26 Mart 2020 Perşembe

Jane Austen ve kardeşi Cassandra ile Regency Modası

Başlık biraz fazla "promising" oldu ama heyecanıma verin artık. Crows Eye Productions'ın youtube kanalı var ya hani (şurada), oradaki getting dressed videolarını resmen on dört gözle bekliyorum. Saplantı derecesinde sevdiğim birkaç şeyi bir araya getiren videolar yapıyorlar çünkü. Bir, tarih. İki, geçmiş dönem giyinişi (modası demek istemedim ya, sevmiyorum öyle moda falan). Üç, bunları böyle sadece anlatmakla kalmayıp, kanlı canlı gösteriyor olması. Bu sefer de en son videoda Jane Austen'a uçtular ki şu günlerde azıcık da olsa mesut oldum sevgili kayıp çocuklar.
Gerçi üzerine geçirdiği her bir katmanla beni oturduğum yerde afakanlar bastı ama olsun.


Bu arada Jane ile ilgili bir dolu bir şeyler biriktirmiştim gördükçe, size de gösteririm diye ama bir türlü yazamadım. Neyse şurada bir yerde, yer imlerinde falan olacaklardı.

Delirmenin Eşiğinde

Delirdik mi? Nasılız çocuklar? Henüz delirmedik mi? Valla ben evde duruyorum diye değil, pazartesi günü işe geri döneceğim, evden çıkmak zorundayım diye deliriyorum. Bu salak saçma dönüşümlü/vardiyalı çalışma olayından ötürü kafayı sıyırmak üzereyim. Bu hafta evdeydim, haftaya işe gitmem gerekiyor. Oysa bu hafta evden, iş yerinde olduğumdan daha verimli, daha etkili çalıştım. Şöyle mantıklı, normal bir insan bile bunu algılayabilecekken, şu tehlikeli durumda iş yerinde olmamın hiçbir anlamı yokken, altında çalıştıklarım bu basit gerçeği anlayamıyor. Sinirlerim çok bozuk. Arada hapşırıyorum, günde bir kere falan öksürük geliyor, devamlı elim alnımda. Oturup, kendimi dinliyorum, oram mı ağrıyor, buramda bir sızı mı var diye. Ciddi ciddi boğazımda hafif bir acı var. Ne zaman ailemi görebileceğim bilmiyorum. Hastalanırsam tek başımayım, bana ne olacak? Vallahi delireceğim.
Neyse ki bu videoya rastladım. Şarkıyı söyleyenin başka hiçbir şarkısını beğenmedim (bu şarkıdan sonra açıp baktım, ıhıh, tarzı hiç benlik değil). Herhalde ortaokul yıllarımdan beridir de müzik videolarına pek gözümü açıp da bakmışlığım yok (BSB, Nysnc, Britney videoları zamanlarını kastediyorum, o videolardan sonra zirvede bıraktım yani :p ). Bu video ise çok iyi be. Yani harbiden acayip sevdim. Ama çok kısa. 2 dakika nedir ya? Oysa bildiğin uzun metrajlı film yapabilirlermiş bu videodan. Melodisi de manyak bir şekilde tutuveriyor insanı.

22 Mart 2020 Pazar

la ocaggine

Biz ne yaşıyoruz ya şu an? Böyle sanki hiçbir şey gerçek değilmiş gibi. Sanki hala uykudayım ve rüya görüyorum gibi. İnsan yıllarca filmlerde izledikten sonra bir türlü gerçekliğini kavrayamıyor çünkü. Hani böyle hayatında pek fazla ekstrem durum olmamışsa, o ekstrem durumlar hep filmlerde oluyor gibi düşünüyorsun. Ve bu da ister istemez tüm kötülükler için, benim başıma gelmez algısını oluşturuyor insanda. Öyle ööö benim başıma gelmez abi gibi bir durum değil hayır, daha çok hani ben her gün şu saatte kalkıp şu saatte öğle yemeği yiyorum, akşam da dizimi izleyip uyuyorum gibi bir rutinin içinde böyle şeylerin olabilirliği yok gibi geliyor. Üstüne düşünmüyorsunuz bile. Mesela balkonda dururken, hemen karşı apartmandaki balkona zıplayabilirmişim gibi geliyor. Gözümde böyle kristal berraklığında görebiliyorum bunu yapabildiğimi. Çünkü milyon kere izledim. "Gerçekte" aşağı düşeceğimi biliyorum. Ama asla düşeceğimi düşünmüyorum, düşünemiyorum çünkü benim günlük rutinimde böyle bir atlama yok, benim hayatımda asla vampirleri kovalarken bir evin balkonundan öbürüne zıplamak ve koşmaya devam etmek gibi bir olay yok. O yüzden aşağı da düşmek benim gerçekliğimde değil. Atlasam düşmem yani.
Şu an hayatım işte tam olarak böyle geliyor. Her şeyi tvden internetten izliyorum, her şey yine bir film izliyormuşum gibi hissettiriyor. Panik de yapıyorum, böyle ara ara ulan gerçek mi, hakikaten düşer miyim ben balkondan diye kafamın içinde dönmeye başlıyor. Ama çoğunlukla rüyadaymışım gibi. Çünkü eve de kapanamıyorum. İşe gelmek zorundayım ve günlük rutinimde hiçbir aksama olmuyor bu yüzden. Aslında hayatımda hiçbir değişiklik olmadı objektif bakınca. Zaten aylardır, eylülde yaşadığım en son salaklığımdan sonra kendimi her şeyden tecrit etmiş durumdaydım. Evden servisle işe, iş yerinde gördüğüm kişi sayısı belli, öğlenleri evden getirdiklerini ye ya da hava iyiyse sokakta özellikle boş sokaklarda kendi kendine yürü, tüm gün yerinde masanda otur, akşam servisle eve git, direkt eve gir, dizi izle film izle yat uyu. Toplamda 4 kişi ve ailenle mesajlaş, ayda bir veya iki kere öğlenleri tek bir arkadaşınla, hep aynı arkadaşınla buluş, bazı haftasonları da abin yeğenlerini getirsin. Sinemaya, tiyatroya, herhangi bir maça, konsere, etkinliğe gitmedim zaten aylardır. Anlattım ya daha önce, neredeyse tüm eski arkadaşlarımı, hayatım boyunca tanıdığım tüm insanları çıkardım hayatımdan. Yani şu durumun hayatlarımıza bir etkisi olacaksa, oluyorsa, hah işte o etkiyi ben zaten kendi akıl sağlığım için aylardır kendi kendime uyguluyordum.
Bu yazıya perşembe günü iş yerinde başladım. Ama şu an pazar akşam üstü ve dün yaşadıklarımdan sonra sinirimi kusmak üzere döndüm başına. Normalde yukarıdaki paragrafların devamında inanamamazlıkla dolu laflar gelecekti büyük ihtimalle, planlamıştım açtığım zaman sayfayı. Ama dünden sonra ve hatta perşembeden beri gördüklerimden sonra bakın şimdi nasıl devam edecek:
Perşembe günü iş yerinde odamın bulunduğu kattaki diğer odalarda çalışan kadınlar, pazar günü içlerinden bir tanesinde toplaşacaklarını söylediler. Sen de gel dediler. Önce tüh ulan keşke sormasalar bana, istemiyorum sosyalleşmek, haftasonumda insan görmek bile istemiyorum düşünceleri hopladı beynimde (bu default ayar, haliyle kendi kendine ilk düşünceler bunlar oluyor), sonra ışıklar çaktı. Laan siz manyak mısınız oldum. Dışarıda dünyayı b.k götürüyor, dairede herkes bir yolunu uydurmuş eve kaçmış, oradan çalışıyorum ayağına eve kapanmış, ben her gün servisle bu nalet olası yere geliyorum diye paranoyak olmuşum, siz bir de tüm gün bir evin salonuna doluşalım, birbirimizin elinden hamur işi yiyelim diyorsunuz. Diğer anlatacaklarımı anlatmaya geçmeden bile, şu bile belki bir nebze olsun durumu ortaya koymuştur.
Dün ise şaka gibiydi. Gaz bitmek üzereydi, dışarı çıkmak zorunda kaldım gazmatiğe gitmek için. Normalde baya yukarıda, otobüsle gidiyorum. Yürüyerek geri dönüyorum hava güzelse. Dün toplu taşımaya da dokunmak istemediğimden - çünkü yapmamız gerekenlerden biri de bu, toplu taşımayı mümkün olduğunca kullanmayın dendi ya hani - yürüyerek gitmeye başladım. Yokuş yukarı, 30larının başındaki sıfır spor yapan bedenim tabiki zorlanıyordu ama yine de taş çatlasın yarım saatte yürürdüm ben o yolu. Oysa dün sokakta adım atacak yer yoktu ve insanlardan uzak bir mesafede yürüyebilmek için zikzaklar çizmekten, kaldırımda yer olmadığından, yollara atlamaktan saatler sürdü yürümem. Bakın evden çıkmayın diye bir haftadır bas bas bağırıyorlar ya, bağırıyorsunuz ya, kimsenin umrunda değil. Haberlerde gösteriyorlar ya evet şimdi şehrin en büyük meydanına bağlanıyoruz ve normal bir güne göre sokaklar bomboş diye, hah işte göstermelik onlar hep. Kimsenin evde durduğu yok. Kimsenin bir şeyi taktığı yok. Ne yaşlısı ne genci. Dün hepsi sokaktaydı. Çocuğunun elinden tutmuş güneşte gezdirenler. Dükkanının önünde toplanmış, birbirine gülüp, muhabbetin dibine vuranlar, şakalaşanlar. Elinde tesbihiyle gruplar halinde yürüyüş yapan emekliler. Kimse birbirinden uzak durmaya çalışmıyor, kimse en ufak bir çekince içerisinde değildi. Bir manyak bendim dün sokakta, herkesten kaçmaya çalışan, saçma sapan yürüyen.
Daha da şahanesi gazmatik sırasında oldu. Sıra vardı, en önde grupça toplaşmış yüklemeye çalışan birkaç kişi. Kafaları birbirine değiyor. Onların arkasında genç bir çocuk ama o, onlardan uzak durmaya çalışıyordu, ellerine de eldiven geçiriyordu. Ben de onun uzağında bir mesafede durdum sırada. Benden sonra da genç bir kadın geldi, o da bana mesafe bırakarak durdu, yüzünde maskesi. Sonra bir teyze ile orta yaşlı oğlu geldi. Önce direkt gazmatiğe yürüdüler. Sonra yanaşamayınca baktılar sıra var, ehh neyse şöyle ilişelim dediler. Ve benim dibime durdular. Oğlu hemen yanıbaşımda durdu, annesi sırtıma yaslandı (hayır abartmıyorum, keşke abartıyor olsaydım). Onlar yanaştıkça uzaklaştım. Ama önümde çocuğa da yanaşmamaya çalışıyorum. Sonra neyse sıra bana geldi. İşleme başladım. Teyze gazmatiğe yaslandı bu sefer. Kafası yüzümle gazmatik ekranı arasında. Oğlu da hemen arkamda. En sonunda sesli bir şekilde öfledim. Oğlu anne çekil bakma biraz dedi, çekmeye çalıştı annesini, kartıma şifreme falan baktıklarını zannettiğim için öfledim zannettiler. Teyze yok yok şeyine bakmıyorum nasıl yapılıyor ona bakıyorum diye yerinden kımıldamamaya çalıştı. En sonunda sıra benden sonra asıl onda olması gereken genç kadın bağırmaya başladı. Nasıl bu kadar yakınımızda duruyorsunuz, çekilin biraz, bu nasıl bir şey yani diye. Kadını takmadı anne oğul, öff aman diye kafalarını çevirip, benden sonra gazmatiğe atlamaya hazır halde bana bakmaya devam ettiler. Kadın bağırmaya devam etti, çıldırdı artık. Sonra refleksle kafamı şöyle bir milim arkaya çektim, önümden, az önce kafamın olduğu yerden kocaman beyaz bir şey uçtu, öbür tarafımda pat diye yere düştü. Deliren genç kadın en son anne oğulun üstüne artık eline ne geçirdiyse fırlatmıştı. Ama tabi biraz benim kafama geliyordu, çünkü utanmazlar dibimde duruyordu hala. Düşündükçe ellerim titriyor sinirden. O genç kadının yerinde olmamı engelleyen tek şey, biliyorsunuz korkaklığım. Hiçbir durumda sesimi çıkaramıyor oluşum. Ama bu anne oğulun yaptığı, baştan sona kokuşmuşluk, pislik dolu bir cahillik ve gerizekalılık. Zekanın zerresi yok bence bu toplumda. Bir süredir insan içine çıkmayınca unutmayı becerebilmiştim ama yine hatırlattılar. Bu toplumun salaklığına, kayıtsız ve katkısız cahilliğine her defasında bu kadarı da olamaz artık diyerek bakakalıyorum. Normal bir zamanda bile olsak bu yaptıkları, arada boşluk var diye sıradakileri görmezden gelip, sıra gasp etmeleri, dibimde durup kişisel alanıma tecavüz etmeleri, orada yokmuşum gibi hareket etmeleri suç. Düpedüz suç ve kafalarını tutup birbirlerine çarpmamış isem bu sadece ve sadece tırsaklığımdan. Üstüne bir de içinde bulunduğumuz ve zerre farkında olmadıkları bu salgın durumu var. Yani neresinden tutsam sinirim zıplıyor, arkadaki yazar kasayı tutup ben de kafalarına geçirmek istedim.
Demeye çalıştığım, ülkece biz de b.k çukuruna girmemişsek şu an, tamamen şanstan. Haberleri, twitterı, instagramı falan takip ederken her şey çok kontrollü, herkes çok bilinçli, çok özverili görünüyor ya şimdi gözünüze, yalan hepsi. Gösteriş. Göstermelik. Bu salaklar topluluğunda şansına yaşıyoruz. İşte ben salgın bile çıkmadan çook önce işte bunlardan kendimi korumak için eve kapanmıştım. Ruh sağlığımı koruyabilmemin tek yolu, her gün böyle cinayet işleyecek kıvama gelmememin tek yolu buydu. Her şeyin bir nedeni var galiba. Benim de böyle ufak tefek, korkak tırsak yaratılmış olmamın sebebi de bu. Mazaallah azıcık daha büyük, güçlü falan olsaymışım her gün her an sokakta birilerine dalıyor, birilerine bağırıyor, herkese haddini bildiriyor olurdum. Çünkü bu hayvanat bahçesi kıvamındaki ormanda, bu mağara insanlarının anladığı tek şey güzel bir kabakuvvet kanımca.

18 Mart 2020 Çarşamba

40





İşe gitmek zorunda olan bir devlet memuru olarak şu an böyle yok evde durmaktan sıkıldım, pöff falan diyenlere; arkadaşlar lütfen evlerden çıkmayalım, sakın çıkmayalım bakın şurada durum böyle kötü burada böyle kötü falan diyenlere öylesine uyuz oluyorum ki...Öfkem buradan bile aparkatlar yolluyor, bence fark ettiniz şu an. Evet İŞE GELMEK ZORUNDAYIM! Evet, sizin gibi panikle evime kapanamıyorum. Çünkü kafeleri kapatan akıllar, her gün sabah 8 buçuktan akşam 5 buçuğa hep birlikte odalara doluşup, oturduğumuz gerçeğini bir türlü akıl edemedi henüz. Her gün aynı endişe ile evin kapısını açıyorum. Bu lanet olası işe gelmek zorundayım.
Sanırım karantina bile zengin işi. Lanet olsun.

5 Mart 2020 Perşembe

İki Film, İki Farklı Ruh Hali : To All the Boys I've Loved Before & To All the Boys: P.S. I Still Love You

16 yaşındaki Lara Jean, öyle kendi halinde okuluna gidip gelir, her içine kapanık genç kız gibi hayaller dünyasında yaşarken bir gün küçük kız kardeşi bir delilik yapar. Lara Jean'in küçüklüğünden beri dönem dönem hoşlandığı çocuklara onlardan hoşlandığını itiraf ettiği ama hiç göndermediği mektupları, bu cin fikirli kız kardeş alır, bir güzel sahiplerine postalar. Mektupları okuyanlar tek tek Lara Jean'e cevaplarını dönmeye başlayınca da olaylar birbirine girer. Lara Jean'in hayaller içindeki dünyası birden allak bullak olmaya başlar.
Amerikalı yazar Jenny Han'ın 2014'te yayınlanan kitabından uyarlanan hikayemiz böyle başlıyor. Çok şahane ve de etkili bir fikirden doğuyor bu hikaye: Şimdiye kadar aşık olduğunuz tüm insanlar onlar hakkında ne düşündüğünü öğrenseydi bir gün, ne olurdu acaba? Bu aslında o kadar çok hayalini kurduğumuz bir şey ki. Bu satırları okuyan sizlerin de eminim bir iki saniye durup, ahh diye bir kafasından geçirdiğinden eminim. Düşünsenize karşınızdaki insanlara içinizden geleni, o anda onlar için ne hissettiğinizi söyleyebilme şansınız olsa. Hiç de öyle aa canım kim tutuyor ağzını, söyle niye söylemiyorsun falan demeyin. Diyemezsiniz. Çünkü hiç birimiz birbirimize gerçekten ne düşündüğümüzü söylemiyoruz ki ne hissettiğimizi söyleyeceğiz. Tutuyor işte bir şeyler ağzımızı. Ne bileyim korku deyin, utanç deyin, gurur deyin. Bir şey var ve bize engel oluyor. Oysa Lara Jean'inki gibi bir kız kardeşimiz olsa bence hepimize çok büyük iyilik yapmış olabilirdi. Lara Jean 16 yaşında liseye giden bir genç kız olarak kendine sevgili yapmış, eski arkadaşlarına kavuşmuş, yeni ortamlar kurmuş olabilir ama benim hayatım çoook aşırı farklı bir şeye dönüşmüş olabilirdi mesela onlarca yıldır defterlere/ajandalara doldurduklarımı kardeşim gidip de muhataplarına okutmuş olsa. Aslında sanırım hayatından geçtiğim pek çok insanın hayatı çok farklı olurdu ama neyse oralara kadar düşünmüyoruz şimdi. Geçmiş yok, geçmişe dönüş yok, düşünme, düşünme. Nefes al, ver.
Ne diyordum, hah, yazar. Jenny Han tabiki pek çok yazar gibi kendinden çıkmış yola. O da gençliğinde böyle mektuplar yazarmış aşık olduğu çocuklara. Bu ilk kitaptan sonra iki kitap daha gelmiş aynı hikayenin devamı niteliğinde. Yani elimizde üç kitaplık bir seri var: To All The Boys I've Loved Before, P.S.I Still Love You, Always and Forever Lara Jean. Pegasus Yayınları üçünü de yayınlamış tabiki Türkiye'de (Pegasus'un sayfası). Artemis Yayınları'ndan da yazarın diğer bir serisi yayınlanmış ama onu bilemeyeceğim, bakarsınız. (Artemis Yayınları'nın sayfası)
Netflix de durmamış tabi, 2018'de ilk kitabın filmi yayına girmiş. Ben tam olarak o sene izlemiş olmalıyım, çünkü Cey ile birlikte izlemiştik, eh o da daha göreve gitmemişti. Neyse, demem o ki o film çok eğlenceli gelmişti o zaman. Belki birlikte izlediğimizden, belki hakikaten de film iyi olduğundan, karar veremiyorum açıkçası. Yeni bir soluk gibiydi bunca yıllık romantik komedi dünyamıza (ki bu işin uzmanlarıyız), eğlenceliydi, keyifliydi. 30 yaşımıza geldiğimiz için artık lise romantiklik komiklikleri pöff geliyorken bu filmi izlerken yaşımız hiç mevzu bahis olmamıştı. Film öyle akıp gitmişti, Cey zaten Lara Jean'i oynayan kıza bayılmıştı. Ben de tabiki serseri/bad boy ama içi pofuduk başrol çocuğumuzu izlemelere doyamamıştım (ay aman yarabbim hakikaten çocuk ya, çocuk yani, kendimden iğreniyorum).
Ama sonra bu yıl ikinci kitabın filmi geldi. İlk filmde o kadar eğlendiğimiz, mutlu olduğumuz hikaye devam ediyordu. Haliyle bir aşk üçgeni yaratılması gerektiği için yeni bir çocuğumuz daha geldi. İlk filmde birleşmelerini izlediğimiz çiftimiz bu filmde engebeli yollara girdi. Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar yazdıktan sonra ekranda, aslında neler olduğunu göstermeye çalıştı film. Ama olmamış, maalesef olamamış. Sıkıldım filmi izlerken. Aklım uçtu gitti filmden başka her yere. Ama özellikle de filmden yola çıkarak uçtu. Ulan lanet olsun 16-17 yaşlarımı heba ettim, ahh ahh ben o yaşlarda ne gerizekalıca yaşadım şunlara bak işleri güçleri ne, ahh ulan lanet olsun hayatım boş yere uçtu gitti, şu geldiğim yaşa bak öhüüü öhüüü diyerek ekranın karşısında oturdum durdum. Film devam ettikçe ben kendi içime döndüm, hikaye o saçma salak aşk üçgenini yaratmaya çalışırken ben kendime daha çok acıdım. İkinci film beni acayip mutsuz etti. Hem de ilk filmden aldığım gazla, şunu açayım da azıcık mutlu olayım diye izlememe rağmen.
Üçüncü kitabın filmini de ikinciyle peşpeşe çekmişler bu arada. O da artık çok geçmeden yayınlanır. Ama hiç hevesim yok. Kitapları da zaten okumam da. Öff. Dünya neden bu kitaplardaki hikayeler gibi değil. Tobey Maguire ile Reese Witherspoon hani izledikleri dizinin içine düşüyorlardı ya Pleasantville'de, öyle bir şey yapamıyor muyuz?

23 Şubat 2020 Pazar

Deborah Harkness'tan "Zamanın Dönüşümü"

Deborah Harkness başladığı hikayeye devam ediyor. Ruhlar (All Souls) üçlemesinde habire bir dolu yeni karakter katarak yaza yaza bitiremediği hikayeye Marcus'un hikayesiyle yeni bir kitap ekliyor.  (İlk 3 kitabı ve diziyi anlattığım yazı şurada.) Açıkçası kimse Marcus'un hikayesini merak etmiyordu. Sadece habire hikayenin bir yerinden fıtı fıtı fırlayıp duran bir "amaaa növv orlöyonsta nölör olmuştu heee" bir yem vardı önümüzde, haliyle öff tamam artık ne olmuş New Orleans'ta, ne yapmış ergen Marcus diyesimiz geliyordu o kadar. Çünkü Deb ablanın o kadar gözümüze sokmaya çalışmasına rağmen Marcus ilginç bir karakter değil. Yapamamış yani ablamız onu ilginç. İçinden istemiş olabilir, öyle düşünmüş olabilir ama yazınca ortaya böyle çıkmış, yapacak bir şey yok. Onun yanında başka başka ilginç karakterler ortaya koymuş, onun farkında değil. Hatta lanet olsun ki yine bir çok iyi malzemeye denk gelmiş yeteneksiz yazar durumu ile karşı karşıyayız tıpkı açlık oyunlarında olduğu gibi. Ablanın elinde manyak malzeme var, binyıllara yayılmış yaşam öyküleriyle vampirler, deli deli işleriyle iblisler, acayip soy ağaçlarıyla - zaman yolculuklarıyla - cadılar...Ama tutup bize en az merak ettiğimiz vampirin hikayesini yazıyor.
Haa bakın sadece Marcus'un hikayesi değil bu. Daha doğrusu şöyle afili bir şeyler yapmaya çalışayım demiş Deb abla, üç hikayeyi içe içe geçirerekten maceralara girişmiş. En son Hayat Kitabı (Book of Life)'nda kaldığımız noktada Marcus'un sevgilisi Phoebe vampir olmaya karar vermişti. Paris'te onu dönüşüme hazırlamalarını ve dönüşümünü, vampirliğinin ilk zamanlarını nasıl geçirdiğini okuyoruz bir yandan. Bu kısımlar beni arada bırakan tarafıydı kitabın. Ne beğendim diyebiliyorum, ne de beğenmedim. Phoebe de en az Marcus kadar sıkıcı ve saçma bir karakter, onun vampire dönüşmesi olayını da çok aşırı kontrollü bir işlem olarak anlattığı için ayrıca sıkıcıydı. Ama onun yanındaki eski vampirlerin hikayelerini arada böyle tadımlık olarak vermesi, okunabilir kılıyordu bu bölümleri.
Phoebe Paris'te vampir oladururken bir yandan da tabiki baş kahramanlarımız Diana ve Matthew'un evindeki olanları okuyoruz. 3 kitap boyunca yaşadıkları onca şeyden sonra ikiz bebekleri ile tam bir aile evi çekip çeviren çiftimizin tarafında aslında pek bir aksiyon yok. Ama onların hikayesi bu kitabın bağlayıcısı gibi göreve sahip. Onlar evlerinde sabit dururken, tanıdığımız neredeyse diğer tüm karakterler gelip gidiyor. Herkesi şöyle bir ufaktan görüyoruz, bunun dışında bir işlevleri yok. Bu kısımlar aslında kitabın en salak saçma ve işlevsiz bölümleriydi ama kitabın geneline baktığımda okumaktan en keyif aldıklarım Diana ve Matthew'un evindeki bölümler olmuş diyebiliyorum. Düşünün yani kitabın geneli ne kadar saçma yazılmış ki bu bölümler güzel gelmiş bana artık yokluktan. Yani aslında çok daha güzel olabilecek kısımlarmış bunlar bence. Ah işte bir yazabilse Deb abla. Oysa bunun yerine salak salak çocuklarla uğraşmalarını okuyoruz. Daha da kötüsü, ki tüm kitabın en büyük falsosu bu, bu bölümlerin bağlayıcı olması durumunu beceremiyor yazarımız. Bu bölümlerin Marcus'un hikayesine zemin hazırlaması, bizi 200-300 yıl öncesine döndürmesi gerekiyor ya hani, hah işte bunu her defasında pattadanak yapmaya çalışıyor. Hiçbir türlü organik bir geçiş sağlayamıyor. Ve bu işlevini gözümüze parmak olarak sokuyor. Nasıl anlatabilirim size? Mesela evin önünde oturuyor Diana diyelim. Bu durumda bile yazarın bize bir şeyler anlatması gerek ya hani, tamam anlatmaya çalışıyor. Üç beş bir şeyler oluyor, konuşuyorlar falan. Sonra olayın en ortasında, en heyecanlı yerinde, Marcus'un kafası giriyor. Ahh işte benim annem de böyle yapmıştı diye bir cümle atıyor ortaya. Ama ortada konuşulan olayın annelerle veya Marcus'un annesinin yaptığı şeyle hiçbir ilgisi olmuyor. Lafı Marcus'a getirebilmek için çabalamıyor Deb ablamız. Sadece yazıveriyor ve hoop oradan Marcus'un 1700-1800lerdeki hikayesine atlıyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de kitap boyunca Diana, Marcus'un geçmişinde ne olmuştu ne olmuştu yarebbim onu da bulayım bunu da bulayım diye yapay bir merak içinde dolanıp duruyor. Usanıyorsunuz okurken. Normal bir şekilde meraka (bu kelime yumuşamıyordu diye biliyorum, kısmet) kapılmıyor, sırf dürtüklenmemiz için karakterin içine ediyor Deborah Harkness. Bilmiyorum, ya kadın gerçekten çok ama çok kötü yazıyor ya da editörü tutup her bir bölümde bu çok uzun olmuş bunu atalım, bu çok sürmüş bunu keselim diye çizip durdu paragrafları. Bence ikincisi daha muhtemel. Çünkü normal bir insan böyle atlamalar yapamaz. İnsan beyninin akışına uymuyor yani.
Marcus'un hikayesi ise bir tarih aşığı olarak tabiki okumaktan keyif aldığım bölümleri oluşturuyordu. Ama dedim ya aslında iyi yazılsa Diana ve Matthew'un günümüzdeki bölümlerinden de keyif alabilirdim bu denli. Her neyse. Marcus'un hikayesi 1770lerin sonunda Amerika'nın kuzeydoğu yakasından başlıyor, önce Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na, oradan Paris'te Fransız İhtilali'ne ve 1800lerin New Orleans'ına dek uzanıyor. Hakkını yemeyeyim, akademisyen bir tarihçi olarak Deborah Harkness buralarda gerçek kaynaklarla, tarihi kişiliklerle vampirlerimizin hikayesini içe içe geçiriyor. Gerçi ben çok da objektif bakamıyor olabilirim. Tarihe pek de ilgi duymayanlar için bu bölümler yani Marcus'un hikayesi, biraz fazla tarih dersi gibi gelebilir. Çünkü çoğu yerde kendini kaptırıp detaylarla anlatmaya girişiyor, bu zamanda burada bu olmuştu bu böyle yapmıştı diye sürüyor gidiyor.
Diğer 3 kitabı ve diziyi de anlatırken demeye çalıştığım durum bu kitabı okuyunca da değişmedi. Önümüzde çok iyi yakalanmış bir altın damarı var ama bunu anlatırken aşırı iyi bir iş çıkaramıyor Deborah Harkness. Hikayeyi seviyorum ama işte bu sebeple bir türlü o beklediğim tadı alamıyorum. Bu hikayenin nerelere gittiğini, gideceğini okumak istiyorum; bu karakterlerle daha bir dolu yolculuk yapmak istiyorum ama her defasında eleştirmekten kendimi alamıyorum. Okurken o satırları yazan eli-aklı durup durup eleştiresim geliyor. Oysa hikaye çok güzel, oysa hikaye tam da ihtiyacını duyduğum dünya (okumak ve içinde hayal kurmak için, yanlış anlamayalım :p ). Ne diyeyim, ablamız 5.kitabı yazıyor şu aralar. Dizinin ikinci sezon çekimleri bitti, büyük ihtimal sonbahara kalmaz gelir. Hevesle bekliyorum tabi.

Bende kitabın Ekim 2019 tarihli 561 sayfalık ilk basımı var. Yelda Rasenfos çevirisi, Pegasus Yayınları'ndan yine tabi diğer kitapları gibi serinin. Geçen senenin sonunda KitapYurdu'ndaki , Pegasus kitaplarında %50 indirim kampanyasından almıştım. O zaman 29,99 TL'ye gelmişti. Şimdi aynı yerde 37,49 TL görünüyor

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...