22 Mayıs 2017 Pazartesi

izleyemediklerim okuyamadıklarım

Ara ara olurdu bu. Üniversitedeyken ve sonrasında da (tabi ondan öncesinde böyle şeyler hiç olmazdı, çünkü zaten elime geçirebildiğim kitap sayısı kısıtlıydı, film-dizi izlemek için de ancak televizyona muhtaçtım) böyle bazı zamanlar çökerdi üstüme, hiçbir şeyi okuyamaz, izleyemezdim. Size de oluyordur, biliyorum çünkü. Artık bu aşırı maruz kalmamızdan mı, her şeye artık çok kolay ulaşabildiğimizden mi, yoksa bir türlü bitmeyen depresyonumuzdan mı bilmiyorum. Bu böyle fazlaca şeye maruz kalma durumundan dolayı geçtiğimiz günlerde face'i ve instagramı kapattım. Hayatımdan çıkardım. Çünkü devamlı üstüme resim, video, haber yağıyor gibi hissettirmeye başlamıştı. Oturup saatlerce ekrana bakıyordum boş boş. Kapattım, rahatladım biraz.
Hayattan zevk almayı sağlayan birkaç ufak şeyden biri olan bu okuma izleme gibi eylemleri yapamaz hale gelince insan çok kötü oluyor. Hayır şimdi içinizde 24 saatin her bir dakikası yetişmek zorunda olduğu işleri olan ve bana küfredenler olabilir, özür dilerim. Keşke bir dakikamız olsa da açıp bir kitabın kapağını iki cümle okuyabilsek diyorsunuz biliyorum ama beni de anlayın. Milyon yıldır işsizim, üstüne amaçsızım, hayatım en dibine vurmuş, kimlik bunalımından tutun da ne kadar psikolojik sorun varsa yaşıyorum. Beni de anlayın.
Demem o ki çalışırken, o yerin dibinde, o bilgisayarların başında içimden ağlaya ağlaya ah ulan keşke çalışmıyor olsaydım tüm gün şu diziyi izlerdim tüm gece uyumaz şu serinin maratonunu yapardım falan diye söylendiğim zamanları hatırlıyorum, hatırlayabiliyorum. Ama gelin görün ki pratikte hiç de öyle olmuyormuş. Şu son birkaç aydır okuyamadığım kitapların, izleyemediğim dizilerin haddi hesabı yok. Açıyorum kitabı bin bir hevesle, birkaç sayfa okuyorum, etrafa bakmaya başlıyorum. Ne okursam okuyayım sarmıyor. Kendimi zorluyorum, ince birkaç kitabı bitirebildiysem onlar ancak. Diziler deseniz, listeler yapmışım bak bunu bunu izleyebilirim diye. O listeye göre açıyorum ilk bölümü, on dakika geçiyor geçmiyor kapatıveriyorum. Bazılarının bir bölümünü izleyebildim, önce iyi geldi, sonra ikinci bölümü açınca hevesim gene kaçtı. Hani yani hepsi mi kötü denk geldi, hepsi mi sıkıcıydı. Misal:

  • Poldark : Uzun zamandır köşede tutuyordum, tam benlikti çünkü. Kitap serisinden uyarlanmış, 18.yy güneybatı İngiltere, manzaralar süper, oyuncular güzel, hikayede her şey var. Başrolde zaten Aidan Turner ve saçları var, o uzun palto etrafında uçuşa uçuşa dolanıyor. Eleanor Tomlinson'u bir de kızıl saçlıyken izlemek paha biçilemezken, Heida Reed gibi bir güzellik önümüze geliyor. Ama gelin görün ki 3 bölüm izledikten sonra hımm peki o zaman sonra ne oluyor deyip, açıp kitapların konu özetlerini okudum. Aslında bunda böyle olacağını ilk bölümde anlamıştım. Ross Poldark ile Demelza Carne ilk tanıştığında dedim bunların aşık olmaları ve bir araya gelmeleri beni başına kilitler. Ama bendeki büyük sorun bu, imkansız karakterler sonunda kavuşunca tüm hevesim kaçıyor, bırakıp gidiveriyorum (evet çok derin psikolojik sorunlarım var farkındayım). Buffy ile Spike'ı o halde 10 sezon izlerdim ama ne zaman kavuştular, görüşürüz Buffy deyip gidiverdim. Vampire Diaries'te Elena ile Damon bir araya geldi, ben koptum. Sırf bu saçmasapan halimden dolayı güzelim dizilerin içine ediyorum. Ama siz izleyin Poldark'ı. Güzel.
  • Big Little Lies : Son zamanların en beğenilen işlerinden biri. Yine bir kitap uyarlaması. Aslında çok da tarzım olmayan konusu, daha ilk görüşte beni sarmaz dediğim bir çekim havası ve görüntüleri vardı ama dedim ki bunca insan bayılmış, bu kadar iyi eleştiri almış, eh Alexander da var (tabiki Skarsgard olan) bir bakayım. İlk bölümü aslında heyecanımı canlı tuttu, hakkını yemeyeyim. Ama ne zamanki ikinci bölüme geldim, o şiddet bana dokundu. Artık böyle kadınlara zarar veren şeyleri izleyemiyorum, dayanamıyorum. Yani işte anladınız siz ne tür görüntüleri kastettiğimi. O dakika bunu da kapattım. Sadece katil kim ölen kim öğrenmek için açıp okudum birkaç yer, o kadar.
  • The Musketeers : İşte bir "tam benlik" dizi daha. Aksiyon, macera, tarih, kostümler, dekorlar, kılıçlar, at üstünde kovalamacalar, 17.yy. Paris'inde Fransa'sında olaylar olaylar. Ve Alexandre Dumas'ın klasiği, üç silahşörler. Ama bu da olmadı, ilk bölümde heveslendim, ikinci bölümde ölesiye sıkılıp bıraktım. En çok üzüldüklerimden biri bu oldu. Çok güzel diziydi.
  • Unbreakable Kimmy Schmidt : Fikir şahane, oyuncular cuk oturmuş, yaratıcı ekip şimdiye kadar beni çılgınca güldüren işler yapmış bir ekip ama ilk bölümün sonunda neden dedim neden. Çok daha başka, çok daha değişik yazılıp, çekilebilecekken neden böyle yapmışlar. Bana absürt komediler gitmiyor, absürt hiçbir şey gitmiyor. Ama siz bilirsiniz, komik.
  • Baby Daddy: Cey çok uzun zaman önce önermişti bunu aslında, hem de motivasyon olarak Derek Theler'ı göstermişti. Merak da etmiştim, eğlenceli olur demiştim kendi kendime. Ama ilk bölüm sonunda, gülmüyordum. Yani tamam hakkını yemeyeyim Tucker'ın bir şey söylediği ya da mimik yaptığı çoğu yerde güldüm ama genelinde sıkıldım. Bu dizinin de böyle içine ettim sanırım, oysa çok umutluydum.
  • Elementary : Çok severek başladım, nasıl sevmezdim. Sherlock ve Watson'ı alıp güzelim New York'a koymuşlar, tarihleri günümüze ayarlamışlar. Jonny Lee Miller'ı keş bir Sherlock, zarafet timsali Lucy Liu'yu Watson etmişler ve gizemler gizemler...Zaten Lucy Liu'nun Watson'ının dizi gardırobu acayip hoşuma da gitmiş, izledim. Ama ancak 3 bölüm. Sonra sanki bana herşey çok anlamsızmış gibi geldi, hikaye örgüleri örgü değil, olaylar olay değil, çözümler eh. Bıraktım. Ama keyifli bir dizi halbuki. Şans verebilirsiniz.
  • Harley and The Davidsons : Bir başka muhteşemlik daha. Ama tabi gene kaçıp giden ben. Bildiğimiz Harley Davidson motosikletlerinin nasıl ortaya çıktığına dair heyecan dolu, iyi yazılmış, iyi de oynanmış bir mini dizi. Gene benim için yaptıklarını gösterircesine sene 1903'ten başlıyor. Michiel Huisman var bak bak doyamıyorsunuz o oynarken (evet o Daario Naharis). Ama ne zamanki Bill Harley tüm gece motor üstünde çalıştıkları için üniversite sınavına geç kaldı, giremedi, başı önünde eğik döndü, bende kayışlar koptu. Hayır bana ne oluyorsa ne ağlıyorsam. Devam edemedim.
Kitaplarda durum daha da vahim. Patrick Rothfuss'un Rüzgarın Adı, Ken Liu'nun Kralların Merhameti ilk bakışta aklıma gelenler. Bir on yirmi sayfa okuyup, kapattığım kitaplar hep. Hala bir kitapta kalabilmiş değilim şu an, elime alıp, geri bırakıyorum, pdfi açıp geri kapatıyorum. Ne olacak bilmiyorum.

"geldim"e ek ve ondan bundan şundan

Dün geldiğimi haber verdiğim yazıyı yazarken unutmuşum birkaç bir şeyi, halbuki bunları da söyleyecektim, akıl işte, gidip geliyor. Her şeyi ama her şeyi not mu almam gerekiyor benim öncesinde? Hayret bir şey.
Dönüş yolunda otobüsün ilk molayı verdiği tesisin tuvaletinde gözlüğümü unuttum mesela. Günlerdir rüyalar aleminde yüzüyorum resmen. Gözlerimdeki yanma batma kaşınma olayı iyice zıvanadan çıkmış olduğundan çok zorda kalmadıkça lensleri takmamaya çalışıyorum. O yüzden bozuk gözlerimle hayat gözlüksüz çok zormuş bunu anladım. Bilgisayar ekranını görebilmek dert, televizyonu izleyemiyorum bile, görmek için dibine girmem gerekiyor. Başım ağrıyor, gözlerim öyle ateşler saçıyor ki kendimi clark kent gibi hissediyorum.
Ben de çıktım gittim doktora. Göz doktoruna, bugün. Ben dedim derdime bir çare bul doktor bu gözlerle yaşayamıyorum ölesiye yanıyorlar. O da başladı Göbeklitepe anlatmaya (Urfalıymış, ondan).  Bir de kulağı az işitiyordu, bir noktada ne dediğimi anlaması için odada bağırmaya başladım. Ocak ayında yine aynı dertle gittiğim diğer doktor bir göz damlası ile gözyaşı damlası vermişti. O göz damlası ağzımın içinde yaralar çıkarttı, ben de koydum kenara. Gözyaşı damlaları ise bana mısın demedi, gözlerim şu an her zamankinden daha kötü. Bu seferki doktor ise bebe şampuanı ile yıka dedi kirpik diplerini gözlerini. Bir gözyaşı damlası da o verdi. Eczanede bebe şampuanı isteyince de eczacı anladı durumu tabi, gözlerin için mi dedi, artık bunun için göz şampuanları var bak göstereyim dedi. Benim de aklıma yattı, dedim bu gözlerimin lanetinden kurtulmak için bunu da deneyeyim. Şu an masamın üzerinde göz şampuanı, gözyaşı damlası, magnezyum hapı, demir hapı ve d vitamini kutuları duruyor. Uzunca bir süre "no doktor no cry" diye diye direndikten sonra şu an doktor ve ilaç manyağına dönüşüyorum sanırım. Cuma günü de cilt doktoruna gideceğim. 30 yaşına gelmişim hala koca koca sivilceler, bu yaşta insanda artık sivilce mi olur, kırışıklık olur kaz ayağı olur. Neyse o da verirse birkaç ilaç daha, oh mis. Büyükbabam gibi elimde ilaç torbamla gezerim.
Birkaç saat önce de ilk eşya dönüşümümü gerçekleştirdim. Özgür Dönüşüm var ya, grup aracılığıyla biriyle anlaşıp, evdeki eski kasetçaları verdim. Ama insan ne strese giriyormuş, inşallah bozulmaz elinde kalmaz falan diye. Çok mahçup olurum valla billa. Vermeden önce denedim çalışıyor ama, belli mi olur.
Böyle böyle evdeki eşyalardan kurtulmaya çalışıyorum. Saçma sapan hayallerim var şimdilik, iş bulabilirsem evi değiştiririm belki diye. O yüzden her şeyi yenilemek istiyorum. Belki etrafımdakileri yenilersem kendim de yenilenirim, değişirim diye umuyorum. Beni geçmişe bağlayan ne varsa olduğu gibi bırakıp kaçmak istiyorum. Şimdiye kadar deneyim diye bakıyordum, anılar, yaşanmışlıklar, eşyalar,..hepsi deneyim diyordum, beni ben yaptılar. Ama artık öyle bakmıyorum. Şu an olduğum kişi olmak istemiyorum çünkü. Bundan kurtulmak istiyorum. Beni şimdiki ben haline getiren bu 30 yıla dair ne varsa atıp kurtulmak istiyorum.
Bir de pek benlik değil ama bitki falan yetiştirmek, köyden birkaç saksı bir şey taşıdım. Mitoloji okumaya başladığımdan beri hep defnem olsun istemiştim, geçen gidişimde anneme dedim, bu sefer bir saksıya iki dal dikmiş, verdi. Halama da biberiye sormuştum, o da hem ondan bir saksı yapmış, hem de başka bir saksıya adaçayı dikmiş, onları verdi. Bir de fikir olarak takdir ettim, en küçük kuzenimin nişan şeyi olarak minicik bir saksıda değişik bir bitki dağıtmış, annemlerde duruyordu, annem onu iki güne kurutur diye onu da kaptım geldim. Hiç benlik değil dedim ya, işte o "ben" de kurtulmak istediklerimden. Belki yeni "ben" bitki insanı olabilir, belli mi olur.
Yalnız dışarıda iğde ağaçları ve hanımelleri çok çılgın kokuyor bu ara. Salak salak sırıtıyorum geçerken kokuyla mest ola ola.

21 Mayıs 2017 Pazar

geldim

En son yazıyı 10 gün önce göndermiş göründüğüme göre, tahmin edebilirsiniz. Anneler Günü'nü de fırsat bilip, köye kaçmıştım. Önceki akşam döndüm Ankara'ya. Köyden her dönüşümde kendimi sanki çok farklı bir gezegenden, ışık yılları öteden gelmiş gibi hissediyorum. Köyde her şey daha yeşil, her yer orman ağaç ot. Sabah uyanıp, yatağımdan kalktığımda pencereyi açıp bir iki dakika dikilip, duruyorum mesela öylece. Baktığım manzarada önümde alabildiğine uzanan dimdik yokuşlu ormanlar, sık ağaçlar, onlarında ilerisinde dalgalı bir deniz ve nihayet ufuk çizgisine birleşen gökyüzü oluyor. Odamın hemen sağ tarafındaki kümesten tavukların sesi geliyor, karşımdaki manzaradan kuş sesleri, rüzgarda hışırdayan ağaçların sesleri...Romantizm kasmıyorum burada bakın ciddi ciddi sessizlik içinde kuş sesleri duyuyorum o pencerenin önünde dikilirken. Sonra odadan çıkıp, direkt iki adımda evin kapısından çıkıp, kendimi bahçede bulabiliyorum. Yani yatağımdan kalkıp direkt kendimi güneşin, rüzgarın, inek ahırından gelen kokuların içinde ve çimenin üzerinde bulabiliyorum. Diyorum hiç de öyle doğa orman bayır insanı değilim diye ama orada, her sabah yapabildiğim bu şey çok hoşuma gidiyor. Böyle radyoda çok güzel bir şarkı çıktığında arabanın o ılıklığında biraz daha amaçsızca durmak gibi. O bahçede dikildiğim sabahlar hani hiçbir şeyin anlamı olmasa bile zerre umrumda olmazmış gibi geliyor. Sadece o birkaç dakika.
Tabi bir de güneşli olmayan sabahlar var ki Karadeniz'de güneşli gün sayısı tüm yıl içinde taş çatlasın bir ayı geçmiyor ya. Soğuk olduğunda, iyi soğuk oluyor. Sıcaklık 25 derecenin altına indi mi titremeye başlarım ama soğuk ölçüsünü biliyorum artık 21 senedir Ankara ayazında titrediğim için. Buna rağmen soğuk diyorsam bir bildiğim var. O yüzden mesela bulutlu sabahlarda da kuzinenin üstünde ekmek kızartmak insana mutluluk veriyor. Kuzineden üç adım uzaklaştım mı buz kalıbına dönüyorum ama olsun. Rüzgar azcık bir esti mi 90lara dönüyorum babamla sonra. O çanağın başına, ben televizyonun yanındaki pencereye.
O yüzden köyden her dönüşümde sanki orada yaşadığım boyut, buradakinden farklıymış hissi veriyor. Mamak'ın köhne manzarasından Ankara'ya girerken kendimi birden gerçekliğe fırlatılmış gibi hissediyorum. Bir de otobüste habire bir şey okuyup, izlediğim için sanırım. Bu seferki yolculuklarım gündüz olduğu için biraz manzarayı izlemeye çalıştım ama yine de iki kitap ve bir buçuk film izledim. Film geliyor olduğu için Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet'ini bir tekrar ettim. Bir de Etgar Keret'in hikayeler toplaması olan Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü. İlk izlediğim film 2014 yapımı Non Stop'tu. Liam ustamı izlerken keyifliydi ama sonrasında 2013 yapımı Rush'ı ancak 50 dakika falan izleyebildim. Film baya iyiydi aslında, neden bunaldığımı bilemedim. Daniel Brühl'ü severim, arabaları, yarışları severim, eh 70ler fonunda da herşey biraz daha renkli oluyor. Bilemedim.
Köye gitmeden önce kan tahlili için doktora gitmiştim. Aslında taa nisanın sonunda gitmiştim ama doktorun yazdığı reçetedeki ilaçları almaya ancak dün gittim. Önce netten bakıp nöbetçi eczane listesine, en yakınını işaretledim ve çıktım yürümeye başladım. Haritada tam şu sokağa dönünce diye gösteriyordu nöbeti eczaneyi, ben de döndüm. Ama karşılaştığım eczanenin ismi elimdeki isimle aynı değildi. Bu da açıkmış olsun dedim girdim. Almam gereken ilaçların biri demir biri magnezyum hapı, sonuncusu da d vitamini kapsülüydü. Demirle magnezyum tamamdı da, d vitamini için eczacı doktorun yazdığı hakkında bir dolu şey söylemeye başladı. İçinde bir katkı maddesi mi bir şey varmış, çok zararlıymış, ödem yapıyormuş, zehirlenip gelenler olmuş, çok ağırmış bu dozu böyle. Ben karşısında şoktan şoka girerken o anlatmaya devam etti. Önüme koyduğu kutuya ben artık safi zehir diye bakıyordum, eczacı ise gözlerimdeki o dehşeti görmüyordu. Bana diğer bir ilacı tavsiye etti, bak bunda katkı maddesi yok, iyi bu daha iyi dedi. Ben ise daha da şaşkınlıkla bakmaya devam ettim. O an kafamdan geçenleri gözlerimden okuyabiliyordur diye düşündüm ama sanırım okuyamadı. Çünkü eğer okusaydı bana hiçbir ilaç lafı etmezdi. Yahu bu ilaç bu kadar zararlı bunu niye yazıyor o zaman doktor? Ya da üreten bunu ilaç diye niye üretiyor? Sen niye satıyorsun? Bana önerdiğinle bunun arasında 30 lira fark olması ne anlama geliyor? Pahalı olan her şey daha mı sağlıklı? Madem insanları öldürüyor (tamam abartttım öldürmüyor ama zehirleniyorlar işte) niye veriyorsunuz insanlara? Bu ilacın görevi zaten beni düzeltmek değil mi? Ulan ne d vitaminiymiş, iki hafta höyüğün tepesinde kızgın güneşte kavrulmama rağmen hala nasıl eksik olabiliyor? Hücrelerimin yüzde doksanı çay kahve ve sütten oluşuyor hadi anlıyorum demir ve  magnezyum eksikliğimi ama de vitamini ne alaka lan? Sonuç: Şu an o zehir kapsülü masanın üzerinde, bakışıyoruz, ben onu yok sayıyorum o da beni.
Sabah da sınava girdim zaten. Matematiği ne kadar seviyorsam o kadar yapamadığımı fark ettim. Gülüyorum kendi kendime. Yapacak başka bir şeyim yok, elimden başka bir şey gelmiyor. Anca gülüyorum kendime. O izleyemediğim Rush'ın bir yerinde Niki Lauda ile Clay Regazzoni arasında şöyle bir konuşma geçti:
Clay: Ama bu sadece iş değil, değil mi? Bizim yaptığımız. Bu bir tutku. Aşk. Bu nedenle hayatlarımızı riske atmaya hazırız.
Niki: Ben değilim. Eğer daha fazla yeteneğim olsaydı ve başka bir şeyde daha fazla para kazanabilseydim, onu yapardım.
Adam o kadar kazanmış, o kadar ünlü ve başarılı olmuş bir formula 1 pilotu. Ve bu kadar da gerçek konuşuyor. Ne kadar sevdiğin, istediğin, hayal ettiğin önemli değil galiba. Sonunda yine sadece becerebildiğin şeye kalıyorsun. Ki bu benim durumumda salak salak oturmak oluyor.
Neyse, demek istediğim, ben döndüm.

11 Mayıs 2017 Perşembe

2010 yapımı Tangled

18.doğumgününe girdiği gün pek sevimli ve pek güzel Rapunzel'in annesinden tek bir isteği olur: Her sene doğumgününün gecesinde gökyüzünde uçuşlarını izlediği ışıkları görmeye gitmek. Çünkü Rapunzel bu zamana kadar en tepesinde yaşadığı o kule şeklindeki evinden hiç dışarı çıkmamıştır. Annesi dışarısı tehlikeli, sana göre değil der hep, kendi iyiliği için evde kalmasını tembihler. Çünkü Rapunzel'in upuzun, sihirli saçları vardır. Öyle ya dışarıdaki insanlar bunu öğrenirse onu kullanmak ister, Rapunzel'e zarar verebilirler. O yüzden annesi bu sefer de izin vermez çıkmasına. Ama annesi gittiğinde Rapunzel'in şansına, kader ağlarını örer ve krallıktaki en değerli tacı çalıp kaçmış olan yetenekli hırsız Flynn Rider ormanda askerlerden kaçarken Rapunzel'in kulesine giriverir. Biraz uğraştıktan sonra anlaşmaya varır iki genç. Flynn, Rapunzel'i ışıkları görmeye götürüp, kuleye geri getirecektir sağ salim. Rapunzel de ona tacı geri verecektir sakladığı yerden. Ve iki deli, yola çıkarlar, ikisinin de hayalleri ayrı ayrı, aynı yolda maceralara girişirler.
İnanılmaz güzel olmuş bu haliyle upuzun saçlı prensesimizin hikayesi. İ-na-nıl-maz güzel. Hakikaten artık senarist Dan Fogelman'ın mı maharetidir yoksa yönetmenlerin, Disney'in, prodüktörlerin mi, masalın bu hali, her bir karakter, diyaloglar...Her şey o kadar güzel ki, yerli yerinde ki. Eğleniyorsunuz, gülüyorsunuz, heyecanlanıyorsunuz, seviniyorsunuz, iç geçiriyorsunuz. Bir Disney masalından ne bekleyebilirseniz o geliyor önünüze. Fazlasıyla. Grimm kardeşlerin aktardığı haliyle Rapunzel'in hikayesindense, bu karmakarışık hale gelmiş masal çok daha keyif verici, mutlu edici ayrıca.

Bir de animasyon bile olsa, böylesi duyguları nasıl verebiliyorlar, o bakışlarla her şeyi nasıl anlatıyorlar, insanın aklı almıyor hakikaten. Kralın hüznünü iliklerinizde hissediyorsunuz. Kayıp prensesin bulunduğu haberini veren muhafızın bunu anlatışı, kralla kraliçenin bunu anlayışı...Gothel ananın (Rapunzel'in üvey annesi işte, onu kaçıran yani) o gerçekçiliği, o kötülüğü, o söylediği her şeyin altında başka bir şey olduğunu nasıl da anlatabiliyorlar bilgisayarda can bulmuş bir karakterler? Bir ata nasıl böylesi bir karakter yükleyebiliyorlar, bir at nasıl oluyor da tüm şovu çalabiliyor? İnsan saygıyla önlerinde eğiliyor.

Gördüğünüz gibi, okuduğunuz gibi, Tangled'a birçok yönden bayıldım. Bu şekilde devam ettiğim seri içindeki en iyilerden biriydi, Beauty&The Beast'e karşı objektif olabilsem belki de en iyisi diyebilecektim ama elimde değil orasını karıştırmayalım. Bir de Tangled'ı en en en güzeli - benim nazarımda - yapmayan yönü var ki orası da elimde değil. Çizim tekniği beni rahatsız ediyor bu türün. Yani çizim tekniği mi denir bilemiyorum tabi, artık nasıl isimlendiriliyor. Hani gözünüzün önüne bir Tangled'ı bir de Sleeping Beauty'yi Cinderella'yı getirin mesela. Fark ettiniz değil mi, anladınız dediğimi. Şimdilerde tüm eski çizgi filmleri de bu şekilde bir değişiklikten geçirmişler, yeğenlerle izlerken fark ettim geçtiğimiz yıl boyunca. Heidi mesela, benim izlediğim görüntüde değildi, bir tuhaf bir değişikti. İşte bu teknik, beni rahatsız ediyor. Soğuk geliyor, buz gibi. Çizgi film gibi değil, atari salonundaymışım hissi veriyor. Herşey çok balon balon duruyor, renkler öldüresiye parlak. Soğuk işte.

Ama siz bana bakmayın. Ben iflah olmaz nostalji bağımlısı, geçmişte bata çıka yürümekte ısrar eden ihtiyar ruh olarak böyle saçma şeylere takıyorum. İyisi mi Tangled'ı izleyin siz güzel güzel.


9 Mayıs 2017 Salı

Kong : Skull Island (2017)

Sene 1973. Amerika başkanı seneler süren eziyetin sonunda nihayet Vietnam'dan çekilme kararını açıklarken, canavarların gerçek olduğuna inanmayı bir türlü bırakmayan Bill Randa ve pür bilim aşkıyla teorilerinin peşinden koşan biyolog Houston Brooks, Güney Pasifik'teki bir adanın peşine düşer. Çevresi bir türlü aralanmayan, bitmeyen bir fırtınayla çevrili adaya ulaşmak üzere böylece kalabalık bir ekip yola çıkar: Landsat şirketinin ekibi ile birlikte gemide Randa ve Brooks'un yanısıra iz sürücü - yol bulucu olarak eski bir ingiliz ordusu askeri James Conrad, ortada ne döndüğüne dair burnuna gelen değişik kokuların peşine düşmüş savaş-karşıtı savaş muhabiri Mason Weaver ve tüm ekibin güvenliğinden ve helikopterle ulaştırılmasından sorumlu askeri ekip ki başlarında komutanları Preston Packard ile Vietnam'dan evlerine dönmeyi beklerken kendilerini bu adada bulan askerlerin oluşturduğu bir ekip bu. Geride kalan (ama kalmayan) savaşın herkesin dengesini bozduğu bir ortamda, üstünde yaşadıkları dünyaya çok da aitmiş gibi durmayan bu adada bu ekip, canavarların gerçek olduğuna ve var olduklarına kendi gözleriyle tanık olmaya başlar.
Kafatası Adası'nın kralı, devasa Kong'un hikayesi bu şekilde aslında hem değişik tatlar taşıyan hem de görsel olarak vay be dedirten bir seyirlik sunuyor gibi görünüyor. Arkasına aldığı fon Vietnam-hemen sonrası ama aslında adı Kong olmasa filmin resmen de bir Vietnam filmi. Çocukluğumda tvde izlediğim tüm o yeşil, yapış yapış ormanın nemini üstümde hissettiğim, kanlı, bol eziyetli savaş filmlerinin havasında. Görüntüler öyle, hikayenin anlatımı öyle. Hatta metnin içerdiği (veya içermeye çabaladığı) mesaj bile öyle: Savaş kötüdür, insanları vay ne hale getirir, şiddet kötüdür, şiddet hiçbir şeyin çözümü değildir, vs. Yani hani neredeyse bir Kral Kong filmi olmaktan çıkma noktasına gelecekken geri adım atıveriyor. O adımda da eski Kong hikayemizin ana fikrini tekrar etmeye çabalıyor. Biz insanlar çok kötüyüz, doğaya ve canlılara habire karışıp dengeyi bozuyoruz, bıdı bıdı. Ve tabiki en büyük mesajımız, en korkunç canavarın bile içinde bir sevgi parçası vardır, sevgi sevgi sevgi, herşeyin çözümü, hepimiz birbirimizi sevelim.
Teoride film tüm bu mesajları vermeye çalışıyor gibi görünüyor, orasını anlıyoruz. Klasik ekibimiz de elimizde. Hep bir incecik bluzla ortalarda koşturan bir adet sarışın, üstünden salon erkekliği akmasına rağmen sırf bu rol için kas yaptırılmaya çalışıldığı belli olan bir adet derin düşünceli esas oğlan, işin iç yüzünü bilip de tüm milleti az bilgiyle peşinden cehenneme sürükleyen kafadan çatlak şişman ve eli kameralı adam, savaşta olmasına rağmen esprili dolaşan kahraman amerikan askerleri. Herşey klişe gibi duruyor belki ama filmi izlerken keyif alıyorsunuz bu klişe olması durumundan. Çünkü bundan keyif almazsanız film başka da bir şey sunmuyor, sunamıyor. Elinde tüm imkan varken, görüntüler güzelken, hikayeyi oturttuğu düzlem, fon bir dolu güzellik sağlarken ve çılgıncasına bir oyuncu kadrosu varken, bir şeyler olmuyor. Hakikaten ilginç. Ben önce kesin benden dedim, üstüme alındım, bu aralar her şeyden sıkılıyorum ondandır dedim. Ama gördüm ki sonra büyük bir çoğunluk var beğenmemiş olan. Eh o zaman belki bir nebze haklıyımdır ben de dedim. Çünkü olmuyor film, bir şeyler tam oturmuyor. Bir türlü sarıp sarmalamıyor, karakterler havada öylece yüzüyormuş gibi önünüzden geçiyor. Ekibin aklı selimi ama eski askeri James Conrad rolünde Tom Hiddleston o kadar eğreti duruyor ki mesela, Tom'un suçu bile değil. Adamın, karakterin motivasyonu, geçmişi, içeriği ne hiçbir türlü fikrimiz olmayınca, eh Tom'un da o aksanı, inceliği (fiziksel olanını kastetmiyorum), düzgünlüğü hesaba girince kalıyor ortada. Samuel L.Jackson'ın komutan Packard'ı şimdiye kadar milyonlarca kere gördüğümüz savaşa gidip savaşın kendisi olup çıkmış manyak komutan olarak o kadar "stereotip"ki üstüne tek bir taş dahi koyulmuyor. Brie Larson'ın savaş karşıtı muhabiri Mason Weaver için ise diyecek hiçbir şey yok. Bu tür hikayelerde olabilecek en pasifize rolü, siz tutar da Oscarlı dramaların oyuncusuna, hem de iyi de bir oyuncuya verirseniz işler iyice karışır tabi. Kong ile sevgi bağı kurmalı hikayeye göre, sarışınımız rolü bu esasında. Ama rolde sırf Brie Larson olduğu için, karakter klişelerinden çıkıyor, daha iyi bir şeye evrilemeden ortada kalıyor, Lara Croft olacakmış da yarı yolda koca gorili görüp bir elimi değdireyim demiş gibi. Amerikan askerleri her zamanki gibi, bildiğimiz gibi. Ne eksiği ne fazlası. Ha ama her dokunduğu rolü çiçeklendiren insan John C.Reilly var ki bir Marlow olarak, herhalde tek izlenebilir karakter o.
Sanırım bu film için yapılabilecek en iyi şey sinemada devasa bir perdede, ne bileyim 3 boyutlu falan izlemek. Ya da evde duvarınıza falan yansıtabiliyorsanız, ses sisteminiz de varsa, öyle keyifli olur. Haberlere göre bu canavarlarin serisi gelecekmiş, daha önceki Godzilla ile beraber hepsi bir canavar evrenini oluşturacak şekilde. Onları artık isterseniz öyle izleyebilirsiniz, aklınızda olsun.
Bir de müzikler çok güzel. Malum, geçtiği dönem.



IMDb'de Kong: Skull Island-->http://www.imdb.com/title/tt3731562/

5 Mayıs 2017 Cuma

çünkü niye delirmeyeyim

(Onedio'dan çarptım çocuklar)

İstemsizce gülüyorum, yarın sabahtan akşama bilgisayarla falan filan ilgili konulardan sınav olacağım, kafayı yemişlikten hemen sonraki ilk virajdayım, bir Leonidas'ım bile yok, anlayamazsınız...

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...