8 Kasım 2016 Salı

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1

Kafayı yiyeceğim şu yağmura bakın ya! Birileri toplanmış tepede, habire kovalarla su döküyor başımızdan aşağı. Duruyor gibi yapıp gene yağıyor. Hayır bir de ev arkadaşlarımdan biri - ki 5 yıldır Roma'da yaşıyor - demez mi ki burada kış böyle oluyor şubata kadar durmadan yağar diye! Yağmur var ama ılık da değil ki hani. Soğuk yani, bildiğiniz ıslak ve soğuk. Öleceğim galiba ben burada çürüyerek ve donarak. Neden gittiğim hiçbir yer sıcak olmuyor? Neden sıcak bir yere gidemiyorum? Üstüne üstlük bir de dün gece 12'de bir geldik odaya, yer su. Balkon kapısından girmiş herhalde, döşeme sırf göl olmuş. Sile sile kuruttuk şimdi neyseki ama dışarıda yağmur yağmaya devam ettiği sürece gene olmayacağının garantisi yok. Diğer odadaki arkadaş biz panjurları indirip yatmıştım belki o engel olmuştur dedi. Bakalım en son öyle yaparız.
Ben size Floransa'yı ve Pisa'yı anlatacaktım değil mi? Ama anlatacaklarım da sırf yağmur ve gökgürültüsünü barındırıyor o yüzden lafa buradan girdim. Aslında Floransa'yı inanılmaz merak ediyordum, gitmeyi çok istiyordum. Da Vinci's Demons'da izlediğim hikayenin gerçek mekanlarını görecek, Medici hayaletleriyle dolanacak ve kendimi oradaki - dizideki yani yoksa gerçekteki değil - Leo gibi hissedecektim. Yalnız hayata dair bilgilerimin ve meraklarımın ve dahi kafamın içindekilerin sırf izlediğim ve okuduğum hayali dünyalardan oluşuyor olması da ayrı bir durum, şu an bir gariplik sezdim. Yani misal Floransa'yı, Medici ailesini biliyorum, nereden, diziden. Normandiya çıkarmasını biliyorum, nereden, filmden. Gibi. Neyse.
Cuma sabah 07:55 otobüsüyle Floransa'ya gittik. Otobüs flixbus. Zaten öğrenci olarak avrupaya gelmişseniz ilk öğreneceğiniz şeyler flixbus ve ryanair. Tiburtina istasyonundan bindiğimiz otobüs yaklaşık olarak 11 gibi Floransa'da Santa Maria Novella istasyonunun gerisindeki Viale Filippo Strozzi'de indirdi. Otobüsler konusunda Türkiye'deki durumları beklemeyin bu arada. Tiburtina'da neyseki bir tür bizim ufak kasaba otobüs garı havası vardı mesela, firmaların yazıhaneleri, otobüslerin duracakları çizgiler falan ama Floransa'da kuytuda, iki yanı yüksek duvarlı bir cadde üzerinde kenara bırakıveriyor otobüs. Binerken de aynı yerden. Bir de zaten otobüste yer numarası falan olmadığından, bavullarınız varsa kendiniz alt bagajı açıp koyduğunuzdan ve nereyi bulursanız geçip oturduğunuzdan hiç bahsetmiyorum bile (Evet ikram yapan muavin de yok.). Giderken bindiğimiz otobüste priz vardı ama dönüştekinde yoktu mesela. Ama içerde tuvalet vardı her ikisinde de, bakın bu beni en mutlu eden nokta.
Santa Maria Novella Bazilikası
İndiğimiz noktadan direkt dümdüz yüründüğünde önce tren istasyonunun içinden geçiliyor, sonra da Piazza della Stazione'ye çıkmış buluyorsunuz kendinizi. Karşısında Santa Maria Novella Bazilikası var, biz girmedik, biletliydi. Ama önündeki Piazza di Santa Maria Novella'da oturup, kahvaltı niyetine yanımızda getirdiğimiz keki falan atıştırdık, o noktadan kilisenin dış cephesini keyifle seyredebilirsiniz (bu ara piazza yazıp duruyorum ama meydan demek biliyorsunuz ya da anladınız değil mi şimdi aklıma geldi, çevirmeden yazıyorum onları hep.). Kaldığımız yer, Hotel Ottaviani, hemen bu meydanın arkasındaydı, o yüzden önce oraya uğradık, fazlalıkları bırakıp, hemen dışarı attık kendimizi (Bizi karşılayan teyze mükemmel bir insan yalnız, kısacık kesilmiş saçları, maskülen takımı, ince gözlükleri ve o yüzündeki gülümsemeyle sarılasınız geliyor. Oda hazır değil, ikide olur, o zaman şey edelim dedi, isimleri odaya yazdı.). Hemen orada Via Palazzuolo ile Via dei Fossi'nin kesiştiği köşede Gelateria Caffe' Dei Fossi var, bir kruvasan bir kahve 2 euro yazısını görünce daldık. İçerdeki kadın acayip şeker, gidin görün, bir iki muhabbet edin mutlu olun, valla. Ve o kruvasanlar - buradaki ismiyle kornetler - muhteşem. Ama muhteşem. Muh-te-şem. Elimizde onlarla önce tam tersi tarafa yürüdük. Ha tersi dediğim Duomo'nun tersine. Neden? Çünkü elimde kağıttan bir harita vardı. Google Maps'i açmayayım bir sefer de dedim, eh oteldeki teyze de haritayı verip, tatlı tatlı üstünde her şeyi her yeri işaretleyip şöyle gideceksiniz böyle edeceksiniz diye anlatınca, o nostaljiye kaptırıp haritadan ilerledim. Ama en son kağıt üstünde ne zaman harita kullanmıştım bilmiyorum (biliyorum, New York'ta, parça pinçik olan harita üstünde ve yine orada da hep tersi tarafa gitmiştik), berbatmışım bu konuda onu gördüm. Buradan 10 dakikalık bir yürüyüşle Piazza del Duomo'da olabiliyorsunuz normalde.

Duomo'nun bayıldığım kapısı
Piazza del Duomo'ya çıktığınızda bu şahane güzellikteki yapılar karşısında bir kalıyorsunuz önce. Yeşil-beyaz. Çizgiler çizgiler. Zaten buradaki ve Pisa'daki çoğu şey üstünde bunu görebiliyorsunuz. Santa Maria del Fiore Katedrali'ne Duomo diyoruz, kırmızı kubbesi olan bu işte. Burada 7.yy.a ait Santa Reparata Kilisesi varmış, 12.yy.da Arnolfo Di Cambio tarafından bu kiliseyi yapmışlar üstüne. 15.yy.da da Filippo Brunelleschi bu kubbeyi eklemiş. Yapının dışı ne kadar ilgi çekiciyse içerisi o kadar sade. Roma'da bulduğumuz her kiliseye girip, manyak eserler, dekorasyonlar gördükten sonra burası haliyle bir sönük geldi bize ama bu kötü bir şey değil. Ortadaki kapısının iki kanadı mükemmel bu arada ama hemen sol taraftaki girişten alıyorlar içeri. İçerde, kapının üstünde çok güzel bir saat var, Paolo Uccello tarafından 1443'te yapılmış (diye tüm bilgileri söyleme gereği hissettim bir zaman ve saat manyağı olarak). Tavanda da Vasari'nin tasarladığı Last Judgment var (valla ben de bir Terminator Judgment Day'i bilirdim ama ne sanatlar varmış :p ). Aynı meydanda katedralin bir de çan kulesi var: Giotto'nun Çan Kulesi. Bir 14.yy. gotiği. Yine katedralin karşısında bir de vaftizhane var, sanırım o da altıgendi. Aziz John Vaftizhanesi. Bu binanın yerinde 4-5.yy.da bir Mars tapınağı bulunuyormuş, onun üstüne kondurmuşlar (Mezopotamya'daki kutsal yerlerin kutsallığının devam etmesi, tapınak üstüne tapınak yükselmesi geleneği nereye gitsek değişmiyor demek ki, insanın değişmemesi gibi). Vaftizhanenin kapıları pek önemli, ama açıkçası duomonun kapısı benim daha çok hoşuma gitti, ilgimi çekti. Vaftizhanenin kapıları altın rengi falandı, aman aman, hiç sevmem, ne o öyle parlak parlak. Bu binaların hepsine girip, dolaşabiliyorsunuz.
Biz oradan çok görmek istediğim Medici Şapelleri'ne gidelim dedik. Piazza del Duomo'dan Via dei Martelli'ye girdik, oradan da Via L.Gori'ye döndük. Zaten bir iki adım sonra karşınızda Monumento a Giovanni delle Bande Nere çıkıyor (yine aziz john işte, onun heykeli anıtı). Ama şapellere giremedik o gün, biletliydi, e biz de biletli her yere pazar günkü bedava giriş hizmetiyle adım atmak istediğimizden, orası kaldı.
Orsanmichele Kilisesi, her kilisenin
önü gibi yardım bekleyen teyzesiyle
Oradan duomoya geri gelip, Via dei Calzaiuoli'ye kaptırdık, yürüdük. Yürürken Orsanmichele Kilisesi'ne girdik bir. İçeride güzel eserler var, fena değil. Devamında bir sonraki hedefimiz olan Piazza della Signoria'ya geldik. Burası Palazzo Vecchio'nun önündeki meydan, ama ne meydan! (bu arada palazzo da saray falan gibi demek, ama öyle versailles gibi düşünmeyin, bina işte). Bu meydanın 3 tarafında restaurantlar ve kafeler var, bir tarafında da Loggia dei Lanzi. Bir köşesinde Cosimo'nun at üstünde bir heykeli (ilk Medicimiz), bir köşesinde Fontana del Nettuno (Neptün çeşmesi yani, Poseidon'un Roma versiyonu). Meydanın bir tarafındaki Palazzo Vecchio'nun sağ girişinde Baccio Bandinelli'nin "Hercules ve Cacus" heykeli, diğer tarafında Michelangelo'nun David'inin bir kopyası. Yine bu heykellerin yakınında az önce de dediğim Loggia dei Lanzi var ki bu kemerli bir yapı, içinde heykeller, bir tarafı meydana açık, dikilip heykellere bakabiliyorsunuz (içeri de girip bakabilirsiniz tabi). Burada çok manyak heykeller var: Patroclus'un bedenini taşıyan Menelaus, Medusa kafası tutan Perseus, Hercules ve Nessus, Sabine kadınlarına saldırılış, Medici aslanları...Buranın hemen yanındaki aradan girdiğinizde Piazzale degli Uffizi'ye çıkıyorsunuz. Zaten burası da Uffizi Galerisi'nin olduğu yer ama oraya pazar günü bedava girdik, o yüzden şimdi bahsetmeyeceğim. Bunun yerine biz Neptün Çeşmesi'nin arkasındaki sokak Via dei Gondi'ye daldık. Devamındaki Borgo dei Greci'den ilerleyip, kendimizi Piazza di Santa Croce'de bulduk. Bu meydanın da 3 tarafında kafeler restaurantlar, tek tarafında Basilica di Santa Croce di Firenze var. Meydan ve bazilikanın merdivenleri turist kaynıyor, biz de merdivenler de oturmak durumunda kaldık soluklanmak için çünkü ne bazilikaya ne de yanındaki binalara girebildik. Bir çeşit devlet töreni gibi birşey vardı, son model zırhlı araçlar, süslü giyinmiş askerler, kameralar flaşlar falan derken nasıl kaçacağımızı şaşırdık. Halbuki ben daha içeri girip Michelangelo ve Galileo'nun mezarlarında fatiha okuyacaktım. Neyse, bu meydanın bir diğer güzel yanı, bazilikanın sol çaprazında kalan Enrico Pazzi tarafından yapılmış Dante heykeli.
Loggia dei Lanzi
Buradan sonra artık bazilikalara bile giremiyoruz diye başımızı önümüze eğdik, ver elini Arno nehri dedik. Direkt nehir kenarına gelip, Ponte alle Grazie'den karşıya geçtik (ponte de köprü demek), sola doğru yürümeye devam ettik. Karşımıza pek de şirin, sarı sonbahar yapraklı bir park çıktı, Piazza Nicola Demidoff'muş. Tam buraya geldiğimizde bana mail geldi ve moralim düzelmemecesine çöktü. Geçen hafta bir web sitesinin bir tür yazı yarışması gibi birşey görmüştüm, ona yazı yollamıştım, cevabı geldi. İlk defa ingilizce bir yazı yazdım ve yolladım, britanya kökenli bir kuruluştu. Ama çok üzgünlermiş, yazım diğerlerine göre "short-listed"miş, o yüzden yayınlamayacaklarmış ama bundan sonraki çalışmalarımda bana çok çok başarılar diliyorlarmış. İşte, insan bir kere dipte doğmayagörsün, ne yaparsa yapsın kurtulamıyor. Neyse.
Santa Croce Meydanı ve kilise
Bu taraftaki hedeflerimiz Giardino Bardini (Bardini bahçesi), Forte di Belvedere (Belvedere kalesi), Giardino di Boboli (Boboli bahçesi) ve Piazzale Michelangelo'ydu. Via del Olmo'dan devam ettiğimizde karşılaştığımız ufak giriş ve onun sağından devam eden kale duvarları kenarındaki ağaçlı yokuş yol alabildiğine davetkardı, biz de yokuşa tırmanmaya başladık. Via di Belvedere. Yağmur, ağaçlar, kale duvarlarının kenarına bilgisayarlarını çantalarını yaymış ellerinde ipler tabletler ölçüm yapan öğrenciler, her bir noktada fotoğraf çeken turistler ve üstünüze üstünüze süren, o daracık yolda ölümüne süren araba sürücüleri. Üstüne üstlük yukarı ulaştığımızda hiçbir yer açık değildi. Giardino Bardini'nin girişi sımsıkı kapalı, kalenin girişi kapalı (salak bir genç adam gidip dakikalarca devasa tahta kapıları yumrukladı mesela, sonra da sıkılıp gidip yan taraftaki çöp konteynırlarının arasına işedi), Boboli bahçesinin girişinde 16:30'da açılıyor yazıyordu falan. Burada da elimizde sıfırlarla kalakalıp, aynı yolu geri indik. Via del Monte alle Croci'ye döndük, Piazza Ferrucci'den itibaren diğer pek çok çekik ve gürültücü ispanyolla birlikte vurduk kendimizi Scalea del Monte alle Croci'ye (merdivenler). Burası Viale Galileo'ya ve Piazza Michelangelo'ya çıkıyor. Ordaki terastan da selfie çubuklarınızla Floransa manzarası ve ben temalı fotoğraflar çekebiliyorsunuz. Ya da sadece Floransa manzarasının üstünde asılı gökyüzünü seyreyleyebiliyorsunuz. Bu meydanda yine bir David heykeli daha var tabi. Oradan aşağı kaptırıp, kendimizi Giardino delle Rose'ye attık biz çok soğumuştu hava çünkü tepede. Burası acayip güzel, minik bir çiçek bahçesi. Tatlı bir yaz günü muhteşem olur mesela.
Sonra yine nehrin kenarına çıktık ve Ponte Vecchio'dan geçelim dedik karşıya geri. Çünkü Ponte Vecchio ünlü. Çünkü Ponte Vecchio'da anlamsız bir turist kalabalığı var, çekikler köprünün ortasında herhangi bir noktada selfie çekinip duruyor. Aslında burası Roma dönemine kadar uzanan bir geçmişi olan ortaçağ köprüsü, böyle o tanıdık kemerli mimarisiyle. Şimdi gördüğümüz hali 1345'ten kalmaymış, daha eski hali bir selle yıkıldıktan sonra. II.Dünya Savaşı'nda almanların nehir üstünde yıkmadıkları tek köprüymüş bir de. Üstünde 13.yy.dan beri dükkanlar varmış, 1593'te I.Ferdinand artık sadece kuyumcular falan olsun dedikten sonra da sadece onlar var şu an, köprüde parıltıdan yürüyemiyorsunuz. Ama o dükkanların ahşapları muhteşem, onu belirtmem lazım.
Michelangelo terasından sana baktım ey Floransa!
Tabi bu arada saat akşamın bir vakti olduğundan ve tüm gün aç bilaç gezdiğimizden birşeyler yiyelim diye bakınmaya başladık. Ama saat 19 olmadan italyanlar yemek yemiyor, hiçbir yer açık değil. En son güzel bir tesadüfle Via dei Benci üstündeki İstanbul Döner Kebap'la karşılaştık ve 5'er euroya lezzetli dürümlerimizi yedik (bir haftalığına italya turuna geldiğinizde makarna ve pizza gayet leziz gibi görünebilir sevgili kayıp çocuklar ama artık 2.ayımızı devirmişken makarnayı sadece evde pişirmek istiyor hale geliyoruz). Ardından da Via Guiseppe Verdi üzerindeki Off The Hook'ta birer birşey içtik, mekan güzel, sevimli, çalışanlar samimi, eh bir de canlı müzik oluyormuş, daha ne olsun.
Floransa'daki ilk günümüzün sonunda çok da geç olmayan bir saatte otele geri döndük, ertesi sabah erkenden yollara düşüp Pisa'ya gideceğimiz için dinlenelim diye. Bu arada karışık bir yatakhanede, böyle ortak banyolu tuvaletli bir hostelde ilk kez kalacaktım ve acayip tırsmış durumdaydım. Otele geldiğimizde resepsiyonda sabahki teyze yoktu, kavruk bir amca vardı ki sonradan bangladeşli olduğunu öğrendik. Amcaya dedik biz sabah gelmiştik, teyze bize 7 numaralı odada kalacağımızı söylemişti dedik. Baktı baktı kayıtlarına, bir şaşırdı. E ben o yatakları başkalarına verdim dedi. Haa dedi sonra ben de diyorum bu kızlar hiç Türk'e benzemiyor nasıl yani diye dedi. Gün içinde bir amerikalı bir de çinli gelmiş, onlara vermiş. Artık kayıtlı şey nasıl oluyorsa. Ama bakın bu noktada çemkirmeyip, itiraz etmememin çok güzel bir sebebi var. Durumu nasıl karıştırdığını anlamaya çabalayan adam, bir odaya bakmaya falan gitti yanımızdan ayrılıp. Geri geldiğinde de bize iki kişilik odanın anahtarını verdi, benim hatam olduğundan bu gece bu odada kalın aynı paraya, yarın diğer yatakhane odasına geçersiniz dedi. Olley diye zıplamamak için zor tuttum kendimi. Şans eseri ilk yatakhaneli hostel deneyimimin ilk gecesi rahat bir odada geçmiş oldu. Gerçi tuvalet ve banyo yine ortaktı, katta 2 tuvalet bir de banyo vardı. Bir de gece boyu hostelin içi kulüp gibiydi, müzik gümbürtüsünden duvarlar sarsıldı, kavga bağırış koptu devamlı, dışarıda meydanda sokakta insanlar bağırmaya çağırmaya devam etti. Ama neyseki kapımızı kilitledik, yattık.
Ohoo bu yazı çok uzamış, diğer günler diğer yazıya.

2 Kasım 2016 Çarşamba

mutsuz mu gün

Bugün nedense bir mutsuz uyandım. Evet şu an ben de gülüyorum kendime, bu yazdığım cümleyi okuyunca. Ne zaman mutlu oldun ki diyorsunuz haklı olarak. Neyse oralara hiç girmeyelim. Böyle bir enerjisiz, böyle bir bezgin uyandım. Ha tamam normalde de şen şakrak uyanmam da bu böyle gün içine yayılan, evden çıkarken eşofman altımı bile çıkarmak istemediğim bir tür neşesizlikti. Temel yaşamsal fonksiyonları zar zor yerine getirmeye yetecek kadar enerjili olma durumu.
12'de italyanca kursum vardı okulda. Sene başındaki sınavda seviyem, B1 sınıfa başlamamı gerektiriyordu normalde ama B1 sınıfında geçirdiğim iki dersten sonra koşa koşa A2 sınıfına gitmiştim. Şu an devam ettiğim A2 sınıfı. B1'de sınıfın hepsi ispanyol, hoca pamuk gibiydi. A2'de sınıfta ispanyol nüfusu az ama hoca biraz sinir. Gerçi kadının hakkını yemeyeyim, gülüyor, konuşuyor, normal bir hoca aslında. Ama işte, ilk gün bana bir böyle gıcık geldi ya. Sanki böyle benden hazzetmiyormuş hissindeyim. Kendi kendime gelin güvey oluyorum işte, yoksa kadının beni salladığı falan yok. Normal işini yapıyor, italyanca öğretmeye çalışıyor hepimize. İlk derslerde tüm sorulara ben cevap veriyordum, herşeyi ben söylüyordum. Aman yarabbi resmen Hermionelik yapmışım ya sınıfa! Hoca da en sonunda çıldırmıştı, kimseden ses çıkmıyor ya başka, ödevi bir tek o mu yaptı cevabı bir tek o mu biliyor demeye başlamıştı. O yüzden artık çok ses çıkarmıyorum derste. Bırakıyorum çocuklar söylesin. Ama onların da ağzından iki kelime çıkmıyor, ben ne yapayım. Hayır bir de bu seviyeye fazlayım grammer olarak, B1'de bile tüm konuları biliyordum. Ama işte bu kadar gerizekalı olmayıp, bir de doğru düzgün konuşabiliyor olsaydım B1'den arkama bakmadan kaçmamış olurdum. Bu sınıfa fazlayım ama diğerinde de konuşamıyorum ve ispanyolların ispanyolca italyancalarını anlayamıyorum. Öff üstüne bir de tek beceremediğim konu, preposition'larda bugün alman çocuk hepsini doğru yapmıştı, benimse tek doğrum vardı, aşırı sinirim bozuldu.
Akşamüstü evdeyken de mutfak ve banyo duvarındaki nemlenme-kararmaya bakmaya bir adam geldi, tesisatçı gibi. Ev sahibi yolladı haber verip. Bu konu da sinirimi bozuyor şimdi. Duvar su almış herhalde, resmen böyle korku filmi şeytanlı ev duvarı olmuş ama bu da mı bana denk gelir yahu? Bayadır oluyordur belli, eh bir 4-5 ay daha dayanamadın mı ey duvar? Ben gittikten sonra ev sahibinin dikkatini çekeydin de o zaman yaptırmaya karar verseydi. Şimdi bu duvarı yaptıracak Paolo (ev sahibi) ama yine bize gürültü yine bize eziyet. Evde olduğum bir süre içinde olursa hem ses olacak hem de bence büyük ihtimalle suyu kesmek zorunda kalacaklar çünkü duvarın içindeki boruların değişmesi gerekiyor. Eh çoğunlukla da evde olduğumdan, esasında dört kişi şeklinde çoğunlukla evdeyiz. Off.
Ha bu arada güzel haberi vereyim. Gerçi ben henüz hiç güzel birşey yapıyormuşum hissinde değilim ama kısmet. Cuma günü Floransa ve Pisa'ya gidiyoruz. Pazartesi sabah döneceğiz. İlk Roma dışı gezim olacak şimdilik. Biletleri ve kalacak yeri ayarladık ama çok tırsıyorum, özellikle hostel yatakhanesinde kalacak olmaktan. Önceki gece de ilk avrupa gezimiz için tüm herşeyi ayarladık. Buradan uçakla Nuremberg'e geçeceğiz ayın 17'sinde. Orada iki gün, ardından otobüsle Münih'e, orada iki gün, yine otobüsle Viyana'ya gideceğiz. Viyana'da, sıkı durun, THE LUMINEERS konserine bilet aldık! 21'inde umarım şahane geçecek konserden sonra Viyana'yı da bir iki gün gezdikten sonra (ki bundan 8 sene önce bir ağustos ayında görmüştüm ilk defa Viyana'yı gayet eblek bir halde, o yüzden bu sefer herşey planlı olacak) yine otobüsle Bratislava'ya geçeceğiz ve bir günde orayı turladıktan sonra uçakla geri Roma'ya döneceğiz. Şimdilik en ucuza tutturabildiğim güzergah bu oldu, o yüzden böyle saçma bir halde ama en azından bir iki farklı şehir görmek iyi gelebilir. Var  ya hele bir de bu gece şu ocak'ın sonundaki Kaleo konserlerinden birine bilet alabilirsem, değmeyin keyfime.
Tamam Paris'e de gideceğim de, para kalır umarım. Asıl ilk ve tek hedefim Londra-Edinburgh-Dublin yapmaktı ama, heyhat! Buradaki elçilik 100 euro istiyor britanya vizesine. Bir de sterlin mevzusu var tabi. Anlayacağınız ada hayallerim yine uzak baharlara kaldı. Dert ettiğim şeye bak değil mi?
O zaman içten bir The Lumineers şarkısıyla veda edeyim bu gece.

Diocletian Hamamı, Palazzo Altemps ve Crypta Balbi

Sözümü tutuyorum ve her akşam nihayet yatağa oturup, bilgisayarı kucağıma alabildiğimde tüm gün ne yaptığımı anlatıyorum şimdi. Bugün günlerden sonra nihayet birazcık olsun işler yolunda gibi hissedebildim. Bir plan yaptım ve onu sonuna kadar uyguladım bugün.
Diocletian hamamının planı, wikipediadan.
Bir önceki yazıda bahsettiğim müze biletinin tüm etinden suyundan faydalanabilmek için çıktık bugün, o bilette yazan diğer 3 müzeye de gittik. Azimle. Hem de dışarıda yemek parası vermeden. Tamam bir ufak birşey yedik ama o da başka bir güzellik. İlk önce evden Termini'ye geldik (her zamanki gibi, mecburen). Orada Termini'nin hemen yanıbaşında bir dolu kafe-restaurant-yemekçi falan gibi yerler var. Çoğunlukla da göçmenlere ait. "Halal food"lar havada uçuşuyor yani. Neyse, önceki gün bir tanesinden dilim pizza alırken, börek gibi birşeyler dikkatimi çekmişti ve tabi (her hobbit gibi) obur bir hobbit olduğumdan o börek gibi şeylerden de istedim. Bir çeşidi normal böyle "roll" şeklinde, içinde sebzeler varmış. Bir çeşidi üçgen şeklinde, içinde kıyma var. Diğeri de böyle bohça gibi, içinde patates var. O gün kıymalı olandan bir tane alıp bölüşmüştük arkadaşımla. Nasıl olsa kocaman iki dilim pizza aldık, tadına bakmış olalım diye. Ama ne yalan söyleyeyim tadı damağıma yapışmıştı, yedikten sonra böreği düşünmediğim bir anım bile olmadı o derece (Burada gerçekten açlık çekiyorum sevgili kayıp çocuklar, abartmıyorum. Ben normalde böyle aksırana tıksırana, balon gibi şişip kusacak seviyeye gelene kadar yerim. Dolu dolu yerim. Döne döne yerim. Ama burada para kısıtlı olduğundan, hiçbir türlü o kadar bir şeyler alıp yiyemiyorum. Evdeki makarna bile bitecek diye korka korka yiyorum.). Bu yüzden bugün oradan geçerken dedim alalım birer tane, ağzımızı azıcık doldura doldura yiyelim. Ben yine o kıymalı üçgenden aldım, oda arkadaşım da patatesli bohçamsı olandan aldı. Alırken orada çalışan adamla muhabbet ettik baya. Bangladeşliymiş (Roma'daki diğer tüm göçmenler gibi). Bizim Türkiye'den olduğumuzu öğrenince, Ankara'ya gelip, okumuş mu çalışmış mı bir arkadaşının face hesabını açtı gösterdi, ondan bahsetti. O eleman da görseniz face'ini, maşallah yani gitmediği ülke okul staj iş burs kalmamış. Oku oku bitmiyordu hakkında kısmı. Öyle böreklerimiz ısınırken üç beş konuştuk. Bilmem, böyle yüzünde iyi insan ifadesi vardı. Bir de üstüne böreklerin parasını öderken elimde 2 euro vardı, direkt onu uzattım 3 euro tutuyormuş, biz 1 euro daha çıkarırken yok yok bu kadar yeterli diye bir de 1 euro almadı bizden.
Diocletian hamamının oralar, ArcheoRoma'dan.
Ardından, ilk durağımız Terme di Diocleziano'ydu. Diocletian hamamı yani. Diocletian 284'ten 305' roma imparatoru olmuş bir arkadaşımız. Hamam kalıntılarının bir kısmına, frigidarium'unun (soğuk sulu oda yani) içine esasen Santa Maria degli Angeli e dei Martiri (Melekler Azizesi Mary ve Şehitler Bazilikası diye çevirdim ben) inşa edilmiş durumda. Bu bazilikayı haftalar önce gezmiştik, inanılmaz birşey. Michelangelo'nun sihrinin değdiği plan diğer gördüklerimden hiçbirine benzemiyor. Bir yunan haçı şeklinde yazıyordu ama azcık araştırmam lazım anlamak için. Neyse Piazza della Repubblica'nın karşısındaki bu alanda hem bazilika, hem hamam hem de içi dopdolu bir müze var. Ha bir de San Bernardino alla Terme kilisesi var ama onun içini tam hatırlayamıyorum. Müzesinin içinde epigrafi kısmı (muhteşem), protohistorya kısmı (bir mezopotamya ya da anadolu kadar değil elbette, geç bronza dair üç beş birşey) ve mezarlardan çıkan eserler kısımları var. Ayrıca yine heykeller, heykeller...Orta bahçesinde ne güzellikler...Ama sanırım oraya Carthusian manastırı mı deniyordu öyle birşey. Neyse işte, Diocletian hamamın yerleşkesindeki müze bildiğiniz olağanüstüydü.
Oradan çıkıp koşturarak kendimizi otobüse attık ve dosdoğru Palazzo Altemps'e gittik. Var ya...Böyle birşey yok. Buradaki eserler tamam da, yapının kendisi bir üff, bir vaaay, bir delilik. Bu palazzoya öldüm ben. İçi, duvarları, odaları, kapıları, KAPILARI, PENCERELERİ, inanılmaz güzellikte. İçerinin bu muhteşem güzelliğinde bir de 16.-17.yy.daki asil-varlıklı ailelerin eski yunan ve roma heykelleri koleksiyonu var tabi. Altemps koleksiyonu, Boncompagni Ludovisi koleksiyonu, Mattei koleksiyonu, Drago koleksiyonu ve mısır koleksiyonu var. Bu palazzonun olduğu yerde esasında daha öncesinde bir roma dönemi evi varmış, onun üstüne rönesans dönemi yapısı gelmiş. Buranın içinde resmen kaybolduk desem yeridir. Odalar çok karmaşık, koleksiyonlar çok karmaşık, bir de üstüne italyanların hiçbir yere hiçbir türlü tabela yazı koymayalım kafası gelince...Saatlerce döndük durduk heykellerin arasında.
Ve hava kararmaya yakın, koştur koştur Crypta Balbi'ye ulaştık. Plandaki ve elimizdeki biletle girebileceğimiz son müze. Burası roma döneminde şehrin bir kısmını oluşturan bir yer, içerdiği devasa portikodan dolayı da ismi crypta balbi. Tiyatro yapısının sahne kısmının arkasına yaslanan portiko olunca böyle deniyormuş valla içeride öyle yazıyordu. Burası diğerlerin göre müze anlamında daha sönük ama daha  maceralı. Çünkü antik döneme ve ortaçağa ait yapıların içinde küf ve nem kokuları içinde dolaşabiliyorsunuz. Bir de bizim gibi akşamın bir vakti, kimseler yokken dalarsanız, tekinsiz sessizlik ve binyılların ruhu içinde çok daha maceralı olabiliyor. Klostrofobikseniz ama uzak durun, böyle ortaçağ kalesinin zindanları içinde gün ışığı görmeden dolaşmak gibi oluyor, uyarayım. Buranın müze kısmındaki eserler daha geç dönemden, ortaçağa uzanıyor.
Dönüşte otobüste gündüz börek aldığımız Bangladeşli adama rastladık bir de. Selamlaştık önce, sonra arkaya geçmeden önce iki dakika durup bir şaşırdı, nereye otelinize mi dedi. Biz burada yaşıyoruz, öğrenciyiz dedik. Sen bizi doyurdun bugün, allah da seni aç bırakmasın dedim içimden.
Yarın italyanca kursum var öğlende.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Vatikan'a girememek, beleşçi sığır avrupalılar, depremler ve yine de pek güzel antik dönem sanatı

Hep oturuyorum bilgisayarın başına (ya da alıyorum kucağıma) diyorum şimdi başlayayım anlatayım ne yapıyorum. Böyle her gece diyorum aslında bunu kendi kendime, hani geldiğimden beri her gece uyumadan önce yapsaymışım süper olurmuş. Ama işte.
Bugün Halloween burada. Her yer tatil, okul yok ders yok. Dışarıda güneş güzel, hava da ılık. Balkon kapısı açık, yeni yıkanmış çamaşırlar balkonda asılı. Haa hava güzel ama ben buz gibiyim yine o ayrı. Sıcak su torbasıyla oturuyorum. Bir türlü ısınamıyorum, evet burada da. Kendime yaşamak için yılın 12 ayında da 40 derece olan bir yer bulmam gerek ama şimdiye kadar başarılı olmuş değilim.
Dün ayın son pazarı olduğundan Vatikan'a giriş bedavaydı. Aylar öncesinden planlamıştım, dün erkenden gidip Vatikan'ı gezecektim. Sistine Şapeli'nde ağzım beş karış açık kalakalacaktım. Ama dün yine - tüm hayatım boyu olduğu gibi - üstümde o kara bulut+her işimin ters gitmesi - saçmalığı vardı. Sabahın yedisinde kalkıp yollara düşmek zerre fayda getirmedi Vatikan'a girebilmek için. Kilometrelerce sıra vardı (abartmıyorum). Tüm dünya orada bekliyordu. Bir de insan gibi beklemiyorlar. Sanki koyunlar, sığırlar, boğalar ve ayılardan oluşan bir sürüyü kilometreler boyunca 5 kişinin sığabileceği genişlikte bir kaldırımda gütmeye çalıştığınızı hayal edin. Herkes birbirini itiyor, eziyor. Herkes birbirine yapışmış durumda (abartmıyorum), metrobüs mantığıyla sabahın köründen 12:15'e kadar 72 milletten insanlar itişip kakıştıktan sonra hala daha girişe yüzlerce metre vardı. Pes ettim. Zaten önden çıkıp, gidenler olmaya başlayınca yoldan yanımızdan yürüyenler de çıkın çıkın bitti diye sıradakilere işaret vermeye çalışıyordu. Sonunda o kadar eziyeti çekip, Vatikan'a girememiş oldum.
Oradan yürüyerek Piazza del Popola'ya kadar geldik. Bu arada günlerdir buz gibi olan ve dışarıda işimiz olduğu için donmama sebep olan hava dün inadına güzeldi. Niye, çünkü ben üstüme aşırı kalın giymiştim. Öldüm yürürken yeminle. Neyse dedim, belki bugün birkaç güzel birşey olabilir. Yine de. Popola'da meydanın iki ucundaki iki bazilikaya da daha önce açık vaktini bulup, girememiştik. Hep akşam geç saatlere denk geliyordu. Bu sefer önce "Basilica Parrocchiale Santa Maria del Popolo"yu denedik, kapısında içerden bir amca çıkıp, ayin var sonra gelin dedi. Yine de yılmadık, diğerine "Santa Maria in Montesanto"ya girebiliriz belki dedik. (Bu arada Popola'ya yürürken Vatikan tarafında da bir kiliseye girmiştik ama ayinin ortasına düştüğümüz için kilisenin içini gezemedik.) Orada da aynı şey, bir teyze çıkıp kapıdan maalesef canlarım ziyaret saati değil diye nazikçe kovaladı. Valla orada, kilisenin yanıbaşındaki merdivenlere çöküp kaldık bir yarım saat.
O mutlulukla, aç susuz tuvaleti gelmiş bir şekilde, her zamanki ucuz makarnacımıza gittik. Orada da çılgınca bir sıra vardı, normalde her gidişimizde bomboş olur. Tam sıra bekliyoruz ama neyseki gnocchi varmış oo yaşasın derken kasaya yanaştık, önümüzde bir kişi var, gnocchi bitti demesinler mi? Anlaşıldı dedim, bugün tek bir mutluluk zerresi yaşamama izin olmayan o günlerden biri (milyonlarcasından biri). Evet böyle bir durumda ben de okusam, başka biri yazmış olsa, derim ki gerizekalı ukala, o makarnayı alacak paran varmış, karnını doyurabiliyorsun bu neyin çemkirmesi. Ama bunu diyeceğimi biliyor olmam kendimi daha da kötü hissettiriyor, çünkü bu durumda bu sefer de kendime gerizekalı gerizekalı demeye başlamış oluyorum.
Sonra makarnaları yiyecek yer bulamadık bir de. Her zamanki yerimizde iğne atılsa havaya, atmosferde parçalanıp yine de geri gelmezdi o iğne. O yüzden Via di San Sebastianello'dan devam edip Fontana del Bottino'nun önündeki merdivenlere çökmek zorunda kaldık ki Piazza della Trinita dei Monti'ye devam eden merdivenler Roma'daki hemen hemen her yer gibi sidik kokuyor ve pis. Ayrıca pek tekinsiz tipler var. Neyse, rahatsız bir şekilde makarna yedikten sonra McDonalds'yı tuvalet olarak kullanma zamanımızdı, ama ömrümde öyle bir kalabalık, öyle bir insan akışı, öyle bir mcdonalds görmedim ben. Dışarıdayken zaten iki üç yer var burada tuvaletini bedava kullanabildiğimiz, burası o gün cehennem gibiydi.
Palazzo Massimo alla Terme
Ama gene de vazgeçmedim. Dedim bugün birşey yapmış olacağız. Böyle geçemez, Roma'dayız Merlin'in sarkık donları adına! Yürüdük. Palazzo Massimo alla Terme'deki müzeye girdik. Öğrenciyiz diye belki 3,50 euroya gireriz diye ummuştum ama görevli kadın yemedi. Hangi ülkeden geldiniz diye sordu. Öğrenciyiz dedim, Sapienza'nın kartını çıkardım. Israrla hangi ülkeden geldiniz dedi. Lanet olasıca Türkiye denen yerden dedim. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin öğrencilerine 3,50 bize 7 euro. Sanki zengin olan yer avrupa birliği değilmiş gibi. Ulan zaten para sizde, asıl dışarıdan gelenlere bedava falan yapmanız lazım ki yazık günah onlar da görebilsin. (Bu noktada her zamanki şahane salaklıklar listeme yeni madde eklediğimi belirtmek isterim. Bu müzeye girerken 7 euroya aldığımız biletin arkasında 3 gün için Crypto Balbi, Palazzo Altemps ve Terme di Diocleziano'da da geçerlidir yazıyormuş [Ulusal Roma Müzeleri 4lüsü], eve gelince fark ettim. Ama işin güzelliğine bakın, bileti pazar günü 3'te aldık, pazartesi bu müzeler kapalı. Salı da ancak üçe kadar bunların hepsine bu biletle girebiliyorum. Bileti almak için ne kadar da mantıklı bir gün seçmişiz değil mi?)
Palazzo Massimo 19.yy.a ait bir saray binası. Yani işte burada bu binaların hepsinin adı palazzo. Stili Neo-Rönesans'mış, yani Rönesans mimarisinde klasik dönem yunan-roma etkileri görüyorsunuz. İçeride girişin altıyla birlikte 4 kat var. Girişin altındaki katta sikkeler var. Giriş katta ve birinci katta heykeller, ikinci katta freskler ve mozaikler var. Eserlerin tarihi Geç Cumhuriyet döneminden-M.Ö.2.yy.'dan M.S. 5.yy.'a kadar uzanıyor. Müzenin içindekiler hakikaten iyiydi yalnız, düzenlemesi berbat olsa da. Daha önce kitaplarda, internette gördüğüm nerdeyse tüm klasik heykeller buradaydı. Yüksek rahip olarak Augustus, Ölen Niobe, disk fırlatan atlet, artemisler athenalar apollonlar dionysoslar...Hele bir Villa of Livia'nın bir bahçe mozaikleri var, ölürsünüz.
Livia'nın yani Augustus'un eşinin villasının bahçesi işte, acayip manyakça.
Haa dünden önceki günler...Cuma günü oda arkadaşımın cep telefonu çalındı trene binerken. Tam peş peşe trene binerken biz, bir adam benim önüme atladı. Bile bile, göre göre niye önüme atladı diye şaşırdım. Arkadaki de arkadaşımın arkasından eline yapışıp tuttu ki sabit kalsın diye. O arada cebinden telefonu aşırıvermiş. Biz trene bindik, bunlar geri indi. Tren hareket etti, camdan yürüdüklerini ve bize sırıtarak baktıklarını görüyordum. Sonrası zaten...Trenden hemen ilk durakta inip, adamları nafile yere aramamız. Sonra koşa koşa eve gelip, ev arkadaşımıza polisi ve ne yapabileceğimizi sormamız, bir yandan icloudla uğraşmamız. Sonra mahallede abartısız döne dolaşa polis merkezi aramamız. İlk gittiğimiz noktadaki polisin 1 km ötedeki merkeze gidin demesi. O merkezdeki polisin San Lorenzo'daki merkeze gitmeniz gerek demesi. Moralimiz sıfır olmuş halde geçirdiğimiz cuma gecesi. Cumartesi San Lorenzo'daki polis merkezindeki polisin öğle arası olduğu için hiç ilgilenmemesi. Sim kartı aldığımız Wind şubesindeki kadının codice fiscale kartı ısrarı. Ve abartısız olarak kimsenin bir telefon çalınmasını iplememesi. Hakikaten ya. Burada bu o kadar alelade bir şey ki. Aklım dimağım almadı. Şoka girdim. Herkes ee yani modunda. Ne olmuş çalındıysa. Şaka gibi ya. E haklılar ama. Herkesin en az bir kere çalınmış. Okulda, partide..Çantadan cepten...
Hermaphrodite heykeli
Ha bir de çılgınlar gibi deprem oluyor burada. Son bir haftadır sallanıp duruyoruz. Yani hissedilen cinsten sallanıyoruz. Richter ölçeği değil. Hele dün sabah, resmen gittik geldik. Türkiye'de pek çok depremi yaşamıştım tamam (17 ağustosta Karadeniz'deydim o yüzden onu fiziken hissetmedim o konuda bir şey diyemem) ama hiç böyle sallanmamıştım. Korktum diyeceğim ama öyle de değil. Bir tuhaf bir histi. Sakin oluyorum ben böyle anlarda. Bir algılamaya çalışıyorum ne oluyor. Yok hayır donup kalma, şaşırma, şok olma şeklinde değil. Sanki uzay-zamanı büküyor beynim, maddenin içinde bakınıyor oluyorum. Ev arkadaşlarım panik içinde kapıya koştu mesela, kolumdan beni de sürükleyerek. Tamam da 6.kattayız, asansörün önüne çıkmamızın ne anlamı var. Gerçi bir şey diyemem, o anda kim bilir nasıl korktu. Bunu mu düşünecek.
kaynak: Il Mio Giro D'Italia
Son birkaç gün böyle şeyler yaşadığım için yine bunalımın dibindeydim tabi. Ama ondan hemen öncesindeki günlerde de zaten kötüydüm. Çok daha saçma bir şey görüp, yine saçmalamıştım kendimce. Bilmiyorum, hala saçmalıyorum o konu üstünde ama, bunu biliyor olmam kendime engel olabildiğim anlamına gelmiyor. Keşke internet olmasaydı evet, facebook, instagram ve diğerleri. Evet hatta bu yazdıklarımı da gene sene 99'daki gibi eski tarihli bir ajandaya tükenmez kalemle yazıyor olsaydım.
Her neyse, bugün burada Halloween. Her bir köşede parti var. Tıpkı her bir köşede bir evsizin paçavralar içinde, arkasını dönüp uyuduğu gibi. Çöple dolu, sidik kokulu Roma'dan bugünlük böyle bildiyorum sevgili kayıp çocuklar. Tam cadılar bayramı partisine gideyim havamdayım, o kadarki ocakta patates, ıspanak, bardağımda yarısı kalmış soğuk kahve (allahını seven üstüme bir demlik atsın çay demleyebileyim). 

25 Ekim 2016 Salı

Gilmore Girls: A Year in The Life



Tamam artık ağlıyorum..
"But it's the whole wall"
"I thought I knew exactly what I wanted where i was going but i don't know, things seem hazier"
"I'm feeling very lost these days I have no job I have no credit"

pazartesi gecesi yorgunluğunda akla gelenler gitmeyenler dönüp dolaşıp duranlar



"If you're so funny, then why are you on your own tonight?"
"And if you're so clever then why are you on your own tonight?"
"And if you're so very entertaining then why are you on your own tonight?"
"And if you're so very good looking, then why do you sleep alone tonight?"

20 Ekim 2016 Perşembe

nasıl fotoğraf ama

Az önce denk geldim de. Çok bir böyle, bir böyle, şey geldi fotoğraf, cümle de kuramadım, güzel diyeceğim ama tam öyle de değil, yani güzel de, sadece güzel değil. Neyse işte, göstermek istedim.
kaynak: Hürriyet

Ama delice değil mi?

19 Ekim 2016 Çarşamba

Klasikleri kısaca böyle ifade edebiliriz tabi

Kaynak: http://shareably.net/comical-summaries-of-classic-novels/
Kaynak: http://shareably.net/comical-summaries-of-classic-novels/
Böyle bir şeye rastladım, rastlamışım yani, kaydetmişim bir köşeye bakayım sonra diye, şimdi gördüm. Bu günlerde orada olanlara da uygun düştü hem kıyısından köşesinden :) O değil de yorumlardaki muhabbet daha çok öldürdü beni:



17 Ekim 2016 Pazartesi

Roma'da yemek, içmek ve fakirlikten paçavra muamelesi görmek

Öncelikle sanırım boğaz derdimden başlayacağım anlatmaya. Yani nerede ne yedim, ne içtim, nerede ne-ne kadar vs. Sonraki aşamada da uzun uzun şu bazilikada şu tablo vardı, bu çeşmeyi şu yaptım bunu anlatıyormuş diye kafanızın içine etmeye başlarım, endişelenmeyin. Şöyle tek bir yazıda şimdiye kadarki restaurant-kafe-bar-kulüp tecrübelerimi güzelce bir harmanlayayım bakalım.

İlk hatırladığım kısa süre önce gittiklerim. Geçen gün bir diğer Yunan mutfağı yerini denemeye gittik mesela. İsmi Kalapa. Özelliği kumpir. Evet bildiğimiz kumpir ama ne yazık ki hiç de öyle bizim yaptıklarımızı gibi değil. Patatesi fırınlamışlar tamam, içini de açıp ezmişler o da tamam. Ama ne tereyağı ne kaşar hak getire. Zaten burda normal bir kaşar peyniri bulamadım ben, onlar nereden bulup da koyacak. Bir de çeşidini seçiyorsunuz, bizde tamam daha az çeşit var ama bunun bir sebebi var. Burda 30 çeşit kumpir yazmışlar menüye. Bir patatese bir iki malzeme koy, bir çeşit oluyor sonuçta. O mantıkla bir dolu kumpir ismi yazmışlar. Ben ton balıklı, pesto soslu, domatesli bir tanesini yedim, adını bilemedim şimdi. Azcık bir patates içi, daha fazla ton balığı, fazlaca pesto ve en üstünde de yüzlerce domates dilimi. 5-6 euro arası birşey veriyorsunuz buna. Bir arkadaşım Okeanos'tan yedi, ondan biraz daha malzeme var gibiydi, mısır, roka, zeytin, ton balığı, domates şeklinde. Diğer arkadaşım da buranın pita souvlakisini deneyeyim dedi, güzelmiş (Elleniko'nunki kadar değil kanımca). Kalapa'nın yemeklerini pek beğenmemiş olduk böylece ama gene de arada denenebilir belki. Ara bir sokakta, böyle daha bir öğrenci yeri havasında. Hemen karşısında taco'cu var mesela. Masası yok da böyle cam ve duvar diplerine diziliyorsunuz bar taburesi ve masamsı sıralara. Ama hakkını yemeyeyim, buradaki çalışanlar da çok iyi davrandılar, sevecen ve samimiydiler. (Bu neden bu kadar dikkatimi çekiyor, belirtme gereği hissediyorum, anlayacaksınız. Çünkü Roma'da hizmet sektöründe bu gerçekten büyük bir deneyim oldu benim için.) (Zomato'da Kalapa)

Bir diğer yer Avalon. Evet, aynen, A-V-A-L-O-N! Haritada tesadüfen adını görünce ulaaaan diye hönkürdüğüm yer. Hele açıp da web sitesine (burdan), mekanın içinin resimlerine, menüsündeki isimlere falan bakınca artık tamamen odanın içinde parendeler atıyordum. E haliyle gittik, bir akşam vakti. Biz 8 gibi gitmiştik, bir saat sonrasında dolmaya başladı. Girişinde bir şövalye zırhının karşıladığı mekana girdiğimizde sıcakkanlı, kocaman bir amca ilgilendi bizimle. Mekanın sahibi-çalışanı gibi birşey işte. Diğer çalışanlar da bu amca da hep Orta Çağ'a özgü kıyafetler giymişti (hani bu zırhın altına giydikleri kumaş var ya böyle kafadan geçiriyorlar hah o işte). Masalar çeşitli, biz tabiki yuvarlak masaya oturduk (ehi ehi). İçerisi bir Orta Çağ kalesi havasında, hele girişteki bölümdeki camekan içindeki kılıçlara çok içim gitti be. Öncesinde Kalapa'da karnımızı doyurduğumuz için burada bir şey yemedik, sadece içtik ama zaten internette de bol bol yemeklerinin kötülüğünden dem vurmuşlardı. Gerçi o akşam gelenlerin hemen hemen hepsi çılgınlar gibi yemek yiyordu ama kısmet, bakalım bir dahaki sefere. Arkadaşım biri "La Lanterna Magica" aldı (bira bardağı içinde ufak bir bardakta ters çevrilmiş campari, birayı içtikçe bardak devriliyor, campari azar azar biraya karışıyor). Diğer arkadaşım "Brindisi del Re" aldı sanırım ama emin değilim, ince bir bardaktı şaraptı. Ben de "Viking Horn" aldım. O kadar gitmişken en ilginç neyse onu denemek istedim. Amcanın dediğine göre gerçek bir viking boynuzu içinde biraymış. Light bira ile Avalon karışımı. Boynuz da kocaman bu arada, ejderha biçimli bir ayaklıkta getiriyorlar. Görüntü olarak insanı mutlu ediyor, yani benim gibi kafası yüz milyon bulutun üstünde gezinen bir hayalci için çok mutlu ediciydi. Ama o boynuzun içi sidik kokmayaydı iyiydi. Burnunuzu kapayıp içmeniz gerekiyor. (ve evet biliyorum viking miğferlerinde boynuz yoktu, vikingler boynuzlar her şeyi biliyorum, i know everything jon snow). Fiyatlar baya var bu arada, yani burdaki öğrenciler için uygun, bizim için biraz şey. Ama o kadar da şey değil. Ha bir de ortaya bir nachos tabağı aldık, ilk içkiler bitince de tekila tuz limon yaptık birer tane. Shot pahalı diğer yerlere göre, 3 buçuk euro. Turistik yerlerde falan dolaşırken her barın önünde shot 1-2 euro yazısını görebilirsiniz sonuçta, o sebeple. (Zomato'da Avalon Pub)
Campo de Fiori'de meydandaki bir ufak bara oturmuştuk bir gece de ama adını bir türlü hatırlayamadım. Fiyatları kokteyller için 8 euroydu. Önünde 3-5 tane uzun masa ve tabureler vardı, içerde oturacak yeri yoktu. Çalışanları gene pek sevimliydi ama yan masadaki iki sarhoş italyan kız bizi deli ettiği için burada öyle çok oturamamıştık. Gene de duvardaki büyük ekrandan canlı maç izleyebilmek güzeldi.
Piazza Navona'ya çıkan ara sokakta ise Pub Cuccagna'ya gittik bir sefer, ESN'nin kokteyl gecesi için. (http://www.cuccagnapub.it/) Kokteylleri iyiydi, fiyatları da uygun gibiydi. İçeride oturacak masa var ama ufak. Dışarıda yemek yenecek masalar var. Çalışan amcalar o kalabalıkta biraz fıttırabiliyor haliyle tabi. Ha bir de buranın olayı içkini eline alıp, barın önünde sokakta dikileceksin, o yani.
karşınızda Il Fornaio
Campo de Fiori'den Piazza Navona'ya doğru giderken bir uğradığımız yol üstü yeri Il Fornaio'ydu. Burası pastane-fırın gibi birşey. Vitrinleri çılgınca hunharca pasta-kurabiye-çörek-börek dolu. Kahvenizi veriyorlar. Pek sevimli bir amca tatlıları paketliyor, kasada da şaşkın amca var. Kahve ve kek aldım buradan ama hani öyle çok ucuz şeyler beklemeyin, benim pastane görünce üstüne atlama hevesimden hep.
taşlar düşesice Tonnarello
Trastevere'ye geçtiğimizdeyse anlatacağım - ve çemkireceğim - yer Tonnarello. Buraya ilk oturduğumuzda hafta içi bir öğleden sonraydı.Dışarıdaki masalardan 3-5 tanesi doluydu turistlerle ve mekan bomboştu. Biz de 3 kişi 3 bira, bir pesto soslu makarna, bir de panna cotta almıştık. Tek bira isteyen arkadaşlarıma birer pizza dilimli, salatalı, cipsli tabak gelmişti biranın yanına ikram olarak. En sonunda da hesabı isteyince birer shot getirmişlerdi, hesapla birlikte de birer lolipop. Her masaya ayrı bir sevecenlik, türlü türlü ikramlar...Ortam nasıl mutlu, nasıl güzel anlatamam. O gün öyle bir kalktık ki oradan, lan diyoruz buraya her zaman geliriz, birer bira alır karnımızı doyururuz, zaten güzel de yer falan. Ama geçen akşam gene gittik ve resmen yüzümüze duvar geçirdiler. Bir kere bir cuma akşamı olduğu için ve hava şahane olduğu için tıklım tıkış, içeride bir köşede yer ancak bulduk. Herkes boğulurcasına yemek yiyor, garsonlar ellerinde tabaklar masalara zor yetişiyor. Bize de girişte bir tanesi kaç kişisiniz dedi yer gösterecek, ikiyiz ama üçüncü gelecek dedik. Neyse geçtik yerimize, sipariş alıyorlar, ikimiz de birer bira söyledik, garson mal mal baktı suratımıza başka bir şey almayacak mısınız diye. Sonra da resmen menüleri suratımıza çarparak, hışımla döndü arkasını gitti. Biraları üstümüze attı getirince. Sonraki 15 dakika boyunca habire geçerken bize baktılar, yemek tabakları getirip sizin miydi aa değil miydi diye yanlışlık(!?) yaptılar. En sonunda da bize yer gösteren çalışan gelip diklendi, e bana 3 kişi olacağız dediniz ama hala 2 kişisiniz ben de size o yüzden 3 kişilik yer verdim hede hödö diye. Azarladı gitti. Nasıl ödedik çıktık, kendimizi oradan Santa Maria Bazilikası'nın önüne nasıl attık bilmiyorum. Bira şişelerimizi kapıp, fırladık resmen. Bu kadar zamandır neden Roma'da herkes sokaklarda içiyor dikilip de diye anlayamıyorduk, sorguluyorduk, anlamış olduk. Roma'da öğreneceğiz ilk kural (gerçi sanırım tüm dünyada böyledir herhalde) mekanlarda şöyle şişkince bir hesap getirecek kadar yemektir içkidir birşeyler istemediğiniz sürece paçavra muamelesi göreceğinizden oturamıyorsunuz. Paranız yoksa hiçbir yere girmeyin. Sokakta elinizde 2 euroluk içkiyle tüneyin. Bu cahil cühela, insanlıktan nasibini almamış canlıların o şekilde muamelesine maruz kalmamak için en iyisi. (http://tonnarello.it/)
sana hiç bu açıdan bakmamıştım Pepy's
Ki tıpatıp muameleleri Piazza Barberini'deki Pepy's'de ve Trevi'nin ara sokaklarından birindeki bir restaurantta da yaşadık. Pepy's ilk başta oldukça sevdiğimiz bir yer oldu, muameleye karşın. Çünkü pizzası cennet gibi. Ama orada da 5 kişi gittiğimiz bir gece hepimiz sadece birer içki aldığımızda gördüğümüz surat ifadelerine karşılık, bir daha gitmedik. Oysa bir önceki seferinde iki kişi nispeten yüklü bir hesaplık şeyler tükettiğimizde garsonun bizi bir kucaklayıp öpmediği kalmıştı. (http://www.pepysbar.it/)
Şimdilik hatırladıklarım böyle. Anlayacağınız hayat çok çok zalim be Neverlander dostlarım.

dal basso con disperazione

Balkonda oturdum şimdi. Bir sandalyede ben, diğer sandalyede ayakları, kucağımda bilgisayar, sol yanımda sehpa, sehpanın üstünde "Danish Cookies" kutusundan geriye kalan iki kurabiye Kellogs'un choco krave'sinden iki avuç, koca bir bardakta kahve. Tepemde bir güneş. Ama ne güneş. İki üç gündür hava nerdeyse geldiğimiz ilk günlerdeki gibi, güneşli, ılık. Ama bundan önceki bir hafta kabus gibiydi resmen. Aralıklı yağmur, buz gibi ayaz. Evin içi bu havada daha serin oluyor, hem de belki sonbaharın son güneşleridir bunlar diye çıktım balkona ama şimdi de kızartma olacağım. Karşıma, aşağıya, soldaki caddeye, caddenin ortasından geçen tren yoluna, sağa doğru giden sokağa, hemen çaprazdaki apartmanın uzun yan duvarı boyunca boyalı resme falan bakıyorum. Kendi kendime tekrar tekrar hatırlatıyorum, Roma'dayım, Roma'dayım. Başka bir şehirdeyim, başka bir ülkedeyim. Hatırlatmak zorunda kalıyorum çünkü algılayamıyorum. Geldiğimden beri sanki içinde olduğum durumu algılayamıyormuşum gibi geliyor. Böyle tam anlamıyla bir durup, durumu, ortamı, kendimi özümsemem gerekiyormuş gibi ve ben bir durup da bir türlü bunu yapamıyormuşum gibi. Ne bileyim belki herşey - ben de dahil - aynı olduğundandır. Ne bekliyordum bilmiyorum. Herhalde son 20 yıldır kurduğum başka bir ülkede yaşama hayallerim hakikaten çok farklı bir senaryoya, görüntüye sahipti ki şu an yaşadığım şeyi bu  hayallerle hiç bağdaştıramayan beynim, algım, bunu bir "şey" olarak görmüyor. Üstüne tabi bir de habire kafamda dönen endişeler...Ne olacağım? Hayatımı nasıl yoluna koyacağım? Tez hocam bir türlü cevap vermezken nasıl tez konusu belirleyip de yazacağım? Tezimi ne zamana bitirip de yüksek lisans diploması alabileceğim? Nasıl iş bulacağım? "Ne" olarak iş bulabilirim ki? Nerede iş bulabilirim ki? İş bulamazsam nasıl yaşamaya devam edebilirim? Geri döndüğümde 30 yaşında, işsiz, yüksek lisansında tıkanmış, beş parasız, hiçbir işe yaramayan bir insan olarak öylece kalakalacağım. Hayat hiç de filmlerdeki gibi değil. Kimse, siz dibe vurmuşken gelip, merak etme herşey yoluna girecek sadece kendine güven demiyor. Ya da tam bunun ardından mucize gerçekleşmiyor. Tam o anda büyük bir dergi ya da yayıncı ya da artık her neresiyse telefon edip, mail atıp gelin işe başlayın veya yazdıklarınızı çok beğendik bilmem ne bilmem ne demiyor. Cebinizdeki son parayla kahve almaya girdiğiniz kafede hayatınızın insanıyla tesadüfen karşılaşmıyorsunuz o en dip noktada. Ve o herşeyin bir anda döndüğü, düzelmeye başladığı günün sonunda, sıcacık bir barda en iyi dostlarınızla bir masanın etrafında şişelerinizi tokuşturup, hayata umutlu umutlu bakmıyorsunuz. Hiçbiri böyle olmuyor. Gerçek hayatta sadece sürünüyorsunuz. Zaten sıfırda başlıyorsunuz hayata, her geçen yılla birlikte birer altına düşmeye devam ediyorsunuz eksinin. Adım adım dibe çakıldığınızda da artık dipteki sürünmeniz başlıyor. Öylece dipte bir o yana bir bu yana sallanıyor, sürünüyor, sürtünme kuvvetinin sizi yavaş yavaş eritmesini izliyorsunuz.
Neyse ben en iyisi size Roma'yı anlatayım.

12 Ekim 2016 Çarşamba

Barns Courtney'den "Glitter & Gold"



Yuh, bu ne manyak güzel bir şarkıdır böyle!

Roma'da bir güzel Yunan mutfağı : Elleniko

Roma'ya geldiğimden beri - bugün itibariyle tamı tamına 38 gün oldu - çeşitli yemekleri, çeşitli yerlerde denedim. Marketten malzemeleri alıp evde makarna, pilav, brüksek lahanası, brokoli, karnabahar, ıspanak, balık, tavuk falan yapıyoruz zaten. İranlı ev arkadaşım da bir kez bir İran yemeği pişirip tabaklarımıza tıka basa doldurmak suretiyle ikram etti. Piazza Spagna'nın dibindeki Pastificio'dan bir dolu makarna alıp elime, Chanel mağazasına karşı çöküp de yediğim de oldu, Piazza Barberini'ye karşı Pepy's'ye oturup, Pina Colada ile Margherita pizza yediğim de. Sokak aralarında, yol üstünde karşınıza çıkıveren dilimlik pizza satan yerlerden elime pizza alıp yiyerek yürüdüm de, vahşi batı temalı restaurantta Arjantin'den getirilmiş sığırların etinden yapılmış hamburgeri, kızarmış patatesi löp diye mideye indirdiğim de (Tabi bir de hepsini şimdiye kadar cebimden yemiş olduğumu hatırlayınca herhalde tüm paramı yemeğe vermiş olduğumu fark ettim, çok sağol ab ofisi, avrupa birliği, çok teşekkür ederim şimdiye kadar hibemi hala yatırmadığınız için.). Ama hiçbiri, hiçbir ısırık, hiçbir lezzet, hiçbir mekan Elleniko'nun yaptığını yapamadı bana.
Evimde hissettim ya hayatımda ilk defa. Ev diyorum bakın ki bununla Türkiye'yi falan kastetmediğimi biliyorsunuz. O ufacık, mavi masalı, uzun tabureli, duvarlarında Knossos Sarayı'ndaki mozaiklerden parçalar olan, ara ara insanın içine işleyen yunan müziği melodileri kulağınıza çalınan mekanda oturduğum iki seferinde de kendimi mutlu, güvende, evimde hissettim. Saçma geliyor halbuki. Yani tamam Yunan yemekleri bizimkilere benziyor, tatlarımız hemen hemen aynı falan o teraneyi geçtim de, İzmir'de doğmuş bir Karadenizli olarak hayatımın üçte ikisini Ankara bozkırında geçirdim ben. Dibine kadar Anadolu kültürü içinde büyüdüm, o kültürde kendimi evimde hissetmem lazım değil mi? Hayır Ege mutfağı falan diye bir isteğim de olmamıştı bu yaşıma kadar. Yazları halamın sofraya getirdiği zeytinyağlıları ısıtsak mı acaba bunları diye bir mücadele edip yedim ben hep (soğuk olunca yemekmiş gibi gelmiyordu bana, evet 45 derece sıcaklıkta bile.). Ama tamam Elleniko'da da öyle Ege mutfağı yok da, diğer her şey, nasıl desem, muhteşem yahu.
Misal, ilk gidişimizde Pita con Souvlaki (pollo) yedik (pita ekmeğinin içinde tavuk parçaları, marul, domates, patates kızartması ve mükemmel lezzette yoğurtlu sos). İnanılmazdı. Anlatamıyorum bile. Mutluluktan ağlıyor insan. Ortamıza beşlik Dolmades aldık (bildiğimiz sarma yahu, ama yanında süzme yoğurtla). İkinci gidişimizde ben Mousaka'yı denedim (bir sıra patlıcan üzerine kıyma onun da üstünde beşamel sos, gayet güzel). Arkadaşım da Piatti di Souvlaki (pollo) denedi. Tavuk şiş tabağı yani. Fena görünmüyordu ama tavuk parçaları biraz sertti, zor çiğneniyordu. Elleniko'da 4 çeşit tatlıdan 3'ünü denedik şimdiye kadar. İlk seferinde Baklava ve Kadaifi yedik, baklava ve kadayıf yani. Ama ikisi de sırf vanilya yiyormuşuz hissi verdi. İkinci seferde Galaktoboureko denedik, o biraz daha iyiydi (bu da bence bizim laz böreği. çünkü baklava yufkası içinde muhallebiden oluşuyor, tek farkı laz böreğinde ben şimdiye kadar tarçın koklamadım hiç.).
Çalışanlar da ayrı bir mutluluk kaynağı. Yani hem çok güleryüzlü ve iyi davranıyorlar, hem de nasıl desem, böyle bir ortamdaki havayı, enerjiyi hissedersiniz ya, böyle ordaki o insanların yaydığı enerjiden etkilenirsiniz ya, hah işte Elleniko'da çalışanlar böyle o kadar huzurlu bir enerji yayıyorlar ki. İster istemez içiniz o rahatlık, o gevşemişlik, o huzurla doluyor.
Bilet ve vakit bulup da gidebilirsek Yunanistan'a gittiğimizde asıl oradaki yemekleri deneyeceğim ama hiçbiri yine de Elleniko'daki hissi verir mi bilmem. O yüzden şimdilik sizi internetten bulduğum resimleri gösterip, Elleniko'da ilk seferinde otururken dinlediğimiz sevimli bir şarkıyla baş başa bırakacağım.

TripAdvisor

TripAdvisor

TripAdvisor
TripAdvisor

Cahit Zarifoğlu'ndan "Mavi Gök Orda mı"

mavi gök orda mı
bakıyorsun kuşlar
hazır
sokak lambaları yanık unutulmuş
bir kadıköy vapuru hınca hınç insan
çok geçmeyecek
martılar beyhude turlar atacak
kıyılar lağım konserve kutuları
mısır koçanları

sevgi aranabilir yine
korkusuzca say koskoca kederlerini
bir kuyu bulunabilir

aklımdan çıkmıyorsun
sen hala dizüstü
bunca anıyı besleyerek
sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
görür gibi olarak açıp baktığımı
bense şöyle diyorum
buradan bir acı kanamış boyuna

kuşlar hazır
öncü havalanmak üzre
şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
o vapur hala hınca hınç
kimbilir herbiri hangi dünyaya sağır
çok geçmez aradan

kadınlar kapı önlerinde
ellerinde meşalelerle
aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
yorgun bir sarıyla ben de
geçeceğim önlerinden

aklımdan çıkmıyorsun dedim
başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
telefonlar yan hücrede çalışıyor
bense kurşunî bir dere
ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
mavi gök orda mı

yapayaşlı bir rum kadın
her şeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
haydi koşayım diyorum belki dağılır
koşuyorum
sancağımda kendi rüzgarımla ölgün kıpırtılar
hayır daha sevgili daha sevimli değil
ne başka bir gün ne başka bir zaman

çok geçmeyecek aradan
şöyle diyeceğim
bulutlar açmadı
mavi gök orda mı?

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...