12 Kasım 2012 Pazartesi

Bölüm 3 : So forever, towards dark, we rise

Bu, tezden kalacak olmam durumu ilk şokunun ardından yerini taze mi taze, naneli diş macunu gibi bir aydınlanmaya bıraktı. Madem dedim, bu noktada tıkandım, resmen kangren oldum, tazelenmeliyim. Kendime gelmeliyim bir. Vazgeçmek gibi değil, hayır kesinlikle değil, daha çok bir tür dinlenelim çayımızı içelim sonra daha bir canlı devam edelim yola tazeliği bu.
Sene 93'ten beri okuyorum ben. 19 yıldır, kendimin iki katı boyda bir adet genç insanın olabileceği yaş kadar, yaşayabileceği yıl kadar süredir ben öğrenciyim. Hiç ara vermedim, hiç dinlenmedim. 93'te Kocaeli'nin bir küçük kasabasındaki bir garip okulda tuvaletin kapısına bakan bir sınıfa adımımı attığımdan beri, her an her durumda endişeliydim. Her zaman mutlaka yapmam, yetiştirmem, düşünmem, plan yapmam gereken birşeyler vardı. Ya bir ödev, ya bir proje, ya öğrenilecek bir ders, ya tekrar edilecek bir konu, ya araştırılması gereken şeyim kadar iplemediğim birşeyler...Mutlaka ama mutlaka vardı ve ben hep iki yandan cendereye sokulmuşum gibi yaşadım hayatımı. Bitmedi. Hiç bitmedi.
Ama işte son bir haftadır şunu fark ettim, bitirebilirim. En azından bir süreliğine bitirebilirim. Tezden kaldıysam, bir sene sonra yine tam bu vakitlerde yeni bir tez önerisi verebilir ve yapabilirim. Atılma durumu olmadığına göre, kaydımı yenilesem yeter. Ha tabi tam olarak prosedürleri bilemiyorum henüz ama yapılabilir birşey sanırsam bu şimdilik. Neyse işte, bu sırada istediğim şekilde yaşayabilirim. Şimdiye kadar vaktim olmadığı için, sırf yapmak zorunda olduğum şeyler olduğu için okuyamadığım kitapları okuyabilirim, araştıramadığım konuları araştırabilirim (ve bunlar hep benim istediklerim benim merak ettiklerim olabilir), izleyemediğim filmleri izleyebilir, yeni yeni dizilere başlayabilirim, yazamadığım onca kitabı yazabilir, katılamadığım bir sürü öykü yarışmasına katılabilir, gidemediğim konserlere gidebilirim, dağıtabilirim ertesi gün ders yapmam tez yazmam gerekiyor diye düşünmeden, salondaki kanepede uyuyakalabilir işe uykulu gözlerle gidebilirim, her haftasonu bir müzeye gidip tabanlarım sızlayana kadar eserlerin önünde dikilebilirim, yılbaşıları yıldızlar altında, doğum günlerimi karlar içinde geçirebilirim ve en önemlisi yaşayabilirim endişe içinde olmadan, bir şey yetiştireceğim bir şey yapmam gerekiyor paranoyası içinde olmadan. Ömrümde ilk defa kısmen de olsa özgür olabilirim.
Yani tabiki bu süreyi yeni - ve improved lorelai diyesim geldi aldırmayın bana - tez konumu düşünerek ve araştırarak geçireceğim ama en azından bu zevkli bir araştırma olacak çünkü çıkış noktam "ben ne istiyorum, ben hangisinden zevk alıyorum" olacak. Belki düşündüğüm şekilde devam edilemiyordu teze, yüksek lisansa. Olsun o zaman da bu önümdeki bu tazelenme dönemini sınavlara hazırlanmaya ve puanlar almaya, yeni okullara başvurmaya harcarım ki bu hiç canımı sıkan bir şey değil. Test neslinin göbeğinden yetiştiğim için çerez ekmek gibidir bana sınavlara hazırlanmak, soruları çözmek. Üniversite sınavına da girerim, ales'ine, üds'sine de. Gider başka bir okula başvururum, canım isterse hatta lisansa bile girerim. Önemli olan, bu arada istediğim gibi herşeyi öğrenmiş olarak bunlara başvuracak olmam. Önceki gibi bodoslama gidip yüksek lisans mülakatında "indiana jones" cevabını vermeyecek olmam. Karşıma geçip beni sorgulayacak olanlardan daha fazla şey biliyor olacağım, ve bunları sırf kendim istediğim için ve kendi istediğim şekilde öğrenmiş olacağımdan içim rahat aklım mutlu olacak.
Hayır bu bir vazgeçiş değil. Ben hala Krallar Vadisi'nde çöl tozu yutmak, geceleri gölgelerde firavun hayaletleri görmek, şatolarda gayda eşliğinde halay çekmek istiyorum. Yapacağım da. Yapacağım son şey olsalar da hayallerimi gerçekleştireceğim. Sadece öncesinde, biraz yaşamam gerek.

11 Kasım 2012 Pazar

Sherlock Holmes romanları : Korku Vadisi ve Dörtlerin Yemini


Sherlock Holmes külliyatının hikayeler toplamasının 4'üncü kitabı Martı Yayınları'ndan çıkan "Gerçekler Kanıt İster" kütüphaneye ulaşana kadar arada, 4 Sherlock Holmes romanından bulabildiklerimi okuyayım dedim. Şansıma yine kütüphanede Dörtlerin Yemini ile Korku Vadisi kitaplarını buldum.
Esasında daha önce de gördüğümüz gibi külliyatı kronolojik olarak okumak için ilk etapta Kızıl Dosya'dan başlamak gerekiyor. Ama ben onu henüz bulamadığım için - kütüphanede yok, şimdilik kitapçıdan da almadım - hikaye kitaplarının birincisinden başlayıp sırayla okumuştum. Ama romanları ters sırada okumuşum, önce Korku Vadisi'ni sonra öbürünü okudum. Öyle olunca aralardaki bağlantılar ve olay bütünlüğü biraz sapıtıyor.
Dörtlerin Yemini, orijinali The Sign of (The) Four olan 1890 tarihli Sherlock Holmes romanı. Bu "the" kelimesi ilk baskıda varken sonradan okyanusun diğer yanındaki baskılarda falan olmamış, sonra yine ortaya çıkmış. Öyle bir yolculuğu var romanın isminin. Ama Türkçe'ye çevirdiğimizde bir fark ortaya koymuyor tabi, her ne kadar yayıncılar dörtlerin yemini ya da dörtlerin işareti olarak çevirmiş olsalar da birebir çevirisi de dördün imzası gibi bir şey oluyor. Olay sıralamasına göre Holmes ve Watson'ın ikinci macerası, daha birbirlerine yeni yeni alışıyorlar. Watson, Sherlock Holmes yöntemlerine henüz giriş aşamasında. Onun hakkındaki fikirleri tam oturmuş değil, gene de ikisi arasında on yıllar sürecek kardeşliğin başlamakta olduğunu görüyoruz.
Dörtlerin Yemini, İngiltere'de başlayıp uçları Andaman ve Hindistan'a uzanan bir olayı anlatıyor. 1888'de Holmes ve Watson'dan yardım istemek için gelen Mary Morstan'ın hikayesi ile başlıyor. Sonrasında 1857'de Hindistan'da İngilizlere karşı girişilen isyana ve hazine dolu sandıklara kadar uzanıyor. Türkiye İş Bankası Yayınları'nın Modern Klasikler Dizisi altında bastığı kitabın Ocak 2011 tarihli ilk basımını okudum ben. İpek Babacan'ın çevirisi olan kitap, 153 sayfalık. Tüm olay kendi içinde de 12 bölüme ayrılmış vaziyette.
  1. Sonuçlara Varma Bilimi
  2. Vakanın Bölümü
  3. Çözüm Arayışı
  4. Dazlak Kafalı Adamın Öyküsü
  5. Pondicherry Konutundaki Facia
  6. Sherlock Holmes Tatbikat Yapıyor
  7. Fıçı Olayı
  8. Baker Sokağı Başıbozukları
  9. Zincirin Eksik Halkası
  10. Yerlinin Sonu
  11. Büyük Agra Hazinesi
  12. Jonathan Small'un Tuhaf Öyküsü

Korku Vadisi ise orijinali The Valley of Fear olan 1915 tarihli son Sherlock Holmes romanı. Bu kitaptan sonra Doyle iki hikaye kitabı daha yayınlayıp Holmes dosyasını kapamış. Korku Vadisi yapı olarak iki büyük bölüme ayrılmış, bu bölümler de kendi içinde 7'şer alt bölüme ayrılmış. Kitabın ilk kısmında bir malikanede gerçekleşen feci bir cinayetle karşılaşıyoruz ve Holmes ile Watson bu cinayeti çözmeye çalışırken hikaye bizi dönemin Amerika'sındaki bir maden kasabasına, hatta masonik örgütlere kadar götürüyor. Tüm romanın biraz iç içe bir yapısı var bu anlamda, her adımda başka bir yere yönleniyor, dış kabuğu soydukça yeni bir kabukla karşılıyoruz.

İlk bölüm Birlstone Faciası:
  1. Uyarı
  2. Sherlock Holmes Konuşuyor
  3. Birlstone'daki Facia
  4. Karanlık
  5. Malikane Sakinleri
  6. Bir Işık Görünüyor
  7. Çözüm
İkinci bölüm Çete:
  1. Yabancı
  2. Büyük Üstat
  3. Vermissa, 341 numaralı Loca
  4. Korku Vadisi
  5. En Karanlık Saat
  6. Tehlike
  7. Birdy Edwards'ın Tuzağa Düşürülmesi
Doyle'un hikayeler toplaması şeklindeki Sherlock kitaplarından sonra bu şekilde tek bir kitap boyunca uzunca bir Sherlock olayı anlatması tahmin ettiğimden iyiydi. Zaten kısa hikayelerinde olayların çözümlenmesini biraz çabuk ve basit bulduğumu söylemiştim. O yüzden romanlardaki olayların gelişimi, çözüme ulaşılma şekli biraz daha fazla hoşuma gitti. Ama bu gene de olayların o kadar zor bir şekilde çözüldüğü anlamına gelmiyor, Sherlock yine bana çabuk gelen bir şekilde çözüme ulaşıyor. Ama en azından bizim olayı tamamıyla anlamamız ve arka planını öğrenmemiz kitabın yarısını kaplıyor. Diğer güzel yanı, tüm Sherlock maceraları gibi, Doyle'un o dönem atmosferini, Londra'sını, İngiltere'sini anlatıyor oluşu, ki bayılıyorum. Kötü yanı ise bunları Doyle'un bakış açısından öğreniyor oluşumuz. Misal, Dörtlerin Yemini'nde aborjinleri anlatışı bana rahatsız edici geldi. Tamam benim de öyle pek bir aborjin bilgim falan yok ama onun anlattığı şekilde de olmadıklarına eminim. Ama tabi Doyle'un bakış açısı da yaşadığı dönemde, İngiltere'den oralara bakışı kapsıyor, anlamak lazım. Bir de masonluğa göz kırpan bir tür örgütlenmeyi - artık göz mü kırpıyor direkt masonluk mu fremasonluk mu orasını bilemem ben o konuda da uzman değilim - anlatması ilgi çekici. Ve bunu da onun döneminin anlayışı içinde okuyor oluşumuz keyifli. Bunların yanında İş Bankası'nın basımları güzel, temiz, çevirisi mükemmel. Ama o kapaklar ve tasarım...yapmasınlar böyle, olmuyor, insanı geri geri itiyor.
Şimdilik, yeni bir Sherlock kitabında buluşana dek, Sherlock'u pek güzel özetleyen düşünceleriyle bitiriyorum:
-Bütün bunların neresinde gizem var?
-Gün gibi açık.(...) Şu anda mesleki bir araştırma yürütüp yürütmediğinizi sorabilir miyim?
-Hayır yürütmüyorum. Bu yüzden kokain kullanıyorum. Beynim çalışmazsa, yaşayamıyorum. Yaşanacak başka ne var ki? Pencereden dışarıya bir bakın. Dünya bundan daha kasvetli, iç karartıcı ve kısıtlı olabilir mi? Sokak boyunca döne döne savrulan ve boz renkli evlerin üzerine çöken şu sapsarı sisi görüyor musunuz? Bundan daha yavan ve somut bir şey olabilir mi? İnsan yeteneklerini uygulayacağı bir alan bulamazsa Doktor, yetenekli olmak ne işe yarar? Cinayet sıradan, varoluş sıradan ve sıradan olanların dışında hiç bir özellik bu dünyada bir işe yaramıyor.
Önceki Sherlocklar:
Sherlock Holmes:Akıl Oyunlarının Gölgesinde
Çizgi roman Baskerville Laneti ve tvdeki Sherlocklar Watsonlar

my brown eyed girl...do you remember when?


Brown eyed girl by Van Morrisen on Grooveshark

Bölüm 2 : And if you wait too long, then you'll never see the dawn again

Pazartesi günü hocadan o cevabı alıp, hayatımın sahip olduğu en miniminnacık umudun da yol olup gittiğini gördükten sonra işe dönmek için öğlene kadar vaktim vardı. Ağlayacak bir yerler aradım kampüste, bir kuytu köşe bulup salacaktım. Ama her yerden fırt fırt birileri çıkıp duruyordu. Yürüdüm, yürüdüm, sonunda otobüse binmek zorunda kaldım. Bir türlü tek başıma kalamadığım için ağlayamadım. Bir kere de ağlayamayınca hepten tıkandım, deli deli etrafa bakınmaya başladım. Sinirlendim, çok sinirlendim. Üzüntüm sinire dönüştü. İndim otobüsten, Cepa'ya girdim. Önce oturup kendimi yemeğe boğayım dedim. McDonalds'tan kocaman bir menü aldım, burgeri, patatesi, soğan halkaları, kolası ne buldumsa. Yemeye çalıştım ama beceremedim. Burgeri  bile zor yuttum, çünkü ben mutsuz, üzgün, endişeli, heyecanlı ya da aşırı  mutlu olduğumda hiç birşey yiyemem. İçemem bile. Onca şey masada öylece kaldı, ben onlara baktım onlar bana. Sinirimi yemeklerden çıkarmak istemiştim halbuki, kendimi deli gibi yemeye verecek cezalandıracaktım. Olmadı.
Diğer yolu denedim. Sırf para için ruhumu sattım dedim, sırf param olsun diye işe girdim, kendimi bu mutsuzluğa bu karanlığa mahkum ettim dedim, öyleyse saçayım şu parayı kahrolsun istedim. Girdim d&r'a, aklımda tek bir düşünce: Hiç almayacağım şeyleri alacağım. Boşu boşuna para harcayacağım. Hatta direkt şu vampirli ergenli ne bileyim gossip girl kitapları gibi olanların rafına yönelmek üzere girdim kapısından ama kendime engel olamadım, önce girişteki ucuzluk standına yapıştım. Oradan koparıp kendimi, çok satanlar rafına bakmaya çalıştım. Önce Casual Vacancy'i alayım dedim, Rowling hayatıma anlam katan insanlardan biriydi sonuçta. Ama o tuğla gibi cildin beni mutsuz edeceğini biliyordum, eleştirileri incelemeleri okumuştum. İlerledim, yine popüler şeylere bakındım belki gerçekten paramı çarçur edebileceğim birşeyler bulabilirim diye. Elimde ucuzluk standından aldığım "Taaşşuk'ı Talat ve Fitnat" ile "Koltuk" vardı. Tam Vampir Günlükleri'ne, Vampir Akademisi'ne falan elime uzatmaya çalışıyordum, ben uzatıyordum elime geri geliyordu, ki arkamdan bir gencin görevliye fantastik rafındaki birşeyleri sorduğunu duydum. Sadece bir ufacık tiklenmeye ihtiyacım vardı zaten, hemen döndüm fantastik rafına susuzluğumu gidermeye çalışırcasına yapıştım. Gotik Edebiyat yazıp, birkaç kitabı paketlemişlerdi. O kadar kendimde değildim ve o kadar hayatımdan nefret edişim gözümü bulandırmıştı ki pek bir şey görmüyordum. Sadece gotik edebiyat yazdığını, otranto şatosunu gördüğümü hatırlıyorum. Otranto Şatosu'nu Jane Austen'dan dolayı biliyordum, hep  merak ediyordum ama Türkçe bulabileceğimi hiç düşünmemiştim. Bu paketi de aldım elime. Kollarım dolu, dolanmaya devam ettim. Müzik cdlerine bile baktım, ki hiç orijinal alma adetim yoktur. Netten elde edebildiğim için yıllardır, müzik cdlerine para vermeyi müsriflik sayıyordum. Ama sinirliydim, paraya kızmıştım ya mutlaka bir cd alacağım diye direndim. The Civil Wars'a da kızgındım - konser iptal oldu diye, daha sonra onu da anlatacağım - ama aldım Barton Hallow'u. Filmlere de baktım uzun uzun, ama onca aşık olduğum filmler, oyuncular, hiçbiri ilgimi çekmedi o ruh halinde. Hepsine küfrediyordum içimden. Tam kasaya yönelmiştim ki Box Set'leri gördüm, Indiana Jones seti vardı, hemen onu da attım sepete. Yıllar önce, vcd setini bulmuştum yine d&r'da, evde öyle durur. İçimi acıtıyor çünkü ona bakmak, olamadığım ulaşamadığım şeyleri, hayatı hatırlattığı için. Zaten ölmüştüm uzun süredir, daha fazla canımı acıtsam ne yazardı. Dvd setini de aldım böylece. Kasaya gittim, şu kadar dedi kasiyer, önce bir alışkanlıkla durakladım, nasıl yani o kadar mı tuttu yuh diye. Ama zaten bunun için girmemiş miydim buraya, ödedim hemen. Paradan öcümü, hıncımı almaya yemin etmiştim, ödedim. Eve gelince akşam, ki tüm gün o koca poşetle işe, servise, eve dolanmıştım, baktım aldıklarıma. Gotik Edebiyat paketinin üstünde 100 tl yazıyordu, yazıyormuş yani, görmemişim, fiyatına bile bakmamıştım. Şoka girecektim o kadar sinirli olmasam. Olsa olsa 40-50 liradır diye düşünmüştüm, çünkü içinde kaç kitap olduğuna bile bakmamıştım. 10 tane gotik edebiyat klasiği varmış içinde; Ann Radcliffe'in Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi, E.T.A. Hoffman'ın Gece Tabloları, Friedrich de la Motte Fouqué'nin Undine'si, Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i, Grazia Deladda'nın Sardinya Efsaneleri, Horace Walpole'un Otranto Şatosu, Richard Marsh'ın Böcek'i, R.L.Stevenson'ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler'i, Sheridan Lefanu'nun Carmilla'sı ve A.C.Doyle'un Baskerville'nin Köpeği. Benjamin Parzybok'un Koltuk kitabının ise hem dışı hem arka kapağında yazanlar ilgimi çekti, ilk izlenimim bir hollywood gençlik komedisi hissi yarattığı ama tabi daha kapağını kaldırıp okumadım. Taaşşuk'ı Talat ve Fitnat ise tamamen merak sonucu. Ve inek öğrenci köklerimin yaptırdığı bir eylem. Ne olduğunu bilmeden ezberlediğim şeylerin, hayatımın bir kısmın işgal eden şeylerin aslını astarını öğrenme merakı.
Hepsini paketlerinden çıkardım. Raflara yerleştirdim. Duruyorlar. Lanet paradan hıncımı alamadım.

Bölüm 1 : And if you wait too long, then you'll never see the dawn again

Hafta başında tez hocam tezimi bu haliyle kabul edemeyeceklerini, tezden kalmış olduğumu söyledi. Hiçbir şey demedim, hafifçe gülümsedim. Suratıma yerleştirdiğim o gülümsemeyi odasından çıkana kadar bırakmadım, bir kaçarsa bir daha geri getiremezdim çünkü. Gene de bir bölüm başkanına göstereyim, sen de bir düşün taşın ne yaparsın artık bilemem, yeni konu da seçebilirsin yeni bir hocayla da devam edebilirsin, nasıl olsa atılma falan yok artık bitirene kadar devam edebiliyorsun diye sıralarken o cümlelerini, ben kafamı onaylar vaziyette ufak ufak sallayıp gülümsemeye devam ettim (çünkü bir sonuca ulaşabileceğim, bir çıkış yolu bulabileceğim için ya da bana hakikaten yardım etmek istediği için söylemiyordu onları, yarım gülümsemesiyle dalga geçmek içindi).
O da haklı, ben de haklıyım. Aslında az haklıyım ben, o daha çok haklı. Yanlış yaptım, yine yanlış seçimler yaptım. Her zamanki gibi. 25 yıl boyunca nasıl her defasında yanlışı seçip, sonrasında deliler gibi, köpekler gibi pişman olduysam gene aynısı oldu. Elimden kaçırdıklarımı ancak onlardan çok uzağa düşünce tamamıyla görebildim. Çalışmaya başlamasaydım eğer, o kasım günü, o cuma sabahı babama "gitmek istemiyorum ben işe, başlamak istemiyorum." diye karşı dursaydım eğer, neler olabileceğini, neler kazanabileceğimi gördüm orada, o koltukta, o masanın önünde otururken.
Diyebilir miydim onu bilmiyorum. Pek uymuyor ama en azından fikir olarak benziyor, Gwyneth Paltrow'un oynadığı bir film vardı - hiç başından sonuna izlemedim nedense - Türkçe'ye Rastlantının Böylesi diye çevirmişlerdi orijinali "Sliding Doors"tu 1998 yapımı. Bir kadının hayatını izliyorduk iki paralel hikaye şeklinde. Bir trene binmesi ve binmemesi durumunda hayatının nasıl olacağına dair iki paralel evren. Pazartesi günü kendi iki paralel evrenim geçti gözlerimin önünden. İşe başlama kağıdım geldiği akşam ben yarın sabah gitmeyeceğim deseydim neler olacaktı, demediğim için neler oldu diye.
Deseydim eğer, inat etseydim babama, o akşam bir kere çıkacaktı büyük bir kavga. Ne olacak şimdi boş boş mu gezeceksin, arkeolog mu olacaksın, tozun toprağın içinde mi duracaksın tüm yazdan tutun da senden hiçbir şey olmaz ne işe yarayacaksın sen otur evde o zaman annenle öğlenlere kadar uyu dizi film izle öyle ye kadar ne kadar laf varsa, hepsini sonlanmayan bir gürlemeyle birlikte dinleyecektim. Gürlemesi bittiğinde duygu sömürüsüne geçeceklerdi birlikte annemle. Evden cenaze çıkmış gibi karalara bürüneceklerdi, herşey normalmiş onlara göre hayatımın fırsatını reddetmişim gibi düşünmüyorlarmışçasına davranmaya çalışıp devamlı üzgün süzgün dolanacaklardı. Ve hayır uydurmuyorum kafamda, abartmıyorum da. Çünkü gördüm daha önce yaptıklarını böyle, biliyorum ben onları, doğduğumdan beri onlarlayım, kendimden bile iyi tanıyorum mallarımı.
Tüm bunlara dayanmaya çalışacaktım her gün her saat. Aşağılanmaya, bağırılmaya, psikolojik baskıya hepsine göğüs germeye çalışarak yüksek lisans derslerime gitmeye devam edecektim. Bir yandan da bunun sonu var mı, bu beni bir yere götürecek mi diye aklımdaki kurtlarla uğraşacaktım. Sırf başka bir bölümden geldim diye, sırf onların verdiği eğitimi almadım diye devamlı aşağılayan, çocukmuşum gibi davranan, yaptığım ettiğim hiçbir şeyi beğenmeyen, yeterli bulmayan, yüzüme bile bakmayan hocaların arasında aklımı yiyip bitiren endişelerle koşturup duracaktım. Kampüse ulaşabilmek için o hindistan trenleri gibi otobüslerde, ankara'nın bitmek bilmeyen yollarında şu yaşımda cebimde bilete yetecek kadar para var mı diye düşüne düşüne heba olacaktım. 6 yıllık bilgisayarım artık 90 yaşındakiler gibi hırıltılı nefesleriyle her dizi izlemeye çalıştığımda, her fazladan birkaç pencere açtığımda kendini kaybedip şak diye kapandığında yeni bir tanesini alamayacaktım. Arkadaşlarım hadi bu akşam buluşalım dediklerinde gitmeyecektim, diğerleri hadi tatilde şunu yapalım şuraya gidelim dediklerinde olmaz diyecektim. Özenerek baktığım dans kurslarına, dil kurslarına öylece bakınacak ama gitmeyecektim. Kitapçıda dolanıp dolanıp, her bir hazineye ellerimi sürüp geri bırakacaktım. Tüm gitmek istediğim yerler, tüm seyahatler hayal kalacaktı. Çünkü hiçbiri için, hiçbir şey için annemlerden para istemeyecektim. İstemek zorunda kalmamaya çalışacaktım, onlardan harçlık istemektense hayattan, insanlardan olduğu gibi kopmayı göze almış olacaktım. Yaz gelip de kazıya gittiğimdeyse ortama alışabilecek miydim, insanlarla anlaşabilecek miydim, neler hissedecektim, hayatım boyunca istediğim onca şeyden bir tanesi gerçekleştiriyor olmaktan dolayı çok mutlu olacak mıydım yoksa çok büyük bir hayalkırıklığı mı yaşayacaktım, orasını bilemiyorum paralel evrenimde.
Bunun yerine ben o sabah babamın beni arabayla götürüp işyerim olacak yere bırakmasına izin verdim. Hiç sesimi çıkarmadım. Yol boyu ölü gözlerle önüme baktım, o birkaç kere başlatmaya çalıştı. Yanında neredeyse bir cenaze taşımakta olduğu fark ettiğinde o da sustu, halbuki içi içine sığmıyordu yola çıkarken. Çok mutluydu, küçük kızı nihayet iş bulmuştu, çocukları için isteyebileceği en güzel gelecek ellerine gelmişti. Ama halimi fark ettikten sonra içindeki tüm bu sevinç uçup gitti, ne yaptığının farkına vardı, o da bir cesedi gömmekte olduğunun ayırdına vardı, sustu. Elinden birşey gelmiyordu, çünkü ben geri dönmeyecektim.
Sonuçta işe başladım, her gün sabahın köründe evden çıkıp servise binmeye, günde 9 saat bir bilgisayarın başında yapay ışıkla aydınlatılmış bir odada oturmaya, akşamın kör karanlığında yorgun, bitmiş halde eve ulaşmaya razı oldum. Haftanın 5 günü, 9 saatimi hiçbir şey yapmamaya ama buna rağmen deliler gibi stres altında olmaya adadım. Hafta içi temelde "yaşamıyor, nefes almıyor" oluşumdan dolayı haftasonları odamdan çıkmamaya başladım. Pijamalarımı çıkarmadım, hiçbir yere gitmek istemedim. Hiçbir şey yapmak istemedim. Aslında sırf "yaşayabilmek" için, bunun için elzem olan parayı elime geçirebilmek için razı olduğum bu "çalışma" lanetinden dolayı, ironik bir biçimde, gene yaşayamıyorum. Harcamadığım bir parayı kazanmak için gün be gün, adım adım ölüyorum. Yine bakıyorum gitmediğim kurslara, almadığım kitaplara, gezmediğim yerlere. Ve yine yapmıyorum tüm o istediklerimi. İşe girdiğimden beri her haftam, her günüm aslında bugün şu tez için birşeyler yazmalıyım diyerek endişe etmekle ama bir türlü birşey yapmamakla geçti. Boş boş durup endişe, keder, iç sıkıntısı içinde günlerimi harcamaya devam ettim. Çalışmıyor olsam neden param yok da şimdi atlayıp şu şehre gidemiyorum diye karalara bürünmekle geçecekken vaktim, çalıştığım için vaktim yok da tezimi yazamıyorum araştırma yapamıyorum diye kendimi boğmakla geçti. Paramın olması hiçbir şeyi değiştirmedi, gene annemlerle yaşamaya devam etmek zorundayım, gene hiçbir şekilde kendi kararlarımı veremiyorum, gene kendim olamıyorum. Üstüne daha fazla endişe, daha fazla stres, daha fazla mutsuzluk geldi.
Oysa sadece yaşamak istiyorum. Gerçek anlamda yaşamak istiyorum. Kimseye bir zararım olmadan, kimsenin oyuncağını, birşeyini elinden almadan. Sadece yaşamak istiyorum. Şu her zaman evden uzakta olan, sadece bayramlarda, özel günlerde sürpriz yapıp gelen, yeğenlerin hep bir sürü ilginç hikayesi olduğu ve onlara gittiği yerlerden çok özel hediyeler getirdiği için bayıldığı, bayram bittiğinde yine yoluna düşen halalardan olmak istiyorum ben (teyzeler de diyebilirdik, kızkardeşler, ablalar da. ama benim durumumda bu sadece hala-kızkardeş falan olabildiği için öyle diyorum ben.). Ev ahalisine veda edip, mutlu bir kahvaltıdan sonra yola çıkan, "yine mi gidiyorsun, biraz daha kalsan" dedikleri. "Gelirim gene, merak etmeyin ararım" diyerek koşup gidenlerden. Dünyanın her yerine ayak basmak, fakültelerde ülkelerin tarihini, insanların tarihini, benim gördüğüm gibi benim sevdiğim gibi anlatıp hayatı yeni göreceklere de sevdirmek istiyorum. Evimi elimdeki, kolumdaki, sırtımdaki çantada taşımak istiyorum. Gittiğim her yer evim olsun istiyorum, yerleşmek, eşyalara bağlanmak, onların kölesi olmak istemiyorum. Arkadaşlarım her çağırdığında atlayıp yanlarında olabilmek istiyorum, kafam estiğinde koşup onlara sarılıp ağlayabilmek istiyorum. Mutlu anlarında orada olup görebilmek istiyorum, ben de mutlu olmak istiyorum onların mutluluğuyla. Yazabilmek istiyorum tüm bunları, tüm bir gün boyunca oturup yazmak istiyorum mesela. Aklımda dönüp duran, gözümü her kapadığımda önüme üşüşen, yazmadığım anlatmadığım için beynimi yiyen hikayeleri, kitapları yazabilmek istiyorum. Hayal ettiğim dünyaları, içinde yaşadığım dünyaları paylaşabilmek istiyorum böylece. Filmler görmek istiyorum, filmler yazmak istiyorum.
Oysa bunların hiçbirini yapamıyorum. Onun yerine oturup, karanlığa gömülüyorum, ölüyorum günden güne. Diziler, filmler, şarkılar, kitaplar hepsi morfinim oluyor, sadece dayanabildiğim yere kadar beni oyalıyorlar.
Çünkü benim cesaretim yok.

10 Kasım 2012 Cumartesi

New Girl - Ne dedim nereye geldi ve tabi efsane oyun "True American"

Geçen yıl, ilk başladığında şöyle demiştim New Girl için  : Neredeyse Gülecektik. İlk üç bölümü izledikten hemen sonra yazmış olmamım etkisiydi herhalde, hiç iyi şeyler dememişim. Zaten o dönemde Zooey'ye de pek gıcıktım, oradan almış yürümüşüm. Zaten o üç bölümden sonra bir 7-8 bölüm daha anca izledim, sonra bıraktım.
Ama New Girl hiç tahmin edemeyeceğim bir biçimde, inanılmaz bir şey olmuş. Benim bıraktığım yerden sonra resmen coşmuş. Gerçi büyük ihtimalle benim izlediğim bölümlerde pek fena değildi ama zamanlama yanlıştı sanırım benim için. Bayram tatili sırasında rastgelip bir daha bir bakayım  ne yapmışlar dedim. İyiki de demişim, bir şans daha vermişim. Çünkü bayram boyunca neşemi yerine getiren, beni en mutlu eden şey Jess, Winston, Schmidt ve Nick oldu.
New Girl o ilk başladığı halini geliştirmiş, absürdlükten çıkan komedisini mantıklı ve sağlam temellere oturtmaya başlamış. Her karaktere ayrı ve özel bir geriplan ve kişilik verilmiş, birbirine iyice alışan oyuncuların komedi zamanlaması acayip tutar hale gelmiş. Her bölüm insanı altına ettirecek kadar sağlam bir komedi yazabilmeyi, oynayabilmeyi başarmışlar. Sadece komedi de değil, dozunda bir dramı da gerektiğinde ortaya koyuyorlar (Go On'daki gibi ve o kadar iyi yada içtenlikli değil tabiki, New Girl'ün olayı böyle değil zaten).


Şimdiye kadar 24 bölümlük ilk sezon ve ikinci sezonun 6 bölümü yayınlandı. Bölümler ilerledikçe Spencer'dan ayrılıp, yeni bir evde yeni bir hayata başlayan Jess'in 3 erkekle yaşamayı öğrenme maceralarını görüyoruz. Bir yandan öğretmenlikle, çocuklarla ve aşkta yeni denemeler yapmaya çalışmakla meşgulken bir yandan da ev arkadaşlarından yeni yeni şeyler öğreniyor.
Jess'in çocukluk arkadaşı, model Cece farklı bir tarz Barney Stinson olan Schmidt ile değişik bir tarz ilişkiye başlıyor. Avare barmen, hukuk-terk Nick hayatıyla ilgili kararlar almaya, dibe batmaya sonra gene çıkmaya ve onu çok üzmüş olan eski sevgilisi Caroline ile yeniden bir araya gelmeye başlıyor.
İlk bölümlerdeki Coach'un anlayamadığımız bir şekilde gidişinden sonra dahil olan Winston'ın başarısız basketbol kariyerinden sonra yeni işler bulmaya, kendine sevgili edinmeye çalışmasını izliyoruz (ki sonradan öğrendim ki Coach'u canlandıran Damon Wayans Jr. diğer dizisi Happy Endings bitecek diye buraya gelmiş ama sonra o dizi devam edince ona dönmüş, tabi yeni karakter Winston'ı da o yüzden getirmişler).
Tabi en son geldikleri noktalar değil bunlar, ilk sezonun ilerleyen bölümlerinin hikayeleri. İyice gerisini söylersem tadı kalmaz diye düşündüğümden, birşey demiyorum. Yalnızca Justin Long ve Dermot Mulroney gibi isimlerin konuk olduklarını söyleyeyim.


Bir de New Girl'ün benim için tavan yaptığı yerlerden biri var ki, onunla bitirmek istiyorum. İlk sezonun 20.bölümü "Normal"da bir oyun icat ediyor New Girl ve efsanevi "True American" sahneleri ile karşılaşıyoruz. Kurallarını ve oynanış şeklini Epidilius'ta bulabileceğiniz oyun, çok eğlenceli. Şurada da güzelce anlatmış gençler nasıl oynanacağını video çekerek.

James'ten son haberler

En son Welcome To The Punch ve Trance'tan birkaç fotoğraf görünmüştü. En son habere göre ise Wikileaks şeysi (artık neysi ben bilemedim, sahibi mi kurucusu mu yayıncısı mı sızdırıcısı mı ünlüsü mü belli değil) Julian Assange ile bir biyografiden yola çıkılarak yapılacak olan bir filmde James, Assange'ın sağ kolu maiyetindeki kişi Daniel Domscheit-Berg'i canlandıracakmış. Assange'ı ise Benedict Cumberbatch oynayacak. Filmle, prodüksiyonla ilgili henüz başka bir bilgi yok. Ki bu arada James'i 2013'te göre göre bir hal olacağız : Welcome To The Punch, Filth, The Disappearance of Eleanor Rigby'nin iki ayrı bölümünde ve Trance'ta olmak üzere. Yeni X-Men filmi de sonraki seneye, hiç kaçarı yok.


(Haberimizin kaynağı James-McAvoy.org)

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...