8 Nisan 2020 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati 2 : Hercules:TLJ 109 - The Warrior Princess

Mitoloji dersimizin bu ikinci saatinde tam olarak Xena ile tanıştığımız Hercules:TLJ bölümünü ele alıyoruz. 13 Mart 1995'te yayınlanan, ilk sezonun 9.bölümü olan The Warrior Princess. Önce tabiki bölümde neler izlediğimize  bakacağız.
Dersin ilk saatindeki tv filminden sonra bunun gibi 4 film ve 8 tane de tv dizisi bölümü boyunca anlatılan Hercules ve Iolaus'un macerları hakkında bir fikrimiz yok. Bu bölümün hikayesi iki kafadarın gayet üstsüz ve hafiften terlemiş kararmış ama kasları tüm görkemleriyle gözümüze gözümüze sokulurken, kılıç (ya da hançer bilemiyorum ikisi ortasında bir boya sahip bir şeydi, herhalde Iolaus'un boyuna uygun kılıç) dövmeleriyle başlıyor (resmen kendimi Feriştah gibi oturmuş Mükremin'e fantazi anlatıyor gibi hissettim). Bu noktada alttan mesaj beynimize işliyor tabi, kılıç yaparken üstünü mutlaka çıkarman gerek. Neyse kankalıklarını pekiştiren bu sahnelerden sonra Iolaus'un ilk hikayede izlediğimiz evlenme macerasına ne olduğunu merak ediyoruz, çünkü eski bir tanıdığının evlenmiş olmasına ve bu dişiyi de kaçırmış olmasına hayıflanıyor. İlerleyen dakikalarda Hercules'in de karısı ve çocuklarını Hera yüzünden kaybettiğini öğreniyoruz.
Ve daha 3.dakikada savaşçı prensesimiz sahneye adım atıyor. Önce kendi halinde, kuyudan su almaya gelmiş bir kadın imajı çizerken, birden etrafındaki adamlar saldırmaya başlıyor. O da hepsini haklıyor tabi. Öğreniyoruz ki kendi savaşçılarıyla böyle fantazi antrenmanlar yapıyor prenses. Ve tek bir amacı var, Hercules'i bulup öldürmek. Buna niye kafayı taktığının altını pek doldurmaya çalışmamış hikaye ama herhalde Zeus'un oğlunu öldürüp, yenilmez olduğunu kanıtlamak ve dünyayı ele geçirmek istiyordur diyoruz.
Bu noktadan sonra Xena adım adım hain planını uygulamaya koyuyor. Bu tanıştığımız Xena istediğini elde etmek için her türlü yolu ve imkanı kullanan bir karakter, yalanın iftiranın bini bin para, acıması sıfır, kana susamış, acayip rol yapıyor ve her şeyi herkesi feda edebiliyor. Planı basitçe bizim gereksiz Iolaus'u kendine aşık edip, Hercules'le ikisini birbirine kırdırmak. Zaten bölüm boyunca çok yalnızım çok yalnızım diye Ted Mosby gibi dolanan Iolaus direkt kanıyor Xena'ya. İlmek ilmek işliyor bu egoist bücürün aklını Xena. Sonunda birbirine giriyor tabi kankalar. Xena ve adamlarının ortasında dövüşe tutuşuyorlar. Ama gözü o kadar dönmüş Iolaus'u konuşarak falan filan inandırmıyor Hercules. Birkaç dakika kıyasıya dövüşüyorlar, sonunda off doğru haklısın be kanka oluyor Iolaus ve sırt sırta verip, düşmana girişiyorlar. Sonraki 10 dakika hayatınızın en salak saçma dövüş sekansını izleyebilirsiniz. Hercules bir yanda bu sürenin tamamını sırtına enlemesine bir adamı almış olarak, etrafındakilere adamın bacakları ve kafasını savurarak geçirirken; Iolaus genelde adamlara sarılıp, yerde debelenmeyi seçiyor. En son hatta bir adam Iolaus'u bir atın sırtına yatırdı, at alabildiğine sakin öylece dururken ve Iolaus da sırt masajına gelmiş gibi uzanırken adam her iki saniyede bir pat pat diye Iolaus'un sol böbreğine yumruk savuruyordu. Küçükken bunları görmüyormuşum demek ki.
Tabi tüm adamlarının teker teker bu iki kafadar tarafından dövüldüğünü gören Xena bir dahaki sefere der gibi hıyaaa'layarak atını sürüp, uzaklaşıyor. Halbuki bizim bildiğimiz, sonra kendi dizisinde tanıyacağımız Xena hiçbir türlü bir kavgadan kaçmazdı diye düşünüyoruz. Bunu kötülüğüne veriyoruz önce, çünkü biliyoruz ki hep kötüler kaçar. Oysa Xena daha ilk karşılaştıklarında - benim de o yaşta duyduktan sonra tüm hayatım boyunca şaşmadan uygulayacağım - Gabriel'e ne tavsiye etmişti nasıl savaşçı olunacağına dair? Kaç. Tek kişiyse şaşırt kaç. İki kişiyse birbirine düşür ve yine kaç. Ve bu bölümdeki hikayemizde daha sonra binlerce kez duyacağımız ve tüylerimizi diken diken eden melodisi eşliğinde Xena enginliklere doğru atını sürüyor, daha sonra karşılaşacağımızdan emin bir halde.
Bu hikayede Xena ile tanıştığımızda etrafındaki eciş bücüş savaşçı-askerleri-erkekler ile birlikte, yıkık dökük, plastikten kalemsi gibi bir yerde yaşarken görüyoruz. O çok iyi bildiğimiz siyahlı metalli giysisi tam yok henüz, metallerin içinde ara ara görünüyor. Ve onun için de bizim için de pek önemli olan yoldaşı, atı Argo da henüz yok gibi. Çünkü sinsi planının parçası olarak bindiği atın bacağına vuruyor Xena. Oysa Argo'ya hayatta böyle birşey yapmaz. Geçmişine dair tek öğrendiğimiz babası ve 3 erkek kardeşinin savaşta öldüğü. Iolaus'u kandırırken söylüyor bunu ama belki de söylediği tek doğru şey olabileceğini anlıyoruz. Ve Xena'yı bu hale dönüştüren şeylerin ufak bir ipucunu görmüş oluyoruz, ben onlar gibi olmayacağım diyor Xena.
Peki mitoloji dersimize hangi konuları veriyor bu bölüm? Xena'nın iki sadık adamının ismi var: Theodorus ve Estragon. Mitolojide ikisine de rastlamıyoruz. Gerçi MÖ 1.yy.da yaşamış bir Cyreneli Theodorus'umuz var, matematikçi ve filozof. Iolaus'un evlenmiş eski tanıdığının (flörtü işte amaan) ismi Syreena. Bu isim Star Wars'çulara tanıdık gelmiştir ama tabi yine bizim mitoloji dünyamızda yok. Xena'nın savaş lordu diye kandırdığı ihtiyar çiftçi Petrakis. Ki bu isim de bir Yunan ismi olarak çok bilindik olsa da mitolojide bulamıyoruz.
Ve Arcadia'yı ele geçirmeye çalıştığını öğreniyoruz Xena'nın. Bu durumda Hercules ile Iolaus'un köyünün Arcadia denilen bölgede ya da yakınında olduğunu anlıyoruz. Arcadia, Antik Yunan'daki Peloponnese bölgesinde, şimdiki Yunanistan'ın güneyine denk gelen bir yer. Mora Yarımadası olarak geçen kısmın hemen hemen ortasına denk geliyor, dağlık bir yer. Tanrı Pan'ın ve Tanrı Hermes'in memleketi. Pan yabanın, çobanların, dağlık vahşi doğanın, avlanmanın tanrısı. Hermes de diğer pek çok özelliğinin yanında gezginlerin tanrısı olduğu için bu bölge ile ilişkilendirilmesi normal. Anlayacağınız burası böyle İskoçya yaylaları ile Orta Avrupa ormanlarının karışımı bir yer. O sebeple de Yeni Zelanda'da çekilmesi çok yerinde olmuş. Bir yandan da tabi bu yemyeşil dağlar, ulu ormanlarla özdeşleşmiş bir bölge olduğundan mitolojide de, daha sonrasında popüler kültürde de yer edinmiş olması anlaşılabilir görünüyor. Arcadia ismini taşıyan milyonlarca şey var şu an dünyamızda, yerden tutun şirkete, her şeye ismi verilmiş.
Arcadia'ya bu ismin verilmiş olmasının sebebi ise mitolojideki ilk kralı Arcas. Arcas, Zeus ile Callisto'nun oğlu. Zeus'u tanıyoruz. Callisto ise Artemis'in perilerinden biri (ben şimdi nymph'i nasıl çevireyim başka? Gerçi google nemf olarak çevirdi ama hani biz peri diyelim). Artemis'i de biliyoruz, kısaca böyle tam bir karizma abidesi tanrıçadır kendisi diyeyim ben (evet en sevdiğim o). Avcıların, doğanın ve gece göğünün ayının tanrıçası. Ve ayrıca bir özelliği daha var Artemis'in, bakire genç kızların da tanrıçası. Artemis'in takipçileri bu yüzden hayat boyu öyle kalacaklarına yemin eden kadınlardan oluşur gibi bir şey. İşte perimiz Callisto da onlardan biri. Ama bizim kart zampara Zeus ona da göz koyuyor. Artemis kılığına bürünüp, peşine düşüyor Callisto'nun. Hamile kalınca da Artemis git gözüm görmesin seni diyor (yanlış yaptın burada Artemis, hepsi Zeus'un suçu sonuçta). Tabi tüm o fışkı yemelerine rağmen bir türlü Zeus'tan ayrılmayan Hera da Callisto'yu suçlayıp, cezalandırmaya girişiyor. Callisto'yu ayıya çeviriyor. Ayı şeklinde Arcadia'nın ormanlarında dolanan Callisto'yu, büyüyüp çok iyi bir avcı olan oğlu Arcas da bilmeden avlıyor. Tabi mitoloji bu kadar trajediye dayanamıyor. Artemis araya giriyor ve oğlu annesini öldürmüş olmasın diye, Callisto'yu ve Arcas'ı gökyüzündeki yıldızların arasına katıyor. Ve bildiğimiz Ursa Major ile Ursa Minor (yani işte büyük ayı küçük ayı var ya onlar) takımyıldızı olarak lacivert gece göğünden bize bakıyorlar.
Pek sevdiğim Rubens'in 1635'te yaptığı Diana ve Callisto isimli resmi. Rubens tam olarak o meşhur yıkanma sahnesini resmetmiş. Artemis'in (tabi burada Diana diyoruz) diğer perileriyle birlikte yıkanırken Callisto'nun hamile olduğunun ortaya çıkışı. Sağda giysilerini örtmeye çalışan Callisto, en soldaki kafasının tepesinde minicik bir hilal olan da Artemis.
(kaynağımız Museo del Prado)
Bu da Titian'ın 1556 tarihli Diana ve Callisto'su. Yine aynı meşhur sahneyi görüyoruz.
(kaynağımız National Gallery)
Bu Callisto ismini daha sonra Xena bölümlerine daldığımızda çok duyacağız, pek uğraşacağız ama o karakterin bu perimizle bir alakası olmayacak. 

4 Nisan 2020 Cumartesi

When times are tough

En son 26 martta görüşmüşüz. Ertesi günü boğazım acımaya başladı. Yataktan kalktığımda sabah, her yerim ağrıyordu. Tüm çocukluğumu ateşlenip, şişmiş boğazımla yatakta baygın yatarak geçirdiğim için ateşlenmeye başlamanın ilk ipuçlarını çok iyi biliyorum, hissediyorum. Baktım ateşim geliyor. Bir koşu gidip eczaneden ateş ölçerle vitamin aldım geldim. Evdeki ağrı kesici-ateş düşürücüden de içtim hemen. Saat başı ateşimi ölçerek, beş dakikada bir su, çay, ıhlamur, sıcak süt içerek geçirdim o haftasonunu. Pazartesisine işe gitme sırası bendeydi, mesaj atıp söyledim ben böyleyim gitmiyorum diye. Salı günü ağrılarım geçti, ayakta dolanabilir hale geldim ama boğazım hala acıyordu. Geçen cumadan düne kadar böyle her dakikam acaba hastalığı mı kaptım, acaba üşüttüm mü, yarın sabah uyandığımda öksürecek miyim, lan birden ateşim iyice yükselir mi telefon bile edemeyecek hale gelir miyim, gelirsem ne yaparım aman yarabbi evde tek başımayım...diyerek geçti. 184'ü falan aradım hani ne olur ne olmaz diye. Orada da makine çıkıyor, soru soruyor. Sorulara verdiğim cevaplara göre belirtilerimde bir artma olursa yine arayacakmışım, öyle dedi kapattı. Ama her gece kalbim yerinden fırlayarak uyudum.
Dün tam da azıcık iyi miyim acaba diye evi temizlemeye başlamıştım. Bir yandan da üstüme bir güven geldi, lahmacun yapayım kendime dedim. Sabah da bir yulafla sütle geçiştirdim kahvaltıyı, ee o kadar güveniyorum ki kendime Dayı'daki 3 lahmacun gömüyormuşum gibi olacak öyle hayal ediyorum. Lahmacunu hazırlamam pişirmem bir yandan lavabo klozet ovmam akşamı buldu. Saat dörde gelmişti ki ben ancak oturdum yemeye. Tabi her şeyi aşırı pişirme manyaklığımdan lahmacunlar çıtırlıktan taşlığa geçmişti. Yine de yemeye başladım. Çatır çutur yiyorum. Azı dişlerimden bir tanesi acayip acıdı. Bir acıdı, iki acıdı, hep de sert kısım oraya denk geliyordu. Ama gerizekalının önde gideniyim ya, yemeye devam ettim. Ve çatırt! Kırıldı. İçi yüzyıllar önce dolgu yapılmış olan, yanıbaşındaki azı dişi lisede yüzümün bir yanını balon gibi şişirdikten sonra çekilmişken, dişin bir tarafı çat gitti. Evin yarısı çamaşır suyuna bulanmış, süpürge orada, bezler şurada, ben baştan ayağa unla kaplanmış, her yer, her yanım soğan sarımsak kokuyor...ve dişin yarısı elimde. Olduğum yere çöküp ağlamaya başladım. Tamam her şeye şükrediyorum, evde durabiliyorum (en azından iş yerinden çağrılana kadar), maaşım yatıyor, aç değilim açıkta değilim, aileme bir şey olmadı. Tamam ama bazen çok zor. Her şey çok zor geliyor bir anda. Ocaktaki süt taşıyor, bulaşık makinesinin borusu su sızdırıyor, dolapların altı su oluyor, karnımı doyurmak için tüm gün yemek yapmaya uğraşıyorum ve sonunda yine yarı aç kalıyorum. Bazen her şeyle uğraşmak çok zor oluyor. Borunun birleşim yerini aletlerle sıkmaya çalıştım ama contada sorun var herhalde, olmadı. Neden yapıyorum ben bunu, neden halledemiyorum diye oturup ona da ağlıyorum. Zaten dünya etrafımızda yok olup gidiyormuş geliyor, her gün panik içindeyim. Çöpü atmaya çıktığımda veya bakkaldan bir şey almak zorunda kaldığımda, kargo geldiğinde falan nükleer atığa maruz kalmışım gibi her şeyi ve kendimi temizlemekten öldürecek gibi oluyorum. Bunların üstüne de dişçiye gitmek zorunda kalmak...Bıktım dedim ya. Vallaha billaha. Bıktım artık. (Neyse bugün gittim dişçiye, oldu dişim, şu an hala uyuşuk yüzüm ama umuyorum ağrımayacak ya da sızlamayacak. Ama o kadar alet girdi ağzıma, dişçinin eldivenli de olsa eli girdi. Off bilmiyorum, bugünden itibaren 14 gün sayalım mı o zaman? Off vallahi nasıl normale döneceğiz? Normal diye bir şey olacak mı?)
Böyle yazdıklarımı okuyunca bir tam açıklayamamışım gibi geldi. Şımarıklık yapıyormuşum gibi görünüyor. Ama öyle değil. Her şeyim var, her şeyim yerli yerinde falan ama bazen tüm bu herşeyin, olan bitenin ortasında insan çok fazla tek başına hissedebiliyor. Normalde yalnız olmak, kendi kendime olmak sevdiğim bir şey, tercih ettiğim bir şey. Ama böyle bir zamanda, bu gibi zamanlarda, bazen üstüme çöküveriyor. Her şeyi tek başıma halletmem gerektiği, her şeyle tek başıma başa çıkmam gerektiği, her an her dakika tek çözüm olarak kendime sahip olduğum gerçeği üstüme çörekleniveriyor. Eziliyorum bazen. Çoğu zaman insana kendiyle gurur duydurtan bu kendi kendine halledebiliyor olma hissi, böyle zamanlarda omuzlarını göçerten bir tuğla yığınına dönüşüyor. En ufak bir durumda bile yeter artık diye bağırıyor hale geliyorsunuz, ortada hiçbir şey yokken. Çünkü aslında o ana kadar her şey üstünüze çökmüş oluyor. Neyse.
Panik içinde evin içinde dolanmadığım, iş yerinden gelen bitmek bilmeyen telefonlardan ve maillerden kurtulabildiğim zamanlarda 5-6 bölüm Versailles izledim. Çünkü aylardır herhalde bir kitap okuyorum, Vonda McIntyre'ın Güneş ve Ay kitabı. O kitap Fransa Kralı IVX.Louis'nin 50li yaşları zamanında Versay'da geçiyor. Dizi de aynı kralın 28 yaşından başlıyor. Ama devam edemedim sonra, çok geriyor insanı ya. Hep bir gerginlik hep bir trip (İngilizce değil:D). (https://www.imdb.com/title/tt3830558/)
Sonra The English Game'e başladım. 3 bölüm de ondan izledim, baya iyi, tam benlik hatta. 1879'da Britanya, futbol, zengin asiller, fakir işçi sınıfı, yağmurlu hava...Ona devam edeceğim de hdmi bozuldu. Off ya gene bir şey bozuldu evin içinde ve ben düzeltemiyorum. (https://www.imdb.com/title/tt8403664/)
Neyse o arada X-Men:Dark Phoenix'i izledim. Bu kadar anlamsız başka filmler izlemiştim elbet ama bu seriden bu anlamsızlığı beklemiyordum. Çöp olmuş. (https://www.imdb.com/title/tt6565702/)
Sonra Hobbs&Shaw'u izledim. Kafa karışıklığı. Aman başka film yapmaya fırsatımız olmazsa diye, akıllarına ne gelirse, canları ne katmak isterse hepsini tek bir filme sokuşturmuşlar. Fast&Furious'ların verdiği duygunun onda birini veremeden, onların on katı aksiyonu vermeye çabalayarak kocaman bir kafa karışıklığı çıkarmışlar ortaya. Hiç kusura bakma Dwayne abi, bazen yapamıyorsun işte.(https://www.imdb.com/title/tt6806448/)
Az önce de kabloludaki sinema kanallarından birinde Kung Fu Yoga diye bir filme denk geldim, şimdi bitti. Jackie Chan'i görünce direkt durdum, ne yaparsa izlerim, dünya gözüyle bir görüp de sarılasım var ama bu dünyada artık öyle şeyler olmayacak. Geçen NG'de belgeselde vardı, onu da izlemiştim. Tüm Çin'i dolaşıp, köylerde kasabalarda durup, çöplerden geri dönüşümle mozaik, kaplama taşı falan üretebilen çevre dostu bir kamyon-cihaz yaptırmış, onu gösteriyordu belgesel. Ne diyordum? Ha az önceki film. Jackie dayım Çin'de çok iyi bir arkeoloji profesörü. Hindistan'dan bir arkeolog abla geliyor, elinde eski bir hazinenin haritası. MS 647'de Hintli bir generalin Çin'deki Tang Hanedanı'na gelirken aradaki sınırdaki dağlarda, mağaralarda kalan ipucusunun peşine düşüyorlar. Tabi hazinenin peşinde kötü adamlar da var falan. Hint ve Çin kültürleri karmaşası içinde, pek kötüydü be film. Filmin tek iyi yeri, en sonda tüm ekibin, oyuncuların o meşhur Hint filmleri danslarını yapmaya başlamasıydı. Bir 10 dakika temiz dans ettiler, Jackie dayım Hint dansı yaparken yani.(https://www.imdb.com/title/tt4217392/)
Bu arada belgesel dedim ya bu evde durabilme işi bu açıdan da iyi oldu. National Geographic'teki izlemek istediğim belgeselleri izleyebiliyorum böylece. Açıp önce web sitesinden haftalık yayın akışına bakıp, notlarımı alıyorum, ne gün hangi saatte hangisini izlemek istiyorum diye. Sonra her gün sabah kalkınca notlarıma bakıp, ona göre müsait olursam izliyorum. Böyle böyle bu hafta 4 şahane belgesel izledim.
1. Nazca Gizemleri - The Last Secrets of The Nasca (NG)
2. Cordoba'nın Yeraltı Gizemleri - Mysteries of The Underworld Cordoba (NG)
3. Hitler'i Kandıran Kral (NG, IMDb)
4. Hitler'in Genç Askerleri (NG)
Evet hep tarih/arkeolojiyle ilgili şeyler izledim. Tamam doğal yaşam güzel, dünya güzel, doğa ana güzel falan ama onlar öyle kendi hallerinde takılabilirler. Öyle bir daha serengetinin vahşi düzlüklerini, amazonun balta girmemiş ormanlarını, av peşinde uçan çitaları falan izlemem gerekmiyor, sağ salim olduklarını bileyim yeter. Yalnız bu izlediklerim çok iyiydi. Ya da ben artık o kadar zamandır izleyemiyordum ki belgesel, onun açlığı içindeyim. 
Saat dokuz buçuk. Yüzümün uyuşukluğu tam geçmedi. Ve açım. Ama halihazırda yemek yok. Sütlaç çekti canım ama kim bilir kaç saatte yaparım. Neyse kalkıp ekmekle peynire talim. En azından ekmeğim var. Ama habire saçım kafam kaşınıyor. Daha dün yıkadım ama bugün dışarı çıktım geldim ya, kafamı saçlarımı bit kuyusuna daldırmışım gibi hissediyorum. İnsan kendinden tiksiniyor artık ya. Off.
"When a new day begins, dare to smile gratefully.
When there is darkness, dare to be the first to shine a light.
When there is injustice, dare to be the first to condemn it.
When something seems difficult, dare to do it anyway.
When life seems to beat you down, dare to fight back.
When there seems to be no hope, dare to find some.
When you’re feeling tired, dare to keep going.
When times are tough, dare to be tougher.
When love hurts you, dare to love again.
When someone is hurting, dare to help them heal.
When another is lost, dare to help them find the way.
When a friend falls, dare to be the first to extend a hand.
When you cross paths with another, dare to make them smile.
When you feel great, dare to help someone else feel great too.
When the day has ended, dare to feel as you’ve done your best.
Dare to be the best you can –
At all times, Dare to be!”

Hadi öyle olsun.

26 Mart 2020 Perşembe

Jane Austen ve kardeşi Cassandra ile Regency Modası

Başlık biraz fazla "promising" oldu ama heyecanıma verin artık. Crows Eye Productions'ın youtube kanalı var ya hani (şurada), oradaki getting dressed videolarını resmen on dört gözle bekliyorum. Saplantı derecesinde sevdiğim birkaç şeyi bir araya getiren videolar yapıyorlar çünkü. Bir, tarih. İki, geçmiş dönem giyinişi (modası demek istemedim ya, sevmiyorum öyle moda falan). Üç, bunları böyle sadece anlatmakla kalmayıp, kanlı canlı gösteriyor olması. Bu sefer de en son videoda Jane Austen'a uçtular ki şu günlerde azıcık da olsa mesut oldum sevgili kayıp çocuklar.
Gerçi üzerine geçirdiği her bir katmanla beni oturduğum yerde afakanlar bastı ama olsun.


Bu arada Jane ile ilgili bir dolu bir şeyler biriktirmiştim gördükçe, size de gösteririm diye ama bir türlü yazamadım. Neyse şurada bir yerde, yer imlerinde falan olacaklardı.

Delirmenin Eşiğinde

Delirdik mi? Nasılız çocuklar? Henüz delirmedik mi? Valla ben evde duruyorum diye değil, pazartesi günü işe geri döneceğim, evden çıkmak zorundayım diye deliriyorum. Bu salak saçma dönüşümlü/vardiyalı çalışma olayından ötürü kafayı sıyırmak üzereyim. Bu hafta evdeydim, haftaya işe gitmem gerekiyor. Oysa bu hafta evden, iş yerinde olduğumdan daha verimli, daha etkili çalıştım. Şöyle mantıklı, normal bir insan bile bunu algılayabilecekken, şu tehlikeli durumda iş yerinde olmamın hiçbir anlamı yokken, altında çalıştıklarım bu basit gerçeği anlayamıyor. Sinirlerim çok bozuk. Arada hapşırıyorum, günde bir kere falan öksürük geliyor, devamlı elim alnımda. Oturup, kendimi dinliyorum, oram mı ağrıyor, buramda bir sızı mı var diye. Ciddi ciddi boğazımda hafif bir acı var. Ne zaman ailemi görebileceğim bilmiyorum. Hastalanırsam tek başımayım, bana ne olacak? Vallahi delireceğim.
Neyse ki bu videoya rastladım. Şarkıyı söyleyenin başka hiçbir şarkısını beğenmedim (bu şarkıdan sonra açıp baktım, ıhıh, tarzı hiç benlik değil). Herhalde ortaokul yıllarımdan beridir de müzik videolarına pek gözümü açıp da bakmışlığım yok (BSB, Nysnc, Britney videoları zamanlarını kastediyorum, o videolardan sonra zirvede bıraktım yani :p ). Bu video ise çok iyi be. Yani harbiden acayip sevdim. Ama çok kısa. 2 dakika nedir ya? Oysa bildiğin uzun metrajlı film yapabilirlermiş bu videodan. Melodisi de manyak bir şekilde tutuveriyor insanı.

22 Mart 2020 Pazar

la ocaggine

Biz ne yaşıyoruz ya şu an? Böyle sanki hiçbir şey gerçek değilmiş gibi. Sanki hala uykudayım ve rüya görüyorum gibi. İnsan yıllarca filmlerde izledikten sonra bir türlü gerçekliğini kavrayamıyor çünkü. Hani böyle hayatında pek fazla ekstrem durum olmamışsa, o ekstrem durumlar hep filmlerde oluyor gibi düşünüyorsun. Ve bu da ister istemez tüm kötülükler için, benim başıma gelmez algısını oluşturuyor insanda. Öyle ööö benim başıma gelmez abi gibi bir durum değil hayır, daha çok hani ben her gün şu saatte kalkıp şu saatte öğle yemeği yiyorum, akşam da dizimi izleyip uyuyorum gibi bir rutinin içinde böyle şeylerin olabilirliği yok gibi geliyor. Üstüne düşünmüyorsunuz bile. Mesela balkonda dururken, hemen karşı apartmandaki balkona zıplayabilirmişim gibi geliyor. Gözümde böyle kristal berraklığında görebiliyorum bunu yapabildiğimi. Çünkü milyon kere izledim. "Gerçekte" aşağı düşeceğimi biliyorum. Ama asla düşeceğimi düşünmüyorum, düşünemiyorum çünkü benim günlük rutinimde böyle bir atlama yok, benim hayatımda asla vampirleri kovalarken bir evin balkonundan öbürüne zıplamak ve koşmaya devam etmek gibi bir olay yok. O yüzden aşağı da düşmek benim gerçekliğimde değil. Atlasam düşmem yani.
Şu an hayatım işte tam olarak böyle geliyor. Her şeyi tvden internetten izliyorum, her şey yine bir film izliyormuşum gibi hissettiriyor. Panik de yapıyorum, böyle ara ara ulan gerçek mi, hakikaten düşer miyim ben balkondan diye kafamın içinde dönmeye başlıyor. Ama çoğunlukla rüyadaymışım gibi. Çünkü eve de kapanamıyorum. İşe gelmek zorundayım ve günlük rutinimde hiçbir aksama olmuyor bu yüzden. Aslında hayatımda hiçbir değişiklik olmadı objektif bakınca. Zaten aylardır, eylülde yaşadığım en son salaklığımdan sonra kendimi her şeyden tecrit etmiş durumdaydım. Evden servisle işe, iş yerinde gördüğüm kişi sayısı belli, öğlenleri evden getirdiklerini ye ya da hava iyiyse sokakta özellikle boş sokaklarda kendi kendine yürü, tüm gün yerinde masanda otur, akşam servisle eve git, direkt eve gir, dizi izle film izle yat uyu. Toplamda 4 kişi ve ailenle mesajlaş, ayda bir veya iki kere öğlenleri tek bir arkadaşınla, hep aynı arkadaşınla buluş, bazı haftasonları da abin yeğenlerini getirsin. Sinemaya, tiyatroya, herhangi bir maça, konsere, etkinliğe gitmedim zaten aylardır. Anlattım ya daha önce, neredeyse tüm eski arkadaşlarımı, hayatım boyunca tanıdığım tüm insanları çıkardım hayatımdan. Yani şu durumun hayatlarımıza bir etkisi olacaksa, oluyorsa, hah işte o etkiyi ben zaten kendi akıl sağlığım için aylardır kendi kendime uyguluyordum.
Bu yazıya perşembe günü iş yerinde başladım. Ama şu an pazar akşam üstü ve dün yaşadıklarımdan sonra sinirimi kusmak üzere döndüm başına. Normalde yukarıdaki paragrafların devamında inanamamazlıkla dolu laflar gelecekti büyük ihtimalle, planlamıştım açtığım zaman sayfayı. Ama dünden sonra ve hatta perşembeden beri gördüklerimden sonra bakın şimdi nasıl devam edecek:
Perşembe günü iş yerinde odamın bulunduğu kattaki diğer odalarda çalışan kadınlar, pazar günü içlerinden bir tanesinde toplaşacaklarını söylediler. Sen de gel dediler. Önce tüh ulan keşke sormasalar bana, istemiyorum sosyalleşmek, haftasonumda insan görmek bile istemiyorum düşünceleri hopladı beynimde (bu default ayar, haliyle kendi kendine ilk düşünceler bunlar oluyor), sonra ışıklar çaktı. Laan siz manyak mısınız oldum. Dışarıda dünyayı b.k götürüyor, dairede herkes bir yolunu uydurmuş eve kaçmış, oradan çalışıyorum ayağına eve kapanmış, ben her gün servisle bu nalet olası yere geliyorum diye paranoyak olmuşum, siz bir de tüm gün bir evin salonuna doluşalım, birbirimizin elinden hamur işi yiyelim diyorsunuz. Diğer anlatacaklarımı anlatmaya geçmeden bile, şu bile belki bir nebze olsun durumu ortaya koymuştur.
Dün ise şaka gibiydi. Gaz bitmek üzereydi, dışarı çıkmak zorunda kaldım gazmatiğe gitmek için. Normalde baya yukarıda, otobüsle gidiyorum. Yürüyerek geri dönüyorum hava güzelse. Dün toplu taşımaya da dokunmak istemediğimden - çünkü yapmamız gerekenlerden biri de bu, toplu taşımayı mümkün olduğunca kullanmayın dendi ya hani - yürüyerek gitmeye başladım. Yokuş yukarı, 30larının başındaki sıfır spor yapan bedenim tabiki zorlanıyordu ama yine de taş çatlasın yarım saatte yürürdüm ben o yolu. Oysa dün sokakta adım atacak yer yoktu ve insanlardan uzak bir mesafede yürüyebilmek için zikzaklar çizmekten, kaldırımda yer olmadığından, yollara atlamaktan saatler sürdü yürümem. Bakın evden çıkmayın diye bir haftadır bas bas bağırıyorlar ya, bağırıyorsunuz ya, kimsenin umrunda değil. Haberlerde gösteriyorlar ya evet şimdi şehrin en büyük meydanına bağlanıyoruz ve normal bir güne göre sokaklar bomboş diye, hah işte göstermelik onlar hep. Kimsenin evde durduğu yok. Kimsenin bir şeyi taktığı yok. Ne yaşlısı ne genci. Dün hepsi sokaktaydı. Çocuğunun elinden tutmuş güneşte gezdirenler. Dükkanının önünde toplanmış, birbirine gülüp, muhabbetin dibine vuranlar, şakalaşanlar. Elinde tesbihiyle gruplar halinde yürüyüş yapan emekliler. Kimse birbirinden uzak durmaya çalışmıyor, kimse en ufak bir çekince içerisinde değildi. Bir manyak bendim dün sokakta, herkesten kaçmaya çalışan, saçma sapan yürüyen.
Daha da şahanesi gazmatik sırasında oldu. Sıra vardı, en önde grupça toplaşmış yüklemeye çalışan birkaç kişi. Kafaları birbirine değiyor. Onların arkasında genç bir çocuk ama o, onlardan uzak durmaya çalışıyordu, ellerine de eldiven geçiriyordu. Ben de onun uzağında bir mesafede durdum sırada. Benden sonra da genç bir kadın geldi, o da bana mesafe bırakarak durdu, yüzünde maskesi. Sonra bir teyze ile orta yaşlı oğlu geldi. Önce direkt gazmatiğe yürüdüler. Sonra yanaşamayınca baktılar sıra var, ehh neyse şöyle ilişelim dediler. Ve benim dibime durdular. Oğlu hemen yanıbaşımda durdu, annesi sırtıma yaslandı (hayır abartmıyorum, keşke abartıyor olsaydım). Onlar yanaştıkça uzaklaştım. Ama önümde çocuğa da yanaşmamaya çalışıyorum. Sonra neyse sıra bana geldi. İşleme başladım. Teyze gazmatiğe yaslandı bu sefer. Kafası yüzümle gazmatik ekranı arasında. Oğlu da hemen arkamda. En sonunda sesli bir şekilde öfledim. Oğlu anne çekil bakma biraz dedi, çekmeye çalıştı annesini, kartıma şifreme falan baktıklarını zannettiğim için öfledim zannettiler. Teyze yok yok şeyine bakmıyorum nasıl yapılıyor ona bakıyorum diye yerinden kımıldamamaya çalıştı. En sonunda sıra benden sonra asıl onda olması gereken genç kadın bağırmaya başladı. Nasıl bu kadar yakınımızda duruyorsunuz, çekilin biraz, bu nasıl bir şey yani diye. Kadını takmadı anne oğul, öff aman diye kafalarını çevirip, benden sonra gazmatiğe atlamaya hazır halde bana bakmaya devam ettiler. Kadın bağırmaya devam etti, çıldırdı artık. Sonra refleksle kafamı şöyle bir milim arkaya çektim, önümden, az önce kafamın olduğu yerden kocaman beyaz bir şey uçtu, öbür tarafımda pat diye yere düştü. Deliren genç kadın en son anne oğulun üstüne artık eline ne geçirdiyse fırlatmıştı. Ama tabi biraz benim kafama geliyordu, çünkü utanmazlar dibimde duruyordu hala. Düşündükçe ellerim titriyor sinirden. O genç kadının yerinde olmamı engelleyen tek şey, biliyorsunuz korkaklığım. Hiçbir durumda sesimi çıkaramıyor oluşum. Ama bu anne oğulun yaptığı, baştan sona kokuşmuşluk, pislik dolu bir cahillik ve gerizekalılık. Zekanın zerresi yok bence bu toplumda. Bir süredir insan içine çıkmayınca unutmayı becerebilmiştim ama yine hatırlattılar. Bu toplumun salaklığına, kayıtsız ve katkısız cahilliğine her defasında bu kadarı da olamaz artık diyerek bakakalıyorum. Normal bir zamanda bile olsak bu yaptıkları, arada boşluk var diye sıradakileri görmezden gelip, sıra gasp etmeleri, dibimde durup kişisel alanıma tecavüz etmeleri, orada yokmuşum gibi hareket etmeleri suç. Düpedüz suç ve kafalarını tutup birbirlerine çarpmamış isem bu sadece ve sadece tırsaklığımdan. Üstüne bir de içinde bulunduğumuz ve zerre farkında olmadıkları bu salgın durumu var. Yani neresinden tutsam sinirim zıplıyor, arkadaki yazar kasayı tutup ben de kafalarına geçirmek istedim.
Demeye çalıştığım, ülkece biz de b.k çukuruna girmemişsek şu an, tamamen şanstan. Haberleri, twitterı, instagramı falan takip ederken her şey çok kontrollü, herkes çok bilinçli, çok özverili görünüyor ya şimdi gözünüze, yalan hepsi. Gösteriş. Göstermelik. Bu salaklar topluluğunda şansına yaşıyoruz. İşte ben salgın bile çıkmadan çook önce işte bunlardan kendimi korumak için eve kapanmıştım. Ruh sağlığımı koruyabilmemin tek yolu, her gün böyle cinayet işleyecek kıvama gelmememin tek yolu buydu. Her şeyin bir nedeni var galiba. Benim de böyle ufak tefek, korkak tırsak yaratılmış olmamın sebebi de bu. Mazaallah azıcık daha büyük, güçlü falan olsaymışım her gün her an sokakta birilerine dalıyor, birilerine bağırıyor, herkese haddini bildiriyor olurdum. Çünkü bu hayvanat bahçesi kıvamındaki ormanda, bu mağara insanlarının anladığı tek şey güzel bir kabakuvvet kanımca.

18 Mart 2020 Çarşamba

40





İşe gitmek zorunda olan bir devlet memuru olarak şu an böyle yok evde durmaktan sıkıldım, pöff falan diyenlere; arkadaşlar lütfen evlerden çıkmayalım, sakın çıkmayalım bakın şurada durum böyle kötü burada böyle kötü falan diyenlere öylesine uyuz oluyorum ki...Öfkem buradan bile aparkatlar yolluyor, bence fark ettiniz şu an. Evet İŞE GELMEK ZORUNDAYIM! Evet, sizin gibi panikle evime kapanamıyorum. Çünkü kafeleri kapatan akıllar, her gün sabah 8 buçuktan akşam 5 buçuğa hep birlikte odalara doluşup, oturduğumuz gerçeğini bir türlü akıl edemedi henüz. Her gün aynı endişe ile evin kapısını açıyorum. Bu lanet olası işe gelmek zorundayım.
Sanırım karantina bile zengin işi. Lanet olsun.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...