22 Ağustos 2017 Salı

Ağustosta Ankara Gezisi - 2

Önceki hafta sonu yaptığım - baya tehlikeli ve heyecanlı hale dönen - Ankara gezimden şurada bahsetmiştim. Sonunda da o kadar saçma ortamlara bir daha düşmemek adına bir daha da gezemem herhalde demiştim. Ama ev bu, insanı boğuyor, eh üstüne işsizlik güçsüzlük yalnızlık da eklenince bu hafta sonu da harita üzerinde işaretlediğim yerlerden birkaç tanesine daha uğrayabilir miyim acaba diyerek fırladım evden.
Pazar günü yine güneş, yine 30 derecenin üstünde ısıtırken öğleden sonra çıktım ve yine saat 2 buçuk civarında kendimi Sıhhiye'deki Adalet Sarayı'nın önünde buldum. Planım önce Etnografya Müzesi'ni, ardından Resim ve Heykel Müzesi'ni ziyaret ettikten sonra Vakıf Eserleri Müzesi'ne de uğrayıp, Gençlik Parkı'nın yanından otobüse binerek eve geri dönmekti. Üç müzenin de açılış kapanış saatlerini, günlerini falan kontrol etmeden gittim tabi, kafamda kabaca diyorum ki bir-bir buçuk saat ayırsam hepsine, saat 6-7 gibi kapansalar, herhalde yapabilirim. Adliyenin önündeki üst geçitten geçip, Kızılay Sokak'a daldım hemen. Burada karşınıza ilk Türk Tarih Kurumu çıkıyor ki kütüphanesinde önceki sene günleeer günleeer geçirdiğim için pek severim. Kurumun girişi Kızılay Sokak üzerinde ama ilk sola, Türkocağı Sokağı'na dalıp, az biraz ilerlediğinizde önce kütüphanenin girişi beliriyor sonra da kitap satış yerinin. Öyle güzel bir yer burası. Neyse o günkü hedefim müzeler olduğu için kendimi tutup, ilerlemeye devam ettim Türkocağı'nda. Bu sokakta ilerlerken manzara şu tabi bilmeyenler için anlatayım. Sağınızda hastanenin kafesi, girişi, acili, hastaneye gelenler, gidenler. Solunuzda TTK'yı geçtikten sonra ise önce Ankara Lisesi, sonra nihayet müzenin girişi. Biraz yürüyorsunuz tabi müze girişine ulaşabilmek için. Ben hemen karşıma çıkacak zannetmiştim.
Etnografya Müzesi
Ankara'da büyüyen her çocuk gibi buraya da okul gezisiyle geldiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Ama sadece Etnografya diye hatırlıyorum ki orası bile hiç kalmamış aklımda. Resim ve Heykel'e herhalde amaan ne olacak gezdireceğiz de nasıl olsa hiç birisi sanatçı olmayacak (olmasın hatta) kafasıyla gezdirmeye tenezzül bile etmemişler miydi yoksa benim üniversitenden önceki herşeyi silmeye meyilli beynim siliverdi de ilkokul-ortaokul öğretmenlerimin günahını mı alıyorum bu noktada, tabi artık kısmet. O yüzden gayet bodoslama gittim bu iki müzeye. Türkocağı Sokağı'ndaki giriş bir araba girişi ve bir araba çıkışından oluşuyor. Tabi yanıbaşında bulduğunuz aralıktan yaya olarak girebiliyor çıkabiliyorsunuz. Başka giriş yeri var mı ayrıca diye bakındım ama tam göremesem de sanırım bu sokağın Talat Paşa Bulvarı'na bağlandığı kısımda Resim ve Heykel'in diğer tarafına açılan bir kapı daha var ama gidip denemek lazım. Neyse bu sokaktaki kapıdan girerken ben hemen girişteki camlı kısımda olan görevlilerin oraya yanaşıp, dedim müzeye geldim. Gayet yardımsever bir biçimde açıklama yaptı görevli, solda Etnografya sağda da Resim ve Heykel Müzesi var, kartınızı girişte kontrol edecekler dedi. Tabi ben gene bodoslama gittiğimden önce Etnografya'ya yöneldim. Ama bu noktada belirtmem gereken bir detay: Resim Heykel 5'te kapanırken, Etno 7'de kapanıyor. Yani benim gibi sayılı zamanınız varsa önce Resim Heykel'e girmek daha mantıklı. Bir de Etno'da giriş ücreti (ya da müzekart) kontrolü varken Resim Heykel ücretsiz. İki müze de her gün açık. Tabi bu saatler yaz tarifesi. Kış için Etno'da 5 buçuk yazıyordu mesela.
ama ne heykel be!
Etnografya Müzesi'ne doğru yürüdüğünüzde önce karşınıza kocaman bir Ankara manzarası ve ona doğru yönelmiş, at üstünde heybetli bir Atatürk heykeli çıkıyor. Bu heykel hakikaten güzel. Ve bu ortam, bu manzara,...gözlerinizi nihayet heykelden alabildiğinizde şöyle bir arkanıza dönüyorsunuz ve bam! o nasıl bir binadır o ne muazzam güzellikte bir mimaridir...diye kalakalıyorsunuz. Çünkü burası Ankara, dünyada ne kadar yer gezmiş ne yapılar görmüş olursanız olun bu şehirdeki nalet görüntünün arasında bu kadarcık bir şey bile görünce neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz.
Merdivenlerle çıkılan girişinden geçtiğinizde önce bir avlu karşılıyor. Bu avlunun iki yanında sıralanmış sergi odaları var. Ama bu avlunun bir özelliği var ki binaya girdiğiniz anda karşınızda beliriyor: Burası Anıtkabir yapılana kadar Atatürk'ün naaşının durduğu yer. Şimdi de sembolik bir kabir olarak korunuyor.
Girişin sağında hemen görevlilerin yeri var. Oradan girişi biletinizi alabiliyor ya da müzekartınızı okutabiliyorsunuz. Ben broşür sordum o noktada ve görevliler arkadan çıkarıp verdi. Normalde yolunuzun üstünde bir yerde durmuyor, sormanız gerekiyor. Ardından hemen sağdaki ilk koridora dalıyorsunuz ve çılgınca saatler başlıyor :) Çünkü bu müzedeki eserler, konular çok güzel. Çok eğlenceli, çok bilgi ve kültür barındırıyor. Nihan'la NY'da kızılderili eserlerinin olduğu müzeye girdiğimiz zaman geldi aklıma Etnografya'da dolanırken. Oradaki gibi kültür bombardımanına uğramış gibi oldum çünkü. Broşürde Selçuklu döneminden günümüze Türk sanatının eserlerini barındırıyor diyor ama sergileri gezdikçe birçok değişik şey görebiliyorsunuz. Tabi bu belirtilen döneme hiç hakim değilim, o yüzden çok da laf etmesem yerinde olur. Yalnız her şeyin fotoğrafını çekmemek için kendimi zor tuttum. Çektiğim milyonlarca fotoğraftan az birazını size göstermeye çalışacağım aşağıda falan.
yalnız mankenler bir ilginç: en soldaki damat tıraşına bu ifadeyle bakan çocuk mesela ya da ortadaki mankenin saçının ürkünçlüğü ve hatta göz için delik açılmayan zırhıyla savaşçımız :p

düşünsenize havlu niyetine kullanılıyormuş bunlar

peki ya böyle bir sahneye biscolata erkeği mankeni oturtmak?!



sünnet odası. yalnız odanın tümden dekorasyonu, herşeyin ahşap olması...ah ahhh...




ama nolur sanki ben de bir gidebilsem şunların kursuna bir öğrensem ne olur

müzede dedim ya selçuklu'dan başlıyor diyor diye, böyle iki tane esere rastladım uygurlar'dan. yalnız o ne çirkin surat öyle yahu.



Gezmeye başladığınız ilk koridorda önce kültürel sergiler var. Türk kültürüne ait yöresel giysiler, sünnet odası, gelin odası, damadın berbere gidişi, kına yakılışı vb. gelenekler cansız mankenlerle falan oluşturulmuş, gayet başarılı. Bunların ardından materyal bazında sergiler gelmeye başlıyor. Madeni eserler, cam eserler, ahşap eserler gibi. Bu arada avlunun bir tarafındaki koridoru bitirip sembolik kabrin önünden geçip diğer koridora giriyorsunuz. Bir de ahşap eserler olağanüstü, demiş miydim? Silahlar kısmının ise tadı damağımda kaldı desem yeridir. Tüm müzeyi gezip bitirdiğinizde yalnız fark ediyorsunuz ki burası biraz ufak. Yani bir dolu malzeme görmüş, bir dolu çılgınca bilgi almış oluyorsunuz ama müze anlamında, ufak.
Etno'dan çıkıp, Resim ve Heykel'e bir iki dakikalık yürüme mesafesiyle ulaşılıyor. Aynı bahçe içindeler. Bu arada Etno'nun binasının kendi bahçesi içinde, etrafında yani binanın sanırım eski mezarlar var, mezar taşlarını şöyle bir gördüm ama en son çıkarken aklıma geldiği için incelemeyi unuttum ya da sorgulamayı. Orayı da görebiliyor muyuz, onlar nelerdir, bir dahakine gidersem umarım, soracağım görevlilere.
heyt bea! Resim ve Heykel Müzesi
Resim ve Heykel Müzesi deyince aklıma bu binanın da ağaçların arasına saklanmış alçakgönüllü güzelliği geliyor. "Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin içinde yer aldığı yapı, Namazgâh Tepesi’nde Yüksek Mimar-Mühendis Arif Hikmet Koyunoğlu (1888-1982) tarafından inşa edilmiştir. “I. Ulusal Mimarlık Dönemi”nin en güzel örneklerinden olan yapı Türk Ocakları merkez binası olarak projelendirilmiştir. Türk Ocakları, II. Meşrutiyet’ten sonra kurulmuş olup Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen, Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet yönetiminin erdemlerini kültürel yolla halka yayan, devletten yardım alan kuruluşlardı." diyor web sitesinde. Yine merdivenlerle çıktığınız girişinden geçtiğinizde yine bir görevli kısmı beliriyor bu sefer sol tarafınızda. Burada da broşür sordum ama kalmamıştı. Yukarıya çıkan merdivenleri gösterip, burada gezmeye başlıyorsunuz dediler. Yalnız içeriye girince o merdivenleri falan görünce insan bir kendini değişik hissetmeye başlıyor. Öyle bir bina ki sanki bir filmin içindeymişsiniz gibi. Bir de geçen yıl boyunca falan gezdiğim müzelerin hepsinde insan seliyle gezdiğim için buraları böyle tek başıma dolaşırken binayı tamamen kendime ayırıp, hayal kurabiliyordum. Yalnız Etno daha kalabalıktı, Resim Heykel sonradan biraz biraz kalabalıklaştı. Neyse ne diyordum, merdivenler. Merdivenlerden üst kata çıktım ve oradaki görevli de sol tarafı gösterip, buradan başlıyorsunuz dedi. Bu arada daha merdivenlerden çıkarken iki yanda vazolar ve duvarlarda tablolar belirmeye başlıyor.
Üst katta odaları dolaşmaya başladığınızda bol bol tablolar ve aralara serpiştirilmiş birkaç heykelle karşılaşıyorsunuz. Sağ kanatta geniş bir salonda Atatürk'ün misafirleri ağırladığı salondaki eşyalar ve diğer eşyaları görebiliyorsunuz ki hepsi çok güzeldi.



(Yukarıdakiler benim en beğendiklerim)

Tablolar ise benim hiç mi hiç bilmediğim, adeta fransızı olduğum Türk sanatçıların eserleri. Görebildiğim kadarıyla 1800lerden günümüze tarihlendirilen eserler. İtalya'da ve diğer birkaç ülkede daha gezdiğim bir dolu resim ve heykel barındıran müzeden sonra kendimce bir sanat zevkim olduğunu fark ettim. Etmiştim yani baya oluyor, burayı gezerken de iyice eserleri ayırt ettiğimi fark ettim ayrıca. Buradaki eserlerin de çoğunluğu bana çok zevk veren eserler değildi mesela. Resim konusunda teorik bilgim nerdeyse hiç yok denecek kadar az, bu yüzden nasıl ifade edeceğim bilemiyorum. Sadece arkadaşlarıma da anlatırken dediğim gibi söyleyeceğim sanırım. Bazı resimlerde, heykellerde bir şeyler beni rahatsız ediyor görür görmez. Bir yerime dokunuyorlar beynimde, bir şeyleri tetikliyorlar belki de. O yüzden bazılarını hiç beğenmiyorum, bazılarını görmeye bile dayanamıyorum. Ama bazen de bazılarına baktıkça bakasım geliyor ki tüm bu duygularım iyi de olsalar kötü de bu resimleri ortaya çıkaran sanatçıların aslında hedefledikleri şeyi yaptıklarını, bir şeyleri başardıklarını gösteriyor diye düşünüyorum. Sonuçta misal Floransa'da Galleria'yı ve Uffizi'yi gezerken Cey'in hayran kaldığı renkler beni aşırı rahatsız etmişti.
Üst katta bu şekilde yine orta koridorun iki yanında kalan odalardaki eserleri geziyorsunuz bu müzede. Birçok kapı mühürlüydü ben gezerken. Başka bir dolu eser ve sergi var sanırım ama zamanları mı var artık, çalışma mı var, ben bilemem. O yüzden bir dolu eser görmüş olsanız da burası da yine ufacık geliyor, müze olarak. Ha bir de merdivenlerden indikten sonra giriş katta sağda bir geniş salon var, orada da eserler var ve gezilebiliyordu ben gittiğimde. O kadar.
Müzelerin bahçesinde bir de birkaç merdiven aşağıda müze kafe var ama ben oradaki tuvaleti kullanırken yalnızca birkaç masa ve onlara dayanmış sandalyeler vardı. Kafe tam neresi, kafe nedir, bir doğru düzgün bakmak lazım.
Yine girdiğim yerden geri Türkocağı Sokağı'na çıktım saatim 5 buçuğa doğru ilerlerken. Devam edip Talat Paşa Bulvarı'na çıktım. Burayı kesen Atatürk Bulvarı üzerinde biraz daha ilerleyince Vakıf Eserleri Müzesi'ne çıktım. Ama önü arkası sağı solu her bir yanı inşaat toz duman taş. Müzeye kilometrelerce öteden zar zor bakabiliyorsunuz. Zaten şansıma cumartesi-pazar kapalıymış. O yüzden bu günlük Ankara gezimin bu ayağını bitirip, planladığım gibi Gençlik Parkı'nın yanından, devlet tiyatrolarının karşısından otobüse binip, eve geri döndüm.
En azından bu gezide güvenliğimden çok endişe edecek hale gelmedim. Buna da şükür. Hem o Etnografya Müzesi'nde gördüklerim, okuduğum bilgiler, neydi onlar öyle ya :)

20 Ağustos 2017 Pazar

saçmalamasam da mı saçmalasam

Çok saçma günler geçirmeye devam ediyorum. Çılgınca - hunharca - iş arıyorum. Meşguliyet anlamında iş değil tabi, düzenli para getirisi olacak iş. Aslında iş istemiyorum, onca yıl onca deneyim onca mücadeleden sonra bile hala kafamın içinde aynı şey yankılanıyor "bilgisayar mühendisi olmak istemiyorum". Ama o "bilgisayar mühendisi" olarak iş arıyorum şimdi, mecburen. Çünkü her ay cebime belli bir para girmeyince hayal de kuramıyorum plan da yapamıyorum, yani ya-şa-ya-mı-yo-rum. Hayatım uzunca bir bekleyişe dönüştü resmen. Bir şeyler olmasını bekleyerek, stand-by'a almışım gibi. Tüm yaşamsal işlevlerimi en aza indirgeyip, bekliyormuşum gibi. Hayatımın geri kalanına dair bir düşünce oluşturamıyorum. Bunu anlayabiliyor musunuz? Gerçekten anlayabiliyor musunuz? Yani öğrenciyseniz kafanızda en azından okulun biteceğine dair bir düşünce vardır ya da bu sene de bitmeyeceğine dair. Çalışıyorsanız en azından yıllık izninizin tarihleri bellidir, gün sayıyorsunuzdur. Hepinizin en azından bir gün sonrası, bir ay sonrası falan için bir düşünce kırıntısı vardır yani kafanızda. Şu telefonumu değiştireyim gelecek aya diyorsunuzdur, şu tarihlerde haftasonu şu ülkeye gideyim diyorsunuzdur, arabayı değiştireyim bu çocuklarla yetmiyor falan diyorsunuzdur. En basiti açıp, netten ona buna bakıyorsunuzdur, biletlere, yeni basımı yapılan kitaplara, kurslara, eşyalara,...Açıp öyle saatlerce inceliyorsunuzdur mesela. Ama ben yapamıyorum. Demeye çalıştığım bu. Ben artık hiçbir şeye bakamıyorum. Çünkü elimde hiçbir umut yok. Ne zaman o bakacağım şeyleri alabileceğimi veya o deneyimleri yaşayabileceğimi bilmiyorum çünkü ne zaman elimde para olacak bilmiyorum. Dahası elime para geçmesinin tek yolunun "bilgisayar mühendisi" olarak iş bulmam olduğu gerçeği her gün bu bilgisayarın başında yüzüme yüzüme vuruyor, çünkü başka hiçbir meziyetim, başarım, çıkış yolum yok.
Evveet blog yazısı başına düşen yakınma, çemkirme, kendine acıma, lanet etme görevimi de yerine getirdiğime göre devam edebilirim.
O yüzden yurtiçi-yurtdışı ne kadar iş bulma sitesi varsa hepsinde ne kadar "education" bölümü bana uyan yer varsa, "apply" ettim gitti. Uluslararası iş bulma siteleri, uzakdoğu ülkeleri genelinde iş bulma siteleri, secretcv.com, indeed, neuvoo, jobrapido, uncareer, upwork, ab-ilan, workhere, workingin, goinglobal, monster, adecco, kariyer.net...hepsinde tonlarca yere başvurdum şu son bir ayda. Dahası memurlar.net'e ilan düşüyor mu diye tetikteyim her gün. Ama hemşire olmadığım sürece şu sıra devlet kurumları beni işe almıyor. Ve sıkı durun, kimse aramadı. Tek bir yerden bile geri dönüş olmadı. Kimse beni istemiyor. Elimde - evet nefret ettiğim - bir bilgisayar mühendisliği diploması ve 4 yıla yakın bir networkçülük deneyimi var ama bir tane yer bile hımm durun bir çağıralım konuşalım bile demedi. Ulan Kamboçya'ya bile başvurdum ya. Gidilecek yerler listemin üç numarası olan ülkeye, bakın GİDİLECEK yani GEZİLECEK. Ama yaşanmayacak. Öyle bir durumdayım.
Bu durumda olunca da insan kendini tamamen gerçeklikten koparmaya çalışıyor. Çalışmıyor da daha doğrusu öylece kendiliğinden oluveriyor. Farkında olmadan vıjııııt gerçeklikten kayıp, kopmuşsunuz. Benimkisi şöyle başladı:
Önce geçen sene gene bu zamanlarda, hem ikinci yeğenin doğumu yaklaşıyor diye full-time hamile gelini destekleme görevimdeyim hem de eylülün başında atlayıp Roma'ya gideceğim ohh belki 6 aylığına kurtulurum tüm şu ortamdan diye gün sayarken, abimlerde kalıyorum ya geceleri nihayet büyük yeğen uyuduğunda kanepeye uzanıp kendimi ayırabildiğim - uyumadan önceki - o bir saatte napayım, ne edeyim, kafamı nasıl kuma gömeyim derken...bu cümle hiç bitmiyor gibi geldi değil mi? Evet farkındayım, yani değilim aslında o yüzden o kadar uzuyor cümlelerim de neyse okuyana eziyet ediyorum biliyorum o yüzden aralara nokta koyacağım, tamam. Açtım bir güney kore dizisi izleyeyim dedim. Daha önce hiç izlememiştim. İzlemeyi dahi düşünmemiştim. Çünkü - bakın burada çok aşırı dürüst itiraflar geliyor - ben yüzümü tamamen batıya dönmüş, öyle mutlu mesut yaşıyordum. Kendini hoşgörülü olarak tanımlayıp da sonra avrupa'da amerika'da birkaç hafta geçirdikten sonra en koyu ırkçı kıvamına gelen insandım ama olsun. Annemin de dediği gibi çıktığı yeri beğenmeyip, cevizin kovuğuna laf ediyordum. Bir dakika bu çok saçma oldu, annem böyle dememiştir, nasıldı ki bu laf? Her neyse, öyle bir durum işte. Yetiştiğim ülkeye, aileye, kültüre bakmıyordum da seyahatlerde denk geldikçe Hintliler'e, Meksikalılar'a, Çinliler'e falan laf ediyordum. Evet Meksika bize göre batıda ama ana fikri kaptınız.
Eh yani yalan söyleyemeyeceğim, aç tavuk kendini Londra sokaklarında Cumberbatch'le koşuyor zannediyor. Doğduğumdan beri yüksek dozda amerikan filmi, dizisine; eve bilgisayar internet girdiğinden beridir de Britanya'ya maruz kaldığımdan mütevellit durumum açıktı. Bir de öyle hoşuma gitmiş bir kere ne yapayım? Xena'da bile - ben küçükken ve tvden izlerken - Yunan mitolojisine bezenmiş bölümleri severek izlerken Xena'nın Hint mitolojisine Uzakdoğu mitolojisine daldığı bölümlerde bitse de gitsek derdim. Sevemedim o tarafları bir türlü. Onca yıl çılgınlar gibi okurken bile elim hiç gitmedi o taraflarla ilgili şeylere. Çin, Japon, Kore, Hindistan, Endonezya ve diğerleri, hatta Rusya bile hiiiç ilgimi çekmedi.
Kore dizileri de aynı sebeple hiç çekici gelmemişti. Bir de zaten kimseyi birbirinden ayırt edemiyordum ki posterlere, fragmanlara bakınca. İsimleri öğrenemiyordum. En kötüsü de evet sevgili romalılar yurttaşlar vatandaşlar! ben altyazı okumaktan nefret ediyormuşum ya! Bunca yıldır tabi unutmuşum eskiden ne zorluklarla izlediğimi tüm o filmleri dizileri. İngilizce'yi artık altyazıya ihtiyaç duymadan halledince insan unutuveriyormuş o halini. Dilini zerre anlamadığınız bir şey izlemek o kadar sinir bozucuymuş ki (Hayır bu pek yüzeysel hikayeciniz kesinlikle avrupa sinemasına da bakmaz, kesinlikle). Altyazılardan nefret ediyorum evet, çünkü ben her durumda yazıya odaklanıyorum. Yolda giderken, tv izlerken gözlerim hep bir yazı varsa ona odaklanıyor, görüntü gidiyor. Görüntülerin hiçbir önemi kalmıyor, ben yazılarda oluyorum hep. Şehirlerarası otobüs yolculuklarını bu yüzden severim mesela. O şehirlerin ilçelerin arasındaki ıssız yollarda hiçbir yazı olmaz, gönül rahatlığıyla manzarayı izleyebilirim.
Ama asıl noktaya geri dönersem, açıp izlemeye başladım. Bunca zamandır kore dizileri izleyen yazan blogları takip ediyordum. Yani diğer yazılarından ötürü takip etmeye başlamıştım ama kore dizi yazıları çıktıkça da resimlere müziklere falan bakıyor, okuyordum. O yüzden yine açtım onlardan yardım aldım. Tavsiye listelerindeki posterlere göz gezdirmeye başladım.
Normalde şu yandaki resmi görünce arkama bakmadan kaçmam gerekirdi (çünkü nefret ettiğim şeylerden bir diğeri-->hamileler) ama bu iki insanın resimden bile fışkıran nasıl bir enerjisi varsa artık, kendime engel olamadım. Sanki gerçekte de çok ama çok iyi insanlarmış gibi. Bilemem tabi. Belki harbiden süper oyunculardır, insana bir posterden bile böylesine duygular geçirebiliyorlardır. Açtım izlemeye başladım o gecelerde "Fated to Love You" dizisini. Dizi 2 temmuz-4 eylül 2014 arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış Güney Kore'de. Orijinali Tayvan'danmış, 2008'de 24 bölümlük bir Tayvan yapımı diziymiş. Tabi ben o zamanlar bunları bilmiyorum. Gayet masum bir şekilde açtım izliyorum. İlk başlarda hakikaten çok acayipti. Güzellik falan anlamında acayip demiyorum, acayiplik anlamında acayip diyorum. Bunca yıl izlediğim ingilizce yapımlardan sonra ulan ben nereye düştüm dedim. Herkes birbirine bağırıyor. Kimin kime seslendiğini anlayamıyorum çünkü isimleri bir tuhaf söylüyorlar. Kadınlar normal görünüyor da erkeklerin saçları falan hep bir tuhaf, ne o öyle saçma sapan. Eve girince ayaklarına ince terlikler geçiriyorlar otellerde olanlardan. Ulan o terlikler ne?! Allah sizi kahretmesin niye terlik giyiyorsunuz! Dizi bu be, ayakkabıyla giriverin eve işte! Adam sırım gibi olmuş çekmiş takımı üstüne, eve bir giriyor tıss tıss sürüyerek terlikle dolaşıyor. Allahım ben ne izliyorum böyle?! Hele bir yemek yiyişleri var ki...En narin insan bile öküze dönüşüyor yemek yerken. Hayır sokakta, evimizde hepimiz öyle olabiliriz ama dizi bu be! Azıcık insan gibi yiyin! Bir de ne yedikleri belli değil öyle eciş bücüş, haldur huldur şapırdatarak hüpleterek yiyorlar!
Yeminle kafayı yiyecektim izlerken. Böyle detaylara takılıp durdum. İlk defa görüyordum çünkü. Bünyem kabul etmiyordu. Haa ama yiğidi öldür hakkını ver, hikaye çok iyi gidiyordu. Yani acayip eğlenceliydi. Absürttü ki hiç sevmem normalde ama eğlenceliydi. Bir 5 bölüm içinde ben çılgınca mutlu olmaya başlamıştım izlediğime. Günümün artık en güzel dakikaları diziyi izlerken geçirdiğim dakikalardı. Başroldeki Jang Na-Ra ve Jang Hyuk hakikaten boyunlarına atlanıp, sevilesi insanlardı. Tabi Choi Jin-Hyuk da ayrı bir güzellik. Dizi hakkında güzel bir inceleme yazmayı planlıyorum o yüzden şimdi kısa keseceğim ama diyeceğim o ki ilk 10 bölüm çok mutluydum. İyi ki izlemeye başlamışım ulan, oh ne de iyi yaptım aferin bana diye dolanıyordum. Ama sonra bir noktada bastılar dramı, bastılar gözyaşını. Gece gece yeğen uyanmasın diye yastıklara yastıklara mı ağlamadım, allahım bunlar ne büyük acılaaaaar diye gözyaşlarımı içime içime mi akıtmadım...Çok pis vurmuştu hikaye. Hayır bir de ne olduğunu anlamamıştım, her şey çok eğlenceliydi ne ara o kadar dram olduk, ben ne ara Lee Gun'ı gördükçe kafa kafaya verip ahhh abiciiiim diye ağlamaya başlamıştık anlayamamıştım. Ama neyse ki sonunda her şey düzeldi, musmutlu, bol Lee Gun kahkahalı bir final yaptı da ben de ilk Güney Kore dizisi tecrübemden kocaman bir sırıtışla ayrıldım.
Sonra tabi kazıdır, doğumdur, Roma'dır, geri dönüştür, iş aramasıdır derken benim aklıma hiç gelmedi başka kore dizisi izleyeyim. Aklımın ucuna bile gelmedi. Ama işte bağışıklık sisteminizin çökmesini bekliyor böyle şeyler. Buradaki bağışıklık sistemi mecazen, hani ruhsal savunmanın düşmesi durumu. Kafaca çöktün mü yani, o zaman sarıyorsun bunlara. Geçen aydı sanırım, bu defa yine dedim açayım izleyeyim bir tane. İlk izlediğim pek keyifli, eğlenceliydi nasıl olsa. Gene öyledir herhalde. Tamam arada küçük emrah'a bağlamıştı ama bu sefer hazırlıklıyım böyle bir duruma diye kendi kendime düşünüyordum. Yine açtım o listeleri, posterlere göz atarken bu sefer de şunlara rastladım:

Aman yarabbi bunlar ne kadar sevimli insanlardı böyle? Hem hikaye de tam bana göreydi. 20lerinde insanlar yok, lise çocukları yok. Tam da o an ihtiyacım olan şeydi bu hikaye. İçinde bulunduğum çıkmazda bana iyi gelebilecek bir şeydi. Valla ne yalan söyleyeyim "A Gentleman's Dignity" bence evrenin bir hediyesiydi bana. Öyle görüyorum ben şimdi geriye dönüp bakınca. Kafayı yememe, kendimi balkondan atmama, bıçaklamama engel olabilecek bir şeydi ve hoop diye önüme geldi. Çok ama çok sevdim. İnanılmaz sevdim. Bu hikayeyi yazana, bu hikayeyi böylesine canlandıranlara, o kahramanları sanki benim için özel olarak ete kemiğe büründürmüşçesine oynayan oyuncularına...Ne bileyim be çocuklar, çok sevdim. (Yine bu diziyi de yazacağım.)
Tabi ben bu gazla dedim izlerim ben kore dizileri ne olacak? Gerçi bir yandan da elim gitmiyordu, bu diziden sonra dünya üstünde artık hiçbir şey beni mutlu edemez diye burun kıvırıyordum. Ama olacağın önüne geçilemiyormuş. Lachesis, Clotho ve Atropos iplikleri eğip, bükerken bana da sadece izlemek kalıyormuş.
"Moon Lovers (Scarlet Heart:Ryeo)" işte böyle Mirelerin iplikleriyle çıktı belki de önüme. Yine posteri görünce bir vaay demiştim ama beni asıl çeken hikayesiydi. Outlander'a hasta bünyeye bir parmak bal çalıyor gibi görünüyordu. Hem de tarihiydi, Kore tarihi hakkında bilgim sıfırdı, iyi olur diye düşündüm. Açtım izlemeye başladım. İnanılmaz bir şekilde kaptırıp gittim. Yani nasıl izlediğinizi, zamanın nasıl geçtiğini falan anlayamazsınız ya. Ya da tamamen gerçeklikten kopar, bedeninizi terk etmiş gibi olursunuz ya. Aynen öyle oldu izlerken. Beni çekti içine, at üstünde dört nala, gitti. Neye uğradığımı şaşırdım. Nefes almayı falan unuttuğum oldu. Hikaye manyak gidiyordu, oyuncular şahaneydi (başroldeki minik kızımız hariç, o baya bir rahatsız etti önceleri), çekimler inanılmazdı. Tablo gibi görüntüler, en can alıcı şekilde sahneyi dolduran müzikler, durdurup tekrar tekrar izlediğim aksiyon sahneleri...Her bir sahneyi birkaç defa tekrarlamam gerekti çünkü her defasında bir diğer oyuncunun rol kesişine bakıp, ağzım açık kalıyordum. Böyle bir şey olabilir miydi ya?! İnadına yapar gibi bir de her bölümü en deli yerinde kesmiyorlar mıydı, bir bölüm daha bir bölüm daha derken kendimi uzay boşluğunda buluyordum. Ama en kötüsü, en en en kötüsü, bir finalle olduğum yere çivilendim ki...Moon Lovers beni çok pis vurdu.
Hala kendime gelemedim. Gelemiyorum. Başka bir şey izleyemiyorum. The Defenders'ın 8 bölümü de önümde, öylece duruyorum. Basamıyorum izle yerine. Zombi gibi oldum, etrafımda dizideki karakterlerle dolaşıyorum. Belki değişik bir şekilde görürsem gerçeklik algım geri gelir diye başroldeki Lee Joon Gi'nin yeni dizisi izliyorum, "Criminal Minds". Amerikan yapımının oldukça sadık bir kore versiyonu. Ama işe yaramıyor. Şu şarkının ilk notalarını duymam bile hönkürerek ağlamama yetiyor. 


EXO'nun For You şarkısını mırıldanıp duruyorum (https://youtu.be/JvjWy4saR08 bu soundtrack versiyonu), Lee Hi'ın My Love şarkısını duyunca ıslanıyormuşum gibi hissediyorum (https://youtu.be/qvOUv74aS4U).



Bu yukarıdakini zaten dinlemekten paslandırdım herhalde. Hem de telefonumun melodisi artık bu.
Hayır tamam diziyi izlemek beni lanet hayatımdan kopardı, gerçekliğimle oynadı falan ama bu sefer de içine attığı gerçeklik daha da tüketici, daha da yiyip bitirici oldu. A Gentleman's Dignity gibi yapmadı, resmen alıp eliyle savurdu beni Moon Lovers. Bilmiyorum ya da çok savunmasız yakaladı. Normal bir durumda bu kadar etkilenmeyebilirdim belki. Ama böyle çok pis koydu.
Şimdi bunu düzeltmek için uğraştıkça daha çok battım bu kore batağına. Hikayeden kendimi çıkarabilmek için oyuncuların üstüne gideyim dedim. İşte gerçek hallerini, videolarını falan görürsem kafam düzelir belki diye. Ya da başka başka kore dizilerine bakarsam falan. Daha doğrusu hep yaptığım gibi Bene Gesserit mantrama sarıldım, “I must not fear. Fear is the mind-killer. Fear is the little-death that brings total obliteration. I will face my fear. I will permit it to pass over me and through me. And when it has gone past I will turn the inner eye to see its path. Where the fear has gone there will be nothing. Only I will remain.” diye tekrarlaya tekrarlaya açtım videoları, dizi sitelerini. Gönül tavsiye etti diye açtım "Secret Garden"ı, bir bölüm izledim, olmadı. Herkesin listesinde tavsiye ettiği "Goblin"i açtım sonra, iki bölüm izledim, olmadı. Normal zamanda gayet de izlenebilir gelebilirdi bu diziler ya da pek de severek izleyebilirdim. Ama kafamın içinde devamlı yankılanan dat dara daara dara dat daram...Açtım haberlere, videolara falan daldım. Ulan ne ülkeymiş bu, diziler, müzik sektörü, filmler,...Resmen bir batağın içine düşmüşüm. Hayır yani ben Marvel dizileri izleyip, İskandinav erkeklerini takdir eden bir insandım. Ne oldu bana?! Neyim var benim?! Ortaokulda Backstreet Boys çılgını olduğum halimden bile saçma hissediyorum kendimi, EXO ne lan?! Futbol takımı kadrosu gibi boy band mi olur? Bir de bunlar kendi içinde de gruplaşıyormuş bilmem ne?! Vay anasını 30 yaşında düştüğüm durumlara bak. Bir de arada denedim, denemedim değil, açtım Suicide Squad'ı izledim belki beni çeker alır bu bataktan  kendime getirir diye. Ama o da ne salak ne rezil ne lanet bir çıkmasın mı? Hoop düş geri gene batağa.
Hayır süper lig başladı, serie a, la liga, bundesliga başladı. Maçlara bakarken bile kafamda aşağıdaki çalıyor. Insigne pas veriyor, ben higher plaaaaaneeeee diye bağırıyorum.



Çok saçma bir haldeyim, çok.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Ağustosta Ankara Gezisi

Dedim ben ne yapıyorum? Evde bilgisayar başında kafayı yiyeceğim. Sıcakmış, hava 40 dereceymiş, insanlar çok tehlikeliymiş bunları kendime bahane olarak sunup, oturuyorum. Dedim çık dışarı. E ne yapacağım? Dünyayı dolaşamıyorsan en azından şu tıkılı kaldığın kenti iyice keşfet. Ancak ondan sonra oturduğun noktaya geri dönüp, Gönül rahatlığıyla Ankara'ya çemkirmeye devam edebilirsin. Dedim.
O yüzden şöyle en çabuğundan bir harita hazırladım aşağıda gördüğünüz gibi. Çekmecelerin en dibinden de emektar Fuji'mi çıkardım, bakımını ettim, yeni piller aldım, hafıza kartını buldum, bir güzel yerleştirdim çantama. İçine konan sıvının ısısını hiç sektirmeden dışarının ısısına ayarlayıveren saçma sapan matarama da suyumu, ne olur ne olmaz diye de kahvaltıda fazladan aldığım cevizli poğaça ve tahinli çörek paketini attıktan sonra sırtıma, koyuldum yola.

Öğleden sonra iki gibi Gençlik Parkı'nın devlet tiyatrolarına bakan tarafındaki durakta olduğum için planım kabaca Atatürk Bulvarı üzerinden önce PTT Pul Müzesi, Ziraat Bankası Müzesi, Ulus Atatürk Heykeli'ni görüp, Anafartalar'a sarıp Julianus Sütunu-Hacı Bayram-Augustus Tapınağı yaptıktan sonra vakit olursa Çankırı Caddesi'nde ilerleyip Roma Hamamı'nı görmek ve belki aşağı otobüs durağıma giderken yolumun üzerinde yer alacak I. ve II.TBMM binalarını ziyaret etmekti. Evet farkındayım çok ütopik bir plan olmuş o saat için ama o an şevkliydim, gayet gazımı almış yaparım ben yaparım diye yürümeye başlamıştım.
Ama tabi bir hışımla attığım için kendimi dışarı hesap etmediğim bazı şeyler vardı. PTT Pul Müzesi cumartesi pazar kapalı. Ama mühim değildi, Atatürk Bulvarı'na doğru çıkmaya başladıkça önümde beliren binaların güzelliğine (artık Ulus manzarasında ne kadar güzel olabilirse) baka baka gidiyorum, güzelim. Solumda Ziraat Bankası'nın binası yükseliyor, yine pek hoş. Ama müze falan hiç bir işaret göremediğim için çok da uğraşmadım, yürümek hoşuma gitmişti. Heykele gelene kadar sıcak falan neyse dedim, devam ettim. Heykel bildiğimiz gibi. Etrafı iğrenç, geniş açıdan almak için tüm o elektrik tellerini, arkasındaki binaları, etrafındaki sersefil insanlarımızı falan Evanesco yapmanız gerekiyor, asamı evde unutmuşum. Bir de insanlardan habire bir işkilleniyorum, sanki herkes her an üstüme atlayacakmış gibi bir tedirginlikle yürüyorum ama hayırlısı.
Heykele gelince bir karar vermem gerekti. Planım belliydi evet ama beynimi kızartan güneşin altında o planı çok da gözüm görmemeye başlamıştı. Ben de hemen eh TBMM binaları hemen önümde uzanıyor, öyleyse önce bir onları göreyim, hem de buharlaşmadan başımı bir yere sokmuş olurum diye düşündüm. I.TBMM-->Kurtuluş Savaşı Müzesi olmuş durumda, II.si de Cumhuriyet. O yüzden kronoloji hastası olarak sırayla gireyim dedim. Ama yanımda dünyanın en salak insanını taşıdığımı unutmuşum: Ben. Heykelin orada karşıya geçtiğinizde ışıklardan, hemen orada I.meclis. Ama girişi yandan. O yüzden ben fark etmeden aşağı ilerledim ve kendimi II.nin önünde buldum. Allah allah aşağıda mı kaldı acaba nedir diye bir kendi etrafımda döndüm. Sonra neyse çok sıcak deyip, II.ye girdim.
II.meclis binası 1924-1960 arasındaki döneme dair eserleri barındırıyor. Bina dışarıdan çok hoş. İçerisi de iki katlı. Şimdi müzeler müdürlüğünün web sayfasından aynen alıntılayarak müze planını anlatıyorum: "Müzede ilk üç Cumhurbaşkanı dönemini yansıtan olaylar, kendi sözleri, fotoğrafları, bazı özel eşyaları ile o dönemde mecliste alınan kararlar ve kanunlar sergilenmektedir. Müzenin Bölümleri Girişin Sağ Tarafındaki Birinci Oda II. TBMM döneminde "Muhasebe Odası" olarak kullanılan oda bugünkü teşhirde "Atatürk İlkeleri Odası"dır. Burada yer alan ışıklı panolarda Atatürk'ün kendi sözleri ve fotoğrafları ile Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri anlatılmaktadır. Girişin Sağ Tarafındaki İkinci Oda II. TBMM döneminde "Mescit" olarak kullanılan oda, bugünkü teşhirde "Atatürk İnkılâpları Odası"dır. Buradaki ışıklı panolarda ve vitrinlerde, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, hukuk alanında düzenlemeler, giyim ve görünüm değişikliği, uluslararası takvim, saat, tartı ve ölçüler, yeni Türk Harfleri, Soyadı Kanunu, Büyük Nutuk, 10. Yıl Nutku, Türk Hava Kurumu, demiryolları, ekonomi ve sanayi ile ilgili Atatürk Devrimleri ve olayları, kanun teklifleri, kanunlar, gazete küpürleri, Atatürk'ün sözleri, fotoğraflar ve konu ile ilgili objeler sergilenmektedir.
şu odanın sadeliğine güzelliğine bakar mısınız, işte böyle bir odada çalışırdım, ne o öyle 3 yıl boyunca eksi birinci katta serverlarla, tövbe allahım.

mebusların takıldığı odaydı galiba, o tür bir oda. altın rengi hiç benlik değil.

kimse de gel sana daktilo hediye edelim onunla yaz demiyor be Atam.

hayır bir türlü anlamadığım, neden kadın vekiller diye ayrıca gösterme gereği hissediyoruz, neden en başında yaradılışımızın böyle bir savunma gereği hissetti-rildi-k? erkek vekiller seçilince vuhaa erkek vekil sayısı arttı diyor muyuz, neden kadın sayısı arttı diye seviniyoruz, neden böyle bir gereklilik hissediyoruz, neden hayat bir erkeğe olduğu gibi bir kadına da "olağan" değil ha neden?

T.C.de üretilen ilk camımız, bir de sonuncusunu koysalardı keşke, nereden nereye bakın artık cam falan üretmiyoruz yok bir şey üretmek neden üretelim alıyoruz biz her şeyi başkasından alıyoruz muassır medeniyet bu çünkü, evet çok şükür.
 Girişin Sağ Tarafındaki Üçüncü Oda II. TBMM döneminde "Zabıt Kalemi" olarak kullanılan bu oda, bugünkü teşhirde "Atatürk Odası" dır. Buradaki panolarda ve vitrinlerde; Atatürk'ün imza ve el yazısı örnekleri tekke ve zaviyelerin kapatılışı, Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının kuruluşu, dış siyaset, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, tarım, arkeoloji ve güzel sanatlar, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve Atatürk'ün ölümü ile ilgili olaylar, kendi sözleri, fotoğraflar ile anlatılmakta ve Atatürk'ün bazı özel eşyaları sergilenmektedir.
Celal Bayar'ın hatıralarını yazdığı kitapları. Ama çok güldüm "Ben de Yazdım" nedir yahu alın başınıza çalın der gibi :D
 Girişin Sol Tarafındaki Birinci Oda II. TBMM döneminde "Kavanin Kalemi" (Kanunlar Kalemi) olarak kullanılan bu odada, III. Cumhurbaşkanımız Mahmut Celal Bayar'ın hayatı, 1950-1960 dönemi olayları; kendi sözleri, fotoğraflarıyla anlatılmaktadır. Celal Bayar'ın ailesi tarafından müzeye bağışlanan bazı özel eşyaları da sergilenmektedir. Girişin Sol Tarafındaki İkinci Oda II. TBMM döneminde "İdare Heyeti" olarak kullanılan bu odada, bugünkü teşhirde Cumhuriyet'in ilanından günümüze kadar tedavüle çıkan kağıt ve madeni paralar, pullar, hatıra paralar ve madalyalar sergilenmektedir. Girişin Sol Tarafındaki Üçüncü Oda II. TBMM döneminde "Evrak Kalemi" olarak kullanılan bu oda, bugünkü teşhirde II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün hayatı, 1938-1950 dönemi olayları, kendi sözleri ve fotoğraflarıyla anlatılmaktadır. İsmet İnönü'nün ailesi tarafından müzeye bağışlanan bazı özel eşyaları da sergilenmektedir.
Genel Kurul Salonu: küçükken gittiğimde bile balmumu heykeller vardı, şu an bomboş
 Meclis Toplantı Salonu II. TBMM döneminde "Genel Kurul Salonu" olarak kullanılan bu salon, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren gerçekleştirilen büyük atılımların karar merkezi olarak birçok konuşmalara sahne olmuş, tarihi değeri yüksek bir mekândır. Bu salonun ana giriş kapılarının ortasında "Riyaset Divanı" (Başkanlık Kürsüsü), sağ ve sol üst köşelerde Sefirler Locası, sol tarafta Cumhurbaşkanlığı Şeref Locası, salonun arka tarafında Dinleyiciler ve Basın Locası yer almaktadır." Evet üşengeçlik yaptım, yazmadım ama sizin için fotoğraflarını çektim.
Bu arada müzenin kapısından girdiğiniz anda görevliler karşılıyor. Girişteki görevli hangi taraftan gezmeye başlayacağınızı belirterek yol gösteriyor. Aralarda karşılaştıklarınız da aynen. Üst kata çıkınca da yine görevli kişi yönlendiriyor. Bu çok güzel düşünülmüş bir detaydı bence. Ya her bir adıma yön tabelası, açıklama falan koyup, işaret edilmeli zaten ya da bu şekilde görevliler aracığıyla yönlendirme yapılmalı. Müzeyi böylece daha yararlı bir halde gezebiliyorsunuz. Ama yine her zamanki gibi nasıl öküzlerle dolu bir ülkede yaşadığımı da gösterdi bu durum bana. Görevlilere ters ters bakanlar, görevlilerin yönlendirme amaçlı talimatlarına dönüp de laf edenler,...Neden böylesiniz ya? Neden bu kadar öküz, neden bu kadar okuyup da yine de bu kadar kültürsüz, zır cahilsiniz ya? İnsanlar sanki o görevliler onlara bir şey çalıyormuş, bir zarar veriyormuş da laf ediyorlarmış gibi algılıyorlar. Çünkü neden, çünkü burası hala kocaman bir hayvan krallığı. Gene tepem attı, neyse.
II.TBMM binası yani Cumhuriyet Müzesi şöyle bir etraflıca düşününce küçük geliyor insana. Yani şimdikilere nazaran, bunca insan bu binada bunca yıl nasıl çalışmış, neler başarmış, ne ilkler başarmış diye düşünüyorsunuz. İçerisi oldukça güzel tasarlanmış, süslemeler sade, yerinde, bir de herşey ahşap ya öldüm bittim ben. Ama yine de ufak bir hüzün kaplamıyor değil insanı. Ki bu hüzün, I.TBMM binasına girince yerle bir oluveriyor, çünkü orası artık tamamen hüzne boğuyor insanı.
bu ne ki, siz bir de sincan'daki "vakit daralıyor" saatimizi görün :D haa yok yok asıl meclisin oradaki akay kavşağının oradaki göz kanatan altın saati, yoo yoo daha da asıl konya yoluna doğru dikmen'e dönmeden beliren o kırmızı devasa saati görün. işte bunlar hep fışkiyesizlikten.
Ama tabi ben II.TBMM'den çıkınca verdim kafayı aşağıya, yürüdüm. Cumhuriyet Caddesi'ni bitireceğim, kavşağa geldim ama hala umutla I.TBMM binasını arıyorum. Te allahım, beni neden yarattın bu akılla? O noktada kavşaktaki saati de ibret-i alem için fotoğrafladıktan sonra bir kafama dank etti, lan stada gireceğim birazdan diye. Karşıya geçip, gerisingeri Cumhuriyet Caddesi'ni çıkmaya başladım. Ankara Palas'ın önünden geçiyordum, gene saydırarak geçtim önünden. Ulan burası ne? 21 yıldır merak ediyorum. Yani tarihçesini okuyorum, o konuda sıkıntı yok, okumak bizim işimiz ama şu an ne? Müze mi otel mi devlet dairesi mi, ne? Girebiliyor muyuz, bakınabiliyor muyuz? Gene önünde hiçbir şey yazmıyor, gene hiçbir açıklama yok. Web sitesinde "devlet konukevi" diyor, o zaman devleti ziyarete gelenler mi girebiliyor? Ama rezervasyon menüsü var, düğünlerimizi falan yapabiliyormuşuz, öyle yazıyor. Ama benim istediğim sadece bakınıp çıkmak, olmuyor mu? (http://ankarapalas.com.tr)
Ankara Palas da beni görecek mi?
Azimle indiğim bulvarı geri çıktım. Aynı trafik ışıklarına gelip yine karşıya geçtim ve bu sefer gözlerimi açıp baktım. Aaa o da ne, burdaymış işte bina. I.TBMM binası, yani Kurtuluş Savaşı Müzesi. Yani, insanın içini acıtan, boğazına düğümlenen bir hatıralar binası.
 
I.TBMM müze girişi
Bu bina dışarıdan da içeriden de daha sade tabiki. Ama bir o kadar da güzel. Girişi yandan ufak bir kapıyla. Girdiğinizde hemen önünüzde bir ufak kürsü önünde bir amca oturuyor. Herhalde görevli diyorsunuz, çünkü amca bilet falan sormuyor ya da sizinle hiç ilgilenmiyor. Burada diğer müzedeki gibi görevliler de yok. O yüzden gelişine gezmeniz gerek. Ha ama buradaki ufak ama güzel ayrıntı şu: Girişin hemen yanında binaya ve müzeye dair broşürler mevcut. Hemen bir tane alıp elinize, en azından ondan tüyo alarak gezebilirsiniz.
Genel Kurul Salonu

Genel Kurul Salonu
Burası haliyle çok daha sade döşenmiş odalardan ve içeri girdiğinizde tüylerinizi diken diken eden bir genel kurul salonundan oluşuyor. Tüyleriniz diken diken oluyor çünkü meclisin salonu diye adım attığınız yer ufacık bir derslik aslında. Tahtadan yine ufacık sıralar. Bir en solda bir de en sağda birer ufak soba. Sobaları görünce Ankara'nın o ayazını hatırlayıveriyor insan. Her şey burada mı olmuş diyor bir ses kafanızın içinde. Ama bu, nasıl bir azim?
Bu binanın içindeki odalarda yine az ama öz bir şekilde karşılaştığınız eserler ise detaylarla şaşırtıyor. Diğer odalarda o dönemin mebuslarına ait eşyalar var. Kimlikler var mesela. Aynı insanın 3 ayrı kimliğinin yan yana koymuşlar. İlkinde sarıklı cübbeli, sakaldan suratı görünmüyor. İkincisinde sarık gitmiş, daha yalın bir ifade oluşmuş. Üçüncüsünde ise artık tamamen düzgün bir insan gibi görünüyor. Böylesi birkaç tane kimlik var sergilenen. Onlara baktıkça ne aşamalardan, ne zorluklardan geçmişler, neler başarmaya uğraşmışlar diye boğazınız düğümleniyor. Lozan anlaşmasının imzalandığı masa var mesela, orada öylece duruyor, dili olsa da konuşsa anlatsa şunlara diyor insan.
evrak dolabı ilk meclisin, ama çok güzel değil mi
Kurtuluş Savaşı Müzesi tek katlı, çok fazla oda yok ama var olan eserleri tek tek incelemek gerekiyor. Bir de içeride havalandırma, klima, açık pencere falan yok. Boğulmadan, bayılmadan gezmeniz lazım. Cumhuriyet Müzesi biraz daha havadar yine. Ayrıca iki müzenin de girişinde, bina girişlerinde değil gişe girişlerinde girişleri kontrol eden bir görevli ya da bir sistem yok. Elinizi kolunuzu sallayarak girebilirsiniz. Ben ısrar müzekartımı gösterecek görevli arayarak girdim hep. Oysa yurtdışında gezdiklerimde hep bileti okuttuğumuz bir düzenek vardı, dolayısıyla girişler kontrol altındaydı. Aynı şeyi Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde de hatırlıyorum sanki, gerçi uzun zaman oldu oraya gitmeyeli ama. Dediğim gibi, kontrol sıfır, en azından girişte. Aynı şey ile Roma Hamamı'nda da karşılaştım ama ona gelene kadar anlatmak istediğim bir şeyler daha var.
I.meclis binasından çıktıktan sonra vaktimi gayet güzel kullanmış olduğumu fark edip dedim yukarıya, Julianus Sütunu'na ve Augustus Tapınağı-Hacı Bayram'a çıkayım. Çankırı Caddesi'nde karşıya geçip, Çam Sokak'a girdim. Bu noktada Sosyal Bilimler Üniversitesi binası haline gelmiş devasa bina yükseliyor. Daha önce neydi hatırlamıyorum ama bir saçma geliyor burada üniversite olması. Harbi mi diye diye geçtim önünden (çünkü burası Ulus!). Çam Sokak'ta ilerleyip Telgraf Sokak'a dönüyorsunuz kıvrılarak. Orada polis bariyerleri karşıladı beni. İki tane de polis oturuyordu. Tabi ben bir sevindim onları görünce, çünkü buralar tenhalaşıyor yürüdükçe ve inanılmaz tırsıyorum. Oysa tam da üniversitenin rektörlüğü gibi bir binanın önüne çıkmışım, normal zamanda burası öğrenci kaynayacak demek ki güvenli bir yer olmalı diye tekrar ediyorum içimden kendimi rahatlatmaya çabalayarak. Önce biraz fazla yürümüşüm sütunu kaçırdım. Sonra geri döndüm, baktım sütun hemen orada, ağaçların ardında. O aşamada solundaki yer dikkatimi çekti. Ankara Valilik Binası Önünde Yapılan Roma Caddesi Kazısı yazan bir tabela. Ben tabelanın resmini çekip, okurken o in cin top oynuyor atmosferine biri dahil oldu. Bir amca geldi usulca. Dedim neyse herhalde görevlidir, öyle de umutluyum kendimi yine Avrupa'da sanıyorum. Kendi kendine bir şeyler söyleniyor, duyuyorum. Polisler orada, bir şey olmaz diyorum kendi kendime ben yine. Ama belki göremiyorlar mıdır beni de diye tırsıyorum. Yerde camekanın altında Roma caddesi kalıntıları var ama üstündeki cam ağaçtan düşenlerle tamamen örtülmüş, hemen yanı başında süpürmek için bir şey var, elime alsam da süpürsem mi diye düşünüyorum ama amca iyice yaklaştı. Ben camın ardını görmeye çabalarken yanı başıma oturdu. Bana bakıyor. Amca nedir derdin ne diyecektim ama bu sefer üstüme atılırsa hazırlıklı olamam diye sesimi çıkarmadım. Hemen biber spreyim neredeydi, çakım şu gözdeydi diye ellerim hazırlık yapmaya başladı. Bir yandan da boyunu kilosunu gücünü kuvvetini hesap edip, darbeyi en iyi neresine uygularsam kolayca kaçarım beynim onun hesabını yapıyor. 
Julianus Sütunu
Bozuntuya vermeden ilerledim, sütuna doğru yürüdüm, fotoğrafını çektim hızlıca sütunun. Yürümeye devam ettim yukarı doğru, hemen orada 20 adım falan ilerimde büfe gördüm. Oraya ulaşırsam güvendeyim diye hızlıca yürüdüm. Amca da arkamdan. E görevlisi olsa buranın neden peşimden geliyor? Büfeye ulaş büfeye ulaş diye yürüyorum. Büfenin önünde bir teyze, büfeci teyze bir şeyleri siliyor. Onu görünce paniğim azıcık hafifledi ama geçmedi. Gazetelere bakıyor gibi yapıp, amca ne yapacak diye bekledim. Yanımdan geçip, ilerledi, önce biraz durakladı oyalandı, sonra sağ tarafa doğru Hükümet Caddesi'nde ilerlemeye devam etti. O gözden kaybolana kadar bekledim. Öldüm öldüm dirildim. Bir yandan kendimi toparlamaya çalışıyorum bir yandan tüm bu ülkeye bu insanlara bu dünyaya küfrü basıyordum. Hacı Bayram'a çıkacaktım ama tenha olmayan neresi var diye panik içindeydim. Büfeci teyzeye neresi şurası mı nereden çıkabilirim diye sordum sonunda ama sesim ne biçim titriyordu, kendim nasıl terliyordum alla bilir. Kadın bir tırstı önce bunun sesi niye bu kadar titriyor diye. Ama ben mi hayal ettim ya? Adamı ben mi hayal ettim? Günahını mı aldım? Hiç zannetmiyorum.
Hacı Bayram mescidi
O noktada Hacı Bayram'a çıkmak üzere ilerledim hac malzemesi, dini malzeme satan dükkanların önünden ama tüm hevesim, her şeyim kaçmıştı. Her bir adımımı korkarak attım çünkü Hacı Bayram'ın avlusuna çıkana kadar yine ortalık tenha. Avluya çıktığınızda birden Sultanahmet'e çıkmış gibi oluyor. Tamam abarttım o kadar da değil de işte gene ayakkabılarını çıkaranlar, giyenler, türbenin camına yapışanlar, fonda ney sesinden oluşan müzik...Çok güneş olmasa güzel bile soluklanmak için. Ama ben içeri girmeyeceğim, asıl hedefim tapınak.
Augustus Tapınağı

Augustus Tapınağı
Mescidin arkasına doğru dolanmaya başlar başlamaz tapınağın kalıntıları görüş alanınıza giriyor zaten. Mescid nerede bitiyor tapınak nerede başlıyor belli değil öyle bir manzara. Açıklama ve bilgilendirme tabelaları güzel detaylar. Orada tapınağın duvarına bakarken bir anlığına da olsa kendimi yeniden Roma'da hissettim. Via dei Fori Imperiali'de duruyormuşum yine, ağaçlar sallanırken aşağıdaki forumun kalıntılarına bakıyormuşum gibi. Kafamı kaldırıp uzaklara doğru baktığımda Altare della Patria'nın tepelerindeki nike'leri görebilecekmişim gibi. Ama burada kafamı kaldırdığımda büyü bozuluyor, tepeler gecekondularla kaplı. Arkamı döndüğümdeyse uzaktaki tepede Ankara Kalesi'ni görüyorum, acınacak halde duruyor tüm o gecekonduların arasında.
orada uzaklarda bir sefil Ankara Kalesi
Tapınağa bakan bu tarafta çevre düzenlemesi yapılıyordu sanırım. Halen işçiler çalışıyordu. Sular, fışkiyeler olan bir ufak park var şu an. Herkes sularla fotoğraf çekiniyor, herhalde Ankara'da su görmek insana böyle şeyler yaptırıyor. Oradaki parkta kaleye doğru oturup, yanımdakilerden atıştırayım dedim. Bu sefer de yanıma başka bir amca usuldan gelip çöktü. Bir an önce kalkıp, Hacı Bayram çarşısı dükkanlarının arasına attım. Hayır bikiniyle falan gezmiyorum, alnımda bu saf salaktır da yazmıyor, e dertleri ne bu insanların?
Neyse o çarşı fena olmamış, bir dolu hac malzemesi var. Devam edip, Anafartalar'a indim ben. Sinirlerim gayet bozuktu ama vazgeçmedim, Roma Hamamı'na da gideceğim. Saat 4'e geliyor, başarabilirim. Anafartalar'dan Çankırı Caddesi'ne ulaştım, başladım yürümeye. Ve işte günüm daha da korku tüneline bağladı bu safhada. Çünkü Çankırı Caddesi'nde ilerledikçe ayak üstü pazarlık yapan kadınlar, saçları keçeleşmiş ama hala kıvırtan kadınlara gözümün önünde yanaşan adamlar, ne idüğü belirsiz mekanlar ve onların önünde bekleşen it kopuk adamlarla karşılaşmaya başlayınca dedim esra sıçtın. Roma'da sabahın beşinde eve döndün ama bir şey olmadı. NY'da o ilk gece o takside (?!) bir şey olmadı ama burada, güpegündüz, bu ülkenin başkentinde, bir elinde fotoğraf makinen, sırtında poğaçanla yolun sonuna geldin.
Geri dönsem mi şimdi arkamı dönüp koşarak heykelin oraya kaçsam mı diye yutkunuyorum bir taraftan ama tırsa tırsa da ilerliyorum. Ulan ne hamammış, hay romasına da hamamına da diye söylene söylene ilerledim. Ama ortam kafamı allak bullak etti. Hem dediğim manzara, hem öğrenci yurdu ziraat bankası falan görüyorum. Hatta bir de meslek lisesi geçtim ama sonuçta o meslek lisesi, oranın öğrencileri burada hayatta kalabilecek donanımda olur diyorum. Vergi dairesi de var, allah allah burada çalışan insanlar da her gün gelip gidiyor buraya, diyorum. Neyse sonunda hamamın girişi göründü, karşıya geçtim ve kendimi kapıdan içeri attım.
Hamamın açık hava müzesi bölümü
Pat diye güvenlik görevlisi abiyle karşılaşmayayım mı? Ben yine paniğim tabi, elim ayağım birbirinde. Müzekartımı gözüne sokuyorum ısrarla ama o diyor ki arkadaş bir yere gitti gelecek, siz geçin, çıkışta ona gösterirsiniz kartı. Vay anasını arkadaş şu karta verdiğim 20 tl'ye üzüldüm tüm gün. Buna da şükür deyip içeri yürüdüm ve çoook küçükken ne hevesle geldiğim ama hayal kırıklığına uğradığım yere bir kere de yaşlanmış gözlerimle bakmak üzere ilerledim.
Hamamdan bize kalan
Burası Caracalla dönemine ait bir Roma hamam yapısını barındırıyor. Caracalla favorilerimdendir, Caligula, Commodus, Septimius Severus ve Hadrianus ile birlikte. Girişten girdiğinizde sol tarafta hamam yapısına ait kalıntılar, sağ tarafta ise daha çok mezar stelleri, heykelcikler, sütun kaideleri, sütun parçalarından oluşan açık hava müzesi yer alıyor. Bazı eserlerin yanında plakaları var, Roma dönemi Bizans dönemi falan yazmışlar. Ama çoğunlukla kim ne nerede neymiş hiçbir fikriniz olmadan yürüyorsunuz. Yön tabelası, açıklama, yönlendirme falan yok. Eserlere dair hiçbir şey yok. Hamamın kalıntılarının etrafına ise platformlar yapılmaya başlanmış, bu iyi bir gelişme ama yine hiçbir açıklama hiçbir şey yok. Bir girişte fotoğrafladığım iki tabelada yazanlar var, o kadar.Yani normal bir insan için burası hiçbir şey ifade etmez şu haliyle. Küçükken annemlerle geldiğimde neden o kadar hayalkırıklığına uğradığımı şimdi hatırlıyorum. Çünkü hiçbir şey anlamamıştım. Şu yaşımda, iki ayrı yüksek lisans eğitiminin ve 5 aylık Roma tecrübesinin ardından ancak biraz daha bilinçli gözlerle bakabiliyorum kalıntılara. Bir yandan da aklıma Roma'daki Diocletian Hamamı geliyor. Bir oraya girdiğimde karşılaştığım manzarayı düşünüyorum bir burada önümde duran neredeyse hiçbir şey kalmamış kalıntılara. Kimin suçu bilmiyorum.
hamamdan bir taşı. diyor ki: "Niketes, I.Pathica ordusunun emektarı ve Kale onun annesi, onların kendi tatlı çocuğu, bilgi ve eğitimin tüm zarafetiyle süslenmiş, 13 yıl yaşayan Castrensis, anısına. Tatlı çocuk, mutlu ol, kimse ölümsüz değildir."
Hamam kalıntıları 5'e kadar açık. Çıkarken yine kimseyle karşılaşmadan çıktım buradan. Ama tabi bu defa yine o caddeyi yürümeye hiç niyetim yoktu. Hemen önünde otobüs durağı vardı, atladım ama Kızılay yönünde asfalt çalışması varmış, heykelden Kızılay'a doğru yol kapalıydı. Otobüs Gençlik Parkı'nın köşesinde salladı bizi, ben de metroya girdim. Eve sağ salim ulaştığımda ise resmen halılarımı öpecektim. Oysa daha görmek istedim 7 tane kadar müze var o tarafta. Ama yanıma en az iki tane koruma almadan ya da makineli tüfek falan kolumun altına sıkıştırmadan nasıl gideceğim bilmiyorum.

10 Ağustos 2017 Perşembe

lanet olsun güney kore dizilerine

Ulan böğrüm delindi be. Ağlamaktan parçalandım. Ne lanet bir şeymiş bu, nereden sardım ben güney kore dizilerine? İki saattir böğürerek ağlıyorum şurada. Hayır çok sıcak, tüm pencereler açık, mahalleyi toplayacağım başıma diye de kendimi susturmaya çalışıyorum. Ulan Allahsızlar o ne biçim son öyle be! Hay ben sizin yazacağınız senaryoya! Dizi değil mübarek 20 bölümde insanın tüm psikolojisiyle nasıl oynanır, nasıl yutkunamaz hale gelir...Vallahi balkona çıkıp nara atacağım! Hay ben böyle işin! Ama bunlar hep işsizlikten güçsüzlükten. Bu kadar vaktim olmasa sarmazdım bunlara. Ahhh...Ah ulan! Getirin 4.prensi!
Çok kötüyüm ben ya. Lanet olsun kore dizilerine!
Bir daha da izlersem vurun kafama! Gece gece geldiğim duruma bak. Tövbe yarabbim.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Yolculuk güzeldir

Yolculuk yapmak güzeldir. Yolculuklar güzeldir. Hele arkadaşlarla gidilen, arkadaşlara giden yollar en güzelidir. Uzun zamandır yapmayınca unutmuşum ben bu duyguyu. Geçen hafta bir pazar sabahı çıktık böyle yola. Eskiden, okuldayken, otobüste yan yana arka arkaya koltuklara ilişip gittiğimiz o yollar ya festivallere çıkardı ya su dolu tatillere. Yanıbaşımızda horuldayan amcaların fotoğraflarını çekerdik kikirdeyerek, bazen de birbirimizin omzunda uyuyakalırdık bitmeyen gece yolculuklarında. Şu yolların dili olsa da konuşsa. Artık yaptığımız yolculuklar o aile arabası görünümlü otomobillerde oluyor. Uyuyakalansa yanıbaşımızdaki çocuk koltuğundaki çocuklarımız. Yolların ucu kurduğumuz evlere çıkıyor. Ama yine de değişmeyen şeyler var tabi. Birlikte o yolları gidiyor olmamız, çocuğun mamasını kakasını düşünürken bile yine de çocukluğumuzu bir türlü kaybedemediğimizin ispatı gibi üstümüzü başımızı su yapmamız.
Böyle çıktığım yolculuğun (çıkış noktası Ankara haliyle) ilk durağı Eskişehir'di geçen hafta. Aslında ara duraktı diyeyim. Ankara'dan Bandırma'ya giderken Eskişehir'deki Sazova Parkı'na uğradık. Benim varlığından bile haberim yoktu açıkçası kapısına gidene kadar. Meğerse şahane bir yermiş. İçinde türlü türlü güzellikler olan yemyeşil bir yer burası. Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Sualtı Dünyası, Bilim ve Deney Merkezi, Uzay Evi gibi bölümleri var. Ana giriş ücretsiz ama bu tek tek bölümlere giriş ücretli. Biz 4 yetişkin her birimize 10'ar liralık bilet alıp sualtı dünyasına girdik. Vaktimiz azdı, yolumuza devam edecektik, bir de yanımızda bir buçuk yaşında bir canavar olduğu için balıklara bakındık, masal şatosunun önünde dikildik, korsan gemisine uzaktan baktık ve bol bol çimenlerde debelendik. Şöyle bir tüm gün gelip uzay evine, bilim merkezine falan girmek isterdim ben. Bir kenara not ettim yapılacak diye. Ha bir de çılgın kalabalıktı pazar günü. Normalde o kadar olmaz herhalde. (Bu linkte ve şu linkte güzel yazılar mevcut, daha fazlası için bakın bence.)
Oradan kapanış saatine (yedi gibi) yakın çıktıktan sonra yine yola düştük ama bu sefer yine benim ilk defa gördüğüm bir yol klasiğinde yemek yemek için durduk. Köfteci Yusuf'muş burası. Eh ben yüzyıllardır arabayla seyahat etmiyorum, otobüslerin de mola yerleri bellidir, hiç görmemiştim. Ankara'da da varmış ama Yenimahalle'ye ne zaman gidecektim de görecektim. Bizim durduğumuz şubesi hangisiydi bilemedim ama böyle kocaman bir alana giriyorsunuz, içeride farklı farklı yiyecek bölümleri var. Oturma yerleri ortak ama bir kenarda ciğer yapılıyor, bir kenarda köfteler, sucuklar falan. Biz köftelerinden ve sucuklarından yedik. Masaya bir de tabaklarda o ezme gibi bir şey var ondan getiriyorlar (bu tür yiyeceklere hiç hakim değilim kim bilir neydi artık). Valla açtım o yüzden yerken iyi yedim. Ama çok da pişmiş değildi sanki köfteler. Bir de öyle olağanüstü bir lezzeti yoktu yani. Ama dediğim gibi, açtım, çılgınca yedim, şahane geldi yerken.

Kirazlı Manastırı'nın arka tarafı

Sonraki 4 günü Bandırma'da geçirdim. Bu herhalde artık 4.gidişim mi ne oluyor. Arkadaşım evlenip oraya yerleştiğinden beri her gidişimde farklı bir yeri gezdirmeye, göstermeye çalıştılar bana eşiyle (Ama bir türlü o müzeye götürülmedim, yok efendim yok hiç müze hayır müze. İnsanın kendisiyle müze gezecek insan bulabilmesi ne nimetmiş ey romalılar yurttaşlar vatandaşlar! Ahh ahh değerini bilememişim, kafamı nerelere vurayım, salaklığıma doymayayım.). Bu ziyaretimde de yeni olarak Erdek'teki Kirazlı Manastırı'na gittim mesela. Eniştem işten çıkıp, bizi gezmelere götürebildiğinden ancak akşam üstü gibi saatlerde gezebiliyorduk. Bu sebeple güneş batmadan evvel çok az vaktimiz oluyordu. Manastırın da kendisinden çok aslında ona giden yolda yaptığımız yolculuk güzeldi. Zaten manastır hakkında da daha önceden hiç bir şey bilmiyordum (ki gezeceğim yerler hakkında hep daha öncesinden tonlarca şey öğrenip gittiğimden böyle bir duruma girince kendimi pek kötü hissettim). Öyle bir anda kendimi Erdek yolunda buldum. Ama var ya olağanüstü güzel o manzaralar. O yarım ada mı denir artık ne denirse onun o ana karaya bağlandığı topraklara yukarıdan bakmak, denizi görmek, sonrasında içerilere doğru kuytu ormanın, yemyeşilin içine dalmak süperdi. Zaten manastırdan geriye pek fazla bir şey kalmamış. Olan yerlerinde de hep piknikçilerden kalan dizilmiş oturma taşları, yanık izleri, çer çöp var. Ama en en en berbatı sinekler. Çılgınca uçuşan minik sinekler. Her bir yerinize giren sinekler. Ve her yerde. Arabadan indiğiniz anda hava oksijen atomlarından değil nötronların etrafında dönen sineklerden oluşuyor. 3.sınıf canavarlı korku filmi gibi ortam. Ha ama sinekler olmasa muhteşem bir doğa. Manastırın kalıntıları ağaçların arasında kalmış, arkasında bir dere akıyor, devasa ağaçların arasından güneş ışığı sızıyor...İnanılmaz güzel. Ama işte, sinekler. (Manastır hakkında bir şeyler okumak isterseniz de bu link ve şu link iyi.)
Erdek'te sahilde
Bandırma'daki günlerim bu sefer çoğunlukla akşam-gece piknikleri eşliğinde sohbet muhabbet olarak geçti. Birkaç aile ve ben, çiftliğin piknik alanında semaver eşliğinde saatlerce oturduk hep. Bir yandan çok güzeldi, değişik insanlar tanıdım ya da önceki seferlerimden tanıştıklarımla daha da fazla muhabbet etme şansım oldu. Öte yandansa...Çok hüzünlendim be. O kalabalıkta, curcunada, o güzel kalpli hoş sohbet insanların arasında, keyifle muhabbet ederken bir yandan da öylesine hüzünlendim ki. Kendi yalnızlığıma, hayatta tamamen saçma sapan bir noktada çakılı kalmış oluşuma, her şeye hüzünlendim. Neden diye sordum o akşamlarda kendime defalarca. Neden. Neden bu kadar yalnızım? Nasıl bu kadar yalnız kalabilmeyi başarmışım? Bu insanların benden ne farkı var da yalnız değiller? Ben neyi yanlış yaptım? Sonra aklıma geldi yaptığım saçmalıklar. Bu insanların hiç biri daha 13-14 yaşlarında günlüklerine sayfalarca evlenmeyeceğim evlenmeyeceğim yanımda kimse olmayacak tek başıma olacağım dünyayı dolaşacağım hepsini tek başıma başaracağım diye yazmamıştır ki dedim kendime. Bu insanların hiçbirisi de içinde büyüdükleri mutsuz evliliklere bakıp da daha hayatlarının başındayken yalnızlık yemini etmemiştir ki. Yani hepsi bu yüzden oluyordur değil mi? Bunu kendime benim yapmış olmam lazım diğer tüm yaptığım saçmalıklar gibi, değil mi? O kadar da çirkin, o kadar da dayanılmayacak bir insan değilimdir yoksa değil mi? Önceleri herkesi bilerek itmişimdir, sonra da yapa yapa yerleşmiştir üstüme değil mi? Çok özel değilimdir değil mi, "the chosen one" ya da dünyayı kurtaracak olan falan değilimdir değil mi? Çok daha yüce bir amacım olduğu için dünya üzerinde yalnız, bir başıma savaşıp durmam gerekmiyordur değil mi? Lütfen masallar gerçek olmasın, lütfen çizgi romanlar uydurulmuş olsun, lütfen mitler sadece masallar olsun diye diye oturdum o akşamlarda. Lütfen dedim kendi kendime, lütfen ben de bu insanlar gibi daha basit, daha sade, daha dolambaçsız, daha hayalsiz ama çok daha mutlu olabileyim, lütfen.
Güya bu bir kafa dağıtma yolculuğu-ziyareti, bu yazı da bir gezi yazısı olacaktı ama ben lafa başlayınca gittiği yer hep böyle salak saçma yerler oluyor. Neyse, bahsetmek istediğim birkaç bir şey daha kaldı. Söz, onlardan da bahsedeyim, daha fazla saçmalamayacağım.
Bandırma'dan sonra Gemlik'e geçtim cuma günü. Otobüsle 2 buçuk saatte bitiveriyor. Karacabey üzerinden ilerleyen otobüs önce biraz iç taraftan gidiyor, Bursa otogarına uğradıktan sonra ise Gemlik'e çıktığınız an deniz görünüyor. O andaki o şaşkınlığımı görseniz (20 yıldır Ankara çoraklığında yaşamamış olan anlayamaz). Tıpkı dediği gibi Orhan Veli'nin: Gemliğe doğru/Denizi göreceksin;/Sakın şaşırma.
Gemlik sahilinde kayaların üzerinde oturup bakınca
Gemlik'i ilk defa gören gözlerimle özetlemem gerekirse, ufacık bir yer. Ben Bandırma'yı ilk gittiğimden beridir çok severim mesela, değişik bir ruhu, havası var gibi gelir. Gemlik'te de aynı şeyleri bekledim giderken. Ufak kasabaları severim genelde çünkü. Ama Gemlik'te o duyguyu bulamadım. Bilemem belki orada olduğum iki üç gün boyunca havanın hep kapalı ve basık olmasından mı, buram buram nem ve sıcaktan mı. Ama bana değişik geldiği kesin. Sahilden yukarı, zeytin ağaçlarıyla kaplı tepelere doğru habire yapılaşan bir yer haline gelmiş. O tepelere yakın bir noktadaki evden sahile doğru yürürken roman mahallelerinin arasından yürüdük hep. Daracık sokaklar, eski yıkıldı yıkılacak iki katlı evler, herkes sokakta,...sanırım Gemlik deyince aklımda artık bu görüntü belirecek. İlk akşam sahile inip, bir turladık. Tüm Gemlik sahildeydi herhalde.
Bursa Koza Han'ın önünden

Bursa Saat Kulesi'nin olduğu tepeden kuşbakışı
Gemlik'ten belediye otobüsüyle yarım saatte Bursa merkezde olabiliyorsunuz. 4,40 tl tutuyor kişi başı. Bursa ile ilgili söyleyeceğim şey ise çok canlı geldiği bana. Buram buram hayat fışkırıyor gibi geldi. Bilmiyorum belki ben Ankara'da çok evden çıkmıyorum diye ya da haftasonuna denk geldiğim için tüm Bursa sokaktaydı diye. Gezdiğimiz iki gün de her yerde insanlar, çoluk çocuk dolaşıyor, geziyor, parklarda bahçelerde oturuyordu. Sanırım bu yüzden sevdim ilk görüşte Bursa'yı. Tatlı bir özgürlük gibiydi (Ha ama bu görüntüde şöyle bir şey de var ki sokakta Türkçe konuşan yok, herkes Arapça konuşuyor artık hangi ülkelerden geliyorlarsa, bir de kara çarşaflar her yerde çarşaflar.).
Bursa'da ilk gün Cemal&Cemil Usta'da yedik. Eh o kadar gelmişim bir de yerinde Bursa kebabı yemek lazım diye. Hemen sokakta ufacık bir yer. Kaldırımda sıraya diziliyorsunuz, dükkanın önünü kapamıyorsunuz. Biz hemen yanı başındaki tatlıcıdaki tatlılara ağzımızın suyu aka aka bakarak bekledik. Ama bir şey diyeyim mi o sıraya, o beklemeye kesinlikle değiyor. Ömrümde bu kadar lezzetli bir kebap yememişimdir. Üstüne bir de bize çay için çay için boşverin diyen garson abimize de saygılarımı sunuyorum, on numarasın abi.
İkinci günse Çiçek Izgara diye bir yerde yedik. Bu sefer şöyle dekorlu, manzaralı, kallavi bir yer olsun diye. Ama ne yalan söyleyeyim, o iki köfteyle patatesten tüm o esintili terasa rağmen önceki günkü kebabın onda biri kadar bile zevk almadım. Oraya gitmenize gerek yok.
Ulu Cami'nin içinden
Ha bir de tabi tarih dolu Bursa. Ben yine araştırmadan etmeden cumburlop gittiğim için arkadaşımın o kısıtlı vaktimizde dolaştırabildiği kadarına rastladım ama özellikle Osmanlı dönemine ait güzellikler bol. Ulu Cami'ye girdik haliyle önce. Herhalde 9 yaşımda Kuran kursuna gittiğimden beridir girmemişimdir camiye. Son bir senedir girdiğim milyonlarca kiliseden sonra güzel bir değişiklik oldu. Ha ama bu kesinlikle benim suçum değil, eğer suç olarak görüyorsanız. Neyse şimdi burada sayfalarca çemkirmeme gerek yok, bir şey demiyorum. O değil de Ulu Cami güzel. Ama kokuyor, çorap gibi kokuyor küfle birlikte. Bir de çocuklarınızı salıp durmayın şu ortalığa. İçeride bağırıştan çağırıştan durulmuyor. Ve yürüyemiyorsunuz! Her an bir yerden bir çocuk fırlayıp çarpıyor. Koşturuyor veletler ortalıkta. Cami diye usul usul durmuyorlar ki. Sonra neden çocuk sevmiyorsun. Her bir şeyin içine ediyorlar çünkü. Bakın gene sinirim tepeme fırladı. Neyse, caminin içinde belirli özel noktalar varmış, Google öyle dedi. Bir minberin sağ tarafındaki kabe örtüsü, bir de vav işareti. Ha bir de güneybatıdaki parmaklıklar. Bir de bir güzellik var, girişte giyebileceğiniz pardesüler (böyle yazılıyordu değil mi ya?), etekler, baş örtüleri mevcut.
Ulu Cami'nin yanı sıra Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerini, Kapalı Çarşı'yı, saat kulesini görebilme şansım oldu. Bir de Koza Han'da oturup bir limonata içtik (sakın içmeyin), bir de dondurmalı irmik yedik (muhteşem ama ufacık, dişimin kovuğuna bile gitmedi). Koza Han'ın daha geçenlerde okuduğum bir kitaptan (Middlesex) dolayı hoş bir tebessümü vardı bende. Yalnız çok güzel. Keşke her gün gelebilsem dedirtiyor insana han.
Bir de Ulu Cami'nin yanından aşağı doğru inen o sokakta sıralı dükkanlar da çok güzel. Biz önce koku satan bir tanesine girdik. Arkadaşımın daha önceden aldığı kokulara bakmak hem de yasemin kokusu var mı diye sormak istemiştim. Yasemin bulamadım ama Nergis kokusu aldım ufak şişede, 5 tl. İlk sürdüğümde aşırı şekerli bir şey gibi kokuyordu ama bekleyince enfesleşiyor. Dükkan sahibi amcanın önerdiği diğer kokular bana hep tıraş losyonu gibi geldi, kim bilir belki onlar da biraz bekleyince güzelleşiyordur. Bir de o amca beni burnumu silerken görünce sinüzit mi var dedi, evet çocukluğumdan beri sümüklüyüm dedim. Bende de vardı yan taraftaki aktar bana bir şey önerdi ondan kullandım valla harika geldi diye orayı önerdi. Biz de koku dükkanından çıkıp (yahu koku diyorum da koku dükkanı değil tabiki, hac malzemeleri falan fıstık satılan bir dükkan) yandaki aktara girdik. Oradaki amcaya anlattık, o da çıkardı öbür amcaya verdiği şeyden. Snoil-Bitkisel Yağ Karışımı diye bir ufak şişe. İçinde bir dolu bir şeylerin yağı olan bir yağ şişesi. Ufak bir aparatı var, burnuna çekeceksin her sabah akşam dedi. Ama çok eğme genzine kaçmasın, çok da önde durmasın akar gider dedi. İstersen ya da suyun içine damlat, buharına eğ başını öyle de olur dedi. O gece eve dönünce denedim, var ya yeminle böyle bir işkence yok. Genzime gitti, çok pis yaktı, zaten bir süre koku da alamadım. Bilemiyorum çocuklar, bu yaştan sonra böyle aktarlara ilaç danışma, evde alternatif tıp denemeleri falan..Aktar amca 15 gün içinde teşekküre geleceksin bak görürsün dedi ama. Tabi ben sadece akşamları çekiyorum burnuma. Bakalım, kısmet.
Pazartesi günü de döndüm işte yine bu lanet şehre. Ulan ben bıktım Ankara'dan sıkılmaktan, kader bıkmadı beni buraya hapsetmekten. Bursa'dan 6 saatlik bir otobüs yolculuğu ile geliniyor buraya. İşte şimdi oturdum geldiğimden beri, yolculuğumda muhabbet ettiğim herkesin önerdiği yeni sitelerden, yerlerden iş bakıyorum. Açıyorum haritayı, Ankara dışında batıda ne şehirler varsa aratıp, ilanlara bakıyorum. Herkes yazılımcı arıyor ama olsun. Belki bir ağ yönetici arayan da bulurum.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

ay mı tutulmuş ne

Bu aralar böyle hep geldim gittim döndüm ettim yazıları oluyor ama artık idare ediverin. Evet, yine döndüm. Bahsetmiştim ya bir Bandırma, Gemlik, Bursa falan yapabilirim diye. Hah işte bir haftalığına bir gittim, dolandım, geldim. Bugün öğleden sonra Aşti'nin kızgın teflon tavaya atılmışçasına yakan sıcağına ayak bastım. Şöyle keyifli bir gezi yazısı yazacağım buraya, yarın tabiki. Ama şimdilik diyeceğim şu ki, her defasında değişik dünyalar değişik hayatlar görüyorum ve bu defasında gezerken, ziyaret ederken aklımda bin türlü düşünceyle, soruyla dolandım durdum. Bir yandan çok mutlu oldum, bir yandan daha da mutsuz.
Belki de dönüp dolaşıp yine bu yalnız halime, tek başıma demleyip içtiğim çaydanlığımın başına geldiğim içindir, kim bilir.

27 Temmuz 2017 Perşembe

öğle güneşinde "I can't believe I didn't fall right down on my face"

Nihayet iyileştim. En azından hastalık geçti. Ama salaklığım ve sefilliğim baki. O sularda değişiklik yok.
Dil sınavı için başvurular başladı dün. En son 2015'te girmişim, o sebepten elimde bir dil puanı yok görünüyor resmi olarak (burada böyle gözlerini deviren emoji var ya hah işte ondan var farzedin). Artık yıllardır yaptığım gibi, (ki son 12 yıldır ösym ile akraba gibiyiz artık, tüm akrabalarımla görüştüğümden daha fazla ösym'nin sınavlarına girmişliğim var) açtım sistemi, başvuruyu yapacaktım. Ama uzun yıllardır karşılaşmadığım o musibet geldi önüme. Neymiş son 50 aydır mı ne resmimi yenilememişim. Meali: Son 50 aydır sizden - ek - para koparamadık. Çünkü normalde açıyorum neti, tıklıyorum başvuruyu yapıyorum, tıklıyorum parayı yatırıyorum (ki o aldıkları para da ne biçim içime oturuyor), oluyor bitiyor. Resim için, sırf bir resmimi yenileyip başvuru yapmam için ek 5 tl alıyorlar. Ama hadi başımın gözümün sadakası olsun o 5 tl desem, bir de işin başvuru merkezi arama kısmı var. Oraları bulma, oralara gitme kısmı var. Yüzyıllardır yapmadığım için açtım baktım, başvuru merkezleri diye aratıp. Eve en yakınını buldum, haritadan güzergahı aldım, çıktım yola. Ama dedim ya sa-lak-lık baki.
Baktığım başvuru merkezi listesi geçen senenin mi neymiş. Önemsemedim. Her sene değişir mi bunlar amaan dedim. Değişiyormuş eyy romalılar, vatandaşlar, yurttaşlar! O kadar otobüse bin, in yürü o kadar sıcakta öğle güneşinde. Ama başvuru merkezi diye geldiğim okul kapı duvar. Sıcaktan, yürümekten, açlıktan oracıkta bayılacaktım. Çekilecek çilem varmış, daha yeni başlıyormuş çilem. Açıp etraflıca arattım, 2017 başvuru merkezleri diye. 1,2 km uzaklıkta olmak üzere bir tane buldum. Durduğum noktada ölmüşüm zaten, bir de otobüsle gidemeyeceğim - çünkü hat yok - ya da taksi tutamayacağım - çünkü etrafta taksi durağı butonu yok - ya da otostop çekemeyeceğim - çünkü burası Türkiye - bir yerde. Başladım yürümeye. Yokuş çık, yokuş in, sonra yine yokuş çık, yürü yürü yürü. Ve güneş demiş miydim. Gü-neş. Ama gene bitmedi. Okulu nihayet buldum. Eh kapıda görevliyi de buldum. Terden gözlerim açılmıyor, önümü göremiyorum. Üstümdeki herşey yapışmış terden, resmen ıslağım. Ayh allahım ne rezildim acaba adam ne düşünmüştür. Bir şekilde fotoğrafı çektirdim, aman evlerden ırak pasaport fotosu gibi oldu, başvuruyu yaptım, çıktıyı aldım çıktım. İki sokak gittim gitmedim, bilmediğim bir numara arıyor. Az önceki görevli, demesin mi uzaklaşmadınızsa bir gelir misiniz sistem dönüyor duruyor açmıyor tam oldu mu başvuru bilemedim diye. Yine geri döndüm okula. Bir daha uğraştık falan. Sistem çökmüştü bir süre. Yani harbiden niye bana gelince her şey böyle sarpa sarıyor? Tamam yarısı benim salaklığımdan ama diğer yarısı da kara bahtımdan değilse ne?
Hayır en çok da ne düşündüm biliyor musunuz? Eve dönünce ölü gibi baygın bir şekilde oturduğum yerde kaldım. Müziği açtım. Son bir haftadır, haberi düştüğünden beri, ara ara birer şarkı dinleyip kapatıyordum. Şöyle bir oturup, veda niyetine toptan bir hybrid theory+meteora güzellemesi yapayım diye niyetlenip bir türlü yapamamıştım. Gene yapamadım, hoş ya. Çünkü böylesi haberlerin asıl etkisi olan o kendi geçmişine, kendinden bir parçaya veda etme durumu çok pis koyduğundan, kendimi o stabil ruh halinde bulamadım bir türlü. Kaldıramam yani bu ara. Neyse, açtım yine bir şarkı iki şarkı dinliyordum. Bugünkü halim geldi gözlerimin önüne. Lisedeki beni düşündüm sonra. Lisede Somewhere I Belong'u dinleyen beni. O zamanlar onun karşısına geçip de 30 yaşında, öldürücü bir temmuz sıcağında işsiz güçsüz, beş parasız, amaçsız ve hedefsiz bir şekilde, bu lanet ülkenin lanet sistemine ayak uydurabilmek için bir salak ingilizce sınavına gireyim diye başvuru merkezi arayacak, kilometrelerce bayılacak noktaya gelmene rağmen dağ tepe yürüyeceksin öğle güneşinde desem... Saçmalama derdi o "ben". O yaşıma dek çoktaaan Krallar Vadisi'ndeki güneşin altında elimle malayla duruyor olurum, derdi. İşte en çok bu koydu aslında bugün bana. Tüm o yürüme, uğraşma, cebimden çıkan çıkacak paralar, girmek için uğraştığım sınav...Hiçbiri takılacak şeyler değildi aslında. Bana asıl koyan o düşünceydi. Zihnimin bir köşesinde kıvrılmış, derinlerde gizlenmiş duran o 15 yıl önce Linkin Park dinleyen ben'e ait düşünce. 15 yaşında nereye ait olduğunu bilmediğine, kim olduğunu bilmediğine dair şarkılar dinleyen ama aslında gerçekten nasıl bir his olduğuna dair hiçbir fikri olmayan ben. İronik olansa, o "benin" olmaması durumunda bugünkü "benin" de bu halde olmayacak, bu hallere düşmeyecek olması.
Tek çare DeLorean. Bir de Professor Emmett Brown.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...