13 Kasım 2019 Çarşamba

Keşke sonsuza kadar devam etseydi : 18 bölümcük Agent Carter

İzleyip bitireli neredeyse bir seneyi bulacak sanırım ama ben o gün bu gündür etrafta bağırarak, yolda herkesi durdurarak söylemek istiyorum: Agent Carter'ı izleyin! Ben çok ama çok, ama nasıl da çok sevdim bu diziyi! Doğruya doğru, MCU'nun şimdiye kadar izlediğimiz fazlarındaki en sevdiğim karakter Captain America'ydı ama ilk filmde Peggy Carter'ı izlemek keyif vermiş olsa da çok takılmamıştım. Hikaye beni çılgınca sarmalamıştı (benim gibi çelimsiz-bücür-dikkat çekmeyen bir insan, bilimin manyak bir çözümüyle tüm sorunlarından kurtulabiliyor, şahane bir insana, hep hayalini kurduğu o insana dönüşebiliyordu, aman yarabbi Doktor Erskine neden beni de iyileştirmeden gitmiştin?!). (Captain America:The First Avenger(2011)'den bahsediyorum çocuklar.) İkinci Captain America filmi The Winter Soldier(2014) daha da deliceydi benim için, Sebastian Stan'e oldum olası bayılırım zaten. Haliyle yine çok gözümde değildi Peggy hikayesi. Bu filmden bir yıl sonra dizinin geldiği haberini görünce haliyle en fazla bir "period-tarih" dizisi olduğu için heyecanlanırım, ilgimi çeker diye düşünmüştüm. Çok acele etmemiştim izlemek için. Keşke etseymişim. Neler kaçırmışım bunca zaman.
Agent Carter 2015-2016 arasında iki sezon olarak toplam 18 bölüm olarak yayınlanmış. Peggy Carter'ın Captain America kaybolduktan (First Avenger'ın sonunda hani denize uçakla daldıktan sonra) hayatına nasıl devam ettiğini anlatıyor temelde. Savaş sonrası NY'da erkek egemenliğinin zirvesinin yaşandığı yıllarda, işini çok da iyi yapan bir ajan olarak kötülere karşı savaşına devam etmesini izliyoruz. Bunu yaparken tabiki topluma, kültüre karşı da savaşıyor ve yanında Stark ailesinin sadık yardımcısı Jarvis var (evet Jarvis kanlı canlı bir adam). Bir de tabi gidip gelen, serseri mayın, gönüllerin dahi çocuğu Howard Stark. Peggy Carter rolündeki Hayley Atwell'e burada aşık olmamak mümkün değil. Yani hayran kalmamak. Ne öyle çıtkırıldım görünüyor, ne de erkeksileşiyor. Tamamen güçlü ama baştan ayağa zarif halini koruyor. Hızla giden bir kamyonun üstünde kalem eteğiyle tekme atarak dövüşüp, kötü adamı perişan ettiği sahnelerde mesela hiçbir şey tuhaf gelmiyor (vallahi dalga geçmiyorum, samimiyim burada). Ya da doğru bildiğinden şaşmayıp, dürüstçe yapılması gerekenleri söylediğindeki duruşunu huşu içinde izlerken buluyoruz kendimizi. Gayet de doğal geliyor bunu ondan görmek. Yeri geliyor tamirci tulumunu giyip, alet çantasını eline alıp, gece operasyonuna gidiyor. Sanki daha önce bunu yapan bir dolu karakter izlemişiz gibi, hiç yadırgamıyoruz. Hayley Atwell üzerine öyle bir ruh geçiriyor, öyle bir Agent Carter'a bürünüyor ki ekrandan acayip bir enerji fışkırıyor.
yakıyor
Ben ancak geçen sene açıp izlediğimde hiç de 18 bölüm gibi gelmemişti bu yüzden. Sanki her şeyi 2 saatte izledim bitti gibi geldi. Tadı damağımda kaldı. Yetmedi. Daha yok mu nerede nerede diye kocaman açılmış gözlerle etrafa bakakaldım. Her şeyi o kadar yerindeydi ki. İzlemelere doyamadım. Geçtiği dönemi şahane anlatıyordu. Her bir bölüm hiç sıkılmıyordum. Hani olur ya çoğu diziyi izlerken birçok bölümde hah bu da böyle doldurma bölümü dersiniz, ha işte öyle dediğim hiçbir bölümü yoktu. Komedi dozu da gizemi de macerası da aksiyonu da hep yerindeydi. En önemlisi yapmaya çalıştığı şeyi gözüme gözüme sokmuyordu. Yani elimizde bir kadın kahraman varken hadi bunu kullanalım dememişler, hadi yaptığı şeyleri aaa bak nasıl da başardı çünkü kadın! kadın! diye bağırıp duralım dememişler.
Howard Stark ile Peggy
ajanlarımız
komşu kızı Dotty ve şahane yardımcı Jarvis
Her şey o kadar doğal, o kadar ayarında, tıkırında duruyor ki, öyle izleniyor ki. Başından sonuna, ilk sezon ilk bölümden ikinci sezon finaline kadar şahane bir hikaye anlatıyor, keyifli karakterler izletiyor. Giysiler çok güzel, müzikler çok güzel, arabalar süper :) Tanıdığımız, gençliğimizden kalan birçok oyuncuyu da görebiliyoruz hem. Chad Michael Murray'yi ajanlardan biri olarak, Bridget Regan'ı Peggy'nin komşusu olarak izliyoruz. Jarvis rolünde James D'Arcy acayip yerinde bir "kahramanın kankası". Yalnız ilginç de tanışıklıklar edinebiliyoruz. Mesela dizinin ilk bölümlerinde ajanlardan biri olan Daniel Sousa karakterini izlerken böyle devamlı bir yahu bu adam ne kadar da doğal duruyor diye düşünüp duruyordum. Doğal dediğim böyle şimdi pencereden kafamı uzatsam sokaktan geçecek gibi. Hani oyuncular hep böyle daha değişik gelir ya, yabancı oyuncular yani, ya da ülke dışına çıktığınızda insanlar daha değişik gelir ya. O his var ya hani. Hissedersiniz. Hah işte Sousa karakterini oynayan oyuncu da habire böyle gelip duruyordu bana. Ulan elin Amerikalı oyuncusu, bu his de nereden geliyor diye kendimi savsaklıyordum. Sonra sonra kimdir bunlar diye bakarken gördüm, babası Arnavutmuş :) İnsanlar hakkında yanılmam çocuklar. Dünyanın en büyük saf-salağı olabilirim ama en büyük de "his-edicisiyim". Ona göre.
Ben aşırı çok sevdim bu diziyi ve Ajan Carter'ı. Keşke oturup gene çekelim deseler. Peggy'yi Captain America'nın ikinci filmde döndüğü zamana kadar izlesek.

7 Kasım 2019 Perşembe

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 4 - Amsterdam

Yazımın bu son bölümünde sanki o akşam orada hiçbir şey olmamış gibi, sanki o akşam normal bir şekilde uçağa binip dönebilmişim gibi davranacağım. Kötü hiçbir şey olmamış gibi anlatacağım Amsterdam'ı ve bitireceğim. Çünkü canım çok yanıyor.
Tamam.
Amsterdam Centraal tren istasyonu bu

Montelbaanstoren kulesi bu uzaktan görünen

meşhur Dam meydanı
Paris'ten de Amsterdam'a trenle gittik. Paris Nord istasyonundan 10:25'te bindik, saat ikiye doğru Amsterdam Centraal istasyonunda indik. Bu bilete de kişi başı 35 euro verdik. Yine hava kapalı ve buz gibiydi Paris'ten bindiğimizde. Amsterdam'da ise hava nedense daha ılık geldi.
Amsterdam'da istasyondan kafanızı çıkarıp şöyle bir baktığınızda hemen o farklılığını hissedebiliyorsunuz. Mimari, köprüler, kanallar, insanlar, bisikletler...daha istasyondan adımınızı attığınız anda daha önce gördüğünüz hiçbir yere benzemeyen bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.
Biz istasyondan 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan otelimize yürüdük önce. Motel One Amsterdam-Waterlooplein'de kaldık ve keşke 4 günü Barselona'da ve o evde heba edeceğimize burada, bu otelde daha çok kalsaymışız dedim. Diğer kaldığımız yerlerden midir bilmem, burası gözüme cennet gibi göründü. Şaka bir yana o kadar salak saçma yerde kalınca normal bir otele tabiki dibim düştü. Girişteki dekora, koltuklara, 24 saat açık bara bayıldım. Odamıza bayıldım, odadaki banyoya bayıldım. Ama tek bir gece yatabildik burada ve onda da sabahın köründe kalkıp, çıkmamız gerekiyordu.
Otelin konumu, dediğim gibi istasyondan kolaylıkla yürünebilir bir yerde. Otelden de yürüyerek tüm kenti gezebilirsiniz, sadece güzel bir havada. Çünkü Amsterdam'ın o zaman zaman çisil çisil yağmurlu, puslu, zaman zaman yerleri göle çeviren şarıl şarıl yağmurlu havasında bu yürüyüş keyiften çok eziyet oluyor.
benim olsun lütfen - 1
İlk gittiğimiz gün hemen otele yerleşip, kendimizi dışarı attık. Otelden diklemesine, daha doğrusu yatayda, yol tutturduk şöyle bir kent hakkında ilk izlenimlerimizi edindik. Binalar, o resimlerde hep gördüğünüz binalar var ya, onlar gerçek :) Ve fotoğraflardakilerden daha da güzeller. Kent topluca bir masaldan fırlamış gibi (bunu Prag'ı, Floransa'yı, Nürnberg'i görmüş bir insan olarak söylüyorum bakın). Her bir binayı fotoğraflamak istiyorsunuz, her bir kanalda köprünün tam ortasında durup her tarafınızı çekmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Yapmayın. Keyfini çıkarın. Bir de bisikletlere dikkat edin. Bu şehirde bisiklet terörü var. Her yerden fırlıyor, kanun benim diyerek üstünüze geliyorlar. Hayatımda bisikletlilerden hiç bu kadar nefret etmemiştim. Pisler. Hıh.
O akşamüstü ilk işimiz meşhur pankekçilerden birine koşturmak oldu bu arada. Gitmeden önceki araştırma aşamasında resmen delirmiştim pankekçilerin görüntülerine. Dekorlar, mekanlar şahane göründüğü gibi pankekler de manyak görünüyordu. Biz Pancakes Amsterdam'ın Negen Straatjes şubesine gittik (https://pancakes.amsterdam/about/locations/negen-straatjes). İçerisi acayip sevimli, üst katta oturduk biz. Herkes bizim gibi turistti zaten, başka başka milletlerden. Üst katla ilgilenen garson abi de alabildiğine sempatikti, kendi kendine şarkı söyleyip dans ederek dolanıyordu. Biz bir tuzlu bir de tatlı aldık, ortaklaşa yedik. Tuzlu dediğim sebzeliydi ortasında da pesto sosu vardı. Tatlı dediğim de çilekliydi ortasında yoğurt sosu ile geldi. Yanlarında da çay ve latte aldık. Toplamda 34,45 euro ödedik. Hesabı ödedikten sonra da garson abi geleneksel Hollanda tahta ayakkabısı şeklinde anahtarlıklardan verdi, müşterilere hatıra olarak veriliyor böyle.
O gün öğleden sonra ve akşam boyunca kenti karış karış yürüdük açıkçası. Waterstones diye bir kitapçıya girdik mesela, çok mutluydum orada. Bizde çevrilip, basılmamış bir dolu kitapla tanıştım. Ayrıca diğer kitapçı ve kırtasiye malzemeleri de çok tatlıydı. Merkezdeki tüm alışveriş sokaklarına daldık, tüm pahalı butiklere, turist mağazalarına girdik. Amsterdam Cheese Company'de peynirler denedik - çalışan gençler pek iyiydi :p -, Dam Meydanı'nda Cafe Zwart'ta oturup içkilerimizi yudumladık (TripAdvisor). Ama dediğim gibi hava berbattı. Bunların hepsini ıslanarak, üşüyerek, kendimizden bezerek gerçekleştirdik.
Ertesi gün sabah kahvaltı için bir randevumuz vardı oraya gittik ama ondan sonra tüm gün bavullarımız otelin deposunda beklerken vakit geçirmek ve akşamki Anne Frank Evi'ne girme saatimize kadar sokaklarda dolanmak zorundaydık. Tam bir eziyetti o gün. Hava zaten kötü. Habire bir kafede mekanda da oturamayız yani. Vakit geçirmek için kanal turu yaptık. Ama iyi ki de yapmışız, çok keyifliydi. 13,50 euro kadardı bizim seçtiğimiz. Bu turların tekneleri hemen istasyonun karşısındaki büyük Damrak isimli kanalda duruyor, oradan seçip binebilirsiniz (bizim bindiğimiz https://www.stromma.com/en-nl/amsterdam/).
benim olsun lütfen - 2
Akşam sekiz çeyrek için Anne Frank House'a bilet almıştık. Girme saatinizden bir dakika bile önce içeri sokmuyorlar kesinlikle. Oraya vardığımızda ölmüş, bitmiştik. Tuvalete sıkışmıştım, üstümüzden sular akıyordu yağmur hiç durmuyordu. Yine de tüm diğer insanlarla birlikte sersefil halde bekledik müzenin önünde. Tam sekiz çeyrekte kuyrukla birlikte içeri alındık. Tüm çantaları, şemsiyeleri girişte bırakıyorsunuz. Sonra audioguidelarla birlikte ilerlemeye başlıyorsunuz. Burayı anlatmak da bana çok iyi gelmiyor şu an. Boğazıma yumrular oturuyor, özür dilerim. Çok küçüktüm ben kitabı, daha doğrusu günlüğü okuduğumda. 9-10 yaşlarında ya vardım ya yoktum. Hiçbir şeyin farkında değildim, savaşlardan, dünyanın pisliğinden haberim yoktu. Dayımların denize bakan evinde bir yaz, kuzenimin kitapları arasında bulup okumuştum herkes denize gider etrafta oyun oynar koştururken. Her şey, Anne'in öyküsü kafama dank diye çarptığında tabiki büyümüştüm. Evi görmek ise...Gitmeniz gerek. Tek söyleyebileceğim bu. (Biletler için-->https://www.annefrank.org/en/)
(Bu arada şu sıralar World on Fire diye bir dizi izliyorum. Haftaya ilk sezonun son bölümü yayınlanacak sanırım. Tam da 1939'da başlıyor hikayesini anlatmaya, Polonya'yı, Britanya'yı, Fransa'yı izliyoruz. Tavsiye ediyorum şiddetle. Son bölümü de izleyip öyle yazacağım.)
Bu noktada anlatımımı bitirmek istiyorum çocuklar. Daha fazla bir şeyler hatırlamaya çalışıp, anlatmaya çabaladıkça canım çok acıyor. Sadece birkaç tavsiyeyle bitirmek istiyorum:
Yeni yerler keşfetmeye tek başınıza çıkın.
Her şeyden kısın ama kaldığınız yerlerden kısmayın. En iyi yerlerde kalın. Çünkü iyi bir uyku, iyi bir dinlenme tüm ruh halinizi, tüm yaşamınızı etkiliyor.
Avrupa'nın güneyindeki ülkelerin kentlerinde tüm o turist kalabalığının arasında aslında kocaman bir sefalet yaşanıyor buna şahit olacaksınız. Tüm göçmenler, afrikalı asyalı ortadoğulu, sokaklarda yerlerde sersefil bir halde ekmeğinin peşinde debeleniyor. İnsanın içine oturuyor. Hazırlıklı olun.
Hava durumuna bakın evet ama yine de güvenmeyin. Her ihtimali düşünün. Hazırlıklı gidin. Çok eşya taşımayın ama hazırlıklı olun.
Minimum zamanda maksimum şey görmeye çalışmayın. Bizim gibi 10 günde 3 şehir göreceğim diye açlıkla saldırmayın. İnsan gibi düşünün, 4-5 günlüğüne bir şehre gidin, insan gibi gezin dolaşın.
Ve en önemlisi çocuklar, sakın ama sakın döneceğiniz akşam trende çantanızı unutmayın.

6 Kasım 2019 Çarşamba

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 3 - Paris

Paris hep korktuğum bir şehirdi. Çocukluğumdan beri bir sürü şehrin hayalini kurdum. Hayal kurmadığım, başka bir şehirde, ülkede yaşamadığım tek bir gün yoktu kafamda. Ama hiçbirinde Paris yoktu, Fransa yoktu. Çünkü aklıma geldiği anda korkuyordum ve hayal etmekten bile vazgeçiyordum. Fransa benlik değil diyordum. Yok, yok Fransa hiç benlik değildi. Ama nasıl da merak ediyordum bir yandan. "Rose of Versailles" bilinçaltımda çok önemli bir mihenk taşıydı zaten, üstüne bir de bu arkeoloji çukuruna bulaştığım andan itibaren Louvre kutsaldı. Ama ben ingilizdim ya, merak edip, korkup, burun kıvırıyordum.
Bu yüzden bu geziyi planlarken en merak edip, heyecan duyduğum kısmının Paris olması çok normaldi. Gitmeden önce en içimi kıpır kıpır eden düşünceydi Paris'e ayak basacak olmam. Sonunda tüm o filmlerdeki, dizilerdeki, hikayelerdeki sokakları kendi ayaklarımla yürüyecektim. O havayı soluyacaktım, orada olacaktım.
Barselona'dan sabah 9:25'te trene bindik. Çeşidi Renfe-SNCF olarak geçiyor. Sants tren istasyonundan biniyorsunuz. Oraya da kolaylıkla metroyla, şehrin her yerinden ulaşılabiliyor. Tren istasyonuna giderken hava iyice bozmuştu, Barselona'ya da sonbahar gelmişti. Yağmur ince ince ama sıklıkla yağıyor, soğuk kendini belli ediyordu. Tabi biz tüm bavulumuzu Barselona'da ve Paris'te güneşli-20 dereceler içerisinde geçireceğiz diye doldurduğumuz için ayağımızda yağmurla alakası olmayan yazlık ayakkabılar ve üstümüzde yağmuru soğuğu içimize işleten ince şeylerle tren istasyonuna gittik. Trenle Barselona-Paris yaklaşık 6 saat sürüyor. Girona-Perpignan-Narbonne-Montpellier-Lyon ve Paris güzergahını takip ediyor. En erken haziranın başında alabildim biletleri eylül için. Tren biletlerini alabildiğiniz web sitesinde maksimum 90 gün diyordu. Yani satın alacağınız tarih ile seyahat tarihiniz arasında 90 günden fazla olunca satılmıyor. İki kişi 178 euro tuttu o zaman. Ama avrupadaki trenlerde şöyle bir özellik var, vakit geçtikçe fiyat artıyor. O yüzden olabildiğince erken almaya çalışmıştım.
Bu trenin içi gayet güzel, temiz, rahattı. İnternet var, restaurant var, tuvalet var. Daha ne olsun? Ayrıca o sabah o trende yediğim ekmek arası omlet hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Zaten bu gezide sadece kahvaltılarda yediğim şeylere bayıldım. Diğer yediğim hiçbir şeyi pek içimden gelerek yiyemedim maalesef ilk kaşıktan sonra. Her neyse ne diyordum, tren. Evet tren çok güzel bir seyahat yöntemi çocuklar. Keşke her yere trenle gidebilsek.
Paris'te Gare de Lyon'da indik. Bu istasyon şehrin biraz daha merkezinde gibi. Oysa kalacağımız yer bu sefer merkezin biraz dışındaydı. İki metro hattı değiştirerek ulaşabildik. Paris'te de 10'luk bilet alabiliyorsunuz. Ama çok saçma bir şekilde 10 tane ufak kağıt bilet veriyor. Öyle tek bir bilet değil. İsmi t+, tanesi 1,49 euro. Ve unutmayın, dikkat edin, bu biletleri saklamanız gerekiyor. Yani turnikeden geçtiniz, metroya bindiniz, durakta indiniz. İndiğiniz durakta görevliler kontrol için bekliyor olabiliyor. Ya da bazı duraklarda, tren istasyonlarında falan çıkış yapabilmeniz için aynı bileti yine okutmanız gerekebiliyor (Bu durumda da yine çöpçülüğüm işe yaradı tabi. Her şeyi çöpe değil, cebime atmamın faydası:)).
Kaldığımız yer Le Montclair Hostel Montmarte idi. Daracık, yukarı doğru çık çık bitmeyen merdivenleriyle aslında sevimli ama hostel yani. Zaten dorm roomları da vardı. Bana ilginç gelen, bir sürü çocuklu aile de kalıyordu. Herhalde daha büyük aile odaları da vardı diğer katlarda ama ne bileyim. Bizim kaldığımız oda iki kişilik diye geçiyordu ama allahtan ikimiz de bir buçuk metreyiz, yoksa o odada hareket edebilmenin imkanı yoktu. Ama özel banyo-tuvalet için hepsine razıydım emin olun. Yine de benim gibi ses konusunda çok duyarlıysanız çok zor kalınıyor. Barselona'daki odaya göre cennetti tabiki ama yine de etraftaki tüm ses odanın içinde. Allahım ben ne zaman şöyle normal bir otelde kalarak gezi yapabileceğim ya? Bundan önce hep öğrencilik falan, para yok diye katlandım bunlara ama al işte kazanıyorum, niye gene böyle sersefil geziyorum ben ya? Neden bu içimdeki sefil varoş öğrenci gitmiyor?
samosa dediğim bunlar

Colline d'Asie'deki yemeğimiz
Otelde hemen yerleşip, üst baş değiştirip dışarı attık kendimizi. Yine açız tabi. Bulunduğumuz yer Sacre Coeur bölgesine yakın olduğundan oralarda şöyle değişik bir şey yer bulalım dedik. Colline d'Asie diye bir yere gittik. Asya mutfağı ama birkaç ülkenin yemekleri var. Çalışanlara en son menüdekileri baya bir sorduk biz, Vietnam-Kamboçya-Çin falan diye saydılar. Bu yemek oranın, bu yemek buranın diye diye. Bu arada çok sevimli bir restaurant burası, ufak ama çok güzel. Çalışanlar da çok sevimli, çok sempatik. Cama dönük oturduk, yoldan geçenleri izledik tüm yemek boyunca, böyle içerisi tıklım tıkış ama çok mutlu bir ortamdı. Tam hani böyle filmlerdeki gibi hissettim. Bu arada menüde tek kelime ingilizce yok. Bizim baya yabancı olduğumuzu görünce hemen geldi çalışanlardan birisi, elinde tabletten büyük büyük resimleri yemeklerin göstereyim anlatayım dedi. Resimleri göstererek ingilizce anlattı. Ona göre seçtik. Usanmadan anlattı, içeriklerini, tek tek malzemeleri sorduk hepsine cevap verdi. Gözümüz dönmüş halde bir dolu şey istemeye başlayınca da yok yok bunlar kocaman porsiyonlar yiyemezsiniz dedi. Haklıymış. Asya mutfağı kocamanmış çocuklar. Siz bu hatayı yapmayın. Altı üstü ellişer kiloyuz neremize yiyecektik acaba? Biz bir çorba gibi noodlelı bir şey, ayrıca etli noodle gibi bir şey ve samosa istedik. Samosaları yediğimizde doymuştuk öyle diyeyim anlayın. Toplamda 26,5 euro tuttu. (Trip Advisor'da Colline d'Asie)
Sacre Coeur şahanesi

Sacre Coeur'dan Paris'i dinliyorum
Yemekten sonra hava iyice kararmıştı ama fena değildi ısı olarak. Sacre Coeur'a yöneldik. Bu muhteşem bazilikaya gitmek için tam o Paris'in meşhur merdivenlerini çıktık. Yaaa çıldırıyorum, herşey o kadar da gösterildiği, anlatıldığı gibi ki. Böyle masalın, filmin içinde gibi oluyor insan. Akşam on buçuğa kadar açık bazilika sabah altıdan. Ve giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Ayrıca bir uygulaması da var audioguide olarak, onu da indirip, kulağınıza alıp, güzel güzel gezebiliyorsunuz. (http://www.sacre-coeur-montmartre.com/english/) Burası akşamları hep böyle mi oluyor bilmiyorum, eğer öyleyse Paris çok güzel bir şehirmiş:) Kalabalık, herkes gelmiş oturuyor bazilikanın önünde. Muhabbet edenler, bir şeyler içenler, eğlenenler...Şehre bakan  merdivenlerde gençler oturmuş, bir sokak şarkıcısı da şarkısını söylüyor. Herkes eşlik ediyor, herkes coşmuş...Şehir ışıklar içinde, başka hiçbir şeyin önemi yok. O gece hem çok mutlu hem çok üzgündüm. Orada o "an"ı yaşayabildiğim için mutluydum. Ama tüm ömrümün böylesi bir anlayışa, kültüre, yaşama sahip olmayan bir ülkede harcanıyor oluşuna da içim kan ağlıyordu. O kapana kısılmışlık duygusu yine çöreklendi içime. Bu ülkede kısıldığım kapanın göğsümdeki ağırlığı çöktü üstüme.
Paris'teki ilk sabahta Seine
Ertesi gün Louvre günüydü. İşte yıllardır beklediğim ama gerçekleşeceğine inanamadığım şeylerden biri. Louvre'daydım! Tüm o Antik Mısır koleksiyonunu görebilecektim. Olmam gereken şeyden bu kadar uzaklaşmış, bu kadar umutsuz bir hale düşmüşken en azından onları görebilecek, aralarında dolaşabilecektim.
Orada olmuş olduğuma hala inanamıyorum.
Çocuklar Louvre biletlerini önceden alıyoruz internetten. Çünkü kıyamet gibi ortalık. Tanesi 17 euro biletlerin. (şuradan alın haa: https://www.louvre.fr/en) Biz hemen sabah 9 buçuğa almıştık biletleri, çünkü tüm günü orada geçireceğime emindim. Ama uzaktan geliyorduk ve o sabah polis her yeri kapatmıştı (climate change protestoları). Neredeyse geç kalıyorduk. Koşturmaktan çok etrafımıza dikkat edemedik ama Seine'in kenarında, Jardin des Tuileries'te o muhteşem görüntünün (ağaçlar sonbaharla yapraklarını dökmeye başlamış, yerler hep yaprak, hava esintili, kimsecikler yok, sanki tarihi bir filmdeyiz, geçmişe yolculuk etmişiz birazdan karşımızda Aramis belirecek) içinde koşturuyoruz. Yaaa ağlayacağım ama. Paris çok güzel. Ama gezemedim. Şöyle adamakıllı sokaklarında gezemedim. Off ya.
Evet gerçeği burada burada! Önünde durup, uzuuun uzuuun seyrettim.

Orada bir La Gioconda var uzaktaaaa

Ben öldüm çocuklar.
Şimdi burada Louvre hakkında konuşmaya başlamayacağım. Kendimi çok zor tutuyorum ama yapmamalıyım. Yoksa bu gece buradan gidemem. Kanepeye yapıştım zaten. Ama sadece hap niyetine şunları diyeceğim. Çok büyük. Çok karışık. Bitmiyor. Hiçbir harita, uygulama sizi kurtarmıyor. Yine de kayboluyorsunuz. Zaten birkaç saat sonunda etrafınızdaki herkesin endişeli gözlerle oradan oraya koşturduğunu görmeye başlıyorsunuz. Ha, bir şekilde olur da piramidin altındaki ana giriş/çıkışa gelebilirseniz de kendini buraya atabilmiş diğer insanları görüyorsunuz, ellerindeki haritaları oraya buraya fırlatmış, kendilerini de yine buldukları yerlere atmış halde. Bir de ingilizce hiçbir şey yok. Tüm eserlerin açıklamaları fransızca. Hiçbir şey anlamıyor insan. Bunca yıldır okuduklarım olmasa, öyle eblek eblek bakar kalırdım herhalde.
Biz çıktığımızda akşam beş buçuktu. Ki arada da piramidin altındaki kafelerden çay sandviç falan alıp, enerji yenilemiştik. Çıktığınız noktada metro altı alışveriş yerleri gibi bir bölüm var. Ayrıca bir de avmnin en üst katında yemek yerleri olur ya öyle de bir üst kat var. Biz oraya kendimizi atıp, birer çay falan içip, tatlı yedik. Creme Catalane diye bir tatlı yedim ben. Katalan ama Barselona'da yoktu, Paris'te yedim :) Valla muhallebi ile krem karamel arası bir tat ama şahane. Çıktığımızda hava buz gibi olmuştu ve yağmur yağıyordu. O kadar kötüydü ki halimiz, kendimizi otele atmaktan başka çaremiz yoktu.
Pere Lachaise
Ertesi gün şehri gezelim diye ayırdığım gündü ama onu da beceremedik. Gerçi kahvaltı muhteşemdi. Kahvaltı deneyimimiz tam bir Paris filmiydi. Hani böyle köşede bir kafe olur, kaldırımda masaları. Sandalyeler yola doğru dönük. Minik minik masalar, ahşap sandalyeler. Hah işte tam bu manzarada oturduk kahvaltımızı yaptık birer tost ve kahveyle. Bu gezi boyunca "tost" dediğimde anlamanız gereken bir kızarmış ekmek dilimi üzerine çeşitli soslar, otlar ve sahanda yumurta. Yani öyle bizim klasiğimiz olan tost değil. Cafe La Halte idi ismi oturduğumuz yerin. Klasik Fransız kafesi. Ama çok güzeldi be o sabah. Çalışan abiler de çok sempatik, çok ilgili. O sabah baktığımız 3.yerdi mesela orası ve diğer iki yerden hiç hazzetmediğimiz için buraya oturmuştuk. Keşke ilk başta buraya gelseymişiz. İlk baktığımız yer Soul Kitchen'dı. Ama kesinlikle vegan olmayan bizler için pek kahvaltılık bir şey yoktu. Daha doğrusu iki Türk olarak pek doyacağımızı gözümüz yemedi orada. İkinci yer Francis Labutte diye bir kafeydi yine. Ama oradaki çalışan tek kelime ingilizce cevap vermediği gibi pek muşmulaydı (oysa pek de yakışıklıydı). Bakın zaten Fransa'daki büyük sorun bu: Hangi dilde konuşursanız konuşun sadece Fransızca cevap veriyorlar. İngilizce söylüyorsunuz, anlıyorlar. Ama geri Fransızca cevap veriyorlar. Böyle saçma sapan bir diyaloga giriyorsunuz. Labutte'te de öyle olunca kalktık. La Halte'ye geldik. Dedim ya iyi ki de oturmuşuz. Burada iki kişi toplamda 25,10 euro ödedik. (TripAdvisor'da La Halte du Sacre Coeur)
Mezara bakın yuh.
Kahvaltıdan sonra Pere Lachaise mezarlığına gidelim önce diye tutturduğumdan ötürü saatlerimizi orada dolanarak geçirdik. İşaretlediğim hemen hemen hiçbir mezarı bulamadık. Kaybolduk. Dolandık da dolandık. Yahu sorun bende mi? Harita okuyamıyor muyum ben? Survivor yeteneklerim bu kadar mı yok? Bulamadım. Hayır mezarlık çok güzel. Evet biliyorum bir "mezarlık" nihayetinde ama etkileyici. Bizim köydekileri gördükten sonra inanın öyle. Yani daha doğrusu bizim kültürün mezarlıklarını gördükten sonra (bizim dediğim ülkenin yani). Burada işaretlediklerimden sadece Jim Morrison'ın, Champollion'un ve Oscar Wilde'ın mezarlarını bulabildik. Şaka gibi.
Pere Lachaise'de saatlerimizi harcadıktan sonra bari azıcık bir şeyleri görelim diye fırladık. Önce tabiki ilk durağımız Notre Dame'dı. Ahh Notre Dame. İlk sinema filmim (çizgi filmim). Sinemada ilk ağlamam. Bir gün Quasimodo'nun çan kulesini, tüm o herşeyi görebileceğimi düşünürken...Yoktu. Sadece bir ön tarafı kalmıştı o kadar. Seine'in kenarında yine herkes en güzel pozu yakalamaya çalışıyor ama o yok ki. Notre Dame yok.
Yine de havası çok güzel. Ortam. Nehir kenarında, o yıkıklığa doğru oturmuş, elinde çizim kağıtları kalem, gençler. Sanatçılar. Ahh Paris. Kafalar. Orada hemen Notre Dame'ı arkalarına alıp herkesin fotoğraf çektiği köprünün üstünde seyyardan krep yedik, o meşhur tatlı kreplerden. Orada, o atmosferde acayip lezzetli geliyor tabi, vay be diyorsunuz. Ama sakinleşince düşünceleriniz açılıyor, bu yediğimiz evde tavada annelerimiz yapıyor ya incecik (benimki akıtma diyor mesela), hah işte o. Seyyarcı abiler ablalar içine nutellayı çileği muzu doldurunca insanın gözü dönüyor olay o. Yoksa annem de yıllarca içine peynir maydanoz sarıp ağzımdan burnumdan sokmaya çalışmasaydı belki ben de yerdim. Yemez miydim anneee?
Notre Dame'dan bir şeyler kalmış gibi diyorsunuz tam...

Ama kalmamış.
Oradan da hemen Eiffel'e yetişmeye çalıştık. Üstüne falan çıkmayacaktık da hava bozmadan görelim diye. Önündeki çimenlere çöktük, izlemeye başladık. Hava iyice bozuyordu, soğuyordu. Donmak üzereydim ama herkesle birlikte oturdum. Çünkü Paris'teydim, çünkü hayatımda ilk defa o çimenlerin üstünde oturuyordum. Hava karardıkça ışık gösterileri başlıyor, kuleyi ışıklandırmaya, büyülü hale getirmeye başlıyorlar. Orada oturup, dünyanın binbir köşesinden binbir insanla aynı şeyleri hissediyorsunuz. Altı üstü demirden bir kule. Ama değil işte.
Bir Eiffel de ben koyayım
Paris'teki son günümüzü Versailles'a ayırmıştım. Rose of Versailles'ı izlediğimden beri bir çizgi film imgesiydi bu saray benim için, hiç gerçekliği yoktu. Oysa kocaman bahçeleri, havuzları, odaları ve heybetiyle görkemli bir saray burası. Gerçi bizim için tam bir perişanlık, sefalet ve eziyet sarayına dönüştü o gün ama neyse. Artık temmuz-ağustos dışında evin kapısından adımımı bile atmayacağım yeminle. Nereye gitsem kar yağmur fırtına tsunami bu nedir ya? Versailles'ın olduğu yer zaten çoook eskiden yel değirmeni yeriymiş, ortam rüzgarlı-soğuk defaultta zaten. Üstüne bir de eylülün sonunda tam havaların bozduğu dönemde gidince vurdu mu gözüne yağmur, hava oldu mu buz. Öyle tüm turist ahalisi olarak hep birlikte sarayın önünde saatlerce o havada titreye titreye kuyrukta bekledik. Haa diyeceksiniz sen her bileti önceden alıp, saatli girişi garantileyip gitmedin mi ne kuyruğu bekliyorsun? Bahtsız bedevi benden bahtlı biliyorsunuz. Yine bu "climate change" protestolarından ötürü saray girişindeki saatli girişleri o gün kaldırmışlar. Biletinde ne yazdığı önemli değil, herkesle aynı sıraya girecek, saatlerce bekleyecek ve aynı girişten gireceksin. Asıl yaptığım büyük salaklığı anlatayım (bende salaklıklar bitmiyor biliyorsunuz). Özellikle biletlerin çıktısını alıp, güzelce dosyaya koyup almıştım yanıma. Yani en azından tüm Barselona sokaklarında ve Paris'te ilk günlerde taşımıştım. O gün dosyayı pek zekice odada bırakmışım. Ama tamam, sonuçta artık her şey dijital, her yerde telefonlarımızı gösteriyoruz değil mi? O rahatlıkla elimde telefon, saatlerce sıra bekledik. Anlattığım havada. Aç bilaç, iliklerimize kadar üşümüş, donmuş halde. En sonunda girişe geldik. Görevli elindeki barkod okuyucuyu kaldırdı, ben de telefonun ekranına sarayın biletlerine ait olduğunu sandığım, daha önceden indirip kaydettiğim karekodları getirdim. Görevli yok dedi, barkod olacak. Nassı yani dedim. Bu karekodların neyin de indirdim ben. Tamam internetten bir daha açayım dedim, hemen kenara durduk açtım web sitesini (çünkü maile göndermiyor sarayın sistemi biletleri). Hesabını açmak gerekiyor web sitesinde. Şifremi zerre hatırlamıyorum. Zaten o kalabalıkta kenarda durmuşuz, elim ayağıma dolaşmış, sinirlerim alt üst olmuş nasıl bırakırım biletleri diye. Yok hesabı açamadım, biletlere ulaşamıyorum. Kaldık mı öylece girişte. Geri dönsek dönemeyiz otele 3 günlük yol var. Girmek istesek sokmazlar barkod okutmadan. Var ya kendime ne kadar kızsam az. Hakikaten. Mecburen sıradan çıktık, mahvolmuş bir şekilde kendimizi hemen yan taraftaki tuvaletlere attık. Tuvaletten çıkıp, banklardan birine oturup, sakince internetten biletlerimize ulaşmaya çalıştım. Biletleri indirebildim o anda tamam ama o giriş kuyruğuna giremezdik bir daha, kıyamet gibi bir şeydi. Bu noktada allah yüzümüze baktı herhalde. Kuyruğu hizada tutmakla sorumlu görevlilerden bir tanesine derdimizi anlattık. O da hemen ön taraftaki barkod okuma noktasına girmemize izin verdi. Böylece Versailles'a girebildik ama ne gezmeye ne bakmaya ne de bir şeylerden keyif almaya halimiz kalmıştı.
Versailles'da çok insan var

Duvarları bile ulaşıp da göremeyeceğiniz kadar çok insan var

Tabi Versailles'a nasıl gittik asıl orası da önemli. Araştırma aşamasında çok düşündürmüştü beni. Nereden nereye bineceğiz nasıl gideceğiz diye. Valla bir dolu yol var, trenle, otobüsle, araba kiralayarak, bisikletle...Size en kolay ya da keyifli hangisi geliyorsa onu seçmekte fayda var. Biz trenle gittik. Şuralardaki bilgilerden yararlandım ben önce, sonrası araştırma zaten:
Trenin biletlerini internetten alamıyorsunuz. Yani öyle şehirlerarası, ülkelerarası trenlerden değil. Yerel. Paris ve çevresi treni işte. Biz sabah tren istasyonundaki kiosktan aldık. Gidiş için ve geliş için sabahtan aldık hemen çünkü belli mi olur. Üzerinde saat falan yok. Hani ego bileti aldım istediğim zamanda binerim gibi. Şu an elimde tuttuğum bilette 3,65 yazıyor, tanesi bu kadar. Paris-Versailles Chateu güzergahı olarak seçip, alıyorsunuz kiosktan. Hemen oradaki istasyon içi kafesinde kahvaltı yaptık o sabah. Tabi burada yalnızca kruvasan ve kahve ve portakal suyu ile yetinmek zorundaydık. Ama buradaki çalışan amca çok sempatik, çok iyiydi.
İndiğiniz istasyonda bir tren dolusu insanla birlikte yürümeye başlıyorsunuz. Hiç öyle saray ne taraftaydı, aman allahım çok mu uzak nereye gideceğim diye endişeye gerek yok. İnsan kalabalığına takılın gitsin. Bir on beş dakikalık yürüyüşten sonra karşınıza çıkıyor saray arazisi. Bizim yürüyüşümüz bastıran yağmur ve soğuğun gölgesinde geçti. Saraya ulaştığımızda ise bahçe demirlerinin dışındaki milyonlarca insandan oluşan kuyruğu görmemizle resmen çöktük. Ama o kısımlardan üstte yakınmıştım. Sarayın içine geçiyorum.
İçeride trenle geldiğiniz kalabalığın arasında, her beraber, boğula boğula dolaşıyorsunuz. Sağ kanattan girip, içeride odadan odaya geçerek ilerliyorsunuz. Her odanın bir ismi var, Hercules, Diana Room gibi. Girişte aldığınız free audioguidelarda her odanın bilgi levhasındaki numarayı tuşlayarak oda ile ilgili bilgileri dinliyorsunuz. Odaların hepsi alabildiğine süslü ama eşyaların çoğu eksik. Çünkü bildiğiniz ihtilalin sabahında halk saraya akın edip, her şeyi talan etmiş. Şimdilerde, o gün saraydan aşırılan ve o kadar yıl nesilden nesile evlerde yer alan eşyaların peşine düşmüş Fransız hükümeti. Saraya orijinal eşyalar geri toplanıyormuş.
Bir de aynalar salonu-koridoru meselesi var. Burası kral XIV.Louis tarafından aynalarla doldurulmuş. Sarayın en dikkat ve ilgi çeken yeri gibi bir şey. Bu yüzden de herkes orada yığılıyor. Adım atılmıyor. Her santimde birisi durmuş poz veriyor. Yalnız harbiden güzel yer.
Saray için ne planlar kurmuştum gitmeden önce kafamda ama havanın saçmalığından bahsettim değil mi? Güya içeride çok kalmayacak, kendimizi bahçelere atacak, bisiklet kiralayacak, gölde kürek çekecektik. Oysa sarayın pencerelerinden baktığımızda bahçelerde fırtına vardı resmen. Her yer göl olmuş, göz gözü görmüyordu. Biletlerimiz boşa gitti. (Versailles'ın web sitesi: http://en.chateauversailles.fr/)
O havada tabi geri dönüş yolunda kendimizi istasyonun yakınındaki mcdonalds ve starbucks'a attık. Evet mecburen. Çünkü ölmüş bitmiş, ıslanmış, donmuş ve açtık. Yapacak bir şey yok. Kendimizi otele nasıl attık bilmiyorum. O kadar saçma bir gündü o.
Ertesi gün Paris'te 4 gün kalıp da hiçbir sokağında doğru düzgün dolaşamamış olarak Amsterdam'a doğru yola çıktık.

23 Ekim 2019 Çarşamba

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 2 - Barselona

İstanbul'dan Barselona'ya uçuş 3,5-4 saat sürüyor. El Prat havalimanına iniyoruz. El Prat'tan şehir merkezine mesafe çok değil aslında. Bir de bir dolu ulaşım seçeneği var. Bir dolu otobüs çeşidi var, tren var. Gitmeden önce tabi her şeyi araştırmıştım, resmen şehir haritasını ezbere biliyor hale gelmiştim.
Havalimanından merkeze ulaşım için değişik değişik seçeneklere ben şuralardan baktım:

Barselona'daki ilk gün yemeğimiz, tapas menüsü
Aklımda, kağıt üstünde dakika dakika şuna bineceğiz bundan ineceğiz her şey belli. Ama hayat hiçbir zaman planlandığı gibi gitmiyor. Havalimanında bavulları aldıktan sonra otobüs işaretlerini takip ede ede ilerledik. Dışarıya çıktığımızda yine çeşit çeşit otobüs işareti, yazısı şu bu. Kafam allak bullak olmadı değil. Tabiki bu durumda hemen N'nin ABD'de söylediği bir söz aklıma geldi: Beyaz tavşanı - bu durumda tavşanları - takip et. Yani böyle yerlerde insanlar nereye doğru gidiyorsa sen de git. Çünkü zaten herkes hemen hemen aynı şeyin peşinde. Etrafımızda bir dolu Türkçe konuşma da duyuyorduk. İspanya'da da evinizde gibi hissedebilirsiniz yani. Merkeze gitmek üzere otobüs arayan insanlar. Nihayetinde herkesin atladığı otobüse biz de atladık. Bizim için Plaça Catalunya'ya giden daha iyi olabilirdi ama şansımıza atladığımız Plaça Espana'ya gidiyordu. Olsundu, oradan da metroya binerdik. Otobüs numarası 46 olmalı ama sanki daha farklı gibiydi, yine de her şeyi biriktirme özelliğim burada devreye giriyor ve otobüs biletimize bakarak söylüyorum ki bilet fiyatı kişi başı 2,20 euro ödedik. Otobüse binince sürücüden satın alındığı için böyle, yoksa normalde biraz daha ucuz. TMB yazıyor bilette, açılımı "Transports Metropolitans de Barcelona". Barselona'nın ana ulaşım şirketi. Otobüs ve metroların yani. Otobüs tıklım tıkıştı haliyle bir dolu bavullu insanla. 15-20 dakika falan sürdü yolculuk.
"Plaça" meydan demek. Avrupa'daki her şehirde olduğu gibi burası da meydanlar şehri (yazarken bile sinirlerim bozuluyor, allahım bizimkiler niye meydanların canına okudu, ne istediler bu meydanlardan, yaşadığım şehre bak-Ankara, hey allahım ). Plaça Espana'da indiğimizde şehre dair ilk görüntü etkileyiciydi. Buraya çektiğim şöyle afili bir fotoğrafını koymak isterdim ama ben gezerken fotoğrafı telefonu unuturum genelde, ağzım beş karış açık etraftan gözlerimi ayırmadan hayaller içinde gezerim. Netten de bulduğum bir şeyi koymak istemiyorum. Neyse, meydandan metroya indik hemen. Buradan yeşil hatta--> L3 hattına binip, Drassanes'te inmemiz gerekiyordu. Metro ve otobüslerde geçerli T-10 biletinden aldık metrodaki makinelerden. 14,90 euroya tek bir kart alıp, iki kişi kullanabiliyorsunuz. Toplamda 5 biniş sağladı yani bize. Şehirde böyle bir dolu metro hattı var (metro haritası şöyle: https://www.barcelona-tourist-guide.com/en/maps/barcelona-metro-map.html).
Kolayca ulaşımı sağlayabiliyorsunuz.
Biz inmemiz gereken duraktan bir sonrakinde ancak inebildik. O da tam ünlü cadde La Rambla'nın ortasına çıkan bir durak olduğu için kendimizi daha ilk gün ilk dakikalardan o kalabalığın içinde bulduk. Ama şimdilik kalacağımız yeri bulmak ilk hedefimizdi, hiçbiri dikkatimizi çekemedi. Kaldığımız yer Charming Rooms adında bir evdi aslında. Yani kelimenin tam anlamıyla bir hanımabla, genç kızı ve ergen oğluyla yaşadığı evin diğer iki odasını böyle kiralıyor gibi bir şey. Bulması baya zor oldu, aslında öncesinde abla mail atıp tek tek anlatmıştı, şuraya dönecek buraya gireceksiniz diye. Ama o kadar yorgun ve aç bilaç haldeydik ki dolandık durduk aynı yerde. Odamız kocamandı evet, tertemizdi o da tamam. Eşyalar tam benlikti, antika. Yerden göğe kadar iki kanatlı ahşap pencereler. Her şey görünüşte şahaneydi. Ama...Tam dibimizdeki binada çılgınca bir inşaat-tadilat vardı ve ses dayanılır gibi değildi. Bu yüzden ha bir de ortak banyo-tuvalet sebebiyle Barselona günlerim bir miktar eziyet gibi oldu bana. Ortak banyoyu bilerek ayarladım odayı evet ama bu kadar merkezi ve ucuz olması için katlanabilirim gibi gelmişti 4 gün. Yıllardır yalnız yaşayan bir insan olarak anladım ki katlanamıyormuşum. Ama en en en kötüsü inşaattı. Yorgun argın odaya geliyorsunuz ve iki saniye huzur yok. İnşaat bitiyor, partileyen insanlar çıkıyor sahneye. Balkonun altında, sabaha kadar, bakın abartmıyorum kelimenin tam anlamıyla sabah 8'e kadar partiliyorlar. Ve zaten biz de o saatlerde kalkıp, planlarımıza göre nereye gideceksek oraya gitmek üzere hazırlanmak zorunda kalıyorduk ki tüm bunlar yüzünden bir gram uyku uyumadan yaptık bunu. Haliyle Barselona'da pek plana göre gidemedik. Daha çok salaş bir şekilde dar sokaklarda, meydanlarda yürüdük, etrafa baktık, ilginç gördüğümüz her dükkana, kafeye, pastaneye, bara girip baktık. Öyle yok bu müze yok şu anıt kilise heykel diye hiiiiç düşünmedik. Ondan sebeptir ki Barselona'dan gına bile gelmişti 4 gün sonunda.
Plaça Ramon Berenguer el Gran'da
mevzubahis abinin heykeli ve
arka planda roma surları
İlk vardığımız gün öğleden sonra 4'e falan gelmişti saat, odamıza yerleştiğimizde. Üstümüzü falan değiştirip hemen dışarı attık kendimizi. Kafamızda pek bir plan olmadan ara sokaklara daldık. Çok yorgun ve aç olduğumuz için bir şeyler yemekti ilk hedefimiz. Önce kendimizi sahile doğru yürürken bulduk. Passeig de Colom'a indiğimizi fark ettikten sonra biraz o cadde üstünde yürüdükten sonra Via Laietana'ya girdik. O caddenin sonuna doğru işaretlediğim yerler vardı bir şeyler yiyebileceğimiz ama ayaklarımız daha fazla taşımadı. Plaça de Ramon Berenguer el Gran'a kadar yürüyebildik. Orada hemen meydandaki bir restauranta oturuverdik. Restaurante Gloria'nın meydanın kıyısındaki masalarından birine çöküp, iki tane tapas menüsü sipariş ettik (https://www.grupoelreloj.com/en/restaurantes/gloria/ ve Trip Advisor). Tapas dediğimiz şey atıştırmalık bence. Koca bir sürahi sangria eşliğinde akşam atıştırmalığı. Patates, tavuk, değişik omletler, salata, soğuk makarna, domates sürülmüş ekmek dilimleri vb. ufak ufak şeyler var. Hepsi bir araya gelince tabi acayip doyurucu oluyor ama temelde atıştırmalık.Tek menü 17,50 euroydu. Gayet lezzetliydi her biri, sangria da şahaneydi. Orada baya bir oturduk kaldık tabi. Leyla gibi olmuştuk, yemeği de yeyince uyuklamaya başladık. Sonunda kalkıp, yine etrafta saçma sapan bir şekilde yürümeye geri döndük. Oturduğumuz noktada La Muralla Romana denilen roma dönemi duvarı vardı. İmparator Augustus döneminde Barcino kolonisi kurulmuş, 3.yy.da da İmparator Claudius hadi şu duvarları güçlendirelim demiş. 13.yy.a gelindiğindeyse I.James zamanında daha da bir şeyler eklenmiş kent duvarlarına (ya buna duvar denmiyordu sanki başka bir şey deniyordu ama hatırlayamıyorum hay allahım aklım iyice gitti). Karşısında dikilip, kolayca seyre dalabiliyorsunuz şimdi koca koca duvarları. Ardından meydandaki heykel dikkatimizi çekti. Kocaman duvarın önünde gerçek boyutunda bir at üstünde bir heykel. III.Ramon Berenguer'a ait bu heykel 1950'de konulmuş buraya, 1888'de yapılan heykelin bronz bir kopyasıymış. Barselona'yı 1097-1131 arasında yöneten kont kendisi. Aynı zamanda "great" de denmiş, haçlı seferleri yapıp durduğundan mıdır yoksa orayı al burayı fethet onunla evlen bununla ittifak yap derken Katalonya kentlerinin çoğunu ele geçirmesinden midir bilemem ama sonunda gitmiş tapınak şövalyelerine de katılmış (Knights Templar denen hani).
Döne dolaşa sonunda odamıza dönelim dedik. Dönmeden önce de pek sevimli görünen La Cure Gourmande'ye girdik. Burası bir kurabiye, şekerleme dükkanı. Tabi insanın gözü dönüyor, her şeyden yiyesi geliyor. Birkaç bir şey aldık denemek için. F marzipanlı bir şey yedi, ben sevmem almadım. Limonlu marmelat dolgulu kurabiye aldım ben. Koca paket, Paris'te dolaşırken bile yiyordum hala.
Barselona'daki ilk tüm günümüze ise ciddiyetle Sagrada Familia'ya giderek başladık. Daha önce biletlerimizi almıştım netten, saati belli oluyor ona göre girmemiz gerekiyordu. Çeşitli seçenekleri var biletin (şurası resmi sitesi: https://sagradafamilia.org/en/tickets-individuals). Bir çok web sitesi bulabilirsiniz nette bu biletleri almak için ama bence resmi web sitesinden başka bir yere pek dokunmayın. Biz katedralin içini ve Nativity Kulesi'ni audioguide ile gezebileceğimiz biletten almıştık. Kişi başı 32 euro bu bilet.
Sagrada'ya yaklaşırken ilginç görüntüsü insanı bir anda büyülemeye başlıyor. Hakikaten de diyorsunuz tüm o fotoğraflardaki gibiymiş, gerçekten dünya üzerinde böyle bir şey varmış. Karşısına çıktığınızda daha da nutkunuz tutuluyor, çünkü nereye bakacağınızı neye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Ama sonra tüm o turist kalabalığı aklınızı başınıza getiriyor. Sagrada'nın etrafı milyonlarca fotoğrafını çekmeye çalışan insanla dolu. Herkes parkın demirlerinin olduğu kaldırımda, çılgınca fotoğraf çekiyor, çekiliyor. Katedrali ilk gördüğümde bende aman yarabbi diye elime telefonu alıp, basmaya başlamıştım ama sonra baktım ki zaten fotoğraflarını nette de görüyordum, eh ben de onlardan daha iyilerini çekebilecek değildim. Öyleyse neden - belki de - hayatımda bir kere bulanabileceğim bir noktada, bir anda, durup da o görüntüyü yaşamıyordum? Öyle de yaptım. Telefonu cebime koydum, ağzıma bir limonlu kurabiye attım ve izledim.
Sagrada'ya giriş çok kolay oldu bu arada. Acayip sıra var gibi görünüyordu ama hiç beklemedik, hemen ilerledi sıra, herkesin bileti saati belli sonuçta. Audioguideları da kulağımıza dayayıp, ses nereye yönelin diyorsa öyle devam ettik. İçerisi en başta anlaması zor geliyor, geldi yani bana. Çünkü 2016-2017'de İtalya'da ve Avrupa'da bir dolu kiliseye girip çıktığım için hafızamda belli bir görüntü vardı. Burası ise daha önce gördüm hemen her şeyden biraz içeriyor, oradan buradan bir dolu değişik şeyi bir araya getirmiş gibi. En başta bu da ne böyle diye çekinerek yaklaştım, ama sonra büyülenmeye devam ettim.
İki taraftaki kuleden birini tercih ederek bilet alıyorsunuz bu arada, biz o yüzden Nativity tarafındakini almıştık. O kuleye çıktık. Kule çıkışları asansör ile. İnerken döne döne kule içi merdivenlerden iniyorsunuz. Yükseklik korkusu olanlar çıkmasın diyorlar ama bence korkmazsınız. Korkacak kadar çok açıkta kalmıyor insan. Sadece klostrofobi hissedebilirsiniz, merdivenler daracık ve gına gelebiliyor. Kulenin pek bir hikayesi yok aslında, sadece şehre bakabiliyor, şehir manzarasıyla fotoğraf çekinebiliyorsunuz. Biletinizde yazan saate göre katedrale girip, yine saatine göre kuleye çıkıp indikten sonra istediğiniz kadar içeride durabilirsiniz. Biz baya yorulup, bir süre oturduk içeride ilahi sesleriyle.
Euskal Etxea'da tapas
Sagrada'dan çıkınca da tabi kurt gibi acıktığımız için hemen yemeğe yöneldik. Sabah ufak sandviçle geçiştirmiştik kahvaltıyı. Tabiki yine planlı bir şekilde belirlemedik yemek yerimizi. Ara sokaklara dalmışken Euskal Etxea'ya denk geldik. İsmi görünce aaa ben burayı listeye yazmıştım dedim. O zaman dalalım dedik birlikte :) Bu sefer de tek tek seçmeli tapas olayını denedik. İçerisi hafif loş, bar gibi. Duvarlara dayalı raf gibi masalar var. Ya bunu doğru düzgün anlatamadım ama anlayın işte neyi tarif etmeye çalıştığımı. Ortada masa yok da duvarlara doğru oturuyorsunuz. Açıkçası ortam çok hoşuma gitti (çalışan pek sevimli arkadaştan ötürü de kanım ısınmış olabilir). Bardaki ekmek üstü şeklinde tapas seçkisinden istediğiniz kadar alıp, tabağınıza oturuyorsunuz. Bunlar soğuklar. Arada mutfaktan sıcaklar çıkıyor taze taze, dolaştırıyorlar. Her ekmeğe kürdan batırılmış, sonunda da o kürdan sayısına göre fiyat hesaplanıyor. Burada tanesi 2,10 euroydu, 5 tane yedim. Tabiki daha fazla yiyebilirdim ama başka yerleri ve yemekleri de denemek istiyordum. Yanına da bir portakal suyu aldım, o da 2,80 euro. Tek başıma 13,30 euro ödemiş oldum. Bu ekmekli tapas konsepti sevimli olsa da ben diğer çeşidini tercih ediyorum sanırım çünkü devamlı ekmek yemek istemiyorum. (http://gruposagardi.com/en/restaurant/euskal-etxea-taberna/ ve Trip Advisor)
Zenzoo'dan aldığımız bubble tea denen şeyler

Zenzoo'nun içi


Passeig de Gracia'daki bahsettiğim binalar vol.1
Günün geri kalanını da Antoni Gaudi'nin eserlerine bakarak geçirelim dedik (gitmeden önce yaptığım planda o gün Gaudi günüydü). Tabi biz bu işi gayet tembelce ve sallana sallana yaptığımız için yine daha çok sokaklarda yürüme olayına dönüştü gezimiz. Önce Palau Güell'e gittik. İçine girmedik, yolun karşısında durup, uzun uzun seyrettik (şuradan inceleyebilir ve şuradan da bilet falan bakabilirsiniz). Ardından görüp vurulduğumuz bir dükkana girdik: Zenzoo. Bubble tea dükkanıymış. Valla ben ilk defa böyle bir şey görüyorum ama sanırım uzakdoğuda meşhur bir şey. İçerisi de uzakdoğulu doluydu zaten. Böyle manyak sevimli bir dükkan, rengarenk. Bubble tea dedikleri de şey, aromalı minik topçuklar var, onları yine aromalı bir çayımsı sıvıya dolduruyorlar. Pipetle içiyor, ağzınıza gelen topçukları da patlatıp içiyor-yiyorsunuz. Öyle garip bir şey işte. Çok güzel tadı ama bir yerden sonra yoruyor topçuk kovalamak. Ben mavili bir tanesini seçtim, blueberryli tabiki :) 4,5 euro ödedim.
Sonra Gaudi turumuza devam etmek üzere Rambla'nın en tepesine Plaça Catalunya'ya oradan da Passeig de Gracia'ya girdik. Gracia benim sevdiğim gibi bir kısmı şehrin. Şimdi bakın Avrupa'daki şehirler Orta Çağ'dan beri aynı durumdalar ya hani, eski kent kısımları. Böyle daracık sokaklar, taş döşeli pasajlar. Tarihi film setindeymiş gibi hissettiren binalar, heykeller...Hah işte bu dar sokaklar olayı beni boğuyor. Otobüste uçakta bile koridor tarafına oturuyorum ben boğulmamak için. Tamam ilk birkaç saat güzel geliyor o sokaklar, o taşlar. Sevimli oluyor. Zevk alıyorum. Ama sonra duramıyorum, gökyüzünü görmem lazım, etrafıma baktığımda açıklık olması lazım. O yüzden mesela Milano'yu Viyana'yı severim ben. Yine tarihi binalar, yapılar var evet ama geniş caddelerde. Ferah ferah. Küçük şehir sevmiyorum, büyük şehir metropol seviyorum. O yüzden de Passeig de Gracia geniş ve düzgün haliyle bana nefes aldırdı. Passeig Katalanca yol, geçit demek (passage işte yahu). Çook eskiden duvarlarla çevrili Barselona kentinden Gracia kasabasına giden yolmuş burası. Şimdilerde ise şehrin en lüks mağazaları ve iş merkezleri ile mimari harikalarının olduğu bir yol.
Passeig de Gracia'daki bahsettiğim binalar vol.2
Bizim buradaki hedefimiz Gaudi'nin ve bazı başka mimarların eserleriydi. Yol üstünde önce Casa Lleo Morera (bu Montaner diye bir insanın eseri bina), Casa Amatller ve Casa Battlo'yu görme şansımız oldu. Son ikisi Gaudi'nin. Daha da ilerleyince Casa Mila'ya ulaştık (evet bu da Gaudi). Bu arada Plaça Catalunya'dan beri gördüğümüz ünlü markaların mağazalarına dalıp, çıkmayı da ihmal etmedik. Fiyat araştırmamın sonuçlarına göre diyebilirim ki fiyatlar pek fakir ülkemiz ile aynı. Yani bu demek oluyor ki ülkemizde de her şeyi euro-dolara göre satıyorlar, orada 20 euro ise bir giysi burada 120 lira. Haa ama orada bir insan 2000 euro maaş alıyorken biz 2000 lira alıyor oluyoruz. Bu da ayrıca çok enfes. Her neyse yine kendi kendime köpüyorum, durayım.
Bu saydığım binalar hakikaten şahane görünümlere sahipler. Daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyorlardı. Genel anlamda tarzlarını sevmesem de etkilendim (ben daha klasik, daha antikçiyim ya çocuklar). Günün sonunda en merak ettiğim kısma gelmiştik, Gracia'nın ara-yan sokağındaki Burne'ye. Burası daha ilk planları yaparken bile işaretlediğim bir Kore restaurantıydı. Görüntüleri acayip sevimliydi mekan olarak, eh bir de zaten son birkaç yıldır çok meraktaydım kore mutfağı konusunda. Çok mutlu oldum gidince. İçerisi minicik. İki tane iki kişilik masa var, bir de duvarlarda 2-3 kişinin daha oturabileceği kadar yer. Hah tabi bir de üst katı var ama ben oraya çıkmadım, orada da yerler var. Gördüğüm kadarıyla mutfakta bir abla var, bir de yemekleri servis eden genç kızımız. Allahım çok sevdim ben orayı ya. Valla o gazla bir dolu yemek söyledim, onu da yiyelim bunu da deneyelim diye ama unutmuşum Korelilerin porsiyonları devasa oluyor (e be akıllı o kadar dizi izledin 3 yıldır ekrana yapışmış halde hiç mi kafan basmadı). Neler söyledik? Tteokbokki, japchae ve bir de haemul jeon. İlk yazdığım yemek en merak ettiğimdi, tadı güzeldi ama balık kekleri pek benlik değil. İkinci yazdığım etli noodle aslında. Sanırım herkes için en yenebilir olan o. Üçüncü yazdığım ise deniz ürünlerinden mücver gibi bir şey. Onu da çok merak ediyordum, aslında böyle kaynar kaynar tavadan yeni alınmış halinde tadı da güzeldi ama tüm söylediğimiz şeyler çok fazla geldiği için o an o kadarda hoşuma gitmiş gibi olamadı. Ha bir de bu haemul jeon'u birazcık dağıldı tavadan alırken diye bize karşı mahçup hissedip parasını almadılar mesela. Oysa bizim için hiç bir sakıncası yoktu, dağılmış gibi bile durmuyordu. Dedim ya burası çok aşırı sevimli bir yer diye. Yani toplamda bir tabak tteokbokki, bir tabak japchae ve iki suya 19,40 euro ödedik. (Trip Advisor'da Burne)
tteokbokki

Haemul Jeon

Japchae

ve Burne!
Ertesi gün - Barselona'daki 3.günümüzde - şöyle adamakıllı bir kahvaltı yapalım diyerek güne başladık. Odada zaten uyuyamıyoruz geceler olmuş haram. O yüzden soluğu Federal kafede aldık. Birkaç yerde var, biz Passatge de la Pau'dakine oturduk. Güzel, hoş bir mekan. Ve aşırı lezzetli, hala rüyalarıma giren bir kahvaltı yaptım burada. Altı üstü ekmek-yumurta-avokado-roka falan yedim aslında ama bunların bir araya getirilmiş hali muhteşemdi. Yanında americanomu içtim. F de şakşuka diye geçen bir şey istedi, yanına da karışık meyve-sebzelerden bir içecek - sanırım ismi batido verde idi. Yediği şey tavada aşırı tuzlu domates püresi üstünde sahanda yumurtaydı açıkçası ve pek yenebilecek gibi değildi. İçeceği efsaneydi ama. Tüm bunlara toplamda 24,70 euro verdik. Benim tek başıma yediğim gibi yerseniz 10,30 euro. (Trip Advisor'da Federal)
Kahvaltıdan sonra yine sallana sallana dolaşmamıza geri döndük. Gördüğümüz her şeyi yiyesimiz içesimiz geliyordu. Teresa's diye bir yerde hani şu yoğurt-meyve-fındık fıstık gevrek gibi şeyler oluyor ya ondan gördük, olley diye saldırdık. Tanesi 5,95 olan bu şey yoğurt değil çocuklar. Tatsız süt kreması gibi bir şey. İçine sıfır şekere sahip meyvelerden atıyorsunuz. Yine tat yok. Bir tek fındık fıstık gibi olan kısmında şeker vardı, onun yardımıyla yutmaya çalıştık. Aldığımıza bin pişman, dolaşmaya devam ettik.
Rambla'nın sonuna inip, Mirador de Colom'a baktık biraz. Bizim Kolomb'un anıtı bu. Tam caddenin bitip gemilerin başladığı yere dikmişler, göğü deliyor. Günün geri kalanını ise sahile gitmekle geçirdik. Gerçek anlamda sahile ulaşmaya çalıştık yürüyerek. Google kısaymış gibi gösteriyor ama yürü yürü denize kuma ulaşamıyorsunuz. Kumsal ilginç. Yani bakın Türkiye'de nasıl bir hayat yaşıyorsunuz, ortamınız ne bilmiyorum ama ben kendimi hakikaten uzaylı gibi hissettim orada. Kumlara uzanmış, oturmuş bir dolu genç insan. Birbirini ilk defa gören insanlar hemen tanışıp, muhabbet ediyor. Kumsalda iyi vakit geçiriyor ve sonra herkes kendi yoluna geri dönüyor. İnsanlar rahat, huzurlu. Kimse kimseye bizim gibi bakmıyor, buradaki gibi bakmıyor. Bilmiyorum ya, insanı kendi ülkesinden daha ne kadar nefret ettirebilirler, bilmiyorum. Sahilden dönmek için bu bisikletli araçlara bindik. Çok eğlenceliydi. Önde sürücü bisiklet sürüyor hani, siz de arkada oturuyorsunuz püfür püfür. Bu yolculuk bizim için sahilden otele 15 euro mu ne tuttu.
Denizde geçirdiğimiz günün akşamı bu defa yemek için bir Japon restaurantına gittik. İsmi Sushi Ya. Burası da minicik ama Burne gibi sevimli gelmiyor, dar geliyor. Günün menüsünden söyledik iki tane, içeriği çoktan seçmeli. İki de içecek. Menünün tanesi 9,80 euro. Toplamda 27,10 euro ödedik. Ama burada yediklerimi pek beğenmedim. Yosun çorbası içtim ilk defa, değişikti. Sushi tabağı iyiydi. Kızarmış sebzeler hiç hoş değildi. Körili tavuk da sırf köriydi. Ama en fecisi tatlılardı. Özellikle tatlıları denemek istemiştim bir hevesle. Yeşil çaylı kek ve yine yeşil çaylı puding. Allahım böyle felaket bir tat yok. Yeşil çay bile içemeyeceğim herhalde demiştim bir daha ama neyse ki içebildim geçen gün. O kadar midemi kaldırmıştı çünkü o tatlılar.
Barselona'daki dördüncü günümüze Black Remedy'de kahvaltı ile başladık. O sabah da klasik bir avrupa kenti kahvaltısı yapayım, Roma'daki günlerimi anayım diye bir kahve bir cornette (kruvasan işte) aldım. İkisi 6 euro tuttu. Tabi bu şekilde on dakika sonra acıktığımı unutmuşum. Mekandan çıkmadan başka nerede ne yiyeceğim diye düşünüyordum. Neyse, burası pek güzel bir kahveci. Arkadaşım F benim önceki günkü kahvaltı benzeri tost üstüne yumurtalı bir şeyler aldı, burada böyle seçenekler de var. Kahvaltıdan sonra bugünü müzelere ayıralım dedik. Picasso Müzesi ve Çikolata Müzesi'ne gittik.
Picasso Müzesi'nin (http://www.museupicasso.bcn.cat/en/) perşembeleri akşam 6-9:30 arası bedava giriş özelliği var. Ama bunun için de bilet almanız gerekiyor internetten. Ben bedava olduğunu not etmiştim, önceki akşam sallana sallana gittik bir baktık bilet yok diyorlar. Tamam mı unutmayın, önceden netten bilet alacaksınız bedava olarak. Para ödemiyorsunuz ama almış oluyorsunuz. O yüzden cuma sabahı gidip, bilet alıp girdik biz. 12 euro normal koleksiyonu gezmek için. Normalde Picasso pek benlik değildir. Yani şimdiye kadar gördüğüm haliyle değildi. Oysa bu müzede fark ettim ki gördüklerimden fazlasıymış Picasso. Hep gördüğümüz eserlerini bir yaştan sonra yapmaya başlamış (ki görmeye bile dayanamıyorum ben onları düzgün olmayan şeyler sinirimi bozuyor). İlk çizmeye, resim yapmaya başladığında yaptıkları muhteşemdi. Bu müzeye iyi ki gitmişim dedim.
Oradan çıkıp, hızımızı alamayıp kendimizi Çikolata Müzesi'ne attık. Yani Museu de la Xocolata. En merak ederek, hevesle gittiğim yerdi herhalde burası Barselona'da (tamam Sagrada'yı daha fazla merak ediyordum abartmayayım). Ama beklentilerimin çok altında kaldı. Pek bir şey bulamadım içeride. Yani bir azimle başlamışlar, çikolatanın kökeninden, şimdiye yolculuğuna doğru anlatmaya çalışmışlar ama elde öyle çok da malzeme olmayınca pek olmamış. Sevimli bir girişim diyelim biz bu müzeye. Giriş için bilet yerine çikolata alıyorsunuz mesela. Çıkışta kafesinde sıcak çikolata içebiliyor, çeşitli hediyelik çikolatalardan alabiliyorsunuz. Bu çikolata bilet 6 euro. Kafedeki hediyelik çikolatalar ise görünüş olarak süper, lezzet olarak sıfır. (http://www.museuxocolata.cat/museu.php)
Oradan çıkıp, yakındaki bir meydanda oturup bir şeyler atıştırdık önce. O yorgunluktan ismine falan hiç dikkat etmemişim ama yediklerimizi çektiğim için biliyorum. Birer bardak bir şeyler içip, bu üzerine sos dökülmüş patateslerden bir de tavuk kroket gibi bir şeyden atıştırdık. Kroketler lezzetliydi ama patatesin üstündeki sosta bir baharat var, o biraz fazlaydı. Oradan kalkıp, hemen yakındaki Parc de la Ciutadella'ya girdik. Burası şehrin parkı işte. Çok gezemedik, hemen bir kıyısından girip, ağaç altına, çimenlere attık kendimizi. Bir süre uyukladık, kurabiye yedik (kurabiye canavarı gibi çantamda her yere kurabiye taşımışım). Aslında bu parkı dolu dolu gezmek planlarım içindeydi ama daha en başından dedim ya, planlara hiçbir türlü uyamadık.
Barselona'daki bu son günümüzün akşamında La Merce festivaline denk geldik. Yani festivalin başlangıç akşamıydı, ucundan köşesinden görmüş olduk. Festival Barselona'nın şehir azizi-koruyucu azizi gibi bir şey olan Mare de Deu de la Mercè onuruna düzenleniyor. "Mare" Katalanca anne demek, "deu" ilahi-kutsal gibi bir şey. Resmi olarak 1902'den beri kutlanan festivalin aslında - bence - çıkış noktası yine çiftçilikten çıkan pagan geleneklere dayanıyor. Yazın sıcak günlerinin bitip, serin sonbaharın gelişini kutlamak aslında çünkü. Gündüzden sokaklarda, kentin çeşitli noktalarında sahneler kurulmaya başlanmıştı o gün. Akşamüstü müzik sesleri gelmeye başladı o sahnelerden. Ama o gün hava kapamaya, yağmur atıştırmaya ve rüzgar dondurmaya başlamıştı bir yandan da. Biz yorgunluktan odamıza dönmeden önce belediye binasının olduğu meydan Sant Jaume'deki sahnedeki gösterileri biraz izledik. Hiçbir şey anlamadığım İspanyolca/Katalanca'ya rağmen sanıyorum ki şehrin tarihiyle ilgili bir şeyler anlattılar, o sırada anlatılanlara uygun canlandırmalar oldu (İspanyolca'daki pek çok kelimeyi anlayabiliyorum İtalyanca'ya benzerliğinden dolayı ama cümle halinde hiçbir şey anlamıyorum haliyle).
Barselona yazımı bitirirken söylemeliyim ki bu şehir hiç ama hiç beklediğim gibi değildi. Gidene kadar aklımda oluşan Barselona imajı ile şehir çok farklıydı. Yani Roma'da tanıştığım, muhabbet ettiğim İspanyol'lardan dolayı ben çok daha eğlenceli, keyifli bir şehir bekliyordum, öyle insanlar bekliyordum. Tüm gezimizi planlarken herhalde önce Barselona'da çok eğlenir, denize falan girer, mutlu oluruz, sonra diğer şehirlerde de müzedir kültürdür doyarız diyordum. Oysa Barselona'da geçirdiğim günlerden hiç keyif almadım. Doğru düzgün bunu becerememiş olabilirim, yani kabahat bende de olabilir de. Ama şimdiye kadar gezdiğim hiçbir şehirde bu kadar insanlarla iletişim kurmadan-kuramadan günler geçirmemiştim. Yani şöyle anlatayım, şehrin tam turistik merkezinde kaldık, o 4 gün boyunca pek dışına da çıkmadık. Her yer bir dolu turist. Yerli insan çok yok. Bir çok yeri göçmenler işletiyor, asya ve afrikadan göçmenler. Varsa ispanyol etrafta, onlar da işte yine hizmet sektöründekiler, polisler, belediye işçileri. Kimse de insanla konuşmuyor doğru düzgün, yani herkeste bir bıkkınlık, bir turiste doymuşluk. Tamam çok girişken, sosyal bir insan değilim ama gezerken daha önce hiç bu kadar soyutlanmış hissetmemiştim. Bir sürü sokağını yürüdüm, ufacık bir çember içinde gezinip durdum gerçi. Adam akıllı bir gezi olmadı bu belki. Gene de sevmedim ben Barselona'yı. Sanırım hala güneyi, Granada'yı daha çok merak ediyorum.

15 Ekim 2019 Salı

Blood & Treasure : Buram buram çocukluğum gençliğim

Hep söylüyorum ya beni bu hale getiren 8-9 yaşlarımdan itibaren izlediğim şeylerdi diye. Öyle bir inanmıştım ki hayat, hayatım bir Indiana Jones filmi, Relic Hunter'ın bir sezonu gibi olacaktı. Ben de adeta bir Sinbad gibi, bir Xena gibi maceradan maceraya koşacaktım. Tabi şu anda bir devlet kurumundaki masamda oturmuş, bir bilgisayar mühendisi olarak bunları yazıyor oluşum bir gerçeklik olabilir size göre ama ben kafamın içinde hep o filmlerdeyim. Kafamın içinde vahşi batının düzlüklerini baştan başa yaran bir trenin üstünde koşturuyorum, daha biraz önce bubi tuzaklarıyla dolu bir mağaradan montezumanın altın kafatasını çıkarmışım. Birazdan da lanetli mumya uyanmadan, dünyayı kurtaracağım. Ben büyürken dünya böyleydi, güven doluydu. Maceralar tehlikeliydi ama eninde sonunda kahramana bir şey olmayacağını bilirdik. Kötü adamların hep o hatayı yapıp, tetiği çekmeden önce salak salak konuşmak için duraklayacaklarını ve kahramanların da bundan yararlanacağını bilirdik. Sonunda hep iyiler kazanır, maceralar sadece yeni heyecanlı maceralara geçit verirdi.
Oysa artık böyle şeyler yok. Artık GoT'lar var, tüm psikolojimi alt üst ediyor, güven duygumu yıkıyorlar. Kafamı bulandıran bir dolu tuhaf şey var. Sanki tüm formülleri yıkarlarsa yeni bir şey yapmış olacaklarını, izlenecek şeyler yapmış olacaklarını düşünüyorlar. Haklılar da galiba. İnsanlar bayılıyor bunlara. Ama ben o güven duygumu, o sevimli tehlikeli maceralarımı özlüyorum. Evet artık öyle şeyler yapmıyorlar. Ama bu sene yaptılar. Nasıl olduysa, Blood&Treasure diye bir diziyi çekmeye karar verdiler. (https://www.imdb.com/title/tt7712598/)
İlk bölümü 21 mayısta yayınlandı. Amerikan CBS kanalında yayınlanan dizinin ilk sezonu 12-13 bölüm kadardı. İlk bakışta insana çok ama çok "cheesy" geliyor. Mısır'da bir piramitin içinde Marcus Antonius ve Kleopatra'nın mezarını bulan arkeologlar saldırıya uğruyor. Ekibin başındaki arkeolog Ana Castillo kaçırılınca yakın arkadaşı ünlü iş adamı Jacob Reece, bir diğer yakın arkadaşları, eski FBI ajanı Danny McNamara'dan yardım istiyor. Reece'in sonsuz kaynaklarıyla yola çıkan Danny, arkeolog Castillo'yu bulmak ve kurtarmak için kavgalı olduğu eski sevgilisi, profesyonel hırsız Lexi Vaziri ile kendini türlü maceraların içine atmaya başlıyor. Mısır'da başlayan hikaye, Roma'ya, Güney Fransa'ya, İspanya'ya, Güney Amerika ormanlarına, Kuzey Amerika barajlarına bir dolu yer dolaştırıyor bize. Seneler arasında atlamalarla kahramanlarımızın geçmişlerinden parçalar da izliyoruz. Arkeoloji, sanat tarihi havada uçuşuyor. İtalyan mafyası da giriyor işin içine, Naziler de. Anlatabildim mi yani demeye çalıştığımı? Tüm o izlediğim, sevdiğim, beni ben yapan, güvende hissettiren hikayeleri bir araya toplamaya çalışmışlar gibi. Evet biraz ucuz da duruyor zaman zaman ama bir bakıyorsunuz kaptırmış izliyorsunuz. Dinamikler öyle bir yerleşiyor ki içine düşmüş halde buluyorsunuz kendinizi. Her hafta bir saatliğine hafif ama keyifli bir şeyler izlemiş oluyorsunuz. Haa bu arada o derece de şablondan gitmiyor dizi. Bu çağın ürünü sonuçta. Kahraman rollerinin dağılımı, o bildiğimiz eski hikayelerdekine benzemiyor. Ama çok güzel olmuş böyle de. Hiç yapay durmuyor, oyuncular bunu, böyle bir hikaye içine çok güzel uyduruyor çünkü. Özellikle karakterler iyi. Yani hikaye veya gizem, mantıklı açıklamalar değil böyle bir dizinin işi. İlk bölümden de zaten ne bekleyebileceğinizi görüyorsunuz. Karakterlere yazılan şeyler eğlendiriyor. Örneğin şahane eğlenceli bir Lexi'miz var. Karikatürize ama müthiş keyifli bir Interpol ajanı Gwen'imiz var. Hem her şey çok gereksiz hem de her şey iyi ki var dedirtiyor. Çünkü sonuçta ne izlediğimiz biliyoruz.
Dizi ilk sezonu bitmeden ikinci sezon onayını almıştı. Açıkçası ben herhalde bir sezon yayınlayıp bitirirler diye düşünmüştüm. Emindim yani. Ama demek ki artık herkes özlemiş benim gibi. İkinci sezon çekimlerine de başladılar bu hafta. Ne zaman yayınlanacak bilmiyorum ama geldiğinde orada olacağım.
Bu arada benim gibi mumyacıları tebessüm ettirecek bir yüzü de izleyebilmiş oluyoruz: Oded Fehr.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...