooper-vari bir portre çizer gibi olsa da Se Hee, oldukça farklı bir karakter aslında. Ama onu izlerken, daha doğrusu izledikçe, her bölümle her sahneyle birlikte daha da takdir ettim. Hem bu derece tepkisiz, katı bir karakter çizerken bir yandan da ufak ufak doneler veriyordu Se Hee, her bir tepkisizliğinin ardında gözlerinde, bakışlarında, dudaklarının kenarında bir şeyler yakalayıveriyordum. O sustukça bir dolu şey anlatıyordu artık.
Böyle bir insan olarak da tabi Se Hee'nin bu ev arkadaşlığına çözümü alabildiğine pratik ve hesap kitap işi oluyor. Evin taksidini bitirebilmek için istediği standartta bir ev arkadaşına ihtiyacı var ve şimdiye kadar gördükleri arasında en onun kriterlerinde olan - kadın olması dışında - Ji Ho. Eh Ji Ho'nun da bu kadar uyguna ve doğru düzgün bulabildiği en iyi ev orası. Diyorlar ki biz aramızda bir sözleşme yapalım. Evlilik sözleşmesi. Görünüşte evlenelim, ailelerimize arkadaşlarımıza göstermek için. Ama amacımız ev arkadaşı olmak. Yani biz aramızda kirayı bölüşüp, ev işlerini paylaşan iki ev arkadaşı olalım ama hem topluma uygun görünmek hem de tanıdıklarımıza sorun yaratmamak adına tanışıp, aşık olmuş da hemen evlenmeye karar vermiş gibi yapalım. Kağıt üstünde süper bir plan. Ama pratikte ikisini de dibine kadar zorlayacak, sarsacak, yerden yere vuracak bir plan oluveriyor bu.
Yang Ho Rang ve Shim Won Seok
Yang Ho Rang ve Shim Won Seok çifti: Ho Rang, Ji Ho'nun liseden beri kankası (Woo Soo Ji ile birlikte, üçlü kız grubu işte yahu), grubun en dişisi, en renklisi. Ho Rang ve Won Seok 7 yıldır birlikteler. Ho Rang üniversiteye gitmemiş galiba (oralar çok net değildi öyle olduğunu düşündüm), ama çalıştığı restaurantta en düşükten başlayıp, bir çeşit müdürlüğe kadar yükselmiş, bir nevi artık patron olmuş. Onun hayali ise küçüklüğünden beri, çok güzel bir evlilik yapıp, güzel güzel çocukları olsun, onları büyütsün, böyle mutlu huzurlu sevimli bir hayatı olsun. Sevgilisi Won Seok ise mühendis, onun da hayali kendi telefon uygulamasını geliştirmek, sevdiği işi güzel bir şeylere dönüştürmek, kendi kendinin patronu olmak. Won Seok da o kadar bağ kurulabilir bir karakterdi ki benim için. İçinde hep saf bir çocuk var, bilgisayar başında sevdiği şeyin peşine düşmüş. Böyle takımını kravatını giyip, her gün bir ofise girip, birinin dediklerini yapmak istemiyor. Bu iki sevimli insan birbirini çok seviyor ama bir sorunları var: Ho Rang artık evlenmeleri gerektiğini, zamanın gelip de geçtiğini düşünürken Won Seok daha hiçbir şeyin farkında bile değil, o hala hayallerinin peşinde, beş parasız bir çocuk.
Woo Soo Ji ve Ma Sang Goo çifti: Soo Ji dediğim gibi üçlü kız grubunun son üyesi. En dik başlısı, en yere sağlam basanı ve sorumluluk sahibi. Onun hayali de bir gün kendi şirketini kurmak, patron olmak. Ama bu uğurda girdiği çalışma hayatında işler hiç de kolay ilerlemiyor onun için. O da en alttan başlayıp yükselerek gitmeye çalışıyor ama şirket ortamı oralarda çok fena. Ortamlardaki tek kadın olmanın ezici baskısıyla uğraşırken adeta kadınlığını unutmuş hale geliyor, büründüğü maskülen havaya rağmen, o sertliğe rağmen yine de acayip mobbing ve taciz görüyor. Normalde onun gibi bir karakterin hiç böyle şeylere pabuç bırakmamasını bekliyoruz izlerken ama sırf patron olmanın başka bir yolunu göremediği için tüm bunlara katlanıyor. Hiç bir şekilde evlilik gibi, aile kurmak gibi taraklarda bezi yok. Hayalinin peşinde bunlara ayıracak vakti görmüyor kendinde, o hakkı da görmüyor. Ama Sang Goo'ya rastlıyor. Sang Goo bizim tepkisiz Se Hee'nin çalıştığı yazılım şirketinin patronu. Ve inanılmaz bir karakter! Yani izlerken adama hem acıyor hem onu çok seviyorsunuz. Böyle insani bir sevgi yani hani öyle vuuu çok yakışıklı yok efendim çok güzel babında bir sevgi değil bu. Karakter süper, oynayan insan çok güzel oynuyor. Böyle tam da böyle bir insan olsa hepimizin yanında arkadaş olsun sevgili olsun hayat arkadaşı olsun ama böyle bir insan hepimize lazım dedirtiyor.
Bu asıl çiftlerin dışında tabi yazılım şirketindeki çalışan ekip çok keyifli mesela. Ekipteki özellikle Yoon Bo Mi karakteri yine alabildiğine ilginç ve izlemesi eğlenceli bir karakter. Bu dizideki diğer güzelliklerden bir tanesi de yan karakterlerin neredeyse hepimizin hayatında olabilecek denli gerçekçi yazılmış olması. Ji Ho'nun annesi ve babası, Se Hee'nin annesi ve babası, Ji Ho'nun tv dünyasından iş arkadaşları, Soo Ji'nin şirketindeki erkek egemen ortamın erkekleri...hepsi de bir şekilde sanki tanıdığımız insanlar.
Ama bu dizinin asıl bizi can evimizden vuran yönü, hikaye anlatımı. Anlatacağı şeyleri öyle bir şekilde anlatıyor ki öyle bir yol seçiyor ki bunu anlatmak için, hep içimize oturuyor, hem bam telimize basıyor, hem eğlendiriyor, hem kafalarımızı bulandırıyor. Esasında dizi dünyası için çok klişe olayları (tesadüfen ev arkadaşı olan kadınla erkek ve gayet de rastlanabilir romantik ilişkiler) anlatmak için yola çıkmış gibi duruyor ama daha önce kimsenin söylemeyi düşünmediği şeyleri, büyük bir dürüstlükle, bizim bakış açımızdan söylüyor. Karakterleri öylesine gerçek ki can acıtıyor. Bunlar bizim hayallerimizi taşıyan karakterler, bizim hissettiklerimizi hissediyorlar, bizim yaşadığımız ilişkileri yaşıyorlar, bizim uğraşmak zorunda kaldığımız şeylerle uğraşıyorlar. Çoğu kez kendimize bile itiraf edemediğimiz, kafamızda olan ama sesli bile ifade etmediğimiz şeyleri yüzümüze çarpıyor bu hikaye. Daha ilk dakikalarından itibaren her bir repliği kaydetmek isterken buluyorsunuz kendinizi. Ben neredeyse her sahnede ekran görüntüsü almaya başladığımı fark edince durdurdum kendimi mesela. Olacak gibi değildi çünkü. Öte yandan her bir sahnede kendim için bir şeyler buluyordum, ömrüm boyunca çabalasam da kimseye anlatamadığımı fark ettiğim dertlerimi anlatıyordu karşımdaki ekranda olan şeyler. Anlatabilen biri var diye kayda geçirmek, en azından bunları gösterirsem belki bir nebze olsun anlatabilir miyim derdimi diye düşünüyordum.
Mesela bir tünel sahnesi geldi karşıma daha 2.bölümde, resmen içim dışıma çıkana kadar ağladım. Kendime ağladım, kendime söyleyemediklerime ağladım, içimden çığlık atıp da dışıma söyleyemediklerime ağladım, Ji Ho çöktü yere, benim de ruhum onunla birlikte yerdeydi:
kaynak: Ahjummamshies
Onun da öncesinde, daha ilk bölümde, Ji Ho yıllardır sevdiği, sevdiğini düşündüğü adama bir türlü itiraf edememişken ya da onun da kendisiyle ilgili duygularını tam adlandıramamışken karşılaştığı şeyler ve sonrasında hem kendi duygularını hem de dünyanın gerçeklerini çözümleyişi:


Bilemiyorum, şu an burada bu hikaye ile ilgili söylemek istediğim, anlatmak istediğim her şeyi nasıl aktarabileceğimi bilemiyorum. Her aklıma gelen sahneyi aklıma geldiği şekliyle yazmaya çalışsam çok saçma sapan bir karmaşa yığını şeklinde olacak. Ama bir türlü bir sıraya koyamıyorum, anlamlı bir bütünlük içerisinde, bağlantılı bir metin halinde anlatamıyorum.
Çünkü mesela tam bu anda şey sahnesi geliyor aklıma, Ji Hoo'nun kendini bu evlilik oyununa kaptırması ve sonra adeta duvara toslaması. Canı acıdığı için Se Hee'nin canını acıtmak istemesi. "Biz" olayı. Orada o ikisiyle birlikte o evde, o bakışlarda buldum kendimi. Göğsüme kocaman bir taş oturdu, nasıl nefes alacağımı bilemedim.
Ya da tünel sahnesinden sonra bir kere daha gözlerim parçalanana kadar ağlamama sebep olan, düğünde Ji Hoo'nun annesinin Se Hee'ye mektubu sahnesi. Bir insanın böyle bir hikayeyi, böyle şeyleri yazabilmesi için hakikaten bizden biri olması gerekiyor, bizimle aynı şeyleri yaşaması, aynı annelere babalara sahip olması, hayatta aynı yolculukları yapmış olması gerekiyor. Dünyanın öte ucundan, tamamen başka bir dilde yazan, düşünen, tamamen başka bir kültürde büyümüş bir insanın (senarist abla lafım sana) böylesi şeyleri yazması nasıl mümkün olabiliyor, inanamıyorum.
Sanırım ne kadar yazarsam o kadar saçmalayacağım. O yüzden en iyisi mi bazı yerlerden cidden güzel hazırlanmış captionlar ve resimler koyayım.
kaynak: Ahjummamshies

kaynak: Ahjummamshies
kaynak: Ahjummamshies
Bu diziyle ilgili her şey ama her-bir-şey benim için özel. Anlatmaya çabaladığım gibi Ji Hoo karakteri ve onun hikayesi zaten beni ilk vuran şeydi. Onun ve Se Hee'nin ilişkilerinin gelişimi, gel-gitleri, savaşları, dostlukları hepsi çok şey öğreticiydi. Uzun yıllardır beraber olan Ho Rang+Won Seok çiftinin hikayesi belki aralarında en bağ kuramayacağım hikayeydi ama mesela onu bile öyle güzel anlatıyordu her bir bölümde, hem içime işledi hem de öğrenecek pek çok şey buldum onlarda da. Soo Ji'nin hikayesi ayrıca ilham vericiydi, öylesi bir duvarın içine kendini hapsetmiş bir karakterin Sang Goo gibi insan sayesinde yavaş yavaş çözülüşünü izlemek de dokunaklıydı. Sanırım dizinin asıl demek istediğiyle şeyle bitirmeliyim: Korkmayın! Bu, hepimizin ilk hayatı!

Bir de tabi dizinin hikayesine müthiş uyan, şahane müzikleri (özellikle 4.sıradaki Marriage resmen içimi söküp atıyor her defasında):

15 Mart 2018 Perşembe

Goblin : Büyük büyük bir Güney Kore dizisi

Kim Shin neredeyse 900 yıldır ölümsüz bir goblin olarak dünyada dolaşmakta, ara sıra ihtiyacı olduğunu gördüğü, yardıma değer gördüğü insanlara ufak tefek "sihirsel" yardımlar yapmaktadır. Ölümsüz olmasının nedeni olan kılıç, onu öldüren kılıç sihirli bir şekilde göğsünde duruyordur tabi bu arada. Onu, bu tüm sevdiklerinin devamlı ölümlerini izleyip de kendisinin bir türlü huzura kavuşamadığı ölümsüz hayattan kurtarabilecek tek kişi goblinin gelini denilen bir insan olacaktır. Kim Shin 900 yıldır o insanı bekliyordur. Sonunda bir lise öğrencisi, Ji Eun Tak ile karşılaşır. Doğduğundan beri hayaletleri görüp onlarla konuşan Ji Eun Tak goblinin gelini olduğunu iddia eder. Bir yandan onun hiç doğmamış olması gerektiğini söyleyen ve peşine düşen "grim reaper" da olaylara dahil olur. Tabi bu grim reaper da gidip Ji Eun Tak'ın part time çalıştığı tavukçunun sahibi Sunny'ye aşık olunca ve aynı zamanda Kim Shin'e de ev arkadaşı olunca, her şey birbirine girer.
Goblin-goblinin gelini-grim reaper, ama çok tatlısınız siz böyle be, off gene ağlayasım geliyor baktıkça.
Goblin-grim reaper-yeğen
Goblin 2 Aralık 2016'dan 21 Ocak 2017'ye kadar 16 bölüm (artı 2 de özel bölüm) olarak Güney Kore kanalı tvN'de yayınlanmış bir dizi. Bu kore dizileri olayına daldığınızda ilk karşılaştığınız dizilerden biri zaten. Tüm kore dizisi izleyenlerin - o büyük güruhun - mutlaka izlenmeli, yok şöyle müthiş yok böyle inanılmaz dediği, tüm dünyadan böyle inanılmaz iyi eleştiriler almış bir dizi. Hatta şeye bile rastladım, kore dizilerini Goblin'den öncekiler ve Goblin'den sonrakiler olarak nitelediklerine ve Goblin'den sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz artık diyenlere. Öyle bir şeyle karşı karşıyayız yani çocuklar. Böyle açıp izleyeyim diye karar verirken bile insanın üzerine bir ürperti geliyor.
ama şu sahnenin hem ikonikliği hem de kendi kendini ti'ye alması :)
Ben de o ürpertiyle başladım zaten. Hem başroldeki Gong Yoo (goblin rolündeki insan yani)'yu Coffee Prince'te izlemiştim, orada neredeyse ergenliğini görmüş, acaba bu komik şey olgunlaşınca ne işler çıkardı demiştim. Hem de konu pek zevkli görünüyordu. Dizi de harbiden mükemmel başladı. Görüntüler muhteşemdi. Ekrandan gözlerimi alamıyordum. Müzikler çok ama çok iyi gidiyordu. Goblinin ölümlü hayatını, son ölüm dakikalarını falan gösterdikleri flashback sahneleri ayrı birer sanat eseriydi. Gong Yoo acayip karizmatik bir Goryeo dönemi savaşçısı-generali olmuştu. Sadece görüntüsüyle de değil, role verdiği tüm o ruhla. Goblinin gelinini oynayan kız da hem çok masum bir yüze sahipti hem de tüm o çocuksuluğu, heyecanı verebiliyor hem de senaryonun getirdiği dramı tüm ağırlığıyla taşıyabiliyordu. Grim reaperi oynayan (bakın şimdi buna Türkçe'de ne isim verebilirim bilmiyorum çünkü çeviride direkt azrail diyor ama değil yani böyle azrailin saha elemanlarına bu ismi veriyorlar İngilizce'de eh bizde de bunun bir karşılığı olmadığına göre böyle demeye devam edeceğim) insan evladıysa resmen Gong Yoo'yu goblin olayını falan devede kulak bırakıyordu. İnanılmaz şahane oynuyordu grim reaper'ı Lee Dong Wook. Onunla ilgili her bir detay şahaneydi. Goblin ile olan sahneleri, dinamikleri hem eğlencenin dibiydi hem de aşık olduğu Sunny ile olan sahnelerinde tüm o bakışları, konuşamaması, halleri her şeyi hem komik hem iç burkucuydu. 
sanat eseri flashbackler
ama ne flashbackler öyle böyle değiller
Ya her şeyi çok karman çorman anlattım değil mi? Böyle her bir karakteri tek tek incelesem, her bir hikaye parçasını tek tek anlatsam daha iyi olacaktı ya. Ama ne bileyim hem bir yandan çok şey söylemek istiyorum Goblin ile ilgili hem de kendime engel olamıyorum düşüncelerimi sıraya koyamıyorum. En iyisi mi izlerken aldığım notlara da bakarak madde madde bir sıralayayım:
1. Müzikler ve müzik kullanımı çok güzel. Diziyi kapattıktan sonra tüm o şarkılar beyninizde dönmeye devam ediyor, bilinçaltınıza işleyiveriyor.
2. Görüntüler, kadraj şahane. Her bir karesi ayrı bir tablo gibi dizinin. Bak bak doyamıyorsunuz.
3. Konu hakikaten ilginç. Günümüzdeki hikayeyi birkaç bölüm içinde nereye gider ne olur çözüyorsunuz ve eh aman işte diye bakıyor hale geliyorsunuz ama asıl olayı, tüm karakterleri günümüze getiren olayları, yüzyıllar önce olanları büyük bir merak uyandırıcılıkla çekerek anlatıyorlar.
4. Her bir bölümün sonu çılgın noktalarda bitiyor. Her bir bölümün bitiş jeneriğine ağzınız açık başlıyorsunuz. Valla haftalık yayınlanırken izliyor olsaymışım ekranı kemiriyor olurmuşum.
5. Yan hikayeler çoğu yerde ana hikayenin önüne geçecek kadar dokunaklı ve iyi yazılmış-çekilmiş halde. Özellikle goblinin yardım ettiği insanların hikayeleri ve hayaletlerin yolcu edilişleri öylesine sahneler ki çoğu kere hüngür hüngür ağladım.
6. Komedi unsuru inanılmaz. Dizi boyunca bir anda üstünüze atılan espriler, birden bire geliveren espriler şahane.
7. Grim reaper ile Sunny'nin sahnelerinden, tüm dizi boyunca sahnelerinden tek başına dizi çıkabilecek vaziyette ve dahası kalitede. Komedi, dram, romantizm, absürdlük her şey var bu sahnelerde. İki oyuncu da tek kelimeyle mü-kem-mel olmuşlar bu rollerde. (İkisini de ilk defa burada izledim ben.)
sana diyecek bir şey yok be General
Ama...
Tüm bunların yanında, tüm o herkesin övmesinin, tüm medyanın büyütmesinin, ödülleri resmen hüpletmesinin yanında bir şeyler beni ikna etmedi. Çoğu yerde sıkıldım. Bunu itiraf etmek çok zor evet, insan bu kadar beğenilmiş, bu kadar övülmüş bir iş için böyle hissettiğini fark edince önce kendinde arıyor sorunu ama söylemek de zorundayım. Hikaye çoğunlukla tahmin edilebilir şekilde ve yavaş ilerliyor. Tıpkı bizim diziler gibi baya baya müziklerle video klip tarzında çekilmiş bir dolu bölüm var. Herkes uzun uzun bakışıyor, görüntüler evet şahane ama saatlerce görüntü izliyoruz. Hikaye ilerleyecek diye beklediğim çok oldu. Hatta çoğu zaman sırf oyuncuların mükemmelliği hatrına gözümü ekranda tuttum. Çünkü dediğim gibi şahane yazılmış ve oynanmış karakterlere sahip bu dizi. Ömrümde izlediğim en ilginç ve izlemesi en keyifli karakterlerden biriydi mesela Sunny. Grim reaper ise hem tek başına, hem de oluşturduğu her ikilide, üçlüde harikalar yaratıyor. Yıllar sonra bile açıp açıp gülmekten koltuktan düşeceğimiz sahnelere imza atıyor resmen (telefonla maceraları deyince bile kahkahalarıma engel olamıyorum:D )
Hikayenin ilerleyiş hızı ve yer yer sıkıcılığı konusunda yakınmamı yaptığıma göre sonu hakkında da çemkirebilirim. Hatta dizinin genel anlamda tadı hakkında. Tüm hikayeyi izleyip bitirdiğimde ne mutlu ne keyifliydim. Çok iyi bir iş, çok iyi karakterler izlemiş olmama rağmen ağzımda tuhaf bir tat kalmıştı. Sadece sonundan, hikayeyi bitiriş şekillerinden dolayı olamaz bu gibime geliyor. Yani tamam hiç de istediğimiz gibi, bizi tatmin edecek bir şekilde bitmedi. Ya da başka şekilde şok edici bir sonuca da ulaşmadı hikaye ama yine de. Herhalde tüm hikayenin, dizi boyunca onca espriye onca karakter dinamiğine rağmen insanın içine oturan böyle yudum yudum bir dram sızıyor ya ondandır diyorum.
Yalnız her biri bu kadar güzel mi olur bu insanların ya?! Yani her birini öyle giydir giydir koy önümüze bakalım, öyle güzeller. Tabi bunu yine belirtmekten kendimi alamadım. Çok güzeller. Seyretmesi çok güzeller. Demiş miydim? Bir de bu bir aşk hikayesi değil. Lütfen o yanılgıyla izlemeye başlamayın.

Şahane müzikleri için sizi şuraya alayım :

14 Mart 2018 Çarşamba

Spider-Man: Homecoming(2017)

Sanırım hepimizde ayrı bir yeri var spidey'nin. 90larda çocuk yaşta olan bizler için ve bizden sonraki 2000ler çocukları için. Çünkü ben çocukken - biz çocukken - tvde rastladığımız ilk çizgi filmlerdendi örümcek adam (okeskin hatlı çizgilere sahip batman çizgi filmleriyle birlikte). Artık hani yıllarda yapılmış, spidey'nin hangi dönemdeki maceralarını konu alıyordu, normalde kaç bölümdü falan hiç bilemiyorum tabi. Eskiden televizyon şimdiki gibi değildi (yani internet yoktu sevgili çocuklar), bir diziyi programı öyle sezon dvdsini oynatır gibi planlı programlı düzgün bir şekilde yayınlamak diye bir şey yoktu. Sadece her gün aynı saatte sizin izlediğiniz şeyin olduğunu bilir ekran karşısına geçerdiniz, artık o gün hangi bölümü neresinden neresine kadar yayınlamaya karar verdiyse kanal. Aynı bölümü milyon kere yayınlayabildikleri gibi yıllar sonra internete kavuşup da oha böyle bir bölüm mü varmış diye keşfettiğiniz durumlar da olabilirdi. Haliyle çoğu dizide mesela sezon başından sonuna gelişen çözüme kavuşan olayları biz zerre anlayamazdık. Artık bahtımıza hangi bölümü izlemek düşmüşse ondan tek başına keyif alırdık (salla hikaye bütünlüğünü!).
O yüzden de kafamda hiçbir türlü mantıklı, ayarlı bir Peter Parker hikayesi yok-tu, ta ki 2002 yılında Sam Raimi o gönüllerimizin üçlemesini önümüze koyana kadar. 2004 ve 2007'de gelen devam filmlerini de yöneten Raimi'nin adını zaten o sıralar sürekli tv ekranımda okuyordum: Xena'yı yaratanlardan biri ve yapımcı olarak jenerikte geçiyordu (ki bu noktada Xena ile ilgili hislerimi, hayatımdaki yerini falan burada hiç anlatmamış olduğum geldi aklıma. Neyse, bakalım, kısmet.). Tobey Maguire'ın aslında sokakta görsek hiç de sallamayacağımız bir insan olması gerçeği, bu üç filmde adeta bizden biri haline getirdiği spidey ile yerle bir olmuştu. Bu filmler hakikaten de çok başarılı bir hikaye oluşturmuştu. Lise öğrencisi Peter'ı alıp, örümcek tarafından ısırılmasından adım adım örümcek adama dönüşmesini, sorumluluk ne demek öğrenmesini, örümcek adam olmak ne demek anlamasını, ailesini, arkadaşlarını, hayatını nasıl yıkıp yıkıp inşa edebileceğini öğrenmesini, her bir şeyini adım adım anlatmıştı bu filmler. Uncle Ben olayını acayip bir düzleme oturtmuştu, Aunt May tam da olması gerektiği gibiydi, Mary Jane hikayesini eksenine alıyordu ve Sandman'le Venom'la Doktor Octopus'la Goblin'le tanıştırıyordu bizi. Tamam son film biraz şeydi, ona çok da takılmayalım şimdi ama genel anlamda MCU ortaya çıkana dek bizim için süper kahramanlık adına bir şeylerin oluşmasını bu üçlemeye (ve tabi Nolan abininkilere ve bir de belki X-Men'ciklere) borçlu gibiyiz.
Ama sonra ilk filmden 10 yıl sonra, 2012'de yine spidey'yi çağırmaya karar verdiler. Her şey mükemmel görünüyordu aslında, Andrew Garfield hem sempatik hem düzgün bir aktördü (Tobey Maguire gibi spidey rolü dışında her yerde insanın sinirlerini hoplatan bir tipe sahip değildi), yanında mis gibi Emma Stone'u koymuşlardı yani Gwen Stacey olayına giriyorduk (önceki üçlemenin son filminde de güya gördük Gwen'i ama oradaki konumuz MJ'di). Bu sefer lizard ve electro ile tanışıyorduk, goblin yine yanı başımızdaydı tabi. Ama olmadı. Bir şeyler yerine oturmadı. Bu "The Amazing Spider Man" ve iki yıl sonrasında gelen ikincisi, hiçbir türlü bize o ilk üçlemenin hissettirdiklerini hissettirmedi.
yepisyeni Spidey
O yüzden büyük bir hevesle ama biraz da korka korka bekliyorduk Marvel'in spidey'yi bu yeni MCU'ya katmasını. Civil War'da izledikten sonra bu son spidey'yi neyi bekleyip beklemeyeceğimizi oturtmuştuk kafamızda aslında. Sütten ağzı yanıp yoğurdu kaşıklamak misali bakıyorduk Homecoming'in gelişine.
Vulture
Oysa bu yepyeni Peter Parker şahane olmuş be çocuklar! Hem hikaye dört dörtlük gidiyor, hem de karakterler yerli yerinde. Nasıl Raimi'nin çektiği örümcek adam filmleri 2000lerin başına aitse bu film de, bu hikaye de tam da bu çağa ait görünüyor. Bir şeyleri yansıtmak isterken saçma sapan yerlere gitmemiş, her bir şeyi ne eksik ne de fazla. Hem ruhuyla hem de görüntüsüyle bu döneme, yeni bir döneme ait bir spidey hikayesi bu. Bu sefer iyice genç bir örümcek adam - hatta örümcek ergen - var karşımızda, 14-15 yaşlarında bir Peter Parker'layız. Hikayesel açıdan hakikaten çok eli yüzü düzgün bir kurgu oluşturmuşlar. Her şey tık tık tık ilerliyor, nereden başladığımız nereye gittiğimiz ve oraya nasıl vardığımız çok güzel anlatılıyor. Dahası karakteri başlattıkları dönemine de uygun bir hikaye yaratmışlar. Daha yeni yeni öğrenen bir Peter var önümüzde. Hem önce ergenliğini yapıyor hem yavaş yavaş da öğreniyor. Film ne öyle birden bire acayip sıçramalar geliştiriyor ne de büyük büyük oynuyor. Alabildiğine adım adım bir kurguyla, hem mücadele sahnelerini çok iyi kotarıyor hem de espri seviyesini, eğlence miktarını güzel bir tatlılıkla sunuyor.
Michelle-Liz-Ned
Dünya nasıl çağlarla birlikte dönemlerle birlikte değişiyorsa, gelişiyorsa, ayak uyduruyorsa, hikayelerimiz de öyle yapmalı. Örümcek adamın hikayesini de bu döneme güzelce ayak uydurtmuşlar. Uncle Ben olayına hiç girmiyor Homecoming, Aunt May çağa ayak uydurmuş (tam bir klasikçi olan ben bile bu May'e bayıldım), Peter'ın yanındakiler-arkadaşları hem klişeye düşmeden hem de çok abartmadan oluşturulmuş. Ned şahane bir karakter olmuş, Michelle zaten insanı heyecanlandırıyor (MJ kıps;)), Peter'e "bullying" edeni de öğretmeni de Peter'ın ilk "love interest"i de oldukça yerinde. Ayrıca 2002'den bu yana teknolojide aldığımız yol muazzammış farkında değilmişiz. Nerede o beni elleriyle çizdiler diye bağıran binalarda dolaşan spidey, nerede bu izlediğimiz? Tony Stark ve Happy dahiliyetleri, kostümün ve oyuncaklarının tüm detayları, filmin kötüsünün bile bir mantığı bir arka planı bir hikayesi olması-hem de oldukça ele alınabilir bir hikaye olması...başarılı kelimesinin yetersizlikte çığır açacağı şeyler olmuş durumda.
Açıkçası bu yeni başlayan hikayesini ve karakterlerini çok sevdim ben spidey'nin. Dedim ya en başta yeri ayrı diye, öyle. O ilk üçlemedeki spidey'nin yeri hakikaten ayrı bir halde duruyor bende. Eh haliyle artık bu hali, bu yeni ergen spidey bana aynı şeyi yapmıyor, ama bu durum yine de ondan aldığım keyfi azaltmıyor. Çok da güzel olmuş.

13 Mart 2018 Salı

Thor : Ragnarok (2017)

Marvel filmlerini bayadır boşlamıştım, Black Panther'in gelişiyle bir silkindim ben de hadi dedim get back to your senses! Gerçi onu da gösterime girişinden ancak 3 hafta falan sonra izleyebildim ama. Neyse. Vakit geriye dönük eksiklerimi tamamlama vaktidir diye yola çıktım ve önceki gün en bir sevdiklerimizden olan Asgard'ın en son macerasına bakayım dedim.
Açıkçası ben - tabi o kadar ara verdikten sonra doğal herhalde diye düşündüm - Thor'u en son nerede ne halde bırakmıştık hiiiç hatırlamıyordum. En son Doctor Strange(2016)'i izlemiştim, böyle hayal meyal bir after credit sahnesi hatırlıyorum, Thor bira içiyor falan. Ama tam kadroda olarak en son Avengers: Age of Ultron(2015)'da görmüşüm birazcık didikleyince fark ettiğim üzere. Thor orada Asgard'ın yıkılacağına dair rüyalar gördüğünden ve olayı bir şekilde infinity stone'lara bağladığından hadi ben bir araştırayım geleyim modunda yola çıkmıştı. İşte Thor:Ragnarok'a da bu noktadan başlıyoruz.
Asgard hakikaten de Thor'un rüyalarında gördüğü gibi mahvolmak üzere. Ölüm tanrıçası Hela geri dönmüş, kendi hakkı olarak gördüğü Asgard tahtını geri almak için herkesle savaşıyor. Onu durdurmak için uğraşan Thor'un yanında canımız ciğerimiz bir tanemiz Loki'yi, yeni ve ilginç bir karakter olarak bir valkyrie'yi ve yeşil devimiz Hulk'ı izliyoruz. Ayrıca tabi Asgard'dan diğer tanıdıklar da cabası.
Ragnarok ne ki diyenleriniz varsa bu noktada üç beş bir şeylerden bahsetmek belki iyi olabilir. Ragnarok İskandinav mitolojisinde tanrıların kıyameti demek. Daha doğrusu bir döngünün son bulması, yeni bir döngünün başlaması manasında. Valkyrie ise yine İskandinav mitolojimizde Odin'in yardımcılarına verilen isim. Bunlar böyle ölen savaşçıların ruhlarını Valhalla'ya öte dünyaya taşıyan, kanatlı atlarına binen kadınlar. Thor'u Loki'yi Odin'i Asgard'ı biliyorsunuz artık onlara girmiyorum.
ver ordan led zeppelin'i karşiim cıstak cıstak
what the ragnarok! vat is heppıning?! diyorsunuz değil mi?
Thor: Ragnarok artık ismini taşıyan üç film içinde ilk film - Thor(2011) - gibi bir noktada hemen hemen. Ama sıkıntı ötesi ikinci filmden - Thor:The Dark World(2013) - kesinlikle iyi. Hatta bence ilk film en iyisiydi ya. Valla. Böyle yeni bir şey görüyorduk, eğlenceli bir şey, değişik bir teması vardı o ilk filmin. Ragnarok'ta da o eğlence hissi devam ediyor. Hem de -bence-en dikkate değer kötülerden birini hikayesinde taşımasına rağmen. Açıkçası ben bayıldım Cate Blanchett'in Hela haline. Hela, matematiksel olarak baktığınızda oldukça efektif bir kötü. Önüne gelen ne varsa saniye sektirmeden çat çut ediyor. Onunla aşık atmakta baya zorlanıyor bizim Asgardlılarımız. Dahası koca bir dünyanın - Asgard'ın - yıkılışını izliyoruz ama tüm bunlara rağmen film öylesine eğlenceli ve parlak ki, bittiğinde hem eğlenmekten keyif almaktan hem de izlediklerinizin doyuruculuğundan yorgun düşmüş oluyorsunuz. Ama bu güzel bir yorgunluk. Böyle ohh be ne güzel dövüş-mücadele-savaş sahneleri izledim yorgunluğu. Ve yine tabi GoTG ile zirve yapmış müziklerin kullanımı mevzuunun Thor uyarlamasının güzelliğiyle gelen o mutluluk. Bu sefer film için de tıpkı GoTG'de olduğu gibi bir dönem teması seçmişler mesela. Bir 70ler 80ler elektro-disko havası içinde film. Ki bence bu da güzel bir durum olmuş.
Hela Helaaa hey hey hey
işte bunlar görmek istediğimiz çizgi romanlar
Demem o ki bu acayip eğlenceli bir Marvel filmi. Thor külliyatının da ortalaması. Neyse ben eksiklerime devam edeyim, daha Ant-Man ile Spider Man:Homecoming'i izleyeceğim.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...