16 Temmuz 2017 Pazar

Eduardo Galeano'dan Ve Günler Yürümeye Başladı

Ve günler yürümeye başladı.
Ve onlar, yani günler, bizi yaptı.
Ve bu şekilde doğduk biz,
yani günlerin çocukları,
sorgulayıcılar,
yaşamı arayanlar.

Mayalara göre böyle yaratılmışız. Yaradılışımızın hikayesini tek bir cümleyle ifade edivermiş binlerce yıllık medeniyetin hikayecileri: Ve günler yürümeye başladı. Eduardo Galeano da bizi ortaya çıkaran günleri bir bir önümüze koymaya, tüm bir "yaşamı arama" yolculuğumuzun şimdiye kadarki kısmına değin o günlerin sırtına ne yüklediysek alıp, kafamıza geri atmaya karar vermiş. Her bir güne, zamanı eğip bükme, kendimize göre anlamlandırma çabamıza yaraşır hale getirdiğimiz takvim sınırları içinde 1 Ocak'tan 31 Aralık'a tek tek neler olduğunu yazmış. Dünyanın dört bir yanından öyküler sayfalara dağılmış. Zamanın başlangıcından daha düne kadar yayılmış "insanlık" tarihinin pek de - hatta hiç de - insani olmayan zara ziyanlarıyla bezeli günlerle beraber yürümemizi sağlamaya çalışmış belki de.
Demeye çalıştığım bu öyle her zamanki kitaplarınızdan biri değil. Gregoryen takvimimize göre her bir gün için ayrı bir sayfada, ayrı bir hikaye ile karşılaşıyorsunuz. Her bir gün için bazen birkaç satır, bazen bir iki paragraf. Dünyanın hemen hemen her yerinden tarihin bir noktasında tam da o gün olmuş bir olay, doğmuş biri, ölmüş biri veya sadece o günün hatırlattığı bir şeyi okuyabiliyorsunuz. Yazarımızdan ötürü, haliyle, çoğu olay Güney Amerika tarihinden. Bu açıdan - en azından bana - biraz yabancı geliyor en başta (Yakın toprakların tarihini öğreniyoruz da uzaklara hiç bakmıyoruz). Ama sonra göğsünüze oturan, boğazınıza düğümlenen bir şeylerden anlıyorsunuz ki hiç de o kadar yabancı değil okuduklarınız. Okyanusun öte tarafındaki koca kıtayla ne kadar benzer acılar çekmişiz, ne kadar saçma sapan hatalar yapmışız, ne kadar insanlıktan çıktığımız zamanlar olmuş, anlıyorsunuz. Ama tabi bu kadar karardığıma bakmayın benim, her zamanki halim, Galeano umutla da yürütüyor günleri. Daha doğrusu o umutlarımızı hatırlatmayı, gözlerimi kısıp güneşin parlamaya başlayan ışıklarına bakmamız gerektiğini de hatırlatıyor.
Eduardo Galeano
Çünkü Eduardo Galeano da o her daim umudun, futbolun, hareketin, dansın, müziğin olduğu topraklarda doğmuş büyümüş bir insan. Uruguay doğumlu yazarın yazdıklarını uzun yıllar merak edip, okumaya karar verip, bir türlü okuyamamıştım. O artık yazamayacak olduktan (2015'te öldüğünden ötürü) sonra ancak elime alabildim bir kitabını. Çünkü o kadar güzeldi ki her karşılaştığımda cümleleri, her biri öylesine uzaktan ama yakın ve tanıdıktı ki. Yanlışım yoksa yazdığı en son kitaptan başlamış oldum böylece. Bir başka "keşke daha erken okuyabilseydim" dediğim yazar daha eklendi listeme. Hele bir de böyle en bir sevdiğim anlayışta yazan bir tane daha bulduğum için neden bu kadar savsaklamışım şimdiye kadar diye kızdım da kendime (Bir diğer bu şekildeki pırlanta-->Umberto Eco. Bu şekildeki derken bir dolu bilgiyle coşturan, adeta kana kana bilgi ve tarih içebildiklerimizi kastediyorum). Satırların altını çizmekten, araştıracağım diye bir kenara habire notlar almaktan bitap düştüm nerdeyse, okurken. Öylesine bir güzellik, öylesine bir şahanelik, inanmıyorsanız bakın misal:

Mayıs 3'ten:
İhtiyar şöyle gürlemişti:
-Komünistler kızlarımızın namusunu kirlettiler! Onlara okuma yazma öğrettiler!
Mayıs 14'ten:
Yahudi sürek avı daima bir Avrupalı geleneği oldu, ama onların borcunu ödeyenler şimdi Filistinliler.
Mayıs 25'te:
(...)ve Yunanca hairesis sözünden gelen ve seçim anlamına gelen sapkınlık (İspanyolcası herejia ç.n.) sözcüğünün bundan böyle hata anlamına gelmesine karar verdiler. Ya da başka bir deyişle: özgürce seçen ve inancın efendilerine boyun eğmeyen hata işlemiş olacaktı.
Haziran 13'ten:
Dünya giderek devasa bir karakola ve bu karakol da dünya boyutunda bir tımarhaneye dönüşüyor. Bu tımarhanede deli olanlar kim? Kendilerini öldüren askerler mi yoksa onlara öldürmeyi emreden savaşlar mı?
Temmuz 3'ten:
(...)golf 1000 yılı civarında İskoçya’nın yeşil düzlüklerinde çobanların can sıkıntılarını gidermek için küçük taşları tavşan yuvalama sokmalarıyla doğmuş ve o zamandan beri vazgeçilmez olmuştu.
Dünyanın en eski iki golf sahası İskoçya’da bulunuyor. İkisi de kamu mülkü ve girişleri bedava. Böyleleri dünyada çok nadir: genel kural, bu özelleştirilmiş sporun hepimizin alanlarını yiyen ve suyumuzu içen çok az sayıda insana ait olması.
Aralık 19'dan:
(Emma Goldman'ın cümleleri)
Acaba bizim sürekli övülen ve kutsanan annelik görevimizden daha korkunç, daha kriminal bir şey var mı bu hayatta?
Eğer oy kullanma bir şeyleri değiştirecek olsaydı, yasa dışı olurdu.
Her toplum hak ettiği suçlulara sahiptir.
Bütün savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında yapılır.

Bu yüzden tavsiyemi dinleyin ve "Ve Günler Yürümeye Başladı"nın yolculuğuna siz de atlayın.

[Benim okuduğum pdf Sel Yayıncılık'ın Süleyman Doğru çevirisiyle 2013 tarihli ikinci basımındandı. Sel Yayıncılık'ın kitapları en güzellerindendir bu arada. Şimdilik nette en ucuz fiyatı Pandora'da gördüm. 19,88 tl gibi bir fiyata bulunuyor.]

12 Temmuz 2017 Çarşamba

İlber Ortaylı'dan Türklerin Tarihi: Orta Asya'nın Bozkırlarından Avrupa'nın Kapılarına

İlber Hoca'yı o kadar televizyondan dinlemişliğim, netten dediklerini okumuşluğum, caps'lerine gülmüşlüğüm ve paylaşmışlığım var (hepiniz gibi) ama şimdiye kadar hiç de oturup, yahu bu adam harbiden ne diyor ne yazıyor diye bir kitabını önüme alıp okumuşluğum yoktu. Oysaki nerede görsem hep ilgimi çekmiştir kitapları. Hem konuları okumaktan, öğrenmekten, bilmekten keyif aldığım şeyler oluyor hem de İlber Ortaylı yazmış ya, belli bir cazibesi oluyor. O yüzden nihayet bu bayramda köyün yeşilliği içinde açtım, okudum.
Türklerin Tarihi adı verilen bu kitap, öncelikle söylemeliyim ki doğrusal şekilde ilerleyen bir tarih anlatısı değil. Yani bu isim verilince insan belli bir tarih kitabı formatı bekliyor ama kitabı açıp okumaya başladığınızda sanki yine Ortaylı bir tv programına çıkmış da onu dinliyormuşsunuz gibi ilerlediğini görüyorsunuz. Kitap sanki öyle bir programın konuşmalarının metne dökülmüş hali gibi. Biri konuyu ilerletmek açısından bir soru yöneltiyor, Ortaylı da o soruya cevap veriyor. Bir soru bir cevap şeklinde ilerliyor. En azından ana hatlarıyla böyle diyebilirim. Ama detaylara girdiğinizde bazı aksaklıklar görüyorsunuz, daha doğrusu bana aksaklık gibi gelen şeyler var ve belki obsesif olduğumdan takılıp durmuş olabilirim. Gerçi böyle bir eleştiriyi bile yapabilecek kapasite görülür müyüm bilemem ama. Bir kere her defasında Ortaylı kendisine yöneltilen soruya cevap vermiyor. O, o aşamada ne söylemek istiyorsa onu söylüyor. Hatta bazen bilmiyorsa o konuyu, tamamen başka bir konudan bahsedebiliyor ya da ufak hikayeler anlatıyor, başka örnekler veriyor. Ama kesinlikle o sorunun cevabını vermiyor (Ya da ben harbiden kıt zekalıyım, anlamıyorum.). Bir de öyle şeylerden bahsediyor ki kim ne ne olmuş nereye gitti diye bir kalıyorsunuz ortada (Bunca senedir tarih-arkeoloji okurum ben bile öyle dedim düşünün artık). Beni en düşündüreni ise kitabın anlatımı oldu. Madem Türklerin tarihini anlatacaksınız o halde ben bekledim ki tarihi kayıtlarda, arkeolojik olarak ilk ortaya çıktıkları zamandan ve mekandan başlayıp, artık nereye gittilerse nerelerden geçtilerse kronolojik olarak okuyayım. Genel hatlarıyla bu şekilde kitap, evet. Başlıklar da var, konuları ona göre de ayarlamışlar belki ama konunun uzmanını bile karman çorman hale getirebilecek bir dağınıklığın oluşmasına yine de engel olamamışlar. Bir de bu ilk cilt, Osmanlı'nın doğuşuna kadar getiriyor bizi. İkinci cildinde de Anadolu'nun Bozkırlarından Avrupa'nın İçlerine diyor.
İlber hoca, tanımayan bilmeyen varsa
Ha bu anlatının içinde güzel yönler yok mu, elbette var. İlber Ortaylı'nın o konuşurkenki bizim "esprili" olarak gördüğümüz dili kitap boyunca caps'leri hatırlayıp hatırlayıp gülümsemenize neden oluyor. Bazen karşınıza geçmiş, ilkokul öğretmeniniz gibi kafanıza kafanıza sokmaya çalışıyor gibi hissediyorsunuz. Bazen de çok bilmiş bir arkadaşınızla muhabbet ediyormuşsunuz da onu da bilmiyorsan yani diye karşınızda gözlerini deviriyormuş gibi bir ortamda buluyorsunuz kendinizi. Velhasıl okuması her ne kadar kafa bulandırıcı olsa da, kendinize bir Desmond sabiti belirler ona tutunup kaybolmadan ilerleyebilirseniz, keyifli ve alabildiğine bilgilendirici bir kitap bu. Aynı zamanda elinize daha araştırılacak, googlelayacak, o da neymiş diye peşine düşecek tonlarca şey veriyor.

Bir de özellikle bazı yerleri paylaşmadan edemeyeceğim:
İster reddedelim ister bilmemekte ısrar edelim; Türkler 12. asırdan itibaren bir Akdeniz toplumudur. Doğal coğrafya aynı zamanda bir kültürel çevredir.

12. asırda insanlar bizim yurdumuza “Türkiye” demekteydiler. İtalyan kaynaklarında bunu görüyoruz.

“Anatolia” bilindiği gibi Yunancada “doğu” anlamına gelir. Küçük Asya da, yine Yunanların tabiriyle, Büyük Asya’nın bir uzantısı manasındadır. Bizse buraya geldiğimizde söz konusu topraklara “Roma ülkesi” dedik, yalnız “Roma ülkesi” derken etnik bir adlandırma kastedilmemiştir. Zaman içinde Diyâr-ı Rum’a da “Anadolu” dedik.

Nihayet 19. yüzyılın sonundan itibaren, bilhassa Rumeli’deki vatan topraklarının kaybıyla, sadece Türk İmparatorluğu’nun değil, vatanın parçalanma süreci başlamış, dahası bu durum gittikçe belirgin bir hâl almıştır. Bu mevzuların üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Zira bugünkü Türkiye’nin yaşadığı problemleri anlamak, o dönemi bilmekle mümkündür.

12. yüzyılın düşünürü Kadı Ahmed Endülüsi diyor ki, “Türklerin medeniyete felsefe, matematik, coğrafya, tarih yapma/yazma konusunda katkıları yok ama pratik zekâlıdırlar, silah ticareti yaparlar.” Çinliler için de benzer şeyler söylüyor.

At ve deve üzerine bu zengin lügat, bir yandan da militer bir hareket tarzını getiriyor; örgütlenme ve çabuk hareket kabiliyeti.

Ortadoğu ve Orta Asya’da şehir devleti tipinde devletler olmaz. Sebepleri üzerinde ayrı ayrı duralım. Bunun iki sebebi var. Birincisi; zayıf olurlar. Küçük bir arazide büyük bereket olmaz. Asker beslemek için geniş araziler lazım. (...)Ortadoğulu şehir devletlerinin var olmamasının ikinci sebebi ise toplumların isteksiz oluşu... Zirai topraklar var. Sulama için arklar, küçük barajlar yapmak lazım. Bunlar, ancak geniş coğrafyaya sahip devletlerin becerebileceği işler... Kısacası büyük topraklara sahip devletler kervan ticareti yaparlar. Çünkü kervan ticaretini küçük devletler organize edemez.

Türk kimliğini anlamanız için sadece etrafındaki bölgeyi değil, geniş bir dünyayı bilmeniz gerekiyor. “Roma bize ait değil” diyemezsiniz. Girdikleri medeniyet dolayısıyla böyledir. İslam medeniyeti dediğiniz Arab medeniyeti değildir.

Söz konusu coğrafyaya bu kadar geç gelip yerleşen bir kavmin hesabı kesilmemiştir. Siz elbette bunun farkında değilsiniz, bölgeyi verilmiş olarak düşünüyorsunuz…
(...)
Türkiye’nin yüzyıllar önce açılan tarih defteri henüz kapanmamıştır ve sık sık da görüyorsunuz ki bu defter kapanmaz. Onun için tarih bilmek; nereden geldiğinizi, nasıl yurt edindiğinizi öğrenmek zorundasınız. Nitekim sürekli önünüze söz konusu defteri çıkartacaklar ve bundan kaçma imkânı yoktur.

Gençlerimiz zengin bir kültür mirası alıp bunun bilincinde olmadıkları için ön planda kimlik bunalımından dolayı bundan kaçmaktadırlar. Çünkü bariz vasıf budur; kimliğin oturmadığı, iyi tarif edilmediği, benimsenmediği yerde; ulus ve vatan coğrafyası da benimsenemez. Tarihi benimsemezse coğrafyayı da benimsemez, dolayısıyla kimlik eksik teşekkül eder ve ortada sadece karnını doyurmaya kalkan ve mütemadiyen bunu tekrarlayan garip bir toplum oluşur.

Batı-Doğu ayrımı bir uydurmadır; tarihî gerçeğe oturmaz. Ama ulus olarak içine kapalı olduğumuz, derinliksiz bir pragmatizme saplandığımız bir gerçektir. Dünyaya açılmak için ticari faaliyet yetmez, dünyayı koruyup sevecek bir kültürel açılım gereklidir.
Oysa Osmanlıca, sadece Türkçenin Arap harfleriyle yazılmasıdır. Bunun ayrı bir dil olamayacağı çok açıktır. (...)Osmanlıca denen dil aslında bir dil değil, bir bürokrat jargonudur.

Dil öğrenmeyen ve yeterince çalışmayan kimseler 1928 Harf Devrimi’ni suçluyorlar.(...) Harf Devrimi ile Çinceden Latin harfli bir dünyaya yahut piktografik yazıdan (resim yazısından) fonetik bir alfabeye geçmiş değiliz. Avrupa’daki Şarkiyat şubelerinde bölüme yeni giren talebelerin daha ilk haftalarda söktükleri bu harfleri bizimkiler öğrenmezler. Öğrenemezler demedim, çünkü kendilerinde gereken merak ve sabır yoktur. Haftalarca ellerinden düşürmedikleri iPhone’a harcadıkları enerjiyi
Arap harflerine, İngilizce gramere veya müzik derslerindeki notalara ayırıp harcasalar başarılı olabilirlerdi.

Sanat okuluna, tarım enstitüsüne girecek öğrenciyi o kurumları açmadığınız için imam hatibe yöneltirseniz, gerekli sabır ve meraka sahip gençleri bulamazsınız.

Türk boyları İslam’ı doğrudan doğruya medeni ilişkiler dediğimiz kültürel ve ticari ilişkilerle kabul etmişlerdir. Açık olan şudur ki bize İslam’ı öğretenler İranlılardır, Araplar değil. Kabul ettiğimiz Arab alfabesindeki ek harfler, bazı dinî terimler (peygamber, namaz, oruç) Farsçadan gelir.

Sanat bu; şiirin halktan kopması ve halka bağlanması gibi sözlerin ne anlamı var, bu hangi sınıra dayanır?

Dediğim gibi, Türkler kadar din değiştiren ve farklı mesleklere mensub başka bir millet bulunmaz.

Bütün tarihçiler sübjektiftir. Mühim olan kompozisyonu iyi yapmak, palavracılığın dengesini ayarlamak ve ahlaksızlık derecesinde tahrifata gitmemek...

Savaş tarihini küçümserler ama tarih savaşlardan ibarettir;beğenin veya beğenmeyin.

Yavuz Sultan Selim de Fatih Sultan Mehmed de birer ateşli silahlar ordusu komutanıydı. O yüzden meselâ bir film çekerken Fatih’i, Moğol başbuğunun zırhı içinde temsil edemezsiniz. Top sevk eden bir adam başka türlü giyinir.

Gelelim çok tartışılan bir mevzuya. Osmanlı’nın kuruluş yılı tam olarak kaçtır?
O devirde devletler noter akdiyle kurulmuyor.

[Ben kitabı pdften okudum. Timaş Yayınları'nın 2015 tarihli ilk basımındandı. Nette de en az fiyatı Pandora 16,65 tl ile sunuyor.]

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Jeffrey Eugenides'ten Middlesex

14 yaşını bitirmek üzere olan Calliope Stephanides ergenlikteki diğer tüm kızlar gibi sorunlarıyla boğuşmaktadır. Ama kendinde hep bir "başka" sorun varmış gibi hisseden Calliope ne olduğunu, ondaki sorunun ne olduğunu bir türlü çözemezken sıcak bir yaz günü geçirdiği bir kaza ile sorununun kaynağının ortaya çıkışı başlamış olur. Bundan tam 41 yıl sonra ise yaşadığı onca şeyin ardından oturur Cal ve tüm bunlara sebep olan o ufacık kromozomların - onu oluşturan kromozomların - hikayesini en başından anlatmaya başlar. Yüzlerce yıl önceki atalarıyla birlikte ortaya çıkan sonrasında 1922'de Bursa'nın bir köyünden ateşler içindeki İzmir'e, savaşların ardından karman çorman olan Yunanistan'a, oradan gemiyle yepyeni bir kıtadaki çok farklı bir kente uzanan öykü ilmek ilmek Cal'i oluşturur böylece.
Kendisi de, romanının kahramanı gibi Yunan asıllı bir Amerikalı olan Jeffrey Eugenides'e 2003 yılında Pulitzer Ödülü'nü getirmiş Middlesex. Bunun dışında 2 romanı daha var, bir dolu da kısa öyküsü ve yazısı. Romanlarından biri, Türkçe'ye Bakir İntiharlar diye çevrilen kitabını Sofia Coppola 1999'da bir film haline getirmişti (İzlediğime hiç mutlu olmadığım filmlerden bir tanesiydi zamanında. Ne Eugenides'i ne Coppola'yı bilirdim, Kirsten Dunst ve Julia Stiles'a takık olduğum yıllardı ve filmin afişinde de Dunst kocaman bir şekilde göründüğü için balıklama dalmıştım filme. Ama hiiiç benlik değildi, siz kendiniz karar verin--> http://www.imdb.com/title/tt0159097/). 2010'da da kısa öykülerinden biri "Baster", The Switch ismiyle sinemaya uyarlanmış (onu izlemedim işte, Jennifer Aniston'ı görmeye dayanamıyorum son sürat kaçasım geliyor). Son romanı The Marriage Plot Türkçe'ye çevrilmemiş, bulamadım ben o yüzden öyle diyorum. Ama çoktan tv uyarlaması üzerinde çalışılmaya başlanmış. Hatta Middlesex'in de tv dizisi olarak uyarlanacağına dair birkaç bir şey okudum. Yani anlayacağınız Eugenides bir yandan çok tutulan, gayet popüler olan şeyler yazarken bir yandan da bu yazdıkları edebi çevrede de takdir ediliyor.
Jeffrey Eugenides
Middlesex'e geri dönersek..Daha en başından hikayesine vurucu bir cümleyle bodoslama girip, tüm kitap boyunca anlatacağı ne varsa o ilk sayfada tek tek söyleyiveren bir hikaye bu. Anlatıcımız, kahramanımız Cal daha en başından durumunu açıklayıp, böyle böyle diyor. O bir hermafrodit olarak doğuyor ama doğduğunda fark edilmediği için ancak ergenliğe girdiğinde belirmeye başlayan tuhaflıklarını görüyor. Zaten 14 yaşında da bir kaza sonrası hastanede fark edilen durumun ardından gerçek kimliğine ulaşması da çok uzun sürmüyor. Nasıl başladığını ve nasıl bittiğini bildiğimiz, dahası kahramanımıza ne olduğunu bildiğimiz, bunu bize direkt söyleyen bir hikayeyi yaklaşık 600 sayfa boyunca anlatılabilen akıcı ve merak uyandırıcı bir roman haline getiren ne peki? Kesinlikle Eugenides'in kalemi. Anlatmayı seçtiği zaman dilimi, mekanlar, kentler, ülkeler. Dahası karakterlerinin her biri hem çok yakınlar hem de çok uzak. Kurtuluş Savaşı sırasında başlıyor anlatmaya bize Cal öyküsünü. Onu oluşturan ilk kuşak, Bursa'nın bir Rum köyünden iki genç kardeş. İpekböcekleriyle başlayan hikayeyi biz, senelerce okulda, tarih kitaplarımızda Kurtuluş Savaşı olarak okuduğumuz olayları bir de karşı-laştırdığımız tarafın ağzından, daha doğrusu 3.kuşak bir Yunan-Amerikalı'nın ağzından dinlerken herşey çok daha ilginç hale geliyor. Sonrasında bizim İzmir'in Kurtuluşu, Yunanların denize dökülmesi olarak bildiğimiz günleri hem bu yurtlarını terk etmiş iki Rum kardeşin hem de İzmirli bir Ermeni'nin gözünden görüyoruz. Ardından yıllardır filmlerle gördüğümüz bildiğimiz bir hikayeyi bir de bu kahramanlarımızın gözünden yaşıyoruz, taşı toprağı altın, özgürlükler ülkesi Amerika'ya Ellis Adası'ndan geçerek adım atan Avrupa'nın, yaşlı kıtanın fakir ama umut dolu göçmenlerinin hikayesi. 

Tarihi saptama: İnsanlar 1913 yılında insan olmayı bıraktı. Bu, Henry Ford’un, arabalarını hareketli bantlar üzerine yerleştirip işçilerin bu bandın hızına uygun olarak çalışmalarını istediği yıldı. İşçiler önce isyan etti. Çağın yeni hızına ayak uyduramayanlar kitleler halinde iş bıraktı. Uyum süreci o tarihten bu yana devam etti; öyle ya da böyle hepimiz ondan bir şeyler kaptık, yüz çeşit hareketi tekrarlamak üzere joystick ya da uzaktan kumandalarımıza sarıldık. (Kitaptan)
O göçmenlerle birlikte ise önce "Roaring 20s" fonunda motorlu araba devrimi kenti Detroit'te yaşıyoruz, muhteşem ama içki yasaklı yıllar yerini Büyük Bunalım'a bırakırken ve ikinci kuşakla birlikte biz de Amerika fonuna iyice alışırken II.Dünya Savaşı patlak veriyor. İkinci kuşakla ikinci savaşı da atlattıktan sonraysa Amerikan kültürünün 60ları ve 70leri ile herşey nihayetine ererken Calliope de artık Cal'e dönüşüyor.

Kadınlar bir bedene sahip olmanın ne demek olduğunu iyi bilir. Onun zorluk ve kırılganlığını da, zafer ve hoşluklarını da... Erkeklerse bedenlerinin sadece kendilerine ait olduğunu sanırlar. Kalabalık içinde bile bu böyledir.(Kitaptan)

Eugenides'in kitabı bir hermafroditin hikayesi gibi görünse de ilk başta, böylece anlattığım gibi esasında bir ailenin kuşaklara yayılan hikayesi. Zaten kitabı da bu kadar okunası, bu kadar keyifli yapan bu. Cal'in durumu en başta bizi bir şaşırtsa da (çok fazla karşılaşmadığımız pek bilmediğimiz bir şey olduğu için) sayfalarla birlikte 1922'ye ışınlandığımızda ve yıllarla birlikte koşturduğumuzda onu tamamen unutuyoruz. Durumunu unutuyoruz daha doğrusu, sadece çıkış noktamız oluyor o ve Cal de yanı başımızda bizimle birlikte yürüyor. Evet bir yandan insan şaşırıyor, tüh tüh vah vah diyor ama sonra da en azından bugün doğan bebekleri daha doğduklarında hemen bir tam taramadan geçirip, bir şey varsa fark ediyorlar ve her şey ona göre şekilleniyor diye düşünüp, rahatlıyor (Tabi hala dünyanın yüzde doksanının bir köy olduğu gerçeğini kendimize hatırlatmazsak). Ama burada çok önemli bir nokta var: Eugenides her ne anlatıyorsa onu hiç bir türlü fazla dramatize etmiyor, abartmıyor, her şeyi dozunda yapıyor. Başka bir yazarın elinde salya sümük hale gelecek kısımları o kadar güzel anlatıyor ki mesela okumaktan apayrı bir zevk alıyorsunuz. Komedi dozunu öyle bir ayarlıyor ki hem kahkaha atıyor hem de düşünüyorsunuz. En önemlisi, yukarıda bir yerlerde de dediğim gibi, hem çok farklı bir hikaye anlatıyor hem de alabildiğine içimizden, alabildiğine yakın bir şey oluyor bu.
Yakın dememin sebebi, bilmem size de öyle geliyor mudur ama Yunan hikayeleri, içinde Yunan esintileri olan hikayeler, filmler bana hep tanıdık gelir bir şekilde. Aslında tanıdık kelimesi tam olarak karşılamıyor hissettiğimi. Yakın ya da sıcak gibi diyebilirim belki. Genel fikir olarak Orta Asya'dan göçerek gelmişsek buralara, yani çoğunluğumuz için öyle bir sav atabiliyorsak ortaya, diyebilirim ki yola çıktığımız yerden çok durmayı seçtimiz yere daha çok benzemişiz. Batı özentiliği, Amerika özentiliği gibi salak saçma tabirleri geçiyorum. Onlarla alakası bile yok demeye çalıştıklarımın. Sadece tarafsız bir şekilde baktığınızda gelip yerleştiğimiz bu yerde, yan tarafımızdakilerle elimizde olmadan baya bir benzeşmişiz. Bundan dolayı, hem de onca yaşanmışlığımızdan dolayı (kör olasıca savaşlar) Ege Denizi'nin ortasına bir çizgi çekmişiz de iki yanında simetri oluşmuş gibi. Roma'da bile gittiğimiz Yunan restaurantında evdeymişim gibi hissetmemin bir sebebi olsa gerek. Ya da mesela My Big Fat Greek Wedding filmini izlediğimde ilk seferinde, o kadar gülümsememin o kadar sevmemin sebebi buydu. Hala her bulduğuma öneririm bu filmi, o kadar sevimlidir kendisi (Filmi takip eden yıl dizisini de yapmaya çalışmışlar ama tutmamış, 7 bölüm falan. 2016'da da filmin ikincisini yaptılar. İlki kadar değildi ama işte, ilkinin hatrına izleniyordu. Ama ilk film tee önceden tek kişilik oyunuymuş hem başrol hem de senaristi olan Nia Vardalos'un.)
Tabi siz şimdi bir de bu hermafrodit ne ola ki diyor olabilirsiniz. Yunan mitolojisine aşina olmayanlar için ve olayın tıbbi boyutunu benim gibi daha önce çok da fark etmemiş olanlar için kendi okuduklarımdan şöyle derleyeyim. Yunan mitolojisinde tanrı Hermes ve tanrıça Afrodit'in oğlu olan Hermafrodit (bu ikisi de resmen günümüz yeni kuşak ebeveynleri gibi tutmuş ikisinin isimlerini birleştirip çocuklarına vermişler) pek yakışıklı bir genç imiş. Ida dağının nymphleri tarafından büyütülen yağız delikanlımız 15'ine gelince her kanı kaynayan genç gibi gezeyim göreyim diyerekten soluğu Karia'da almış ki burası Muğla'nın kuzeyinden başlayıp Büyük Menderes'e kadar inen bir alanı kaplıyor. Karia'daki krallığın merkezinin yer aldığı Halikarnassos'ta bir su kaynağına (işte göl nehir bir şey, siz anlayın), Salmacis suyuna gidiyor. Orada kenara uzanmış yatarken tüm görkemiyle, nehrin nymphesi ona aşık oluveriyor (Bazı kaynaklara göre Salmacis nymphenin ismi ama çok da iyi bilmediğim konuda ahkam kesmeyeyim). Nolur tanrılar noluuur bizi bir araya getirin, ayh ben dayanamayacağım bana fenalıklar basıyor diye yalvar yakar dualara girişen nymphenin duasını duyan Olimpos'un tanrıları sen misin aşık olan al ulan sana diyerek etmişler edeceklerini. Aşık nymphe ile yakışıklı delikanlının bedenlerini bir araya getirmiş, ikisini tek bir insan yapmışlar. Böylece hem erkek hem de kadın bedeninin özelliklerini taşıyan Hermafrodit ortaya çıkmış. 
Jean-Fronçois de Troy'un Salmacis ve Hermafroditus'u, Christies'den.

Diocletian Hamamı'ndan 2.yy.a ait mermer Hermafrodit heykeli, Louvre Müzesi'nden.
Antik Yunan'da ve Roma'da bu hikaye sebebiyle bu Salmacis'in suları erkekler için lanetli diye bilinirmiş. Bu suya giren erkeklerin kadınsı özellikler kazandıkları söylenirmiş. Bu mitle birlikte Yunan ve Roma döneminden kalma çeşitli hermafrodit heykeller görmüşlüğüm var benim. Müzelerde en çok rastladığım bu yüzükoyun uzanmış gibi yapmış ama bedeninin aşağısı yan duran hermafrodit heykeli. Ki her bir eserde yüz güzelliği olarak on numara yapılır kendisi. (Mit ile ilgili kaynaklara bakmak isterseniz: Theoi ve Greek Myth Index). İşte yüzyıllar geçtikçe insanlar da bu mitten yola çıkarak çeşitli şekillerde meydana gelebilen bu kromozom bozukluğuna bu adı vermiş. Yani sanıyorum kromozom bozukluğu deniliyor, emin de değilim çünkü tıp bana inanılmaz uzak bir alan. Anladığım kadarıyla çeşitli varyasyonları var bu durumun. Bebeklikte teşhis edilmezse vücudun baskın hormonu artık hangisi oluyorsa ona göre ergenlikte ortaya çıkıveriyor. Ya da kişi kendisini hangi cins olarak görüyorsa ona göre tıbbi müdahaleye girişiyorlar.
Peki baya uzattım, anlattıkça anlattım ama toparlayayım. Uzun lafın kısası, kitap şahane. Okuyun.

[Ben kitabın pdf'ini bulup, oradan okudum. Pdf hali Domingo'nun nisan 2015 tarihli ilk basımından elde edilmişti. Çevirisi Solmaz Kamuran'dan. Nette Türkçe'sini KitapYurdu'nda gördüm, 22,50 tl gibi bir fiyata düşmüş.]

8 Temmuz 2017 Cumartesi

sono tornata

Nihayet döndüm. Yani salı sabahı döndüm Ankara'ya ama ancak kendimi toparlayabildim. Çünkü eve gelip bir gece yatıp sonraki sabah hemen abimlere gittiğim için annemle birlikte, kafam allak bullak olmuştu. O eve gitmek istemiyorum. Yeğenlerimi seviyorum evet, ama o evde bana bir şeyler oluyor. Tamamen kafamda, biliyorum. Ama yine de engel olamıyorum. Abimlere gidince eve girdiğim anda üstüme bir şeyler çöküyor. Kafamı kaldıramıyorum, gözlerimi açamıyorum. Olduğum yere yığılıp, ölü gibi uyuyacak hale geliyorum. Öyle olunca da çocuklarla da doğru dürüst ilgilenemiyorum. Sinirim bozuluyor, moralim çöküyor. Bir yandan çok oynamak istiyorum yeğenlerimle, beraber koşturalım, hoplayalım zıplayalım istiyorum. Bir yandan da elimi kolumu kaldıramıyorum. Önümde çocuk kendini paralıyor benimle oynamak için, bense beni bir rahat bıraksa da uyuyuversem şurada diye sinirleniyorum ona. Sonra anında kendime kızıyorum, ulan gerizekalı sorun sende ne kızıyorsun el kadar çocuğa diyorum. Kendimden nefret etmeye başlıyorum. Delireceğim galiba.
Öyle olunca kaçıveriyorum hemen oradan. Önceki gün de öyle yaptım. Bir gece kaldım, ertesi gün çıkıp evime geldim. Tabi bu arada oradan çıkmak her defasında daha da büyük olay oluyor. Her defasında büyük yeğenim - ki üç buçuk yaşında - gidemezsin gitme diye ağlamaya başlıyor, kendini yerlere atıyor, bana yapışıyor, kendini helak ediyor. Saatlerce onu yatıştırmaya uğraştıktan sonra çıkabiliyorum oradan. İçim parçalanıyor ama boğazımı sıkıyorlar sanki o evde kendimi atmam lazım bir an önce dışarı gibi hissediyorum. Tüm bunlar olurken annesi de bana her defasında daha fazla sinir oluyor. Çocuğunu bu kadar üzüyorum, psikolojisini bozuyorum diye öldürecek bir gün beni.
Sorun bende biliyorum. Kocaman bir sorun var bende ama nasıl düzeltebilirim bilmiyorum. Etrafımdaki herkese mutsuzluk getirmek üzere doğmuşum gibi. Ya da diğer herkes için normal, düzgün giden şeyler bana gelince hep sarpa sarıyor, saçmalaşıyor gibi. Herkes gider kolayca, normalce yüksek lisans yapar mesela. Benim iki seferdir hep sarpa sarıyor. Evet benim suçum. Hep ben hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum. Ya da insanlar bir şekilde beni sevmeyi başarıyor, arkadaşım oluyor; bense her defasında aramıyorum sormuyorum ilgilenmiyorum son sürat kaçıveriyorum. Herkesi üzüyorum. Sonra herkesi üzdüm diye ben daha çok üzülüyorum.
İşte böyle, şu güzelim havada, hiçbir derdim yokken gene de hayat dar oluyor bana. Babam telefonda çık gez dolaş boşver temizlik mi yapıyorsun evde diyor. İyi peki diyorum, diyemiyorum ki nereye çıkıp gezip dolaşacağım. Bu salak şehirde gezecek neresi var, gezecek param mı var, kendi başıma nasıl gezeceğim, kaldı ki sokağa adım attığım anda her bir köşeden tecavüzcüsü tacizcisi katili psikopatı fırlayacak gibi bu ülkede. Markete gitmeye bile tırsıyorum. Tabi bunların hiçbirini diyemiyorum. İyi peki deyip, evin kapısını 30 defa kilitleyip, film izliyorum kitap okuyorum.
Neyse kafaları iyice ütüledim. Köydeki odamın manzaraları koyayım, biraz güzellik edeyim.
Sabahları kalktığımda pencereyi açınca dosdoğru karşımdaki manzara bu

Sonra kafamı aşağıya indirince yavaş yavaş ufka doğru uzanan ormandan görünmeyen dimdik karadeniz yokuşu

ve en sonunda penceremin dibi
bonus olarak da köydekilerin çorak düzü dediği benimse edward'ın çayırı dediğim yer

21 Haziran 2017 Çarşamba

fındık

Ben bir Karadeniz havası alıp geleyim bari yoksa böyle otomatiğe bağlamış gibi film eleştirilerine boğacağım sizi.
Hepimize şimdiden iyi bayramlar olsun neye inanıyor olursak olalım. Sonuçta bayram :)

20 Haziran 2017 Salı

The Disappearence of Eleanor Rigby : Them (2014)

İnanın nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Neresinden anlatılır, ne denir, hiç bilemiyorum. Çünkü kendimi bu kadar saçma bir durumda bulduğum çok az film oluyor. Hani ne kadar kötü olursa olsun izlediğim, denk geldiğim film, gene de diyebilecek bir şey oluyor normalde. Ama bunun için, inanın çok karmaşık bir haldeyim. En iyisi mi ben de kendi hikayemi başa sarayım.
İlk cümlem şu olacak: James McAvoy'u çok severim. İlk defa Becoming Jane'de izleyip filmlerinin, yaptığı işlerin peşine düştüğümden beri 10 sene geçmiş. Bu 10 sene içinde en oynadığı birkaç film dışında nerede ne oynadıysa izledim. İlk başta kendine hayran bırakan oyunculuğuydu, sonra zaman ilerledikçe kişiliğini de sevdim (ha diyeceksiniz kişiliğine dair gördüğün ne varsa hepsi gene de bir kamera önünde oluyor olduğu gerçeğini barındırıyor, bu durumda hakikaten de gerçek kişiliğini görebilmiş misindir, haklısınız). Jessica Chastain'i ise tam olarak hangi noktada beğenmeye başladım emin değilim. Herhalde sırf Oscar adaylığı yüzünden izlemek üzere açtığım ve bir daha kesinlikle bir Terence Malick eziyetine daha katlanmayacağımı anladığım The Tree of Life'ta görmüş olabilirim ilk defa. Onunla tanışmam nispeten yeni olsa da fiziksel olarak ve taşıdığı havadan dolayı Chastain'i beğenirim ve oyunculuğundan çok, kadını seyretmeyi seviyorum. Değişik, böyle uçuşan bir havası var. Ama aynı zamanda hep de demir gibi duruyor. Haa öte yandan, onun da gerçek hayatında - benim gibi bir için - çok çekilmez bir insan olduğunu düşünüyorum kendimce. Çok gıcıktır bence yani.
Hah işte bu yüzden bu iki ismi bir filmde, hem de filmin her yerdeki tanıtımlarında "aşk hikayesi" gibi bir konu içinde görünce 3-4 yıl önce, ooo dedim tamam şahane, izlenir bu. Ve süper de bir Beatles şarkısıdır Eleanor Rigby. Ama fragmanları falan da izledikçe, hımm belki tam benlik olmayabilir, neyse bir dursun bir kenarda dedim. Zaten bu yazan ve yöneten Ned Benson isimli şahıs filmi belli ki festivaller için yapmıştı, dahası iki baş karakterin bakış açısından iki ayrı montajını yapıp, göstermişti. Him ve Her olarak. Sonradan iki versiyonu harmanlayıp tek bir normal film gibi Them adıyla gösterime sokmuştu. Bakın gene de umudum vardı. Fragmanlar öyle uyuz görünüyor ama dedim, böyle erkek-kadın bakış açıları falan ooo belki de şöyle esaslı bir aşk hikayesi izleyeceğizdir. İşte böyle böyle, başıma geleceği içten içe bilsem de kabul etmek istemeye istemeye, sonunda ne izlesem kurasından önceki gün bu çıktı.
Bir aşk hikayesi değil. Alakası bile yok. İki genç insanın birbirlerine nasıl aşık oldukları, sonra ayrıldıkları ve her zorluğu aşıp, üstesinden gelip nasıl aşklarına geri döndüklerinin hikayesi falan hiç değil. Neredeyse 7 yıldır birlikte, evli falan olan bir çiftin bebek yaştaki çocuklarını bilemediğimiz bir sebepten kaybetmeleri üzerine kadının yasa bürünmesi, adamın yası ve acıyı reddetmesi, bunun üzerine kadının sen ne odunsun bebeğimiz öldü ben mahvoluyorum diye çemkirip intihar etmeye çalışması, kurtulup ailesinin yanına taşınması ve orta yaş bunalımına girmesi, yani şimdi hayatta ne yapsam gitsem evlendim diye yarım bıraktığım tezimi mi yazsam Paris'te yoksa babamın kodaman arkadaşlarının ayarlamasıyla evin yakınındaki üniversitede tamamen alakasız bir derse mi girmeye başlasam, saçımı mı kestirsem, ben kimim bunalımlarına girmesi. Tabi bu sırada adamımızın da bir yandan kimlik bunalımındaki karısını geri kazanmaya çalışması, restaurantının batıyor olması, falan filan.
Şimdi böyle bir konu üzerine film yaptıysan, bunu bir aşk hikayesi diye lanse etmeyeceksin. Çünkü aslında bebeğini kaybeden bir çiftin bu duruma nasıl tepki gösterdiği senin konun. Aralarında öyle dillere destan bir aşk göremediğimiz gibi, bu yaşadıkları o kadar yapay ve vasat geliyor ki, ulan sizin derdinizin içine edeyim oluyorsunuz. Sen ne anlayacaksın öküz diyebilirsiniz. Haklısınız, böylesi kötü bir durumu anlayamam, umarım, dualar ediyorum ki hiç bir zaman anlamam. Hiçbiriniz de yaşamayın inşallah, orası ayrı. Ama bu kadar şahane iki oyuncuyla bu kadar köklü bir acıyı izleyiciye geçirtemeyen bir film nasıl yapılır, benim derdim o. Zaten dediğim gibi, en başta bir kendimi salak yerine konulmuş hissettim. Ne izleyecektim ne izledim. Sonrasında da sinirlendim. Çünkü bu üst sınıftan, böyle zenginlik içinde yüzen, bir elleri yağda bir elleri balda, New York'un ortasında bisikletleriyle gezinen, metrodan inip tramvaya binen, taksiye atlayıp dolaş sen şehri bir yere gideriz diyebilen beyaz amerikalıların acıları insanı deli ediyor. Evet çok kötü bir acı ama onların bunu yaşıyor olduğunu gösteren bir film yapmak saçma geliyor. Ne demek istediğimi tam anlatamadım burada ama ne yapayım artık.
Bir de montaj sıkıntısı var tabi. Özet akışını okuyunca aslında Him ve Her versiyonlarının daha anlaşılır olduğunu gördüm. Hatta direkt Him versiyonu çok daha etkili bir tek başına film olabilirmiş. Ama Them haline gelen görüntüler bütününden bir şey anlamak, takip etmek, birbirine mantıklı bir şekilde bağlamak mümkün değil. Boşluklarda yüzüyorsunuz. Hayal gücünüze kalıyor artık kim neyi nerede neden öyle yaptı diye.
Cümlelerce kafanızı ütüledim biliyorum. Ama çok saçma. Hakikaten çok saçma ya. Neden böyle bir film yapmak istemiş, neden böyle bir film yapmış Ned Benson kişisi? Dahası neden ve nasıl alet etmiş güzel oyuncuları? Gerçi Jessica Chastain böyle filmlerin insanı gibi duruyor, var ondan o gıcıklık ama James ya sen? Ve ben neden izledim?
İzlemeyin, kesinlikle. Hiçbir versiyonunu. Saçmalık.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Veronica Roth'tan yeni bir serinin ilk kitabı: Bir İz Bırak

Birbirine düşman iki ayrı ırkın ikiye ayırdığı gezegen Thuvhe'nin bir tarafında Thuvheliler kar kıyafetleriyle dolanırken diğer tarafında Shotetler, savaş eğitimleri içinde büyüyerek, kollarına her öldürdükleri insan için birer çizik atarak, galaksideki diğer gezegenlere yağma seferleri düzenleyerek yaşar. Koca galaksideki Thuvhe gibi gezegenlerin her birinde üçer tane kahin bulunur. Gezegenler meclisinin ortak yönetimi altındaki bu sistem içinde kahinler, kader bahşedilmiş ailelerin üyelerinin kaderlerinde ne olduğunu görürler ve bunu meclise bildirirler. Her seferinde böyle devam eden düzenin tekerine bir gün çomağı sokarlar tabi. Meclise bildirilmiş bu kaderler tek tek televizyonda okunur, galaksinin her bir köşesine ulaşır. Kaderlerinin birbirini bağladığı Thuvheliler Akos, Eijeh ve Ori ile Shotet olan Cyra ve Ryzek'in ve daha nicelerinin mücadele dolu hayatları böylece başlamış olur. Gezegenleri çevreleyen bir "akım" bariyerinden gelen bir tür gücün her bir insanın içinde dolanıp, zamanı geldiğinde ona "akım-armağanı" bahşettiği bu galakside artık her biri kahinlerin bildirdiği kaderi bir şekilde yenebilecek ilk insan olabilecek midir?
Veronica Roth'u Uyumsuz serisinden biliyor musunuz, bilmiyorum. Ben hem kitaplarını okumuş hem de filmlerini izlemiş bir okuyucu-izleyici olarak bir yandan hem takdir ediyorum Roth'u bir yandan da kıskançlıkla karışık beğenmiyorum. Beğeniyorum çünkü yazdıkları bir şekilde elinize aldığınızda okunuyor. Macerası bol, temposu yüksek anlatımı içinde karakterleri ilginç ve en önemlisi yarattığı dünyalar gayet sağlam temeller üzerine kurulu oluyor. Argümanlarını iyi oluşturuyor ve yan karakterlerle, hikayelerle desteklerken yine de çok karmaşıklaşmadan, sade kalabilmeyi başarıyor. Beğenmiyorum,çünkü hitap ettiği kesim ve içinde yer aldığı tür (genre diyorlar ya hani o) onu edebi bir çerçevede ele aldırmaya müsait değil. Yani bu tür içindeki herhangi bir yazarın bir kitabını açarken kimse bir Hemingway ya da Tolkien ya da ne bileyim bir Ursula K.Le Guin dili, anlatımı beklemiyor. Eh haliyle de duyulan saygının türü ve derecesi daha farklı oluyor. Bir Philip K.Dick'in kaleminden çıksa aynı konu, hepimizin bakışı ve ele alışı daha farklı olacakken, Roth yazdığı için nasıl olduğunu ve ne ifade edeceğini tahmin edebiliyoruz. Saygı duyulmuyor demiyorum, sonuçta Uyumsuz serisiyle geçtiğimiz yıllarda en çok satan ve en çok kazanan yazarlar listesinin tepesine tırmanmış bir yazar oldu Roth. Ama işte "bir şeyler" tam hissettirmiyor. Yani bu tür kitapları okuduğu için bile insan arada bir ufaktan huzursuzluk duyuyor. Ya da okurken, kitabın içinde ilerlerken bazı yerler geliyor siz de "hafifliği" fark ediyorsunuz, ister istemez o "şeyi" düşünüyorsunuz. Misal bir insanın tokat yemesi olayının iki türde meydana gelişini okumak gibi bu. Birinde bir babadan veya anneden yenilen tokatı okurken diğerinde bir arkadaştan şakalaşırken yenilen tokadı okuyorsunuz. Olay aynı ama işte. Bunun içinde en büyük örneğim hep Açlık Oyunları olmuştur mesela. Bu kadar içler acısı, bu kadar devasa bir konuyu o "tür" yazarı olarak ele aldığı için serinin yazarı kitapları okurken hep içime oturmuştur, bunu şöyle kallavi bir yazar ele alsaymış ne olay olurmuş diye. O yüzden filmleri daha çok etkilemiştir beni, yamulmuştum filmlerini izlerken. Çünkü konu hakikaten pek çok açıdan ele alınıp, pek çok katmanı olan bir konu ve yazarının yazım biçiminden dolayı aslında vermesi gereken etkiyi veremiyor.
Veronica Roth,
fotoğraf veronicarothbooks'tan
Veronica Roth içinde hemen hemen böyle demeye getiriyorum. Okunmakta, bu kadar satmakta haklı evet, ama kıskançlığıma yol açması da işte tam bu ve yukarıda bahsettiğim durumdan ötürü. Yani bu şekilde hepimiz yazabiliriz. O ve onun gibi, bu türün içindeki kitapların yazarlarının anlatım biçimlerine baktığınızda görebilirsiniz bunu. Hepimizin yazabileceği şekilde anlatıyorlar. Eh diyorum öyleyse bizim suçumuz ne? Yani sırf yanlış ülkede yanlış dilde yazıyor olmamız mı? Ben de gittim yazma atölyesine. Roth'un Uyumsuz serisi tıpkı böyle bir yazma kursunda ortaya çıkmış. Ama benim gittiğim kursun yazımıma pek bir etkisi olmadığı gibi, düşünüyorum da kurs sırasında ben yazsaydım öyle bir şey herhalde hem diğer öğrenciler hem de hoca önce bir yerleriyle gülerdi bana, sonra da sen boşver artık gelme derlerdi. Oysa bu türü en çok okuyan ülkelerden biri bizizdir herhalde. En çok satılanlardan da. Ama işte sorun hangi aşamada bilmiyorum ve bu durum o kıskançlıkla karışık beğenmemezliğe yol açıyor. Haa ama sezarın hakkını sezara teslim ediyorum, yazma biçimleri dediğim gibi olsa da bu yazarların anlattıkları hikayeler, yarattıkları karakter belki de bizim yaratamadıklarımız, bizim yapamadıklarımız.
Kitabın içine girersek ucundan kıyısından, diyebilirim ki genişçe bir esinlenme mevcut. Kendi web sitesinde bile Star Wars etkisinde diye lanse etmeyi uygun bulmuş Veronica Roth. Bir Star Wars değil tabiki, hemen celallenmeyin. Bu akım olayı bolca "force" esintilerinde orası açık. Ama burada akım olarak icat ettiği şeyi belirli grupta toplamamış, herkese farklı yetenekler veren bir şey olarak dağıtmış yazar. Bu da haliyle kitap boyunca her karşılaştığımız karakterde olaya göre türlü türlü ilginç özellik bulmak anlamına geliyor. Özellikle ana karakterlerimizden Cyra'nın akım-armağanı yani yeteneği, üzerine oldukça düşünülebilecek, sayfalarca felsefesi yapılabilecek bir şey (Bu arada aklınıza geldi biliyorum, parlayan bir vampire dönüşüp de yetenek kazanan ergenler diye kıs kıs gülüyorsunuz. Yapmayın, etmeyin.). Bu akım durumu dışında hikayenin içinde çöl gezegeni, buz gezegeni, habire yağmur yağan su gezegeni gibi konuklarımız da oluyor ve artık allah ne verdiyse aklımıza üşüşüyor Dune, Star Wars...Ama yine de her şey bir şekilde keyifle bir araya geliyor ve okunuyor. Bir diğer takdir edilesi yönü de bu kitapla birlikte Roth'un kendine has bir dil geliştirmiş olduğunu da görüyor olmamız. Yani o belirgin tınıyı oturttuğunu hem konu olarak hem de yazım tarzı olarak özgünlüğünü oturttuğunu görüyoruz.
Dediğim gibi, her ne kadar kendime özgü nedenlerden dolayı kıskanıp kıskanıp burun kıvırsam da çoğunlukla beğeniyorum Roth'u ve bu kitap da uzun bir zamandan sonra elimden bırakamayıp, keyifle okuduğum ilk kitap olduğu için benden bir takdiri hak ediyor. Valla okuyun ya, hakikaten. Zaten çok sürmez kesin filmini de yaparlar ama okuyun, kötü değil. Hadi ama neler okuduk neler, inanın onlardan daha sığ değil (Yalnız okumuş olan kardeşler galiba biraz öyle, netteki yorumlara şöyle bir göz gezdirince insan hakikaten bunca kıtlığa ve kafaların basmamasına hayret ediyor. Daha okuduğunu anlayamayan, her şeyden bihaber olsa da hala kendini kitap okuyor sanan ve - of allahım yazarken bile sinirden titriyorum devam edemeyeceğim. Ne kadar salak bir jenerasyon yetişiyor yarabbim!).

[Bu arada benim okuduğum pdf, kitabın ilk baskısının e-kitabıydı. Uyumsuz serisi gibi bu da Artemis Yayınları'ndan. Uğur Mehter'in çevirisi. Nette en ucuz Idefix'te gördüm ben, 21,76 tl olarak. Artemis'in kendi uyduruk sitesinde bile yok kitap henüz. Hatta önceki serinin de sadece ilk kitabını koymuşlar, öyle bir rahatlık vurdumduymazlık.]

Veronica Roth'un resmi web sitesi-->http://veronicarothbooks.com/
Yazarımızın instagramı-->https://www.instagram.com/vrothbooks/

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...