Ben bir Karadeniz havası alıp geleyim bari yoksa böyle otomatiğe bağlamış gibi film eleştirilerine boğacağım sizi.
Hepimize şimdiden iyi bayramlar olsun neye inanıyor olursak olalım. Sonuçta bayram :)
21 Haziran 2017 Çarşamba
20 Haziran 2017 Salı
The Disappearence of Eleanor Rigby : Them (2014)
İnanın nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Neresinden anlatılır, ne denir, hiç bilemiyorum. Çünkü kendimi bu kadar saçma bir durumda bulduğum çok az film oluyor. Hani ne kadar kötü olursa olsun izlediğim, denk geldiğim film, gene de diyebilecek bir şey oluyor normalde. Ama bunun için, inanın çok karmaşık bir haldeyim. En iyisi mi ben de kendi hikayemi başa sarayım.
İlk cümlem şu olacak: James McAvoy'u çok severim. İlk defa Becoming Jane'de izleyip filmlerinin, yaptığı işlerin peşine düştüğümden beri 10 sene geçmiş. Bu 10 sene içinde en oynadığı birkaç film dışında nerede ne oynadıysa izledim. İlk başta kendine hayran bırakan oyunculuğuydu, sonra zaman ilerledikçe kişiliğini de sevdim (ha diyeceksiniz kişiliğine dair gördüğün ne varsa hepsi gene de bir kamera önünde oluyor olduğu gerçeğini barındırıyor, bu durumda hakikaten de gerçek kişiliğini görebilmiş misindir, haklısınız). Jessica Chastain'i ise tam olarak hangi noktada beğenmeye başladım emin değilim. Herhalde sırf Oscar adaylığı yüzünden izlemek üzere açtığım ve bir daha kesinlikle bir Terence Malick eziyetine daha katlanmayacağımı anladığım The Tree of Life'ta görmüş olabilirim ilk defa. Onunla tanışmam nispeten yeni olsa da fiziksel olarak ve taşıdığı havadan dolayı Chastain'i beğenirim ve oyunculuğundan çok, kadını seyretmeyi seviyorum. Değişik, böyle uçuşan bir havası var. Ama aynı zamanda hep de demir gibi duruyor. Haa öte yandan, onun da gerçek hayatında - benim gibi bir için - çok çekilmez bir insan olduğunu düşünüyorum kendimce. Çok gıcıktır bence yani.
Hah işte bu yüzden bu iki ismi bir filmde, hem de filmin her yerdeki tanıtımlarında "aşk hikayesi" gibi bir konu içinde görünce 3-4 yıl önce, ooo dedim tamam şahane, izlenir bu. Ve süper de bir Beatles şarkısıdır Eleanor Rigby. Ama fragmanları falan da izledikçe, hımm belki tam benlik olmayabilir, neyse bir dursun bir kenarda dedim. Zaten bu yazan ve yöneten Ned Benson isimli şahıs filmi belli ki festivaller için yapmıştı, dahası iki baş karakterin bakış açısından iki ayrı montajını yapıp, göstermişti. Him ve Her olarak. Sonradan iki versiyonu harmanlayıp tek bir normal film gibi Them adıyla gösterime sokmuştu. Bakın gene de umudum vardı. Fragmanlar öyle uyuz görünüyor ama dedim, böyle erkek-kadın bakış açıları falan ooo belki de şöyle esaslı bir aşk hikayesi izleyeceğizdir. İşte böyle böyle, başıma geleceği içten içe bilsem de kabul etmek istemeye istemeye, sonunda ne izlesem kurasından önceki gün bu çıktı.
Bir aşk hikayesi değil. Alakası bile yok. İki genç insanın birbirlerine nasıl aşık oldukları, sonra ayrıldıkları ve her zorluğu aşıp, üstesinden gelip nasıl aşklarına geri döndüklerinin hikayesi falan hiç değil. Neredeyse 7 yıldır birlikte, evli falan olan bir çiftin bebek yaştaki çocuklarını bilemediğimiz bir sebepten kaybetmeleri üzerine kadının yasa bürünmesi, adamın yası ve acıyı reddetmesi, bunun üzerine kadının sen ne odunsun bebeğimiz öldü ben mahvoluyorum diye çemkirip intihar etmeye çalışması, kurtulup ailesinin yanına taşınması ve orta yaş bunalımına girmesi, yani şimdi hayatta ne yapsam gitsem evlendim diye yarım bıraktığım tezimi mi yazsam Paris'te yoksa babamın kodaman arkadaşlarının ayarlamasıyla evin yakınındaki üniversitede tamamen alakasız bir derse mi girmeye başlasam, saçımı mı kestirsem, ben kimim bunalımlarına girmesi. Tabi bu sırada adamımızın da bir yandan kimlik bunalımındaki karısını geri kazanmaya çalışması, restaurantının batıyor olması, falan filan.
Şimdi böyle bir konu üzerine film yaptıysan, bunu bir aşk hikayesi diye lanse etmeyeceksin. Çünkü aslında bebeğini kaybeden bir çiftin bu duruma nasıl tepki gösterdiği senin konun. Aralarında öyle dillere destan bir aşk göremediğimiz gibi, bu yaşadıkları o kadar yapay ve vasat geliyor ki, ulan sizin derdinizin içine edeyim oluyorsunuz. Sen ne anlayacaksın öküz diyebilirsiniz. Haklısınız, böylesi kötü bir durumu anlayamam, umarım, dualar ediyorum ki hiç bir zaman anlamam. Hiçbiriniz de yaşamayın inşallah, orası ayrı. Ama bu kadar şahane iki oyuncuyla bu kadar köklü bir acıyı izleyiciye geçirtemeyen bir film nasıl yapılır, benim derdim o. Zaten dediğim gibi, en başta bir kendimi salak yerine konulmuş hissettim. Ne izleyecektim ne izledim. Sonrasında da sinirlendim. Çünkü bu üst sınıftan, böyle zenginlik içinde yüzen, bir elleri yağda bir elleri balda, New York'un ortasında bisikletleriyle gezinen, metrodan inip tramvaya binen, taksiye atlayıp dolaş sen şehri bir yere gideriz diyebilen beyaz amerikalıların acıları insanı deli ediyor. Evet çok kötü bir acı ama onların bunu yaşıyor olduğunu gösteren bir film yapmak saçma geliyor. Ne demek istediğimi tam anlatamadım burada ama ne yapayım artık.
Bir de montaj sıkıntısı var tabi. Özet akışını okuyunca aslında Him ve Her versiyonlarının daha anlaşılır olduğunu gördüm. Hatta direkt Him versiyonu çok daha etkili bir tek başına film olabilirmiş. Ama Them haline gelen görüntüler bütününden bir şey anlamak, takip etmek, birbirine mantıklı bir şekilde bağlamak mümkün değil. Boşluklarda yüzüyorsunuz. Hayal gücünüze kalıyor artık kim neyi nerede neden öyle yaptı diye.
Cümlelerce kafanızı ütüledim biliyorum. Ama çok saçma. Hakikaten çok saçma ya. Neden böyle bir film yapmak istemiş, neden böyle bir film yapmış Ned Benson kişisi? Dahası neden ve nasıl alet etmiş güzel oyuncuları? Gerçi Jessica Chastain böyle filmlerin insanı gibi duruyor, var ondan o gıcıklık ama James ya sen? Ve ben neden izledim?
İzlemeyin, kesinlikle. Hiçbir versiyonunu. Saçmalık.
IMDb'de -->http://www.imdb.com/title/tt3729920/
19 Haziran 2017 Pazartesi
Veronica Roth'tan yeni bir serinin ilk kitabı: Bir İz Bırak
Birbirine düşman iki ayrı ırkın ikiye ayırdığı gezegen Thuvhe'nin bir tarafında Thuvheliler kar kıyafetleriyle dolanırken diğer tarafında Shotetler, savaş eğitimleri içinde büyüyerek, kollarına her öldürdükleri insan için birer çizik atarak, galaksideki diğer gezegenlere yağma seferleri düzenleyerek yaşar. Koca galaksideki Thuvhe gibi gezegenlerin her birinde üçer tane kahin bulunur. Gezegenler meclisinin ortak yönetimi altındaki bu sistem içinde kahinler, kader bahşedilmiş ailelerin üyelerinin kaderlerinde ne olduğunu görürler ve bunu meclise bildirirler. Her seferinde böyle devam eden düzenin tekerine bir gün çomağı sokarlar tabi. Meclise bildirilmiş bu kaderler tek tek televizyonda okunur, galaksinin her bir köşesine ulaşır. Kaderlerinin birbirini bağladığı Thuvheliler Akos, Eijeh ve Ori ile Shotet olan Cyra ve Ryzek'in ve daha nicelerinin mücadele dolu hayatları böylece başlamış olur. Gezegenleri çevreleyen bir "akım" bariyerinden gelen bir tür gücün her bir insanın içinde dolanıp, zamanı geldiğinde ona "akım-armağanı" bahşettiği bu galakside artık her biri kahinlerin bildirdiği kaderi bir şekilde yenebilecek ilk insan olabilecek midir?
Veronica Roth'u Uyumsuz serisinden biliyor musunuz, bilmiyorum. Ben hem kitaplarını okumuş hem de filmlerini izlemiş bir okuyucu-izleyici olarak bir yandan hem takdir ediyorum Roth'u bir yandan da kıskançlıkla karışık beğenmiyorum. Beğeniyorum çünkü yazdıkları bir şekilde elinize aldığınızda okunuyor. Macerası bol, temposu yüksek anlatımı içinde karakterleri ilginç ve en önemlisi yarattığı dünyalar gayet sağlam temeller üzerine kurulu oluyor. Argümanlarını iyi oluşturuyor ve yan karakterlerle, hikayelerle desteklerken yine de çok karmaşıklaşmadan, sade kalabilmeyi başarıyor. Beğenmiyorum,çünkü hitap ettiği kesim ve içinde yer aldığı tür (genre diyorlar ya hani o) onu edebi bir çerçevede ele aldırmaya müsait değil. Yani bu tür içindeki herhangi bir yazarın bir kitabını açarken kimse bir Hemingway ya da Tolkien ya da ne bileyim bir Ursula K.Le Guin dili, anlatımı beklemiyor. Eh haliyle de duyulan saygının türü ve derecesi daha farklı oluyor. Bir Philip K.Dick'in kaleminden çıksa aynı konu, hepimizin bakışı ve ele alışı daha farklı olacakken, Roth yazdığı için nasıl olduğunu ve ne ifade edeceğini tahmin edebiliyoruz. Saygı duyulmuyor demiyorum, sonuçta Uyumsuz serisiyle geçtiğimiz yıllarda en çok satan ve en çok kazanan yazarlar listesinin tepesine tırmanmış bir yazar oldu Roth. Ama işte "bir şeyler" tam hissettirmiyor. Yani bu tür kitapları okuduğu için bile insan arada bir ufaktan huzursuzluk duyuyor. Ya da okurken, kitabın içinde ilerlerken bazı yerler geliyor siz de "hafifliği" fark ediyorsunuz, ister istemez o "şeyi" düşünüyorsunuz. Misal bir insanın tokat yemesi olayının iki türde meydana gelişini okumak gibi bu. Birinde bir babadan veya anneden yenilen tokatı okurken diğerinde bir arkadaştan şakalaşırken yenilen tokadı okuyorsunuz. Olay aynı ama işte. Bunun içinde en büyük örneğim hep Açlık Oyunları olmuştur mesela. Bu kadar içler acısı, bu kadar devasa bir konuyu o "tür" yazarı olarak ele aldığı için serinin yazarı kitapları okurken hep içime oturmuştur, bunu şöyle kallavi bir yazar ele alsaymış ne olay olurmuş diye. O yüzden filmleri daha çok etkilemiştir beni, yamulmuştum filmlerini izlerken. Çünkü konu hakikaten pek çok açıdan ele alınıp, pek çok katmanı olan bir konu ve yazarının yazım biçiminden dolayı aslında vermesi gereken etkiyi veremiyor.
Veronica Roth, fotoğraf veronicarothbooks'tan |
Veronica Roth içinde hemen hemen böyle demeye getiriyorum. Okunmakta, bu kadar satmakta haklı evet, ama kıskançlığıma yol açması da işte tam bu ve yukarıda bahsettiğim durumdan ötürü. Yani bu şekilde hepimiz yazabiliriz. O ve onun gibi, bu türün içindeki kitapların yazarlarının anlatım biçimlerine baktığınızda görebilirsiniz bunu. Hepimizin yazabileceği şekilde anlatıyorlar. Eh diyorum öyleyse bizim suçumuz ne? Yani sırf yanlış ülkede yanlış dilde yazıyor olmamız mı? Ben de gittim yazma atölyesine. Roth'un Uyumsuz serisi tıpkı böyle bir yazma kursunda ortaya çıkmış. Ama benim gittiğim kursun yazımıma pek bir etkisi olmadığı gibi, düşünüyorum da kurs sırasında ben yazsaydım öyle bir şey herhalde hem diğer öğrenciler hem de hoca önce bir yerleriyle gülerdi bana, sonra da sen boşver artık gelme derlerdi. Oysa bu türü en çok okuyan ülkelerden biri bizizdir herhalde. En çok satılanlardan da. Ama işte sorun hangi aşamada bilmiyorum ve bu durum o kıskançlıkla karışık beğenmemezliğe yol açıyor. Haa ama sezarın hakkını sezara teslim ediyorum, yazma biçimleri dediğim gibi olsa da bu yazarların anlattıkları hikayeler, yarattıkları karakter belki de bizim yaratamadıklarımız, bizim yapamadıklarımız.
Kitabın içine girersek ucundan kıyısından, diyebilirim ki genişçe bir esinlenme mevcut. Kendi web sitesinde bile Star Wars etkisinde diye lanse etmeyi uygun bulmuş Veronica Roth. Bir Star Wars değil tabiki, hemen celallenmeyin. Bu akım olayı bolca "force" esintilerinde orası açık. Ama burada akım olarak icat ettiği şeyi belirli grupta toplamamış, herkese farklı yetenekler veren bir şey olarak dağıtmış yazar. Bu da haliyle kitap boyunca her karşılaştığımız karakterde olaya göre türlü türlü ilginç özellik bulmak anlamına geliyor. Özellikle ana karakterlerimizden Cyra'nın akım-armağanı yani yeteneği, üzerine oldukça düşünülebilecek, sayfalarca felsefesi yapılabilecek bir şey (Bu arada aklınıza geldi biliyorum, parlayan bir vampire dönüşüp de yetenek kazanan ergenler diye kıs kıs gülüyorsunuz. Yapmayın, etmeyin.). Bu akım durumu dışında hikayenin içinde çöl gezegeni, buz gezegeni, habire yağmur yağan su gezegeni gibi konuklarımız da oluyor ve artık allah ne verdiyse aklımıza üşüşüyor Dune, Star Wars...Ama yine de her şey bir şekilde keyifle bir araya geliyor ve okunuyor. Bir diğer takdir edilesi yönü de bu kitapla birlikte Roth'un kendine has bir dil geliştirmiş olduğunu da görüyor olmamız. Yani o belirgin tınıyı oturttuğunu hem konu olarak hem de yazım tarzı olarak özgünlüğünü oturttuğunu görüyoruz.
Dediğim gibi, her ne kadar kendime özgü nedenlerden dolayı kıskanıp kıskanıp burun kıvırsam da çoğunlukla beğeniyorum Roth'u ve bu kitap da uzun bir zamandan sonra elimden bırakamayıp, keyifle okuduğum ilk kitap olduğu için benden bir takdiri hak ediyor. Valla okuyun ya, hakikaten. Zaten çok sürmez kesin filmini de yaparlar ama okuyun, kötü değil. Hadi ama neler okuduk neler, inanın onlardan daha sığ değil (Yalnız okumuş olan kardeşler galiba biraz öyle, netteki yorumlara şöyle bir göz gezdirince insan hakikaten bunca kıtlığa ve kafaların basmamasına hayret ediyor. Daha okuduğunu anlayamayan, her şeyden bihaber olsa da hala kendini kitap okuyor sanan ve - of allahım yazarken bile sinirden titriyorum devam edemeyeceğim. Ne kadar salak bir jenerasyon yetişiyor yarabbim!).
[Bu arada benim okuduğum pdf, kitabın ilk baskısının e-kitabıydı. Uyumsuz serisi gibi bu da Artemis Yayınları'ndan. Uğur Mehter'in çevirisi. Nette en ucuz Idefix'te gördüm ben, 21,76 tl olarak. Artemis'in kendi uyduruk sitesinde bile yok kitap henüz. Hatta önceki serinin de sadece ilk kitabını koymuşlar, öyle bir rahatlık vurdumduymazlık.]
Goodreads'te Bir İz Bırak-->https://www.goodreads.com/book/show/33855739-bir-z-b-rak
Veronica Roth'un resmi web sitesi-->http://veronicarothbooks.com/
Yazarımızın instagramı-->https://www.instagram.com/vrothbooks/
Bizim jenerasyonumuzun Wolverine'ine veda: Logan (2017)
Takvimler 2029 yılını gösterirken Profesör X ve onun X-Men'inin altın çağı artık uzak birer hayal gibidir. Neredeyse 20 yıldır hiç başka mutant doğmamış ve yeryüzündekiler de tükenme noktasına gelir. Wolverine olarak X-Men'in en başa bela elemanlarından biri olan Logan bile yaşlanır, limuzin şoförlüğü yaparak kazandığı parayla artık bunama noktasına gelmiş Profesör'e ilaç almakta, Caliban isimli mutantla birlikte ona göz kulak olmaktadır. Dünya artık onların bildiği dünya değildir, bu "evrimin mucizeleri" artık hastalıklı ve yaşlıdır. Ama günün birinde Meksikalı bir kadın ulaşır Logan'a. 10 yaşlarında bir kız çocuğunu ve kendisini Güney Dakota'ta bir yere götürmesi için neredeyse yalvarır. Kadın ve çocuğun peşindekiler Logan, Caliban ve Profesör'ün de peşine düşünce onun için artık son bir kez daha Wolverine gibi mücadele etme vaktidir.
Sanırım bu yüzden bir oyuncunun yarattığı karakterden çok, kendi gençliğimize veda ettik.
IMDB'de Logan-->http://www.imdb.com/title/tt3315342/
18 Haziran 2017 Pazar
2016 yapımı Moana
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının tüm engellemelerine rağmen adalarını çepeçevre saran okyanusa olan aşkıyla büyür. Babasının da kendine göre nedenleri vardır tabi, okyanus adanın az ilerisindeki resifleri aşan her tekneyi alabora eden yıkıcı bir güçtür. Eh o da biricik kızının sırf bir macera için böyle bir tehlikeye atılmasına tüm gücüyle engel olmak istiyordur. Moana böylece kabilesini şimdiye kadarki atalarının yaptığı gibi en iyi şekilde yönetebilmek, refahın, sağlığın ve bereketin devam edebilmesi için gerekli ne varsa öğrenerek büyür. Ama adanın çılgını büyükannesinin de söylediği gibi, okyanus onu seçmiştir ve çağırmaktadır. Çünkü bin yıl önce haylaz yarı-tanrı Maui'nin yol açtığı bir lanetin etkileri kendisi göstermeye başlamıştır. Adaların ormanları, ağaçları, meyveleri, okyanusun balıkları, her şey bozulmaktadır. Tüm bunlara engel olmak için okyanus Moana'yı seçer ve Moana şimdi Maui'yi bulup, yaptığı haylazlığı düzelttirmek için yola çıkar.
Moana Disney'in prenses listesindeki en son prensesimiz (eh yani tv dizisi olarak bu sene yeni başlattıkları Elena'yı saymazsak). Bu sefer yine dünyamızın en bilinmedik noktalarından birine yelken açıyor Disney ve hoop Polinezya'dayız. Polinezya dediğimiz yer esasında Pasifik Okyanusu'nda Avustralya'nın doğusunda kalan suların ortasında, üç tane adalar grubundan biri. Mikronezya, Melanezya ve Polinezya grupları bunlar. İşte bu Polinezya grubumuzda şöyle adalarımız var: Kauai, Oahu, Lanai, Maui ve Hawaii. Moana da hikayesini burada yaratıyor işte. Bu adalar arasında. Dışarıdan baktığımızda hep cennetten birer köşeymiş gibi duran bu adaların tarihinde çok ilginç şeyler de var. Dünyanın her yerine virüs gibi yayılmasını bilmiş insanlığın haliyle bu adalara ulaşması çok da kolay olmadığından medeniyet tarihlerini çok çok eskiye götüremesek de bulundukları konum itibariyle bu tarihlerini daha da ilginçleştiriyor. Bizler Mezopotamya'nın, Anadolu'nun medeniyetine alışığız, aşinayız. Hiçbir zaman bir "su" kültürü damarlarımıza girememiş olduğundan dolayı da tamamen karasal bir kültür sayılabiliriz. O yüzden bize çok çok uzak ve işte tam da bu yüzden pek keyifli ve ilginç geliyor Moana'nın arka planı ve anlattığı hikaye. Gerçi hikayesi çok da alışılmadık değil. Son yüzyılımızın genel geçer sorununa göz kırpıyor gibi bir anlamda, dünyamız, çevremiz, yiyeceklerimiz, doğamız bozuluyor sorunsalı. Bu şimdiye kadar izlediğimiz (yani Neverland'de yazdıklarım arasında) Disney prenses çizgi filmlerinde pek ele almadıkları bir konu gibi. Evet yine o "kendini bulma" hikayesi ana noktamız, tüm hikaye onun etrafında şekilleniyor. Ama sanki bu sefer o kadar da üstünde durulan, kahramanımızı o kadar da motive eden bir tema değilmiş gibi geldi bana. Yani tamam yine bir iç sesini dinleyen, onu çağıran bir şeyin peşine düşme ihtiyacı hisseden ama bir yandan da ailesine, geleneklerine, bildiği her şeye karşı olan sorumluluklarına ters düşmek, onları yüz üstü bırakmak istemeyen kahramanımızın yolculuğunu izliyoruz ama bu durum bu kez o kadar da üstüne düşülen, zorlayıcı, abartılı bir durummuş gibi anlatılmadı Moana'da. Gerçi çizgi filmin tamamı bu havadaydı. Bir Tangled'daki kadar ya da Mulan'daki, hatta The Little Mermaid'deki kadar vurmuyor hikaye bir türlü. Yani alabildiğine değişik ve rengarenk bir dünya, okyanusta bir teknede tamamen bilmediğimiz bir sudayız, maceralar güzel, diğer ana karakterimiz Maui pek eğlenceli falan ama hikaye bizi gene de o kadar çırpmıyor. Ne bileyim belki de beni o kadar etkilememiştir. Kötü demek değil bu, hayır kesinlikle. Aksine o kadar güzel ki her bir görüntüsü, eğlencesi, hızı, karakterlerin çizgileri, tepkileri, şarkıları, diyalogları...Sadece hikayenin kendisi o kadar ulaşmadı bana.
Bir de bu okyanus olayı çok güzel bir şey ya. İnsan senelerini Anadolu'nun çorak orta noktasında heba edince daha da bir enfes geliyor. Daha önce izlediğim filmlerde, dizilerde de Hawaii mesela o kadar şahane bir yer gibi görünüyor ki insan düşünmeden edemiyor, ulan bu kadar güzel yerler varsa dünya üstünde habire bizi ne demeye kandırıyorlar cennet vatanımız cennet vatanımız diye. Gittim işte her yerine güneydoğusu hariç. Okyanus adaları, Hawaii gibi yerler süper görünüyor işte. Ya da öyle göstermeyi çok iyi biliyorlar, orasını bilemem. Bir çizgi filmde bile insanın bu kadar içine dokunmasını sağlayabiliyorlarsa ortamın, artık takdiri hakikaten doğanın kendisi mi yoksa bunu bu kadar mükemmel göstermeyi başaranlar mı hak ediyor, bir şey diyemem.
Keşke oralara yerleşebilseymişiz.
Disney'de Moana-->http://movies.disney.com/moana
IMDb'de Moana-->http://www.imdb.com/title/tt3521164/
13 Haziran 2017 Salı
Arrival (2016)
Günlerden bir gün dilbilim profesörü Louise Banks yine her gün yaptığı gibi dersini anlatmaya gittiğinde üniversiteye, sınıftaki öğrencilere gelen mesajlardan dersi anlatamaz olur. Açar bir bakarlar ki haberlere, o olmaz dediğimiz, hadi canım sen de diye dalga geçtiğimiz şey olmuş, uzaylılar dünyaya gelmiştir. Dünyanın 12 ayrı noktasına 12 tane aynı görünüşlü uzay gemisi gelip, park etmiştir. Ama içlerinden hiç uzaylı çıkmaz, sadece belirli aralıklarla gemilerin bir noktasındaki bir kapı açılıp, insanların içeri girmesine izin vermektedir. Tüm dünya alt üst olur, her yerde insanlar dünyanın sonunun geldiğine, uzaylıların dünyayı istila edeceğine dair düşüncelerle ayaklanır, sokaklar karışır, ekonomi çökme noktasına gelir. Bu sırada bizim kireç yüzlü dilbilimcimiz ise çantasını koluna takmış, hiçbir şey olmamış gibi okula ders anlatmaya gitmektedir. Okulda kimseyi bulamadıkça da hiç bir tepki vermeden, sahildeki büyük büyük camlı evinde tek başına şarabını yudumlayıp, haberleri izler. Ama sonra tabi kapısına askerler dayanır, ülkesinin ona ihtiyacı vardır. Bir dilbilimci olarak, hadi tamam en iyisi işte o çemçik ağzına rağmen, gidip uzaylıların dilini çözmesi, dünyaya neden geldiklerini anlaması ve de anlatması gerekmektedir. Pek "bilimsel" bir teorik fizikçi ile birlikte helikoptere atlayan Louise, bir yandan bu tuhaf uzaylılarla iletişime geçerken bir yandan da kafasında gidip gelen, anlam veremediği görüntülerle boğuşmaya başlar.
Ted Chiang'ın yazdığı öykünün senaryolaştırılması ile önümüze gelen filmin konusu hemen hemen böyle özetlenebilir. Aday olduğu 8 daldan sadece "Sound Editing" kategorisinde Oscar ödülünü almasından da anlayabileceğimiz gibi, tüm film boyunca rahatsız edici, devamlı tekrarlanan saçma sesler silsilesi eşliğinde yeni çağın bilim kurgu anlayışına - bir kere daha - tanık oluyoruz. Eskiden, yani bizim daha taso oynadığımız ve Müge Anlı'nınkiler gibi programlara kimsenin ihtiyaç duymadığı zamanlarda, bilim kurgu ile görürdük her şeyi, tanırdık, ne maceralara atılırdık. Bilim kurgu ile hakikaten de yeni yeni şeyler icat olunurdu, ufkumuzun ötesine atlardık, hakikaten de olmaz dediğimiz şeyleri izlerdik. Aksiyon olurdu kıyamet gibi, esas kahramanlarımız havada uçan arabalarda oradan oraya atlardı, dokunarak yönlendirebildiğimiz ekranlar vardı, ışınlanarak galaksinin bir ucundan diğerine giderlerdi, 3 boyutlu mesajlar gönderirlerdi. Bilim kurgu, harbiden de bilimin kurgulanmasıydı. Bilimi kullanarak yapabileceklerimizi hayal ederdik. Diğer galaksileri, ışık hızındaki uzay gemilerini, zaman yolculuklarını, ışın tabancalarını, havada beliren bilgisayar ekranlarını,..hayal ederdik.
Ama işte bir gün gerçekten de yapabileceğimizi düşünmemiştik. Düşünmüştük de yani, belki tam olarak anlayamamıştık yapabileceklerimizi. Şimdi artık ne hayal ettiysek yaptık (tamam hala ışınlanamıyoruz ama zaman yolculuğundan kıllanmıyor değilim). Ama hayallerimizi elde etmiş olmamızla birlikte bir şeyler de değişti. Pek çok değişti aslında. Sanki artık bilim kurgunun o altın çağındaki gibi değiliz, yapabileceklerimizin farkında olduklarımızdan dolayı artık çok da çılgın gelmiyor hayal etmek. Hal böyle olunca da hayal etmenin bir cazibesi kalmamış gibi. Aç olan topluluklar sadece karnını doyurmaya çalışırken, karnını her türlü doyurabilen topluluklar sanat yapmaya, oturup düşünmeye başlar boşluktan dolayı gibi, bilim kurgu da artık işin felsefesine yönelmiş durumda. Artık her şeyi nasıl olsa üç beş yıla kalmaz yaparız diye bildiğimizden belki de, yaparsak ne olur diye düşünmeye başlamış gibiyiz. Işınlanırsak nerede hangi aksiyonu yaparız, hangi maceraya atılırızı bıraktık. Artık ışınlanırsak bunun ruh sağlımıza etkisi ne olur diye düşünüyoruz, dünya ekonomisine katkısı ne olur, nerede hangi insanı nasıl etkiler.
Bu nedenler artık dünya dışı yaşam ile ilgili senaryolarımız da vurdulu kırdılı, atlamalı patlamalı versiyonları bırakmış durumda. Neden buradalar, ne anlatmaya çalışıyorlar, onlar kim, nasıl hissediyorlar, nasıl düşünüyorlar diye sorguluyoruz artık. Aslında bu soruların hepsi de tek bir şeyi anlamaya yönelik, biz kimiz? Diğer yaşamların anlamını çözmeye çalışarak aslında kendi var oluşumuzu da anlamlandırmaya çalışıyoruz bir şekilde. Bilim kurgu senaryolarında artık tüm o uzayı, bilimi, teknolojiyi birer ayna gibi kullanıp, kendimizle ilgili bir şeyleri çözmeye çabalıyoruz.
Arrival işte tam da bunu yapmaya çalışıyor gibi görünüyor. Yani kabaca takip ettiği akım bu. Bilim kurgunun bu dönemde geldiği noktada filmin ana hatlarını bu"tarz" oluşturuyor. Ama alt metninde söylemeye çalıştığı başka bir şeyler de varsa - ki belli ki var - görmek istemediğiniz sürece rahatsız etmiyor. Ama bakın sadece o alt metnindeki mesajlar diyorum çünkü genelinde film bildiğiniz rahatsız edici. Ya da rahatsız edici kavramı tam olarak doğru değil, daha çok sıkıcı, bunaltıcı. Yönetmeninin de ifade ettiği gibi yağmurlu böyle iç bunaltıcı bir salı sabahı okula giderken otobüste camdan dışarı bakarken böyle yarı uykulu yarı ayık kafayla hayal ettiğiniz bir şey gibi. Her şey donuk, soluk, karanlık.
Diyeceğim o ki bence izlemenize gerek yok. Yepyeni bir şey söylemiyor, hani zamana ve insan beynine, seçimlerimizin yapısına dair bir-iki bir şey var belki ama inanın o 2 saatlik ruh bunaltıcı görüntülere katlanmanıza değmez. Ha ben çok seviyorum böyle dura dura, ekrana öyle baka baka düşüneyim de düşüneyim diyorsanız, orasını bilemem. Tutmayayım.
IMDb'de Arrival-->http://www.imdb.com/title/tt2543164/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...