13 Haziran 2017 Salı

Arrival (2016)

Günlerden bir gün dilbilim profesörü Louise Banks yine her gün yaptığı gibi dersini anlatmaya gittiğinde üniversiteye, sınıftaki öğrencilere gelen mesajlardan dersi anlatamaz olur. Açar bir bakarlar ki haberlere, o olmaz dediğimiz, hadi canım sen de diye dalga geçtiğimiz şey olmuş, uzaylılar dünyaya gelmiştir. Dünyanın 12 ayrı noktasına 12 tane aynı görünüşlü uzay gemisi gelip, park etmiştir. Ama içlerinden hiç uzaylı çıkmaz, sadece belirli aralıklarla gemilerin bir noktasındaki bir kapı açılıp, insanların içeri girmesine izin vermektedir. Tüm dünya alt üst olur, her yerde insanlar dünyanın sonunun geldiğine, uzaylıların dünyayı istila edeceğine dair düşüncelerle ayaklanır, sokaklar karışır, ekonomi çökme noktasına gelir. Bu sırada bizim kireç yüzlü dilbilimcimiz ise çantasını koluna takmış, hiçbir şey olmamış gibi okula ders anlatmaya gitmektedir. Okulda kimseyi bulamadıkça da hiç bir tepki vermeden, sahildeki büyük büyük camlı evinde tek başına şarabını yudumlayıp, haberleri izler. Ama sonra tabi kapısına askerler dayanır, ülkesinin ona ihtiyacı vardır. Bir dilbilimci olarak, hadi tamam en iyisi işte o çemçik ağzına rağmen, gidip uzaylıların dilini çözmesi, dünyaya neden geldiklerini anlaması ve de anlatması gerekmektedir. Pek "bilimsel" bir teorik fizikçi ile birlikte helikoptere atlayan Louise, bir yandan bu tuhaf uzaylılarla iletişime geçerken bir yandan da kafasında gidip gelen, anlam veremediği görüntülerle boğuşmaya başlar.
Ted Chiang'ın yazdığı öykünün senaryolaştırılması ile önümüze gelen filmin konusu hemen hemen böyle özetlenebilir. Aday olduğu 8 daldan sadece "Sound Editing" kategorisinde Oscar ödülünü almasından da anlayabileceğimiz gibi, tüm film boyunca rahatsız edici, devamlı tekrarlanan saçma sesler silsilesi eşliğinde yeni çağın bilim kurgu anlayışına - bir kere daha - tanık oluyoruz. Eskiden, yani bizim daha taso oynadığımız ve Müge Anlı'nınkiler gibi programlara kimsenin ihtiyaç duymadığı zamanlarda, bilim kurgu ile görürdük her şeyi, tanırdık, ne maceralara atılırdık. Bilim kurgu ile hakikaten de yeni yeni şeyler icat olunurdu, ufkumuzun ötesine atlardık, hakikaten de olmaz dediğimiz şeyleri izlerdik. Aksiyon olurdu kıyamet gibi, esas kahramanlarımız havada uçan arabalarda oradan oraya atlardı, dokunarak yönlendirebildiğimiz ekranlar vardı, ışınlanarak galaksinin bir ucundan diğerine giderlerdi, 3 boyutlu mesajlar gönderirlerdi. Bilim kurgu, harbiden de bilimin kurgulanmasıydı. Bilimi kullanarak yapabileceklerimizi hayal ederdik. Diğer galaksileri, ışık hızındaki uzay gemilerini, zaman yolculuklarını, ışın tabancalarını, havada beliren bilgisayar ekranlarını,..hayal ederdik.
Ama işte bir gün gerçekten de yapabileceğimizi düşünmemiştik. Düşünmüştük de yani, belki tam olarak anlayamamıştık yapabileceklerimizi. Şimdi artık ne hayal ettiysek yaptık (tamam hala ışınlanamıyoruz ama zaman yolculuğundan kıllanmıyor değilim). Ama hayallerimizi elde etmiş olmamızla birlikte bir şeyler de değişti. Pek çok değişti aslında. Sanki artık bilim kurgunun o altın çağındaki gibi değiliz, yapabileceklerimizin farkında olduklarımızdan dolayı artık çok da çılgın gelmiyor hayal etmek. Hal böyle olunca da hayal etmenin bir cazibesi kalmamış gibi. Aç olan topluluklar sadece karnını doyurmaya çalışırken, karnını her türlü doyurabilen topluluklar sanat yapmaya, oturup düşünmeye başlar boşluktan dolayı gibi, bilim kurgu da artık işin felsefesine yönelmiş durumda. Artık her şeyi nasıl olsa üç beş yıla kalmaz yaparız diye bildiğimizden belki de, yaparsak ne olur diye düşünmeye başlamış gibiyiz. Işınlanırsak nerede hangi aksiyonu yaparız, hangi maceraya atılırızı bıraktık. Artık ışınlanırsak bunun ruh sağlımıza etkisi ne olur diye düşünüyoruz, dünya ekonomisine katkısı ne olur, nerede hangi insanı nasıl etkiler.
Bu nedenler artık dünya dışı yaşam ile ilgili senaryolarımız da vurdulu kırdılı, atlamalı patlamalı versiyonları bırakmış durumda. Neden buradalar, ne anlatmaya çalışıyorlar, onlar kim, nasıl hissediyorlar, nasıl düşünüyorlar diye sorguluyoruz artık. Aslında bu soruların hepsi de tek bir şeyi anlamaya yönelik, biz kimiz? Diğer yaşamların anlamını çözmeye çalışarak aslında kendi var oluşumuzu da anlamlandırmaya çalışıyoruz bir şekilde. Bilim kurgu senaryolarında artık tüm o uzayı, bilimi, teknolojiyi birer ayna gibi kullanıp, kendimizle ilgili bir şeyleri çözmeye çabalıyoruz.
Arrival işte tam da bunu yapmaya çalışıyor gibi görünüyor. Yani kabaca takip ettiği akım bu. Bilim kurgunun bu dönemde geldiği noktada filmin ana hatlarını bu"tarz" oluşturuyor. Ama alt metninde söylemeye çalıştığı başka bir şeyler de varsa - ki belli ki var - görmek istemediğiniz sürece rahatsız etmiyor. Ama bakın sadece o alt metnindeki mesajlar diyorum çünkü genelinde film bildiğiniz rahatsız edici. Ya da rahatsız edici kavramı tam olarak doğru değil, daha çok sıkıcı, bunaltıcı. Yönetmeninin de ifade ettiği gibi yağmurlu böyle iç bunaltıcı bir salı sabahı okula giderken otobüste camdan dışarı bakarken böyle yarı uykulu yarı ayık kafayla hayal ettiğiniz bir şey gibi. Her şey donuk, soluk, karanlık.
Diyeceğim o ki bence izlemenize gerek yok. Yepyeni bir şey söylemiyor, hani zamana ve insan beynine, seçimlerimizin yapısına dair bir-iki bir şey var belki ama inanın o 2 saatlik ruh bunaltıcı görüntülere katlanmanıza değmez. Ha ben çok seviyorum böyle dura dura, ekrana öyle baka baka düşüneyim de düşüneyim diyorsanız, orasını bilemem. Tutmayayım.

8 Haziran 2017 Perşembe

karanlığımızın içindeki ışık, Wonder Woman (2017)

Hep savaşıyoruz. Şu dünya üzerinde belirdiğimizden beri savaşıyoruz. Toprak için savaşıyoruz, para için, daha fazlası için, gururumuz için, kibrimiz için; hiçbir şey bulamazsak kendi kendimizle savaşa tutuşuyoruz. İnsan olmanın gerekliliğiymiş gibi, durmadan savaşıyoruz. Yakıyoruz, yıkıyoruz; yine yıkacağımızı bile bile hep yeniden inşa edip de durmaktan geri kalmıyoruz. Ve bu yıkımlarımız için hep bir bahane yaratıyoruz. Tarih boyunca dinlerle, mitolojilerle, fikir akımlarıyla artık o dönem ne modaysa onunla açıklamaya çalıştık bu yıkımlarımızı. Şeytan yaptırıyor dedik, savaş tanrıları/tanrıçaları yaptırıyor dedik, ama önce onlar saldırdı dedik, ama önce biz saldırmazsak onlar saldıracaktı dedik, özgürlüğümüzü alacaklar dedik, özgürlük vereceğiz dedik, biz haklıyız dedik, hep ama hep biz haklıyız. Oysa bir türlü asıl gerçeği kavrayamıyorduk. Kabullenemiyorduk, aklımızın ucundan bile geçirmeye yanaşmıyorduk. Böyle doğmuştuk. Fabrika ayarlarımızda vardı o karanlık, bu kadar basitti. Kötüydük, şeytan da bizdik Ares de.
İşte tam da bu yüzden arada bir - ama o araları çok açmasak iyi olurdu - bize sadece bu kopkoyu karanlığımızdan ibaret olmadığımızı, aydınlık bir yanımız da olduğunuz hatırlatacak bazı şeylere ihtiyaç duyuyorduk. Tıpkı - biraz daha büyüyünce Wonder Woman olacak olan - Themiscyra prensesi Diana'nın siperden tüm o ışıltısıyla fırlayıp, taraflar arasındaki meşhur "no man's land"i aydınlatması gibi. İçindeki o hala yenilmemiş, kirlenmemiş saf inançla, iyiliğin hala var olabileceği inancıyla dolup taşmış Diana bir elinde kalkanı, bir elinde kılıcı, İtilaf Devletleri'nin siperinden fırlayıp, Alman siperinden gelen yoğun ateş altında koşturuyor evet ama işte iyilik de ayrıntıda gizli, bu sahne sadece İtilaf Devletleri siperindeki askerleri gaza getirmiyor. Diana, karşıda Alman askerlerini öldürmek üzere yola çıkmıyor, o yoğun kurşun yağmurunu yapan aletleri yok etmeye gidiyor. Çünkü insanlığa dair inancı sapasağlam ayakta. O askerlerin de suçu yok diye düşünüyor, Ares kandırdı onları. Tüm bu savaşın, yıkımın sebebi Ares. İnsanları aslında yapmayacakları şeylere sürüklüyor, diye düşünüyor.
Bu inançla Ares'in peşine düşüyor. Çünkü görevinin de bu olduğunu biliyor, Zeus Amazonları insanlığa sevgi ve barış getirmeleri için yaratmış. Bu yüzden de dinlemiyor mesela annesi Amazon kraliçesi Hippolyta'yı. Hippolyta seni hak etmiyor insanlar diyor Diana'ya. Senin bu saf inancını, güvenini hak etmiyorlar. İnsanlıkla henüz tam anlamıyla tanışmamış Diana inanmıyor tabi ilk başta. Ama o da tüm bir film hikayesi boyunca acıyla, kayıpla, hayalkırıklığıyla öğreniyor bizim de çağlar boyu kabullenemediğimiz gerçeği. Kötüyüz, karanlığız. Ama tüm bu karanlığımızla Diana yine de yıkılmıyor. Çünkü o, bize ışığımızı hatırlatacak olanlardan biri. Ve yine de görüyor içimizdeki ışığı, yine de hatırlatıyor bize. Umut, Pandora'nın Kutusu'nda - ilk başta - saklı kalmış olabilir ama Diana bize inanıyor ve umut ediyor, severek o karanlığı zaptedebiliriz belki diye.
Bu mesajı anlatmaya çalışıyor işte Wonder Woman. Ne çok bekledik, neler umduk, nasıl yükselttik beklentilerimizi bu film için. Sanki tek bir Wonder Woman gelecek ve tüm bu kötülüğün, dünyanın karanlığının ilacı olacakmış gibi, öyle umut ettik yani. Tamam film o kadar da devasa bir yere ulaşmıyor, önce onu söyleyeyim. Aksine o kadar naif, o kadar sade bir anlatımı var ki bir süper kahraman filminden çıkmış gibi olmuyorsunuz. Bir tuhaf bir hafiflikle baş başa kalıyorsunuz film bitince. Bir Man of Steel izledikten sonra ya da bir Avengers, Captain America filmi izledikten sonra o koltuğa yapıştıran, kafanızı ağrıtan, boynunuzun tutulmasına yol açan ağırlıkla dolu keyif gibi değil; bir başka bir keyiflilik, bir hafiflik. Yavaş çekimde neredeyse kare kare takip edebildiğiniz savaş sahnelerinin estetikliğinden, güzelliğinden mesela tekrar tekrar izlemek istiyor insan. Diana'nın bu dünyaya ilk defa düşen masum köylü halleri ya da, oraya buraya savrulan Thor gibi kahkahalar attırmıyor ama gülümsetiyor, çok daha doğal duruyor. Tüm diyaloglarında kararlılık dolu sonra, her türlü yere çekilebilecek, saçma yerlere gidebilecek, klişeye gömülebilecek konular hakkında gayet tadında, kararında, akıl dolu, mantık dolu diyaloglar izliyoruz. Hikayenin ana mesajına, asıl kahramanına yönelik bir film izliyoruz. Bir dolu olay, karakter, mesaj birbirine girmiyor. Dört bir yandan teknolojiler, aletler, kötüler, kahramanlar uçuşmuyor. Kafamızı arap saçına döndürmüyor Wonder Woman. Uzun zamandır izlemediğimiz bir şeyi yapıyor, sade bir hikaye ve ışık dolu bir kahraman sunuyor.
Ama dediğim gibi, dört dörtlük bir film de değil bu. En başından itibaren güzellikle dolu savaş, mücadele sahnelerinin ardından filmin sonunda olayı bağlayacak son mücadele çok daha saçma kalıyor. İyi hazırlanmış, altına mesajları iyi döşenmiş asıl kötümüzün alt edilmesi, onunla mücadele bizi etkilemediğinden filmin vuruculuğu zedeleniyor. Orası da tam olsa mesela, yine o hafiflikle ama vohooo diye kalkacağız koltuğumuzdan. Ya da çok çok iyi anlatılan Diana'nın karakter gelişiminin yanında, oluşan ekibin ekip olmasına dair bir aksiyon göremiyoruz. Yani Diana çok iyi oluşuyor, esas oğlanımız Steve Trevor'ın da hikayesi bir şekilde Chris Pine'ın oynamasından halloluyor ama ekibin üyeleri Sameer, Charlie ve Chief'in Diana ile bir dinamiklerini göremiyoruz. Tek tek hepsine bir alt metin yazılıyor ama dolduran bir şey göremiyoruz. Ama Gal Gadot, hakikaten inanılmaz. Hem fiziksel olarak hem oyunculuğu açısından. Büyük ihtimalle yazılan hikayeden ve yönetmenden dolayı her hareketi, her sekansı yerinde, kararında. Adeta su gibi akıyor. Fiziksel olaraksa hem duru bir güzellikle büyülüyor, hem de ne çok kaslı ne de hantal, ne çok kadınsı ne de cinsiyetsiz duruyor.
Yine de - bence - alabildiğine kıymetli, birçok açıdan kararında, izlemesi keyifli, düşünmesi keyifli bir film olmuş Wonder Woman. Tamam belki bekleme sürecinde çok aşırı yükselttiğimden beklentimi, biraz az kaldı bana ama o adeta tanrıların mucizesi tema müziği eşliğindeki evde dövüş sahnesi için bile saygıyla eğilirim önünde. Böyle filmlere ihtiyacımız var, böyle hikayeler anlatmaya ihtiyacımız var.

IMDb'de Wonder Woman-->http://www.imdb.com/title/tt0451279/

5 Haziran 2017 Pazartesi

2011 yapımı Jane Eyre

Annesini babasını kaybettikten sonra dayısının ailesiyle birlikte yaşamaya başlayan küçük Jane'in hayatı, dayısını da kaybetmesiyle onu hiç sevmeyen yengesinin ve küçük birer şeytan olan kuzenlerinin elinde iyice bir işkenceye dönüşmüştür. En başından itibaren onu hiç sevmeyen, sevmeye çabalamayan, dahası nefret eden yengesi sonunda Jane'i kızlar için olan bir yatılı okula gönderir. Victoria dönemi İngiltere'sinin en katı ahlakçılığı ve mantıksız kuralcılığının egemen olduğu bu okulda geçirdiği yıllar boyunca da hiç sevgi veya sıcaklık görmeyen Jane, talihin yüzüne güldüğü bir gün Thornfield'e mürebbiye olarak işe başlamak üzere yola çıkar. Alabildiğine genç ve deneyimsiz Jane Eyre, bu kasvetli ve karanlık yerde hayatla tanışır, kendi hayat yolculuğunu çizer.
Hiç bilmeyenler, şimdiye kadar hiç bir şekilde kıyısından köşesinden haberleri olmamış olanlar için Jane Eyre 101 dersine giriş böyle yapılabilir. Charlotte Bronte'nin 1847'de yayınlanan romanını ilk defa okunduğu o yıllarda şimdikinden daha farklı eleştirilerle karşılaşmış tabi. İlk bakışta genç, hiç bir pırıltısı yokmuş gibi görünen, sıradan bir mürebbiyenin orta yaşlı, ruhunu karanlığa hapsetmiş bir adamla imkansız aşkını anlatıyor gibi görünüyor belki roman. Ama daha o günlerde bile pek çoklarının yergisine maruz kalmasına neden olacak çok daha köklü, çok daha can alıcı bir konusu var aslında. Yalnız bir insanı anlatıyor Jane Eyre. Yalnızlığı elinde olmadan yaşamak zorunda kalmış, içinde sevmeye hazır bir çocuk olmasına rağmen hiç bir şekilde sevgi görmemiş, dürüst bir insanı anlatıyor. O dürüstlük ki kafasını giyotine koysalar yalana razı gelmeyen bir insan yaratıyor. Sevgisizlikten alabildiğine ürkek bir çocuktan önce yalnız, el değmemiş bir kar tanesi kadar saf ve kaskatı bir genç kadına dönüşmüş bir insanın yaşadıklarıyla, hayatla, deneyimleriyle birlikte artık kendini tanıyan, yapabileceklerinin ayırdında olan, kendine ve sevgisine, değer verdiği şeylere sahip çıkabilen bir kadın haline gelmesini anlatıyor. Saçma sapan yazısız kurallarla bir toplumun belleğine yerleşmiş anlayışların insanları ne hale getirdiğini, hayatlarını hiç yoktan yere zorlaştırdığını, mahvettiğini gösteriyor.
Böylesine bir hikayeyi anlatmak kolay iş değil. Şimdiye kadar birçok defa uyarlanmış olsa da sinemaya, televizyona, hangisi ne kadar hakkıyla yerine getirebildi bunu bilmiyorum. Çünkü evet, izlediğim ilk uyarlamasıydı bu Jane Eyre'nin. Moira Buffini'ninn yazdığı senaryoyu Cary Joji Fukunaga yönetmiş, Jane olarak Mia Wasikowska, Rochester olarak da Michael Fassbender önümüze gelmiş. Kitabı ilk ne zaman okuduğumu bile hatırlamıyorum ama çok sonra, artık üniversiteyi bitirdiğim, Jane'in yaşından az biraz daha büyük olduğum ve anlatılan hikayeyi ilk defa okuduğum çocukluk yaşlarıma göre daha iyi anlayabileceğim yaşlarda bir daha, adamakıllı okumuştum. Yaşadığımız çağda artık eskisine göre daha temiz bir kafayla okuyamıyoruz kitapları. İnternetin, bilgisayarın, cep telefonlarımızın olmadığı dönemlerde kitap okurken tam olarak kendi bilincimizle, hayalgücümüzle hareket edebiliyorduk ya mesela, şimdi bu mümkün değil. Kitabı elinize aldığınızda karakterleri kendiniz hayal edemiyorsunuz artık. Önünüze dayatılan resimler var, dört bir yandan maruz kaldığımız görüntü kirliliği var. O kadar çok dizi film izlemişiz ki kitapta bir evden bahsediyorsa hemen gözümüzün önüne geliveren görüntüler oluyor mesela. Tertemiz bir hayalgücüyle okuyamıyoruz hiçbir şeyi. Neyse, nereden geldim buraya? Aslında hiç böyle şeyler söylemek yoktu hesabımda. Hayal ettiğim Jane'i düşününce sanırım yol aldık buraya. Çünkü Mia Wasikowska bana fiziken bir Jane Eyre veremedi. Ama hakkını yemeyeyim, ruhen oydu. Bir parça. Onun Jane'i daha keskin hatlı geldi bana. Ve en büyük hatası bu uyarlamanın, Rochester rolünde bir Michael Fassbender. Bronte kardeşlerin yazdıklarının en büyük farkıdır bu konu, esas kadınlarımız alabildiğine gösterişsiz, kimsenin dikkatini çekmeyen yapıdalarken esas adamlarımız da ruhlarındaki şiddetten, karanlıktan ya da ortalığı kasıp kavuran havalarından başka bakılacak bir şeye sahip değilmiş gibi dururlar. Bu anlamda baktığımızda Fassbender gibi adeta ilahi güzellikte yaratılmış bir adamı Charlotte Bronte'nin anlattığı Rochester kalıbına sokarsanız, hikayenin ana elementlerinden birini yerle bir etmiş olursunuz. Jane'le birlikte adım adım, yaşayarak, gözyaşlarımızı içimize akıtarak aşık olacağımız bir adamdansa daha ilk görüşte ayaklarına kapanılacak bir Rochester çıkarırsanız karşımıza, eh hissedemeyiz haliyle o acıları. Wasikowska bize tüm o dünyayı tanımak, görmek arzusuyla tutuşan, yaşama karşı taşıdığı kocaman iştahla hiç bir erkekle bile konuşmadan ölecek olmaktan korktuğunu söyleyen Jane'in yalnızlığını, umutsuzluğunu iliklerimize kadar hissettirirken Fassbender daha ekranda ilk göründüğü andan itibaren hem bizle hem Jane'le adeta flört ediyor (gene de tabi Wasikowska'nın Jane'i yüzde yüzlük bir performans göstermiyor, böyle bir iki yerde parlıyor ama genelinde "duygusuz" kalıyor). Oysa beni yakışıklı buluyor musun dediğinde biz de Jane gibi hissederek, hesapsızca hayır diyebilmeliyiz ki sonrasında tıpkı Jane gibi farkında olmadan, ince ince aşık olalım Rochester'ın ruhuna. Çünkü ancak o zaman biz de sonrasında o büyük yıkımla kahrolup, Jane gibi kendimizi yeniden ayağa dikebilecek kudreti, St.John Rivers'ın kuralcı dayatmasına kadın gibi bir haklı gururla karşı koyabilecek gücü bulabilelim. Ama olmuyor.
Filmle ilgili olmamış bir diğer nokta da çocukluk bölümü. Biraz daha yavan, biraz daha üstünkörü gibi kalıyor izlediğinizde. Jane'in ruhunun yapıtaşını oluşturan asıl temeli görebileceğimiz bu kısımlarda kuzeniyle olan sahne hariç çok da yaşayamıyoruz gibi geldi bana. Ama bunun dışındaki hikaye anlatımı için seçilen yol filmin en azından görsel açıdan güzel olmasını sağlıyor. Düz ve sıralı bir anlatım yerine geri dönüşlerle birbirine bağlanan sahneler oldukça keyifli hale geliyor.
Yine de filmi izlemenizi tavsiye eder miyim, bilemedim şimdi. Çünkü büyük ihtimalle daha hakkını veren uyarlamaları vardır gibime geliyor. Misal, ilk iki bölümünü izlediğim 2006 yapımı bir mini dizisi var ki atmosfer olarak o daha uygun göründü bana. Oradaki Jane de fiziksel olarak olmamış olsa da, oynayan oyuncuya - Ruth Wilson'a - kanınız ısınıveriyor. Hele Rochester olarak Toby Stephens çok daha iyi bir seçim gibi duruyordu ilk iki bölümde. Hem oradaki çocuk Jane ve çocukluk kısımları daha iyiydi. Bunun dışında bahsedebileceğim bir de 1996 yapımı sinema filmi var Charlotte Gainsbourg ve William Hurt'lü ama ona hiç bakmadım. Siz bilirsiniz, Fassbender izleyeyim, azıcık da Victoria dönemi romantizmi yaşayayım derseniz, izleyin.
ah jane ahh keşke kardeş keşke...

IMDb'de Jane Eyre (2011)-->http://www.imdb.com/title/tt1229822/

14 bölümde Little Dorrit (2008)

Amy Dorrit, Marshalsea borçlular hapishanesinde doğmuş, büyümüştür. 21 yaşına gelse de ufak tefektir, sevimli ve canayakındır; ailenin de en küçüğü olunca herkes ona Little Dorrit demektedir. Yaşlı babası William artık neredeyse 25 yıldır o hapishanededir. William dışarı çıkamaz ama onunla birlikte yaşayan Amy her gün kapı kapanış ziline kadar işlerini halletmek üzere, arkadaşlarıyla görüşmek için falan dışarı çıkıp, geri gelebilmektedir. Yaşlı William'ın ziyaretçileri de olur elbet, her gelen bir iki ufak bir şey bırakır acıyarak. Hapiste de olsa bir şekilde karınlarını doyurmaları gerekir, bu yüzden Amy, yaşlı ve tekerlekli sandalyede evinden hiç çıkmayan Mrs.Clennam'ın yanında dikiş nakış işleri yapmak üzere kendine bir iş bulmuş olur. Bu sırada Mr.Clennam uzaklarda, 20 yıldır oğluyla birlikte iş yaptığı Çin'de ölür ve ölürken oğlu Arthur'a annesine götürmek üzere bir cep saati verir. Elinde bu saat ve kafasında aile sırlarına ilişkin bir dolu soruyla Arthur Clennam tam da Amy'nin işe başladığı sıralarda evine döner ve kendisine bile doğduğundan beri adeta bir taş duvar gibi davranan annesinin bu zavallı kızcağıza acıyıp, iyilik ediyor oluşuna şaşıp kalır. Kendi kendine senaryolar yazmaktan geri kalmaz, düşünür ki bizimkiler zamanında herhalde feci bir iş etti, bu kızın da ailesine falan zararı oldu bunun. O gazla soluğu Marshalsea'da alır ve Dorritlerin durumunu derinlemesine öğrenince de kendini ailenin koruyuculuğuna atayıverir. William Dorrit oraya neden düştü, nasıl düştü, nasıl kurtulur, Amy'e, sorumsuz ve gerizekalı abisi Edward'a, görgüsüz ablası Fanny'e nasıl yardımım dokunur diye dört döner. O bunlarla uğraşadursun, Amy çoktan aşık olmuştur bu orta yaşlı adama. Eh ama bir yandan da doğduğundan beri bir arada olduğu, hapishanenin baş gardiyanının oğlu John Chivery de ona aşıktır. Arthur Clennam, Dorritleri kurtarma peşinde koşarken, Amy de hem yaşlı babasına sahip çıkmaya çalışır hem de kader bu iki aileyi (Clennam ve Dorritleri) iyice birbirine bağlarken geleceğin ona getirdikleriyle baş etmeye çabalar.
İnanın Little Dorrit'in konusunu böyle tek bir paragrafta özetlemeye çalıştığım için madalya hak ediyorum. Çünkü konu Amy imiş gibi görünüyor ama dizi 14 bölüm boyunca Amy'nin yanında milyon tane karakteri ve onların milyon tane sorununu da anlatıyor. Amy'nin klarnet çalarak hayatını kazanan yaşlı amcası Frederick, Bleeding Hart Yard diye bir mahalle-sokak gibi bir yerdeki evlerde yaşayanların ev sahibi durumundaki Mr.Casby, kiraları toplamakla görevli ve bir yandan da her olayı araştıran kendi çapında dedektif Mr.Pancks, Casby'nin kızı ve aynı zamanda Arthur Clennam'ın çocukluk aşkı Flora, Casby'nin kiracılarından ve bir şekilde hep her olayın içine dahil olan Plornish ailesi, Clennam evindeki kahya Flintwinch ve evin diğer bir çalışanı Affery, Arthur Clennam'ın eve dönerkenki yolculuğunda tanışıp kaynaştığı Meagles ailesi ve yine aynı yolculuktaki Miss Wade, Meaglesların kızı Pet'in uzun zamandır aşık olduğu ailesi sosyetik ama kendisi çulsuz ve sorumsuz ressam Henry Gowan, Mr.Meagles'in mucit arkadaşı Daniel Doyce, Amy'nin ablasının salak aşığı Edmund Sparkler ve onun annesi ile üvey babası büyük bankacı Mr.Merdle, katil Fransız Rigaud ve İtalyan Cavaletto,...Sayfalarca ama sayfalarca karakter. Hepsi de birbirinden ilginç ve şahsına münhasır bu karakterler bir şekilde ana olaya ucundan kıyısından dahil oluyorlar. Yani direkt olmasa da, Amy ve Arthur üzerinden dokunuyorlar diyelim. Esasında bir ana olay da var mı, onu tam olarak söyleyebilir miyim bilmiyorum. Yani birçok olay var hikayenin merkezinde, birbirine geçmiş bir sürü tema var ama sanırım iskeletin ağırlık merkezi bir şekilde hep Amy.
Amy ve ablası Fanny
Dizinin hikayesinin parçalarını oluşturan ilk öğe Amy'nin ve babasının hapishane ortamı. Borçlarını ödeyemeyen insanların kaldığı bu bir çeşit fakir oteli görünümlü yerin saçmalığı ilk temamız diyebiliriz. Borçlarını ödeyemediği için burada kalmak zorunda kalan insanların orada kaldıkları için o borçları ödemek için para kazanma, bir şekilde durumu telafi etme şansları da yok. İkincisi Clennam ailesinin uhuu çok karanlık denilen geçmişi. Mrs.Clennam öylesine sarsılıyor, öylesine dudaklarını mühürlüyor ki bu geçmişin her bir bağlantısında ulan herhalde bunlar karı koca bir köye daldı, hepsini aç karnına yedi yamyam gibi, sonra da örtbas etti diyorsunuz. Öylesine bir algı yaratıyor hikaye. Sonra Meagles ailesinin saçmalıkları var. Kızları Pet'in istemedikleri Gowan ile evlenmesi ve sonrasında Henry Gowan'ın evlilikteki saçma sapan tutumunu izliyoruz. Ha asıl, kesinlikle anlam veremediğim Tattycoram ve Miss Wade hikayesi var. Meaglesların yanlarına aldıkları ailesiz Tattycoram'ın isyanları ve Miss Wade'in kendi karanlık geçmişinden dolayı ona yanaşması durumu. Miss Wade'in ona, yaptıklarını yapmasına sebep olan motivasyonu veren geçmişi için de bölümlerce ama bölümlerce tıpkı Clennamlarda olduğu gibi bir algı yarattıktan sonra dizi, pöh bu muymuş dedirten bir açıklama getiriyor. Herşey, her bir iplik böyle böyle bir şekilde birbirine bağlanıyor tabiki ama her olay, her geçmiş o kadar da büyütülecek bir hikaye konusu sunmuyor.
Ya da belki beklentilerle ilgili bir şeydir bu. Dizinin konusundan üç beş haberim vardı izlemeye başladığımda ama yine de kendimce ana konuyu Amy ve Arthur arasında gelişmesi gereken romantizme dayandırmış olabilirim. Ki bu durum da, diğer bir çok yan hikayeyi ilginç bulmuş ve izlemek istemiş olsam da son bölümün yarısına kadar hiçbir şekilde ilerleme kaydetmeyen bu hikayeyi beklerken ömrümü çürütmüş olmama sebebiyet vermiş olabilir. Üstüne bir de hiçbir türlü kimyalarını gözümde bir yere oturtamadığımdan, sonunda ortaya çıkan tablo tatmin edicilikten çok uzaktı. Şimdi o konuya geliyorum.
Little Dorrit ve babası Marshalsea'deki hapishane odasında
Arthur Clennam rolünde, seneler evvel Colin Firth'ün Darcysi'sini görmemişken izleyip aşık olduğumuz Matthew Macfadyen var. Kendisinden MM diye bahsedeceğim. MM bu diziden yalnızca üç sene önce hayat verdiği, adeta ruhuna büründüğü Mr.Darcy olarak bambaşka biriyken, Little Dorrit'te tamamen başka biri. Ohoo şahane oyuncu o zaman ne istiyorsun diyorsunuz değil mi? Oyunculuğunu kastetmiyorum, bilakis oyuncu olarak çok da farklı şeyler ediyor gibi görünmüyor. Adamda zaten direkt 19.yy.insanı tipi var, inanın bıraksak oraya zerre sırıtmaz. Beni rahatsız eden fiziksel görünüşü. Tamam insanların görünüşüne takık vaziyetteyim ama bir insan sadece 3 yıl içinde 20 yıl yaşlanır mı? Olabilir mi böyle bir şey ya?! Kilolu insanlara garezim yok, yanlış anlamayın ama hem kilo almış hem yaşlanmış. Tamam belki hikayenin özünde (ki oraya da birazdan geleceğim) karakter tam da böyle anlatılmıştır bilemem, ama öyle bir uzaktan seveni, takdir edeni olarak, en büyüğü onun Darcysisini bağrına basmış bir insan olarak üzüldüm, yağmur altında sokak ortasında dizlerimin üstüne çöküp "nedeeeen" diye ağladım. MM böyle bir Arthur Clennam vermişken bize, Little Dorrit rolünde Claire Foy tabiki ışıldıyor. Daha az bir zaman önce Crown'da kasıntı kraliçe Elizabeth olarak izledikten sonra yıllar yıllar öncesinin bu toy, tazecik Claire Foy'unu tüm o duygu karmaşası yığını içinde Amy Dorrit olarak izlemek çok güzel. Ama bu dizide oyunculuk anlamındaki asıl övgüyü alanlar diğer karakterlerimiz. Öyle bir William Dorrit oynuyor ki mesela Tom Courtenay, hem nefret ediyor hem böğüre böğüre ağlıyorsunuz. Sonra kardeşi Frederick Dorrit olarak James Fleet çıkıyor yanına, yutkunamıyorsunuz. Yeminle James Fleet'i bir yerde görürsem dünya gözüyle, boynuna sarılacağım, a be amcaaaam ah ah ah diye ağlayacağım. Ki o artık nasıl bir oynamaksa Outlander'daki Peder Wakefield olarak izlemişim Fleet'i ama şimdi bile iki karakteri yan yana koysam yine de aynı adam diyemem. Hele sonra bir Mr.Pancks var, Eddie Marsan resmen harikalar yaratıyor, şovu çalıveriyor ellerinden. John Chivery rolünde Russell Tovey öyle bir aşık ki, öyle bir yüreğimize dokunuveriyor ki, atlayıp Arthur'a iki yumruk sallamak, Amy'e de a benim salağım şu çocuğu üzeceğine kendini kuleden atsana diyesim geldi. Cavaletto olarak Jason Thorpe her diziye lazım müthiş keyif veren karakter olarak gözümüzün önünde coşsa da, asıl her şeyi ele geçiren, diziye karakterini kocaman bir mühürle basıveren kesinlikle Andy Serkis'in Rigaud'u. Ekranda belirdiği her saniye tüyleriniz diken diken oluyor, nefesinizi tutuyorsunuz istemsizce.
Rigaud rolünde Andy Serkis
Ha peki bunca şahane performansa şahitlik eden bir hikaye bize ne sunuyor? Bir kere hikaye anlatımı bizi sıkıyor. 14 bölüm olarak yayınlanmış dizinin ilk ve son bölümleri birer saat, diğer bölümler yarım saat. İlk bölümü izlemesi biraz zor oluyor haliyle, bunalıyorsunuz. Sonra olaylar ve karakterler harekete geçtikçe aralardaki bölümlerde keyifleniyor hikaye ama yine de bir şeyler yerine oturmuyor. Belki hikayenin anlatımında belki de senaryonun oluşumunda bir sorun var, bilemiyorum. Bir dolu yan hikaye ve karakterin ele alınmasında zaman zaman insanı sıkan, off hadi ama dedirten şeyler oluyor.
Esasında Charles Dickens'in 1855 ile 1857 arasında aylık olarak yayınlanan romanından uyarlanan dizinin belki de bu kadar dolu bir hikayeyi 8 saate sığdırmaya çalışmasından kaynaklanıyordur sorun. Eminim Dickens onlarca sayfada adamakıllı yazmıştır ama dizinin senaryosu birçok yan hikayede anlamsız çıkışlar gerçekleştiriyor. Yeterli alt metni sağlayamadığı noktalarda e bu şimdi sebebi neydi ki diye geçiveriyorsunuz. (Halbuki bizde çekilse dizisi herhalde bir Arka Sokaklar'dan daha uzun sürerdi.)
Yine de bir Dickens kitabı uyarlaması olarak Little Dorrit'i izlemek keyifli ve yine her Dickens hikayesinde olduğu gibi kendi dönemine, toplumuna, insanlarına, dünyasına yaptığı eleştirileriyle allah kahretsin 200 yıl sonra yine de hiçbir şey değişmemiş dedirten umutsuzluğuyla ama bir yandan da her şeyi ne olursa olsun kötülerin kaybedip iyilerin kazandığı bir mutlu sona bağlamasıyla güzel bir seyirlik. Hem belki hikayelerde mutlu sonları yazmaya devam edersek, bir gün hakikaten biz de kavuşuruz o mutlu sona.

IMDb'de Little Dorrit-->http://www.imdb.com/title/tt1178522/
Tv.com'da Little Dorrit-->http://www.tv.com/shows/little-dorrit/

2 Haziran 2017 Cuma

Muteriz



Bazen, böyle arada bir, bazı şarkılara takar ya insan. Bu da öyle. Takılmış plak gibi, durmadan dönüyor bende bu ara.
Ama siz albümü de dinleyin. (Haykırmadan Anlatamam)

güçlü kadınlar



Cuma ilhamı olsun.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...