28 Nisan 2016 Perşembe

uykusuz gecelerin sabahı, Jack White'tan High Ball Stepper



Öğleden sonraya koskoca bir sunum yetiştirmeye çalışıyorum. Gram uyumadım, gözlerim şiş şiş. Gece de otobüsüm var, aylardır annemleri görmemiştim oraya gideceğim. Ama bıktım, inanın bıktım, hala böyle sabahlayarak ödev yetiştirmeye çalışmaktan, hala hocalardan azar işitip işitip ezilip büzülmekten, bıktım ya. Yalnız şu an bu yazıyı yazarken üstteki video görüntüsü hareket ediyor gibi geliyor habire, böyle uzayda salınıyor gibi. Evet şahaneyim şu an, kafam mükemmel.

21 Nisan 2016 Perşembe

"Gerçeği görmeliyiz dostum başka çaresi yok"

James'in fotosu hem bu yazının ruh haline uyuyor
hem de bugün onun doğumgünü, sen bari
izleyebileceğim bir film yap artık James,
sen bari bırakma beni.
Şimdi bu yine sizin için sıkıcı ama benim için bir rahatlamaya çalışma yazısı olacak, uyarmadı demeyin.
Hayatımda büyük değişiklikler oluyor. Birden bire son hızla giden bir trene atlamış gibiyim. İlerdeki durakları söylediler ama oralara nasıl gideceğime dair bir fikrim yok. Öyle kaptırdım gidiyorum. Geçen dönem, geçirdiğim okul döneminde hani baya bir zorlanmıştım, aylarca başımı kaldıramamıştım ya, hah işte bu dönem herşey rahatlayacak diye umarken dediğim o trene atladım. Evet ben atladım, yıllarca hayalini kurduğum trendi o ve ulaşacağı duraklar, o yüzden düşünmedim atladım. Şubattan beri 5 ders+1 seminer alıyorum; 4 ders için sunumlar, seminer için ödev hazırlıyorum ve her hafta ingilizce-türkçe birebir çeviri yapıyorum sayfalarca. Hafta içi 3 akşam italyanca kursuna gidiyorum, hatta bir ara geride kaldık diye haftada 5 akşam ders yaptığımız haftalar oldu. Her boş vaktimde ödevler için kütüphaneye koşturuyorum gene geçen dönemki gibi. Tüm bunların arasında durmadım, bu yaşımda utanmadan erasmusa başvurdum, o da çıkmam demedi, çıktı. Şu an nisanın sonuna geliyoruz, haziranda finallerim var, temmuz-ağustos kazıda olacağım, eylülde de Roma'ya uçmam gerek. Eylülden önümüzdeki senenin haziranına kadar Roma'da olacağım, her şeyi doğru dürüst halledebilirsem, paramı yetirebilirsem falan. Çok mutlu olmam gerek aslında değil mi? Havalar uçuyor olmam gerek. 9 yaşımdan beri kazıya gitmeyi hayal ediyordum, sonunda gerçekleşiyor diye içimin içime sığmaması gerek değil mi? Ömrümün her günü gitmeliyim, ah bir gidebilsem, ah bir yaşayabilsem bu ülkenin dışında diye salak salak hayal kurmuşken şimdi koca bir yılı Roma'da geçirecek olmanın heyecanıyla kendimi kaybetmem lazım değil mi?
Ama hiç de öyle hissetmiyorum. Bir terslik var anlayamıyorum. Bir tuhaflık var. Aklımda milyonlarca negatif soru beliriyor. Ya onca hayalini kurduğum kazıda çok mutsuz olursam. Bu yaşta artık her şey insana batıyor, hiçbir şeye tahammülünüz kalmıyor. O koşullarda iki gün bile dayanamazsam. Ya hiçbir işe yaramazsam. Sevmezsem eğer. Hiçbir şeyden anlamazsam. Sonra oraya gidene kadar erasmus işlemlerimi halletmem lazım, oradan nasıl yapacağım. Kazıdan vaktinde dönebilecek miyim. Roma'ya okul dönemi başlamadan gidip bir alışmak, şehri bir tanımak istiyorum mesela, o yüzden ağustosın yarısından sonra gideyim diyorum ama hoca bırakacak mı. Sağlık sigortası nasıl bir şeydir hiçbir fikrim yok, nasıl yaptıracağım. Learning Agreement'ı dolduracağım ama ben ders almayacağım ki tez yazmaya gidiyorum. Gideceğim okulun web sitesinde aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum, tez dersi diye bir şey bulmak için ders katalogunu arıyorum ama yok. Burdaki danışman hocamın bir an önce tez konumu vermesi gerek, yani birlikte belirlememiz gerek ki belgeye yazayım, diğer okuldan bir hoca bulayım görüşeyim falan, ama danışmanım hımm peki düşünelim dedi, ne kadar daha düşünecek. Hibe ne zaman çıkacak, yatacak. Yetecek mi, baktım odalara şöyle bir hepsi en az benim aylık hibe miktarından başlıyor. Ayrı tuvalet banyoları bile yok. Kalacak yeri bir an önce ayarlamam lazım eylüle kalmazsa yer.Daha pasaportum bile yok, onu ne zaman halledeceğim. Vize başvurusu için kalacak yer lazım, ama daha onu ayarlamadım. Ahh bu haftaya iki sunumum var, hiçbir şey bulamadım, ama bu kent ile ilgili herşey almanca ben ne bileyim almanca. Paramı orada nasıl çekeceğim, telefon hattının en ucuzu hangisi ki onu nasıl halledeceğim. Uçağa almazlar tüm eşyamı nasıl götüreceğim öyle ya bir yıl. Aa belki arada gelirim gelemem mi gelirim herhalde oha uçak biletleri ağustos için şimdiden 400 lira mı. Oturma izni mi, ilk 8 gün içinde oturma izni mi almam lazım ama nerden nasıl. Fiscal code mu o ne, almam mı gerek ama niye. Ne demek italyanlar ingilizce konuşmuyor, ben daha temel 3'teyim gidene kadar da taş çatlasın orta 1 olurum, hiçbir şey anlatamam ki. Daha burdaki üniversitemin ab ofisini bulamadım dolana dolana hani havuzun arkasındaydı bu ne lan resmen saklamışlar ofisi. Bir de gidip Roma'dakini mi bulacağım, oldu tabi. O kadar bavulla çantayla ben nasıl gideceğim havaalanından kalacağım yere.
Ve en kötüsü. Ulan 29 yaşındayım, en iyi ihtimalle döndüğümde tezimi yazabilmiş olsam bile mezun olabilsem bile 30,5 yaşında, mühendislikle alabildiğine alakasız bir bölümden yüksek lisans diploması almış, işsiz, beş parasız, üstüne bir sürü para harcamış bir insan olacağım. Okuduklarımdan anladığım hibenin geri kalan %20'sini alabilmeyi başarsam bile döndükten aylar sonra oluyormuş bu. İtalya'da ve hadi gezdiğim yerlerde geçirdiğim bir yılın ailemin cebine taş gibi oturacağı bir gerçek. Ve bunun bir getirisi olmayacak bana da onlara da. Yaşım geçmiş olacak, paraları bir güzel harcamış olacağım ve üstüne bilgisayarla ilgili her şeyi unutmuş olacağım ama zaten unuttum. Şu an bu masterını yaptığım alanda iş bulmamın imkanı yok, kendi mezunları bile işsiz. Kpss ile gitsem gene memur olayım desem, tek hatırladığım şey üçgenin iç açıları toplamı. Kaldı ki her an bir düzenlemeyle yaş sınırını 30'a geri çekebilirler, öyle bir şansım da kalmayabilir. Devlet dışında hiç iş bulamam, yaşıtlarım, birlikte mezun olduğum insanlar senior developer, project managerken ben daha hello world nasıl yazılıyordu onu hatırlamıyorum. Ve daha da kötüsüne geliyorum, ailemi şu dakika kaybetsem oturacak bir evim, yiyecek bir lokmam bile olmaz. Tüm var oluşum bu noktada dönüp dolaşıp yine tamamen babamın zavallı emekli maaşına kalmış durumda. Tüm çevremin, yaşıtlarımın her gün boy boy yeni doğan bebeklerinin fotoğraflarını koyduğu, evlilik yıldönümleri gezilerini gösterip durduğu, evlerinin son taksidini yatırdığı, işlerinde yeni terfiler aldığı bir dönemde, bir yaşta ben tutmuş lay lay lom hadi gideyim yazın iki ayımı tozun toprağın içinde geçireyim, yok efenim oradan ver elini romalara gideyim bir sene kalayım, ohh geniş geniş diye salınıyorum. O kadar saçma, o kadar gereksiz şeyler yapıyorum ki, o trenin içinden öylece dışarıdaki insanlara bakıp kalıyorum. Tren son hız gidiyor, yaptığımın, o trenin içinde olmamın fevkalade yanlış olduğunu biliyorum, içimdeki diğer ben çığlık çığlığa bağırıyor atla çok geç olmadan diye ama çivilenmiş gibi kaldım, tren koşturuyor ben de onunla birlikte, onun içinde koşturmuş oluyorum.
Bir 10 yıl önce, 5 yıl önce çok mutlu edici olacak şeyler şu an beni ölümüne mutsuz ediyor. 20 yaşıma girerken olması gereken şeyler, o zaman olsa tadından yenmeyecek şeyler 30'uma yol alırken etlerimi kesiyorcasına canımı yakıyor. Hayatınız boyunca birini sevip, bekliyorsunuz ama o kadar uzun süre beklemiş oluyorsunuz ki artık geldiğinde ikiniz için de çok geç olmuş oluyor.
Sadece yorganı kafama çekip, öylece kalmak istiyorum.

14 Nisan 2016 Perşembe

Years&Years ve dehşet dolu rüyalar



Şarkıyı demin gelirken trende, radyoda dinledim. Şahane geldi su girmiş ayaklarıma, ıslanmış kapşonlumun üstünden derime değen suyun titrettiği üstüme. Ne bileyim güzel işte.
Bu aralar böyle tuhaf tuhaf ama kötü rüyalar görüp duruyorum. Kafayı yemiş halde açıyorum gözlerimi sabahları. Herhalde bu haberlerden, olan biten herşeyden kendime göre fena etkilendiysem. Mesela yalnızca bu hafta gördüklerim içinde iki tanesini söyleyeyim de anlayın durumu.
Bir tanesinde, deniz kenarında, ada gibi bir yerde bir yetimhane var. Alabildiğine ıssız, böyle hani her yer yeşil ama ağaçlık alanın bittiği noktadan denize kadar sırf çim şeklinde bir yeşillik. Rüzgarın insanın kulaklarında uğuldadığı, denizin maviden çok koyu gri olduğu bir atmosfer. Taş bir bina yetimhane. Orda çalışıyorum, müdür yardımcısı gibi birşeyim. Müdür de hatta gerçekte arkadaşım olan biri (rüyanın dışında yani). Dizimin dibinde hani Heidi'ninki gibi bir köpekle dolanıp duruyorum, ortam bu. Çocuklar da hep küçük, 5-6 yaşından büyüğü yok. Bir gün bir halüsinasyon gibi, bir öngörü gibi bir şeyde çocuklardan bir tanesinin öldüğünü görüyorum. Hatta böyle öldüğü anı, nasıl öleceğini falan hep görüyorum "vision"ımda. Ama sonrasında hiçbir şey hissetmiyorum, diyorum ki içimden olacak olana engel olunmaz, geleceğe müdahale edilmez. Ve hiçbir şey yapmıyorum. Ama çocuk ertesi sabah aynen vision'ımda gördüğüm halde ölmüş bir şekilde bahçede, çimlerin üstünde ölü bulunuyor. Onu görünce gerçekten oldu diyorum bu defa içimden, hakikaten gerçekleşti. O ana kadar doğru düzgün bir şey hissetmezken rüyamdaki "ben", ölü çocuğu görünce yere yığıldım, içim dışıma çıkana kadar ağladım. Eh tabi aynı şekilde ağlayarak uyandım. Bu arada rüya gördüğüm farkındaydım tüm zaman boyunca. O yüzden aslında rüyamdaki ben'e her adımda kızıp, şaşırdım, yattığım yerden neden bir şey yapmıyorsun diye.
Önceki sabah uyanmama sebep olansa daha kötüydü. Penceremden bakıyorum rüyamda. Sokakta siyah bir bulldog var. Etrafında yine çocuklar, küçücük çocuklar. Kaçışmaya başlıyorlar, olduğum yerden hayır diyorum öyle koşuşturmayın saldıracak. Ve köpek saldırıyor. Bir tanesini yakalıyor ve çatır çutur yemeye başlıyor. Gerçek anlamda çatır çatur yiyor ve ben bunu görüyorum, bağıramıyorum, kendimi pencereden öyle bir uzaklaştıyorum ki görmeyeyim diye dayanamıyorum çünkü. Ama gözlerimi kapasam da o sesler geliyor, çatır çutur kemiklerini duyuyorum çocuğun. O kadar dayanılmaz hale geldiğindeyse uyandım.
Şimdi böyle şahane bir şarkı dinlerken böyle şeyler anlatmak istemezdim ama öylece elime geliverdi. Öyle her sabah ayrı bir dehşet öyküsüyle açıyorum gözlerimi. Belki yazarsam, belki böyle kağıt üstüne olmasa bile bloga dökersem kanımı, iyi gelir diye. Neyse.
...nothing's gonna hurt me with my eyes shut.

nasa'dan pullar

İşte bu da nasa, öyle pulla çöple uğraşıyor biz astronot kıyafetleriyle gezerken. Hiç.

kaynak: tabiki NASA
Şaka bir yana (evet hepimiz bir şaka olmasını umalım), o ne Neptün'dür öyle arkadaş!

writing things down

TheWorldofCinema-Tumblr'dan

13 Nisan 2016 Çarşamba

13 nisan - Giderayak

Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığındaki hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık;
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?

Tabiki unutmadım, sadece eve ancak geldim. Selam olsun Veli'ye, bir garip'e.

8 Nisan 2016 Cuma

Eyyy Romalılar vatandaşlar yurttaşlar!



Bu müziği duyduğunda insanın şöyle bir yan yan oynayası, sallanası, kendini kaybedesi geliyor ya 1 dakikalığına da olsa, hah işte tam o duyguyu bir yaşayın şimdi, tamam mı, o zaman haberi özet geçiyorum: Henüz ayrıntılara bakacak vaktim olmadı, sadece açıklanan sonuçlar içinde ismimi buldum ve zamanını neyini nasılını hiç bilmiyorum ama yazdan sonra Roma'da en azından bir okul dönemi geçireceğim :D

4 Nisan 2016 Pazartesi

Lukas Graham gazlasın, Take The World By Storm

Lukas Graham'ı mutlaka radyoda duymuşsunuzdur şimdiye milyon kez. Hani bu içli bir sesle "once i was seven years old.." diye şarkıya giren kardeşimiz işte. Albüm çıkmış sonunda nisanın 1'inde. Güzel, pek güzel. Dinleyin bence. Ama bu aşağıdaki şarkıyı bir ayrı bir dinleyin, pazartesi falan, haftaya böyle bu gazla başlayın. Valla, iyi gelir.


3 Nisan 2016 Pazar

Pride and Prejudice and Zombies (2016) saçmalığı

kaynak: FancyDress
Herhalde sene 2010 falan, emin değilim. O günlerde Tunalı'daki 6 katlı D&R'da dolanırken bir kitaba denk gelmiştim, Aşk ve Gurur ve Zombiler diye. Elime aldım bakmak için ama kahkahayı da koyverdim. Yani Jane'in kitaplarından, hayatından, etinden sütünden, suyunun suyundan yararlanmaya çalışmaları artık alıştığım bir durumdu ama böyle bir fikir de yeniydi hani. Ulan acaba mı demedim değil, acaba iyi midir fena değildir belki falan dedim. Ama azcık inceleyince anlaşılmıştı, bunu da bir kitap diye basmışlardı işte yapacak birşey yoktu. Çok da sallamadan geçtim gittim.
Ta ki geçen sene Douglas Booth'un instagramında haberlere rastlayana kadar. Yeminle şoka girdim ya. Hadi kendini bilmezin biri (Seth Grahame-Smith) yapmış bir delilik, hatta resmen bence kendini eğlendirmek için yazmış ama siz ne akla hizmet buna onca para döküp film yapıyorsunuz? Hayır o yapımcılar falanlar filanlar kitap çok manyak sattı eh filmi de kazandırır mı ki diye para hırsıyla kollarını sıvıyor da, bu oyuncular nasıl kabul ediyor böyle bir şeyin içinde yer almayı? Hayır hiçbiri de öyle eften püften, kenarda köşede kalmış, ev kredisinin son taksidinin zamanı geçmiş insanlar değil ki mecburiyetten girişsinle bu işe. Bir tanesi, son dönemde - belli ki arkası sağlam- her bir şeyde oynamaya başlayan Lily James. Bir diğeri iyi kötü de olsa habire kendine rol bulan Sam Riley. Öbürü kendini Ben-Hur olarak bile bulmuş olan Jack Huston. Charles Dance, Matt Smith (doktooooor! ah doktor!), Lena Headey ve benim de işlerini takip ettiğim Douglas Booth gibi oyuncular yani. Ay ben mi çok büyütüyorum bu insanları, çok mu ciddiye alıyorum acaba. Onlar da mı eğlenelim diyorlar mesela. Amaan iki güler eğleniriz sonra da hoop paramızı alırız mı diyorlar.
kaynak:ScreenRant
Ne bileyim böyle saçma bir durum işte. Valla boşa giden 1 buçuk saatimi geri istiyorum. Hayır neden izlemeye devam ettim onu da bilmiyorum. Yani şöyle düşünün, herşey kitaptaki gibi birebir hatta cümleler falan. Ama arada zombiler çıkıyor. Jane'in o virgül manyağı cümlelerini ellerinde kılıç, zombi deşerken bir yandan da söylemeye çalışıyorlar tüm ciddiyetleriyle. Darcy'nin Elizabeth'e ilk teklifini mesela, Collins'in evindekini hani, birbirleriyle ölesiye dövüşürken yapıldığını hayal edin. Aa durun hayal etmenize gerek yok, aynen çekmişler. Ya var ya. Neyse.
kaynak:ArchitecturalDigest
Gerçi Sam Riley'yi onca saçmalığın içinde bile izlerken demedim değil, şöyle esaslı bir uyarlamasında hiç de fena bir Darcy olmazmış ondan. Ya da Douglas Booth'tan gayet de olmuş olurdu Bingley. Elizabeth içinse ben oldum olası kimseyi yakıştıramadım, ona birşey diyemeyeceğim o yüzden. Herkes bir şekilde işini kotardı perdede de tvde de. Ama benim o satırları okurken aklımda canlanan şeye hiçbiri uyamadı.
Demem o ki böyle saçmalıkları hep yapıyorlar, yapacaklar da. Benim düştüğüm hataya düşmeyin. Sırf Jane'le ilgili ucundan kıyısından bir şey diye, bir bakayım demeyin.

Grazia Deledda'nın "Sardinya Efsaneleri"

kaynak: Wikipedia
Sardinya yanda gördüğünüz gibi İtalya'nın batısında bir ada. Akdeniz'de en büyük Sicilya, sonra Sardinya (sonra da Kıbrıs). İtalya'ya bağlı bir özerk bölge olarak geçiyor normalde günümüzde. Kendi içinde bir dolu kültürü, farklı dili barındırıyormuş ben yazanların yalancısıyım. Şuncacık yer zaten neresinden baksan ada diyor insan ama bu İtalyanca'nın yanında kendi dilini konuşan insanlar mutlu mesut yaşıyor gibi görünüyor orada (çok saçma, neden savaşmıyorlarsa değil mi?). İklim zaten Antalya gibi, içerilerde biraz bir karasal iklim gibi. Etrafta kaleler, şatolar, ohh. (http://www.regione.sardegna.it/)
Grazia Deledda teyze
kaynak:Wikipedia
Bu oldukça kendine özgü bir kültüre sahip gibi görünen şirin adanın bu kültürü insanlarının biriktirdiği bir dolu efsaneyi de barındırıyor. Barındırıyormuş yani Nobel ödülü sahibi Grazia Deledda öyle diyor. Oturmuş 13 efsaneyi de yazmış, Ama bunlar öyle uzun uzun, kocaman efsaneler değil. Öyle birşey beklemeyin, ben bekledim yanıldım. Genelde 2-3 sayfalık hikayeler bunlar, hatta Madam Galdona resmen 2 paragraf. Konu çeşitliliği sıfır. Hatta bazen çok tanıdık gelebilen şeylere de rastlayabiliyorsunuz. Eh böyle hep aynı şeyi hem de birkaç sayfada bir tekrarlaya tekrarlaya anlatınca 101 sayfa bile olsa kitap insana bıkkınlık veriyor. Yani insan doğduğu büyüdüğü yere bağlı olabilir evet, oranın kültürü falan da daha şahane gelebilir olur öyle şeyler insanın objektif olabileceği konular değil belki bunlar. Ama hakikaten sormak istiyorum Deledda'ya saçma olmamış mı bu? Yani insana ilginç gelebilecek hiçbir şey yok. Kendisi bile anlatırken sıkılmış sanki, böyle böyle işte deyip deyip geçivermiş. (Gerçi 1936'da ölmüş kadına da laf etmiş gibi oldum ama.)
Yani ben elimdeyken kitap sık sık dedim kendime ben niye böyle şeyler okuyorum ya diye. Valla ben niye böyle şeyler almış olarak buluyorum kendimi? Neyse, okuyun demeyeceğim ben, ama gene de siz bilirsiniz.
(Bendeki Can Yayınları'nın mart 2011 tarihli 1.basımı, Kemal Atakay İtalyanca'dan direkt çevirmiş. Arkasında 8,5 tl yazıyor. KitapYurdu'nda netten 8,05 tl görünüyor.)

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" 
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

7-Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"

31 Mart 2016 Perşembe

Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"

"(...)Hakikaten de hatalarımın en beteri, mizacımda yatan sabırsız bir neşelilik haliydi. Pek çoklarına memnuniyet verebilecek ama benim başımı dik tutma ve toplum içinde ağırbaşlı görünme yönündeki güçlü arzumla bağdaştırmakta zorlandığım bir özellikti bu. Haliyle zaman içinde memnuniyetimi gizlemeye başladım ve derin düşüncelerin hakim olduğu yaşa erişip de etrafıma bakınmaya, kaydettiğim aşamaları, dünya üstündeki yerimi değerlendirmeye başladığımda, hayatımda muazzam bir ikiliğe kendimi çoktan adamış durumdaydım. Benim suçlu olduğum türden istikrarsızlıklara pek çok kişi normalde ifşa olurdu ama ben, kendim için belirlediğim saygın hedeflerden dolayı o istikrarsızlıkları neredeyse ölümcül bir utanç duygusuyla sakladım. Dolayısıyla beni olduğum gibi yapan şey; hatalarımdaki belli bir kötüye gidiş değil, emellerimin hoşgörüsüz yapısıydı.(...)Kısmi keşfiyle bile beni perişan eden bir hakikatti bu; insan aslen bir değil, iki idi.(...)Gördüm ki bilincimde rekabet eden iki tabiatımdan hakikaten biri olduğum söylenebilse bile, bunu mümkün kılan şey aslında temelde her ikisi birden oluşumdu.(...)Bunların her biri, diyordum kendi kendime,farklı kimlikler içinde barındırılabilse, hayat tüm katlanılmazlıklarından arındırılabilir. Adaletsiz olan, namuslu ikizinin emelleri ve pişmanlıklarından kurtulup kendi yoluna gider; adaletli olansa gitgide yükselen yolunda sebat ve güvenle ilerleyerek kendisine keyif veren iyilikleri yapar. Üstelik artık ondan ayrılmış olan kötünün eliyle yarattığı utanç ve pişmanlığı yaşamak zorunda da kalmaz. Birbiriyle uyuşmaz tomrukların böyle aynı demette desteklenmesi; bilincin ıstırap dolu rahminde bu zıt ikizlerin daima çekişmesi, insanlığın lanetiydi. O halde nasıl ayrışacaklardı?"
Doktor Henry Jekyll'ın bu düşüncelerle başladığı bilimsel çalışması onu sonrasında Londra'nın kasvetli sokaklarına ve insanlarına korku salan karmaşık olayların ortasına düşüverir. İnsanın doğasını çözdüğünü düşünen Doktor Jekyll aslında en temelinde bakıldığında tamamen bencilce bir uğraş içinde gibi görünüyor. Ama bu çabası ne kadar bencilce olursa olsun bana o kadar anlamlı geliyor ki. Ara ara ben de bahsederim ya içimde iki ayrı ben var sanki habire çarpışıp duruyoruz diye, elimde olsa ben de Doktor Jekyll gibi doğamdaki bu iki ayrı kişiliği tamamen ayrı bedenlere ayırmak isterdim. Tıpkı doktorun nedenleriyle aynı nedenlerden. Doktor Jekyll ne kadar neşeli, idealleri olan, iyilik peşinde koşan bir adamsa; Mr.Hyde da bir o kadar sabırsız, bencil, fevri. Bir arada, aynı bedende olduklarında belki çoğunlukla doktorun iyi mizacı ve mantığı bir orta yol bulduruyor ama bu bulduğu orta yolda ilerlemesi süresince Hyde'ın içerden dürtüklemelerine maruz kalıyor ve iç dengesizliği, tatminsizliği, mutsuzluğu bir türlü gitmiyor. Belki bu iki ayrı kişiliği ayırırsa her ikisini de birbirinden kurtarmış olacağı için her ikisi için de saf mutluluğu elde edebileceğini düşünüyor.
R.L.Stevenson abimiz,
üstünden başından yüzünden
resmen sempatiklik akıyor abimizin
ama değil mi a dostlar
kaynak:Author's Stream
Ama kitap sadece bu hikayeden oluşmuyor. "Ceset Hırsızı" ve "Olalla" isimli iki ayrı hikaye daha var. Stevenson'ın bu üç hikayesinde de doğaüstü öğelerle yarattığı gotik ortama şahit oluyoruz. Ceset Hırsızı yapısı itibariyle daha iyiydi bana göre. Ulaştığı nokta da daha keyifliydi. Olalla biraz baygın geldi bana, esas oğlanımızın sayfalarca aşkına terennümlerini dinliyoruz. Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ise beklediğimden çok farklıydı. Ben hep fiziki yapı hem de içerik olarak daha farklı bir şey hayal etmişim bu hikayeyi senelerdir duyduğumda. Oysa Stevenson'ın yazdığı haliyle hikaye benim hayal ettiğim o aksiyondan, kavga gürültüden oldukça uzak mesela. Daha karanlık bekliyordum, Stevenson daha kasvetli bir anlatım seçmiş belki ama gene de o kadar karanlık değil. Hikayenin felsefesini, o hesaplaşmaları, sorgulamaları aktarıyordur diye ummuştum mesela okumadan önce. Öyle de değil, çok fazla suya sabuna etli sütlüye dokunmadan hikaye bizi hafifçe kaydırarak dolaştırıp bırakıyor. Yani kitap aslında, kapağının insanın aklında uçuşturduğu kadar bir gizemli bir macera ortamı bile yaratmıyor esasında. Stevenson şahane bir konu bulmuş, onu getirip yerleştirdiği zemin de şahane. Ama bunu öyle bir işliyor-işlemiyor-ki aslında yapacağı etkinin sadece binde birini yapıyor. Yalnız bu çok bilmiş halimle resmen 200 yıllık edebiyat klasiğini gömmeye uğraşıyorum ya, kendimi mi tokatlasam sen de kim oluyorsun arkadaşım diye kendi saçlarımı mı yolsam bilemedim.

(Efenim böylece 10 kitaplık gotik serisinin 7.kitabını da geride bırakmış oluyoruz. Benim elimdeki Can Yayınları'nın ocak 2012 tarihli 1. baskısı, Duygu Akın çevirisiyle. Arkasına 12 tl yazmışlar. KitapYurdu'nda netten 9,75 tl görünüyor ama bir çok başka basımı bir çok başka yerde var. Seçin beğenin alın, okuyun.)

Goodreads'te Dr.Jekyll ve Mr.Hyde
http://robert-louis-stevenson.org/

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları"
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...