3 Kasım 2012 Cumartesi

düşler,kabuslar


Bayramdan önceki iki hafta boyunca her gece, sektirmeden, kabus gördüm. Her gece en kötüsünden bir tane kabusumu görüp, sabaha karşı hava daha aydınlanmamışken çoğu zaman ağlayarak, diğer zamanlarda ise titreyerek uyandım. Kalkmama hep bir ya da iki saat oluyordu ve zaten benim uykuya dalmam bir saati bulur normalde. Gözümü kapadığımda kabusumdan kalan ufak ufak görüntülerle boğuşarak yatakta telefonun alarmı çalana kadar bekledim o iki hafta boyunca. Bayramla - ve dolayısıyla tatille - birlikte kabuslar da bitti. Bitmişti yani, geçen gece yeniden buluşana dek.
Yarı karanlık bir havada, bir arkadaşımın evindeydim. Gerçekten evi değildi tabi, rüyamdaki eviydi. Bir evdeydik ve onun eviydi, rüyadaki benim kafamdaki bilgi böyleydi. Tabi arkadaşım da değildi, hiçbirini tanımıyorum normalde, rüyada öyleydi. Karşımızdaki duvar olduğu gibi pencereyle kaplıydı ve biz yerde oturuyorduk. Karşımızda televizyon vardı galiba. Ben sol yanımda oturan arkadaşıma yaslanmıştım, sağ yanımdaki de bana. Eğleniyorduk, iyiydik yani. Gene de kamera filtresinden filmin gerilim olduğunu bir şekilde anlarsınız ya, o atmosferdeydi herşey. Sonra birden önümüzdeki camdan dışarısını gördük, sarımsı çok parlak bir ışık oldu, her yer aydınlandı. Ve o anda hepimiz anladık, herşeyin sonu gelmişti. Herşey bitecekti, dünyanın, hayatın, evrenin artık bu her neyse bunun sonu gelmişti. O anda içimdeki karanlığı, endişeyi, korkuyu tarif etmem imkansız. Birden bire herşeyin bittiğini anladığınızı düşünsenize. Delirecek gibi oluyorsunuz ama deliremiyorsunuz, bilinciniz yerinde ve elinizden hiçbir şey gelmediğinin farkında oluyorsunuz. Ben o haldeyken sağımdaki arkadaşım delirdi. Öyle saçmasapan bir şekilde gülmeye, sırıtmaya başladı. Onu korkuyla üstümden attım. Aklıma ilk gelen şey annem oldu. Annem ve babama ulaşmalıydım, annem çok korkardı çünkü. Onlar bizim evimizdeydi ve aramızda kilometreler vardı. Nihai sona kadar ne kadar vaktimiz kaldığını bilmiyordum, her şey bitmeden onları bulmak, her şey sona ererken onlarla olmak zorundaydım. Telefonuma baktım hemen, hatlar gitmişti. Dışarı koştum, yollarda arabalar da duruyordu. Herşey hemen nasıl bu hale gelir ki diye daha da korkmaya başladım. Bir o kadar da çaresizdim, annemi hemen bulmazsam korkudan mahvolurdu o.
Sonra bir anda nasıl olduysa yanımda bu sefer başka iki arkadaşımla - bu sefer gerçekten tanıdığım insanlar - yoldaydım. O kıyamet senaryosunun ortasında, üçümüz de bulunduğumuz yerden kıyamet koptuğunda olmak istediğimiz yere doğru gitmeye çalışıyorduk. Ben annemlerin yanına ulaşmaya çalışıyordum, bu yolda da birbirimize yardım ediyorduk. Çünkü dedim ya, kıyametten günler, belki de saatler öncesi dünyası burası. Bu aşamada belirtmem gereken, belki hatırlayanlarınız olacaktır önceki rüyalarımdan, yanımdakilerden biri Tom'du (evet aylardan sonra yine rüyamda yer bulmuş kendine). Yolda bir ara duraklamaya karar verdik, bir otele girdik. Otel dediysem olsa olsa pansiyon işte. Böyle kutu gibi bir odada, odanın hepsini kaplayan ufacık bir yatağa gücümüz yetti. Üçümüz odaya girdik, ayakta duracak yerimiz bile yoktu. Yalnız daha önce dedim ya, bu kıyamet olayının insanlar üzerinde değişik etkileri oluyordu. O ana kadar en az benim kadar korkmuş olan arkadaşlarıma birşeyler oldu. Tom, diğer arkadaşımın boğazına yapıştı, onu boğmaya başladı. Tom yatağın üstünde, boğmaya çalıştığı arkadaşım yerde, Tom'un iki eli onu boğazında ve ben deliler gibi bağırıyorum. "Bırak onu bırak yapma ne yapıyorsun dur!" diye. Tom'un gözleri delilikten yerlerinden fırlayacak gibiydi, bense aklımı oynatacaktım. Sonunda bıraktı onu, sakinleşti. Odanın kapısı çalındı, yeni birileri gelmişti odayı boşaltmak zorundaydık. Zaten bizden şüpheleniyorlardı, neden bilmiyorum. Herhalde onlar kıyamet kopacak olmasına rağmen gayet normallerken biz korkmuş, endişe içinde ve paranoyakça davrandığımız için. Odadan çıkıp merdivenleri indik ve ben uyandım.
Neden bu haldeyim bilmiyorum. Gerçekten mutsuzum, umutsuzum ama böyle her gece üstüne bir de kabus görmeye dayanamam artık.

1 Kasım 2012 Perşembe

31 Ekim 2012 Çarşamba

31 ekim - hazinen neredeyse kalbin de orada olacak

Cadılar Bayramı sabahı, koridorları saran nefis bir kabak tatlısı kokusuyla uyandılar. Daha da güzel bir şey oldu sonra: Profesör Flitwick, Tılsım dersinde artık nesneleri uçurabilecek duruma geldiklerini söyledi; Neville'in kurbağasını odada dört döndürerek uçurduğundan beri herkes bu anı heyecanla bekliyordu. Profesör Flitwick, ilk alıştırmalar için çocukları çifter çifter ayırdı. Neyse ki, Harry'nin yanına Seamus Finnigan düştü, çünkü Neville de onunla ikili oluşturmak için bayağı heveslenmişti. Ama Ron, Hermione Granger'la çalışacaktı. Buna Ron'un mu, Hermione'nin mi daha çok içerlediğini anlamak çok güçtü doğrusu. Hermione, Harry'nin süpürgesi geldiğinden beri ikisiyle de konuşmamıştı.
Profesör Flitwick, her zamanki gibi kitaplarının üstüne tüneyerek, "Çalıştığımız o bilek hareketlerini sakın unutmayın!" diye ciyakladı. "Hızlı ve kesin, unutmayın, hızlı ve kesin. Büyülü sözcükleri doğru söylemek de son derece önemlidir - Büyücü Baruffio'yu hatırlayın hep, 'f' yerine 's' deyince, kendini sırtüstü yerde buluvermişti, göğsünün üstüne de bir yaban mandası çökmüştü."

Çok güçtü bu. Harry'yle Seamus'un bilek hareketleri hızlı ve kesindi, ama uçurmak istedikleri kuştüyü sıranın üstünde duruyor, bir türlü havalanmıyordu. Seamus'ın sabrı taştı sonunda, asasıyla uçurmaya kalkışırken kuştüyünü ateşe verdi - Harry onu şapkasıyla söndürmek zorunda kaldı.
Yan sıradaki Ron'un da şansı pek yaver gitmiyordu.
Uzun kollarını yeldeğirmeni gibi sallayarak, "Wingardium Leviosa!" diye bağırıyordu.
Harry, Hermione'nin atıldığını duydu: "Wing-gar-dium Levi-o-sa diyeceksin, 'gar'ı uzatacaksın."
"O kadar iyi biliyorsan, sen söyle," diye homurdandı Ron.
Hermione cüppesinin kollarını sıyırdı, asasını sallayarak, "Wingardium Leviosa!" dedi.
Tüyleri sıradan havalandı, başlarının bir metre kadar üstünde uçuştu.
Profesör Flitwick, el çırparak, "Harika!" diye bağırdı. "Herkes baksın, Miss Granger başardı!"
Ders sonunda Ron dokunsan patlayacaktı.
Kalabalık koridorda kendilerine yol açarak yürürlerken, "Tevekkeli kimse katlanamıyor bu kıza," dedi. "İnsan değil, karabasan."
Yanından geçerlerken biri çarptı Harry'ye. Hermione'ydi. Harry ona bir göz atınca irkildi - kız gözyaşların içindeydi.
"Galiba söylediklerini duydu."
"Ne olurmuş duyduysa?" dedi Ron, ama o da biraz tedirgin olmuşa benziyordu. "Hiç arkadaşı olmadığının farkına vardı herhalde."
Hermione bir sonraki derse gelmedi, bütün öğleden sonra da ortalarda görünmedi. Cadılar Bayramı şöleni  için Büyük Salon'a giderlerken, Parvati Patil'in, arkadaşı Lavender'la konuşmasına kulak misafiri oldular; Parvati Patil, Hermione'nin kızlar tuvaletinde ağladığını, yalnız kalmak istediğini söylüyordu. Ron'un tedirginliği daha da arttı bunları duyunca, ama biraz sonra Büyük Salon'a girip de Cadılar Bayramı süslemelerini görünce, Hermione'yi unutuverdiler.

Duvarlardan ve tavandan havalanan bin yarasa uçuşuyordu tepelerinde, bin yarasa da kara bulutlar gibi masaların üstünde kanat çırpıyor, içleri oyulmuş balkabaklarında yanan mumların ışıklarını titretiyordu. İlk geceki şölende olduğu gibi, altın tabaklarda yemekler belirdi ansızın.

Harry tam bir közlenmiş patates mideye indiriyordu ki, hoplaya zıplaya Profesör Quirrell girdi salona; sarığı çözülmüştü, yüzünde dehşet okunuyordu. Herkes onun Profesör Dumbledore'un koltuğuna doğru ilerlediğini, masaya yaslandığını gördü. "İfrit - " diye inledi Profesör Quirrell, "- zindanda ifrit var - haberiniz olsun."


Sonra yere yığılıp bayıldı.
Tam bir kargaşa çıktı. Profesör Dumbledore, yeniden sessizliği sağlamak için asasının ucundan birkaç maytap patlatmak zorunda kaldı.
"Sınıf Başkanları," diye gürledi, "sınıflarınızı hemen yatakhanelere götürün!"
Percy hemen havasını attı.
"Beni izleyin! Birinci sınıflar, birbirinizden ayrılmayın! Söylediklerimi yaparsanız ifritten korkmanıza gerek kalmaz! Tam arkamdan gelin. Yol açın, birinci sınıflar geliyor! Açılın, ben Sınıf Başkanıyım!"

Merdivenleri çıkarken, "İfrit nasıl girebilir buraya?" diye sordu Harry.
Ron, "Bana sorma," dedi, "ifritler gerçekten salaktır. Belki de Peeves almıştır içeri, Cadılar Bayramı şakası diye."
Değişik yönlere koşturan değişik öğrenci kümelerinin yanından geçtiler. Telaş içinde seğirten Hufflepuff'ların aralarından geçerken, Harry Ron'un koluna yapıştı birdenbire.
"Şimdi aklıma geldi - Hermione."
"Ne olmuş Hermione'ye?"
"İfritten haberi yok."
Ron dudağını ısırdı.
"Peki, tamam," diye kestirip attı. "Ama Percy görmesin bizi."
Eğilerek, öteki yana giden Hufflepuff'lara karıştılar, ıssız bir koridordan geçip kızlar tuvaletine koştular. Tam köşeyi dönmüşlerdi ki, hızlı hızlı ayak sesleri duydular arkalarında.
Harry'yi kocaman bir aslan heykelinin arkasına çekerek, "Percy!" diye fısıldadı Ron.
Heykelin arkasından kafalarını uzatınca, gelenin Percy değil, Snape olduğunu gördüler. Snape koridoru geçip gözden yok oldu.
Harry, "Ne yapıyor?" diye fısıldadı. "Neden öteki öğretmenlerle birlikte zindanda değil?"
"Sorduğun adama bak."
Olabildikleri kadar sessizce, Snape'in uzaklaşan adımlarını izlediler yan koridorda.
"Üçüncü kata çıkıyor," dedi Harry, ama Ron elini kaldırdı.
"Burnuna bir koku geliyor mu?"
Harry havayı kokladı, kirli çorapla kimsenin nedense hiç temizlediği genel tuvalet karışımı pis bir koku geldi burnuna.
Sonra işittiler onu - derinlerden gelen bir homurtu, dev ayakların sürünmesi. Ron eliyle gösterdi: Soldaki geçidin sonunda kocaman bir şey onlara doğru ilerliyordu. Karanlığa sığındılar hemen, yaratığın ay ışığında belirdiği gördüler.
Korkunç bir görüntüydü bu. Dört metre boyundaydı, derisi gri kaya rengindeydi, koskoca bedeninin üstüne hindistan cevizi büyüklüğünde ufacık bir kafa yerleştirilmişti. Kısa bacakları ağaç gövdeleri kadar kalındı, ayakları nasır içindeydi. İnanılmaz bir koku yayıyordu çevresine. Elinde tuttuğu kocaman tahta sopa, kollarının uzunluğu yüzünden yere değiyordu.
İfrit bir kapının önünde durup içeri baktı. Sivri kulaklarını oynattı, minicik beynini çalıştırdı, sonra usulca odaya daldı.
"Anahtar kilidin üstünde," diye mırıldandı Harry. "Onu içeriye kilitleyebiliriz."
Ron, tedirginlik içinde, "İyi fikir," dedi.
Açık kapıya doğru ilerlediler, ağızları kupkuruydu, ifritin ansızın çıkıvermemesi için dua ediyorlardı. Harry bir sıçrayışta kapıya ulaştı, anahtarı yakaladı, kapıyı çarparak kapattı, kilitledi.
"Evet!"
Zafer sarhoşluğu içinde geçitte koşmaya başladılar, ama tam köşeye vardıklarında öyle bir şey duydular ki, az kalsın korkudan öleceklerdi - korkunç bir çığlıktı bu - kilitledikleri  odadan geliyordu.
Ron, Kanlı Baron gibi bembeyaz kesilmişti. "Olamaz," dedi.
Harry yutkundu. "Kızlar tuvaletiydi orası!"
"Hermione!" dediler birlikte.
Yapmak isteyecekleri son şeydi bu, ama başka çareleri yoktu. Dönüp kapıya koştular, korkuyla titreyerek anahtarı çevirdiler - Harry çekip açtı kapıyı - içeri daldılar.
Hermione Granger karşı duvarın dibine büzülmüştü, bayılacaktı neredeyse. İfrit, duvarlardaki lavaboları söküp atarak ona doğru ilerliyordu.
Harry, çaresizlik içinde, "Şaşırtmaca ver!" dedi, eline geçen bir musluğu bütün gücüyle duvara fırlattı.
İfrit Hermione'nin birkaç adım ötesindeydi. Sesin nereden geldiğini anlamak için aptal aptal gözlerini kırpıştırarak çevresine bakındı. Minicik hain gözleri Harry'ye ilişti. Bir an durakladı, sonra sopasını kaldırıp onun üstüne saldırdı.
Ron, odanın öteki yanından, "Hey, kuşbeyinli!" diye bağırarak madeni bir boru parçası fırlattı ifrite. İfrit, borunun omzuna çarptığını bile fark etmemişti, ama sesini duymuştu Ron'un, bu kere Harry'yi bırakıp ona yöneldi; bu da Harry'ye ifritin yanından geçmek için vakit kazandırdı.
Harry, "Hadi, koş, koş!" diye bağırdı Hermione'ye, onu kapıya doğru çekmek istedi. Ama Hermione kımıldayamıyordu bile, ağzı korkudan bir karış açık, duvar dibine çökmüş, öylece duruyordu.
Çığlıklarla, yankılarla çılgına dönen ifrit bir daha kükredi, en yakındaki, kaçacak yeri olmayan Ron'a saldırdı.
O anda hem korkusuzca hem de aptalca bir şey yaptı Harry: Atlayıp ifritin boynuna sarıldı arkadan. İfrit, Harry'nin sırtında olduğunun farkında bile değildi - ama burnuna uzun bir değneğin sokulduğunu bir ifrit bile anlar - onun sırtına atladığında asası elindeydi Harry'nin - ucu da ifritin burun deliklerinden birine girmişti.
İfrit acıyla uluyarak iki büklüm oldu, sopasını salladı; Harry can havliyle tutunuyordu ona; ya yerlere savrulacak ya da sopayı kafasına yiyecekti.
Hermione yere büzülmüştü korkuyla; Ron kendi asasını çıkardı - ne yaptığının farkında bile olmadan, aklına ilk gelen büyülü sözleri haykırdı: "Wingardium Leviosa!"
Sopa ansızın fırladı ifritin elinden, havaya yükseldi, yükseldi, sonra ağır ağır döndü - korkunç bir çatırtıyla sahibinin kafasına indi. İfrit oracığa yüzükoyun yığıldı, yığılırken de bütün odayı zangır zangır sarstı.
Harry ayağa kalktı; titriyordu, soluğu kesilmişti. Ron, asası hala havada, ne yaptığına şaşkınlıkla bakıyordu.
İlk konuşan Hermione oldu.
"Acaba - öldü mü?"
"Sanmıyorum," dedi Harry. "Olsa olsa bayılmıştır."
Eğilip asasını ifritin burnundan çıkardı. Yapışkan gri bir sıvıyla kaplanmıştı asa.
"Öff - ifrit sümüğü."
Asasını ifritin pantolonuna sildi.
Bir kapının çarpıldığını duydular ansızın, kulaklarına patırtılı ayak sesleri geldi; üçü de kafasını kaldırdı.
Ne büyük şamata kopardıklarını fark etmemişlerdi o arada; ama gürültü de ifritin korkunç çığlıkları da aşağıdan mutlaka işitilmişti. Bir an sonra Profesör McGonagall daldı odaya, hemen arkasında Snape vardı, onu da Quirrell izliyordu. Quirrell ifrite şöyle bir baktı, sonra belli belirsiz bir iniltiyle elini kalbine götürerek bir tuvaletin üstüne çöktü.
Snape ifritin üstüne eğildi. Profesör McGonagall, Ron'la Harry'ye bakıyordu. Onu hiç bu kadar öfkeli görmemişti Harry. Dudakları bembeyaz kesilmişti. Gryffindor'a elli puan kazandırma umudu Harry'nin içinden siliniverdi.
Sesinde soğuk bir öfkeyle, "Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" dedi Profesör McGonagall. Harry, Ron'a baktı. Ron'un asası hala havadaydı. "Ölebilirdiniz. Neden yatakhanede değilsiniz?"
Snape sert sert baktı Harry'ye. Harry gözlerini yere dikti. Ron artık asasını indirseydi keşke.
Derken incecik bir ses geldi gölgelerin arasından.
"Lütfen, Profesör McGonagall - onlar beni arıyorlardı."
"Miss Granger!"
Hermione sonunda ayağa kalkabilmeyi başarmıştı.
"İfriti aramaya çıkmıştım - çünkü tek başıma onunla baş edebilirim sanıyordum - çünkü çok şey okumuştum onlar hakkında."
Ron asasını indirdi. Hermione Granger bir öğretmene düpedüz yalan mı söylüyordu?
"Beni bulmasalardı ölmüştüm. Harry asasını ifritin burnuna soktu, Ron da kafasına vurdu. Birini çağıracak vakitleri yoktu. Onlar geldiğinde ifrit benim işimi bitirmek üzereydi."
Harry'yle Ron bu hikayeyi ilk kez duymuyormuş gibi görünmeye çalıştılar.
Profesör McGonagall, üçüne bakarak, "Şey - öyleyse..." dedi. "Miss Granger, düpedüz budalalıktır bu, bir dağ ifritini tek başınıza haklayabileceğinizi nasıl düşünürsünüz?"
Hermione başını önüne eğdi. Harry'nin dili tutulmuştu. Kuralları çiğneyecek son kişiydi Hermione, şimdi onları kurtarmak için ne palavralar atıyordu. Snape'in gülücükler dağıtması bile kendisini bu kadar şaşırtamazdı.
Profesör McGonagall, "Miss Granger, bunun için Gryffindor'dan beş puan silinecek," dedi. "Beni hayal kırıklığına uğrattınız. Yaranız bereniz yoksa, doğru Gryffindor Kulesi'ne gidin. Öğrenciler yemeklerini kendi kulelerinde yiyor."
Hermione çıktı.
Profesör McGonagall, Harry'yle Ron'a döndü.
"Ucuz kurtuldunuz, ama birinci sınıf öğrencileri de koca bir ifriti kolay kolay yere seremezdi doğrusu. İkiniz de Gryffindor'a beşer puan kazandırdınız. Bu, Profesör Dumbledore'a bildirilecektir. Gidebilirsiniz."
Koşarak odadan ayrıldılar, iki kat çıkıncaya kadar da birbirleriyle konuşmadılar. Her şey bir yana, ifritin kokusundan kurtulmak bile güzeldi.
Ron, "On puandan fazla almalıydık," diye homurdandı.
"Beş demek istiyorsun. Hermione yüzünden silinen beş puanı unutma."
"Bizi kurtarmakla iyilik etti," dedi Ron, "aslına bakarsan, biz onu kurtardık."
Harry hatırlatmadan edemedi: "Onu içeride o şeyle kilitlemeseydik, kurtarmaya fala gerek kalmayacaktı."
Şişman Kadın tablosunun önüne gelmişlerdi.
"Domuz burnu," deyip girdiler.
Ortak salın kalabalıktı, gürültülüydü. Herkes yukarıya gönderilmiş yemekleri yiyordu. Ama Hermione, kapının yanında tek başına durmuş, onları bekliyordu. Utangaçlıkla yüklü bir sessizlik oldu. Sonra, birbirlerine hiç bakmadan, "Teşekkürler," deyip yemek almaya koştular.
Ama o andan sonra, Hermione Granger arkadaşları oldu. Bazı olaylar vardır, dostluklara yol açar, dört metre boyunda bir ifritin canına okumak da öyle bir olaydı işte.
(Harry Potter ve Felsefe Taşı, sayfa 198-207)

28 Ekim 2012 Pazar

memories i will never find

staying awake to chase a dream
Bazı şarkıların illaki biriyle, ona duyduğumuz aşkla falan ilgili olması gerekmez. Bazı şarkılar bazen sadece kendimizle ilgili olabilir.
staying awake to chase a dream
Bazı şarkılar bazen sadece bizimle ilgilidir.
staying awake to chase a dream
staying awake to chase a dream
staying awake to chase a dream
staying awake to chase a dream

Falling Away With You by Muse on Grooveshark

Şehriban Teyze'nin Doğal Cilt Bakım Kili - evet bu işe de el attım

Sonumu hiç hayırlı görmüyorum. Eğer olur da bir şekilde dayanabileceğimden de fazla bir süre memur olmaya devam edersem, hakikaten çok pis saçmalayacağım. Biliyorum. En son bunu yaptım mesela. Gittim sırf bu delilik halinden marketin rafında ne görüyorsam aldım resmen. Özellikle bu Şehriban Teyze ürünlerinden.
"1969'dan beri" ibaresini taşıyan bu ürünlerden biri kil. Doğal Cilt Bakım Kili yazıyor. Şehriban Teyze Kilin Faydaları diyor üstünde :

  • Cillteki gözenekleri temizler.
  • Siyah nokta, sivilce, akne oluşumunu engeller.
  • Cildi canlandırır, güzelleştirir.
Tabi ben gördüğüm anda bunları mestoluyorum. Sanki bundan önceki milyonlarca üründe aynı şeyleri yazmamışlar gibi, sanki tüm kozmetik piyasası aynı şeyleri vaadetmezmiş gibi. Kanıyorum. Çünkü ihtiyacım var kanmaya, çünkü o kadar çaresizce bir şeylere sarılmam lazım, bir şeylere kanmam lazım ki diğer şeyleri unutabileyim. Kanıyorum, alıyorum ve eve getirip deniyorum.

Paketin üzerinde ayrıca kullanım şekli ve kullanım sıklığı  konusunda da direktifler var. Ilık suyla macun kıvamına getirip, göz çevresi ve dudaklar dışında sürecekmişim. Dudaklarıma hangi akla hizmet sürecekmişim acaba dedim ben önce birkaç saniye ama neyse. İki haftada bir kullanın diyor bir de. Yüzümüzü iyice kagire çevirmeyelim diye herhalde.
Suyu ısıtıcıda ısıttım ben önce. Tabi unutup kaynamasına sebep olduktan sonra musluktan akan suyla ılıtmaya çalıştım. Kap diye de bu ufak boy yoğurt kabı vardı bir tane evde onu kullandım (ehehe, eskiden saksı yapardık bunlardan ne günlerdi onlar öyle turist ömerli barış manço'lu). Bunca yıl sonra bir yoğurt kabına kadar işi düşen 20lerinin ortasındaki genç insan olmak biraz koydu koymasına da napalım, çamur nihayetinde.
Bu suyun sıcaklığını ayarlayamadığımdan dolayı miktarını da tutturmayı beceremedim. Hayır çocukluğumun her yanı köyde olsun lojmanda olsun çamurlar yaprakla otla tozla böcekle bezenmemiş olsa anlayacağım bu beceriksizliğim ama, olmadı işte. Su çok oldu, ekledikçe ekledim kilden. Bir türlü koyulaşmadı. Çamurlaşmadı. İçinde topak topak oldu mu bir de. Elimde tahta çubuk habire karıştırıyorum. Tere suya karıştım, Şehriban Teyze'nin kili çamur olmadı. Sonunda topakların dışında kalan kısımdan bir miktar çaktırmadan banyoya döktüm. Suyu metodik olarak azalttıktan sonra nihayet çamurlaştı kar
Başladım yüzüme sürmeye. İlk birkaç saniye tuhaf geliyor ama sonra güzel hissediyorsunuz. Rahat hatta. Böyle yeniden asma yapraklarına çamur doldurup, yalancıktan dolma yaptığınız vakitlere gidiyorsunuz ayna karşısında. Elinize yüzünüze bulaştıkça çamur, sanki birazdan gene gül ağaçlarını zakkum dikenlerini geçip yokuştan otların arasına atlayacakmışsınız gibi geliyor.
Altı üstü bir yeşil çamurla ne çok nostalji yaptıysam ben de, hay yarabbim. Neyse, sürdükten sonra yüzünüzün gerginleşmesine göre bir 10 dakika bekletin yazıyor yine paketin üstünde. Ben ilk beş dakika saatime bakıyordum sonra unutup gitmişim. Yaklaşık 25 dakika sonra yıkadım. Gene de tam kurumamıştı benim yüzümdeki çamur. Yüzüm de çok gerginleşmemişti. Çok yağlıdır zaten benim yüzüm, gerisi tüm cildim kupkuruyken yüzümde bir kendini bilmezlik var böyle işte. Yıkarken kolay çıkmayacak diye endişe ediyordum ama iki dakikada çıkıveriyor çamur. Şimdilik temiz, ferah, böyle bir canlı hissettirdi. Hafiften de beyazlatıyor sanki ama emin değilim, ben hep solgun görünüyorum ondan olabilir.
Bakalım, birkaç ay paketteki kil bitene kadar kullanıp durumu söylerim. Doğal malzemelerle maceralarım devam edecek, sırada Şehriban Teyze'nin deniz tuzu var.
Pakette bir de web adresi var, kontrol etmek isterseniz Efendi Kozmetik. Kimdir necidir bilemem ben tabi.

the choices we make


“Aren’t all of us stuck with the choices we make?”

27 Ekim 2012 Cumartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Bram Stoker's Dracula (1992)

Büyükler için yazılmış, büyükler için sahne sahne çizilmiş bir masal bu. Kan dolu, cinsellik dolu, acı ve vahşet dolu bir masal. Wojciech Kilar'ın her bir sahnesinde üstünüze üstüne gelen müziğiyle titreyip, izlediğiniz her bir doğaüstü görüntünün bilgisayarda değil, gerçek el emeğiyle yapıldığını bildiğiniz bir masal.
Kitabı okumamış olanlar için söyleyeyim, Bram Stoker'ın 1897 tarihli romanı ne vampirler hakkında yazılmış ilk şey, ne de son. O kendi Dracula'sını yazdığında zaten yaklaşık 20 yıldır Avrupa edebiyatında vampir sesleri duyulmaktaymış. Stoker'ın yaptığı, oldukça şaşaalı bir biçimde, Dracula'ya bir geriplan, bir tarihi zemin ve kendinden sonraki neredeyse tüm vampir sanatı etkileyecek teoriler vermek olmuş gibi duruyor.
Bunca yıllık vampir okuyucusu ve izleyicisiyim (şurada), gene de kitabı okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Stoker her şeyin başladığı yerdi, temellere inmiştim ve hiç bu kadar zevkli olmasını beklemiyordum. Günlükler ve mektuplarla, gazete küpürleriyle anlatıyordu hikayesini Stoker. Tarihi araştırmalarını olduğu gibi yansıtmıştı yazınına, ama bu durum yazdıklarını sıkıcı değil daha da ilginç, daha da akıcı yapıyordu.
Coppola'nın da yaptığı tam olarak bu. Stoker'ın tarzını almış, aynen kullanmış. Üstüne o da kendi "tarihini", arkaplanını katmış. Avrupa'ya yürüyen Osmanlılar'la savaşan, kiliseye hizmet eden, delicesine aşık olan, acı çeken, trajediler yaşayan bir Kont Dracula çıkarmış ortaya. Yaptığı onca eklemeye karşın gene de romana en sadık denilebilecek bu uyarlamada Coppola, romandaki şekilde anlatmış bize hikayeyi.
Bol bol sesli anlatımlar var - bu background voice ya da voiceover türü şeylere ne deriz bilemedim ama anladınız siz -, karakterlerinden mektuplarından dinliyoruz ve izliyoruz olayları. Oldukça karanlık atmosferi filmin, öyle de olmasını bekliyoruz zaten, ama renkler alabildiğine yumuşak. Açılış sekansındaki 1462 yılı sisli ve kırmızı, gölgelerle doluyken, 1897 yılının Londra'sı mavili siyahlı, yine sisli bir Victoria Dönemi şehri.
Film anlatımındaki güzellik ve müziklerindeki etkileyiciliğinin yanında benim için tam bir Gary Oldman şovu oldu. Johnny için "versatile actor" demeyi çok severler ama Gary Oldman bu işin ustası, kitabının yazarı.
Onun gibi başka her bir filmde, her bir karakterde farklı bir ses tonu, farklı bir aksan, farklı bir yüz kullananı var mıdır, bilemiyorum. (tamam belki vardır ama ben daha ancak 500 küsür film izledim, görmemiş de olabilirim) Coppola Dracula'yı hangi şekle sokmak istemişse girmiş, bunun yanında o kadar etkileyici o kadar hipnotize edici de olabiliyor ki bunun için doğmuş diyorsunuz.
Vampir algımızı getirdikleri yerde, hepimiz ister istemez alabildiğine çekici, inanılmaz güzellikte, ağız sulandıran, kendimizden geçirten, doğanın en kötü, en şeytani yaratığı olsa da içinde sevgi gibi birşeyler olan bir figür bekliyoruz. Kötülüğün güzelliğine kapılmak istiyoruz. Gary Oldman'ın Kont Dracula'sı da bunu veriyor bize, henüz 34 yaşının verdiği karşı konulmaz cazibesiyle hem de.
Film zamanında en iyi efekt, en iyi makyaj, en iyi kostüm dallarında Oscar almış, belki de en iyi vampir filmlerinden biri. Winona Ryder'ın tv filmi olacak diye yazılan senaryoyu Coppola'ya götürmesi ile çekildiği söylenen filmin oyuncu listesi sonraki 10 yılda Hollywood'un tepesine oturacak isimlerle dolu.
Altın çağını yaşayan Winona'nın dışında o zaman sırf genç kızları çeken yakışıklı biri olsun diye seçilen Keanu Reeves, dönemin en büyüklerinden Anthony Hopkins, Tom Waits, Billy Campbell, Cary Elwes ve Richard E.Grant var. Lucy Westenra için seçilen yeni isim Sadie Frost tamamen hayalkırıklığı olsa da Dracula'nın gelinlerinden biri olarak ufaktan gördüğümüz daha yolun başındaki bir Monica Belluci hoş bir sürpriz oluyor.
fenere bayıldım da buradaki
Sonuçta 128 dakikalık bir Dracula efsanesi izliyoruz. 2 saat insanın gözünü korkutsa da bir kez içine girdik mi masalın onunla birlikte uçuyor, gidiyoruz. Alttan alttan çok acıklı bir aşk hikayesi, büyük bir adamın trajik yaşamını izliyor olsak da eğleniyoruz, keyif veriyor yer yer saçmalığa varan mimikler, absürd replikler.
Korkunç Ekim Korku Filmleri serisi için güzel bir oldu böylece. Mutlu etti beni, tüylerimi ürpertti, hoş bir korku filmi izlettirdi. Ama tabi ki, delicesine korkutmadı. Olsun, her film bir Chucky değil.
(bu arada resimlerin sırası alabildiğine karışık, hala kitabı okumamış, hikayeden haberi olmayanlar için film gene de azıcık sürpriz olsun diye.)

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Plan 9 From Outer Space (1959)
Korkunç Ekim Serileri'nde önceki yıl:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)
Nightwatch (1997)

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...