Ayrıca bir de, bu kareleri çektikleri dakikalara dair bir video da var youtube'da :
22 Nisan 2012 Pazar
"Les Misérables" dan ilk kareler
Çekimlerden birkaç birşey nete düştü.
Geri kalanı için Bakınız'a bakabilirsiniz.
Ayrıca bir de, bu kareleri çektikleri dakikalara dair bir video da var youtube'da :
Ayrıca bir de, bu kareleri çektikleri dakikalara dair bir video da var youtube'da :
Tom Egeland'den Yasak Tevrat
Norveçli arkeolog Björn Belto'nun, İzlanda'daki rahip arkadaşı Sira Magnus önemli birşey bulduğunu söyleyip aceleyle onu çağırdığında karşılaştığı manzara arkadaşının kafası havuza batmış şekilde duran cesedi olur. Rahip Sira Magnus, İzlanda'nın 11.-12.yy.'da yaşamış tarihçisi Snorri'den kalma bir yazma keşfetmiştir. Björn de bulur yazmayı ancak rahibin cinayetinden sorumlu ürkütücü Araplar onun da peşine düşer. Snorri'nin yazmasından çözdüğü şifrelerle Björn, Norveç'teki ilk Hristiyanlık zamanından kalma kiliselere, mezarlara, İngiltere'deki araştırma enstitülerine, Mısır'da mezarlara ve tapınaklara, İtalya'ya, Amerika'ya, Dominik'e kadar ulaşır. Her adımında yeni bir şifreyle, peşindeki acımasız katillerle, cebelleşirken çeşit çeşit insanla, bilim adamıyla, kaçakçıyla, zenginle karşılaşır. Yavaş yavaş içine atladığı bu keşif, onu insanlık tarihinin ve bilinen dinlerin dahil olduğu çok büyük bir sırra ulaştırmaktadır.
Kokuyu aldınız değil mi? Yanık yanık Dan Brown kokuyor. Ama şimdilik tarihler açısından Egeland biraz daha önde bu konuda. Egeland de Dan Brown'ın komplo teorileri misali şeyler yazmış bol bol ama bu konudaki kitabı "Sirkelens Ende (Circle's End)" 2001'de yayınlanmışken "Da Vinci Şifresi" 2003'te yayınlandı. Bu karşılaştırmayı önceden söyleyeyim de arkasından söyleyeceklerimi ona göre düşünün.
Egeland'ın yarattığı kahramam Björn Belto Norveçli bir arkeolog. Bu "sır" temalı hikayelerinde onu kullanıyor (Dan Brown'ın Robert Langdon'ı yani). Björn bir albino, bunu kitap boyunca devamlı surette bize hatırlatıyor. Çünkü çocukluğundan beri çektiği ve çekmeye devam ettiği bir yaranın acısı bu. Gözlüklü, pek asosyal. İnsanlardan kendini dışlamış, iletişim kuvvetli olmayan, üniversitede hoca. Ama sorun şu ki, bu tanımların hepsini Björn yapıyor bize. Kendine bakış açısını en yalın, en acımasız şekilde görüyoruz ve daha sonra hikayenin ilerleyişi boyunca hep bunların tersi şeyler okuyoruz. Björn yardıma ihtiyacı olduğu her adımda hiç çekinmeden bir arkadaşından yardım istiyor, o üniversite bu enstitü gözetmeden arıyor onları, evlerinde kalıyor, birlikte araştırmaya girişiyorlar. Yeni insanlarla tanışıyor, kaynaşıyor, oraya buraya gidiyor. Bütün bunları yapıyor, sonra bir de üstüne kendine asosyal diyor, ah bu kadın bana bakmaz ki ama albinoyum ben diyor. Biz de bakıyoruz öylece, ulan ben bu senden bin kat normalim senin bu yaşadıklarının binde birini yaşayamıyorum be Björn diyoruz. Tüm kitap boyunca yaptıklarının herhangi birinde asosyallik, iletişimsizlik, dışlanmışlık falan göremiyoruz.
Sadece bunlar da değil. Björn'e diğer karakterlerin dediklerini de oturtacak bir mantık bulmak güç. Habire biri çıkıp vay Björn sen çok zeki bir adamsın, çok inatçısın, hırs küpüsün, senin yeteneklerin sayesinde çözdük şuydu buydu deyip duruyor. Ama dikkatli bir akılla takip etmişsek eğer olayları Björn her birinde yanında en azından bir insanlar çözmüş oluyor herşeyi. Hatta kendi bile çözmüyor, yardım istediği eleman çözüyor yazıyor çiziyor, Björn de haa bak gördük mü böyleymiş demek ki diyor. Sonra hoop ne oldu, Björn kahraman oldu. Bu ne tas, ne hamam. (Bu duruma uydu mu emin değilim, neyse.)
Egeland'ın bir diğer bocalayışı ise olayları çözme işinde. Dan Brown ne kadar incelikli çözümler sunuyorsa o da o kadar saçma çözümler öneriyor. Bir metin buluyorlar diyelim. Okudum, hiçbir şey yok diyor Björn bize hemen. Ne olduğunu bile söylemiyor çoğu kez. Sonra birden - niyeyse - o metni yazan kişinin başka bir metnine bakıyorlar, orada harfleri takla attırıyorlar, çarpıyorlar, titretiyorlar hoop ahanda şifreyi buldum diyor Björn. Anlamsız bir şekilde her bulduğu yazıya Sezar şifresini falan uyguluyor, hatta her yeni metinde 3-5-... şeklinde arttıyor şifreyi (Sezar şifresini biliyorsanız anladınız dediğimi). Bir yerde artık iyice coşmuştu mesela, bir metnin önce harflerinin değiştirilip, sonra baştan sondan sıralanıp, üzerine Sezar uygulanıp, en son bir de rastgele bir yöntemle sıralandığı ve bunu çözdüklerini söyledi. Sadece baktım ben cümleye. Durdum baktım. Hakikaten bunu yazdı mı diye. Maalesef yazmıştı. Dedim ya bende bir salaklık var, ya cidden bu adam bu işi bilmiyor, ya da kesinkes dalgasını geçiyor.
Ama bulduğu konuda herhangi bir kusur yok. Ona diyecek lafım olmaz. Vikingler'in Mısır seferine çıkıp, oradan önemle korunan bir mumyayı alıp önce Norveç'e sonra İzlanda'ya, Grönland'a, Dominik'e falan taşımalarını, bu mumyayı Akhenaton'la, 18.sülaleyle, Hz.Musa'yla, dinlerin ne olduğu ne olmadığıyla harmanlaması takdire şayan. Fikir şahane. Öne sürüş ve açıklayış biçiminde de ufak pürüzler dışında olay süper gidiyor. Ama işte, tutarsızlıklarına bir çözüm üretmiş olsa tadından yenmez. Şu halinde de gayet sürükleyici kitap. Ama nedense - belki tamamen önyargıdan, bilemedim - bir Amerikan yazımı gibi değil Egeland'ınki. Daha rafine, daha yavaş bir anlatımı var gibi. Dan Brown'ın o alıştırdığı tek günde Langdon'la birlikte ülkeleri koşarak geçtiğimiz anlatım yok. Björn Belto daha bir yavaş, daha bir içine dönük, daha bir pırıltısız. Bu arada ikisine de bir klostrofobi vermişler yazarlar, demeden geçemeyeceğim.
Gene de Egeland yapıyı çok daha ilginç kuruyor. Bir günümüzde Björn'ün olayları çözüşünü anlatıyor, bir dönüyor tam o arada 1000 sene önce o olayı yaşayan adamın anılarını anlatışını yazıyor, bir bulunan metnin geçtiği yılları anlatıyor. Hikayeyi 3-4 şekilde birleştiriyoruz, olay sırası yüzyıllar arasında dolanıyor, karakterlerle çözülüyor aslında. Gerektiği yerlerde işaretler, yazılar, resimler, haritalar da koyuyor elbet. Ama onlar pek başarılı değil bence.
Tom Egeland 1959 doğumlu Norveçli bir yazar. Ailesi oldukça Hristiyanken o bir süre sonra bırakmış inanmayı, lisedeyken bir dönem ABD'de okumuş, orada yanlarında kaldığı aile de Mormon'muş (Adamın bahtına). Önce gazetecelik, habercilik falan yaptıktan sonra 1988'de ilk kitabı Ragnarok'u yayınlamış (ki günümüzden bir çiftin Viking zamanına gittiği bu kitabı ben çok merak ediyorum). Asıl çıkışı ise demin dediğim Circle's End ile olmuş bir anlamda. Yine dediğim o Dan Brown olayı için de Egeland yok öyle birşey, aynı fikir aklımıza gelmiş, doğal olarak da aynı kitapları araştırıp okumuşuz demiş. Merak ederseniz resmi bir sitesi de var : TomEgeland
Kitabı bitireli neredeyse bir hafta oldu ama ben ancak vakit bulabildim bahsetmeye. Hürriyet'in Keyif ekinde görmüştüm reklamını önceki hafta. Arka kapak yazısında 1013 senesi, Viking, Mısır, Tevrat falan okuyunca gazete yazılarında mesajlar gören John Nash gibi oldum, kelimeler ışıklanıp büyüdü gözümde bir anda. Eh bir de zaten kapakta bir ankh görünce, kitapçıya nasıl gittim hatırlamıyorum (kütüphaneye gelmesini bile bekleyemedim yani o derece). E beklentimi karşıladı mı peki Egeland? Hayda hayda. En sevdiğim konuları bir araya getirilmiş buldum, araştıracak yeni konular gördüm, rünik yazı gördüm, Mısır hasretime su serptim, 528 sayfayı 3-5 günde okumanın o enfes tadına bir kez daha eriştim (hakikaten kalın kitap okumanın keyfi bir başka, 200 sayfanın altına düşünce bende gün sayısı 30'u buluyor). Pegasus olur da çevirirse diğer Egeland kitaplarını onları da keyifle okurum. Ama ne yapmam? Oturup da elimde kağıt kalem, Langdon'la birlikte yaptığım gibi, şifre çözmeye uğraşmam. Çünkü pek bir saçmalıyorsun be Björn.
Bende değil, değil mi sorun? Size de öyle gelmedi mi?
Kokuyu aldınız değil mi? Yanık yanık Dan Brown kokuyor. Ama şimdilik tarihler açısından Egeland biraz daha önde bu konuda. Egeland de Dan Brown'ın komplo teorileri misali şeyler yazmış bol bol ama bu konudaki kitabı "Sirkelens Ende (Circle's End)" 2001'de yayınlanmışken "Da Vinci Şifresi" 2003'te yayınlandı. Bu karşılaştırmayı önceden söyleyeyim de arkasından söyleyeceklerimi ona göre düşünün.
Egeland'ın yarattığı kahramam Björn Belto Norveçli bir arkeolog. Bu "sır" temalı hikayelerinde onu kullanıyor (Dan Brown'ın Robert Langdon'ı yani). Björn bir albino, bunu kitap boyunca devamlı surette bize hatırlatıyor. Çünkü çocukluğundan beri çektiği ve çekmeye devam ettiği bir yaranın acısı bu. Gözlüklü, pek asosyal. İnsanlardan kendini dışlamış, iletişim kuvvetli olmayan, üniversitede hoca. Ama sorun şu ki, bu tanımların hepsini Björn yapıyor bize. Kendine bakış açısını en yalın, en acımasız şekilde görüyoruz ve daha sonra hikayenin ilerleyişi boyunca hep bunların tersi şeyler okuyoruz. Björn yardıma ihtiyacı olduğu her adımda hiç çekinmeden bir arkadaşından yardım istiyor, o üniversite bu enstitü gözetmeden arıyor onları, evlerinde kalıyor, birlikte araştırmaya girişiyorlar. Yeni insanlarla tanışıyor, kaynaşıyor, oraya buraya gidiyor. Bütün bunları yapıyor, sonra bir de üstüne kendine asosyal diyor, ah bu kadın bana bakmaz ki ama albinoyum ben diyor. Biz de bakıyoruz öylece, ulan ben bu senden bin kat normalim senin bu yaşadıklarının binde birini yaşayamıyorum be Björn diyoruz. Tüm kitap boyunca yaptıklarının herhangi birinde asosyallik, iletişimsizlik, dışlanmışlık falan göremiyoruz.
kitaplarım ve köpeğim diyen Tom Egeland |
Egeland'ın bir diğer bocalayışı ise olayları çözme işinde. Dan Brown ne kadar incelikli çözümler sunuyorsa o da o kadar saçma çözümler öneriyor. Bir metin buluyorlar diyelim. Okudum, hiçbir şey yok diyor Björn bize hemen. Ne olduğunu bile söylemiyor çoğu kez. Sonra birden - niyeyse - o metni yazan kişinin başka bir metnine bakıyorlar, orada harfleri takla attırıyorlar, çarpıyorlar, titretiyorlar hoop ahanda şifreyi buldum diyor Björn. Anlamsız bir şekilde her bulduğu yazıya Sezar şifresini falan uyguluyor, hatta her yeni metinde 3-5-... şeklinde arttıyor şifreyi (Sezar şifresini biliyorsanız anladınız dediğimi). Bir yerde artık iyice coşmuştu mesela, bir metnin önce harflerinin değiştirilip, sonra baştan sondan sıralanıp, üzerine Sezar uygulanıp, en son bir de rastgele bir yöntemle sıralandığı ve bunu çözdüklerini söyledi. Sadece baktım ben cümleye. Durdum baktım. Hakikaten bunu yazdı mı diye. Maalesef yazmıştı. Dedim ya bende bir salaklık var, ya cidden bu adam bu işi bilmiyor, ya da kesinkes dalgasını geçiyor.
Gene de Egeland yapıyı çok daha ilginç kuruyor. Bir günümüzde Björn'ün olayları çözüşünü anlatıyor, bir dönüyor tam o arada 1000 sene önce o olayı yaşayan adamın anılarını anlatışını yazıyor, bir bulunan metnin geçtiği yılları anlatıyor. Hikayeyi 3-4 şekilde birleştiriyoruz, olay sırası yüzyıllar arasında dolanıyor, karakterlerle çözülüyor aslında. Gerektiği yerlerde işaretler, yazılar, resimler, haritalar da koyuyor elbet. Ama onlar pek başarılı değil bence.
Tom Egeland 1959 doğumlu Norveçli bir yazar. Ailesi oldukça Hristiyanken o bir süre sonra bırakmış inanmayı, lisedeyken bir dönem ABD'de okumuş, orada yanlarında kaldığı aile de Mormon'muş (Adamın bahtına). Önce gazetecelik, habercilik falan yaptıktan sonra 1988'de ilk kitabı Ragnarok'u yayınlamış (ki günümüzden bir çiftin Viking zamanına gittiği bu kitabı ben çok merak ediyorum). Asıl çıkışı ise demin dediğim Circle's End ile olmuş bir anlamda. Yine dediğim o Dan Brown olayı için de Egeland yok öyle birşey, aynı fikir aklımıza gelmiş, doğal olarak da aynı kitapları araştırıp okumuşuz demiş. Merak ederseniz resmi bir sitesi de var : TomEgeland
Kitabı bitireli neredeyse bir hafta oldu ama ben ancak vakit bulabildim bahsetmeye. Hürriyet'in Keyif ekinde görmüştüm reklamını önceki hafta. Arka kapak yazısında 1013 senesi, Viking, Mısır, Tevrat falan okuyunca gazete yazılarında mesajlar gören John Nash gibi oldum, kelimeler ışıklanıp büyüdü gözümde bir anda. Eh bir de zaten kapakta bir ankh görünce, kitapçıya nasıl gittim hatırlamıyorum (kütüphaneye gelmesini bile bekleyemedim yani o derece). E beklentimi karşıladı mı peki Egeland? Hayda hayda. En sevdiğim konuları bir araya getirilmiş buldum, araştıracak yeni konular gördüm, rünik yazı gördüm, Mısır hasretime su serptim, 528 sayfayı 3-5 günde okumanın o enfes tadına bir kez daha eriştim (hakikaten kalın kitap okumanın keyfi bir başka, 200 sayfanın altına düşünce bende gün sayısı 30'u buluyor). Pegasus olur da çevirirse diğer Egeland kitaplarını onları da keyifle okurum. Ama ne yapmam? Oturup da elimde kağıt kalem, Langdon'la birlikte yaptığım gibi, şifre çözmeye uğraşmam. Çünkü pek bir saçmalıyorsun be Björn.
Bende değil, değil mi sorun? Size de öyle gelmedi mi?
21 Nisan 2012 Cumartesi
21 nisan
Altın Yol'da yürüdü, gazeteci olup intihar etti, bisiklet sürdü, tekerlekli sandalyede dans etti, hırsıyla kendi kendini öldürdü, masum bir çocuğu uyutup sonra pişman oldu, diktatörlerden kaçan doktor oldu, duygulu dalavereci oldu, üniversitenin en ineği oldu, parası yoktu ama aşık oldu, sınıf farklılığına aldırmadı gene aşık oldu, mermilere falso attırdı, tolstoy'un yardımcısı oldu hayatı öğrendi, en adilin içindeki adaletsizlikle savaşıp yenildi, beynine yöneldi sonra, düşünceleriyle gemileri yönlendirdi...
Ama hep ağladı. O masmavi gözleri, insanın içini allak bullak eden gözyaşlarını döktü her seferinde. Hep ağladı.
O ağladı, dünya durdu.
20 Nisan 2012 Cuma
Merlin'in 5.sezonu bir gelse, ah bir gelse
Az kaldı, az. Öyle böyle değil. Sayılı gün, çabuk geçer. Bir de kareler gelmeye başladı ki, değmeyin beklemenin keyfine.
Resimler 5.sezon fotoğraf çekimleri, sonuncusu kamera arkasından. Çekimler MerlinOfficial'ın facebook sayfasından (burası), set fotoğrafı da DigitalSpy'dan (şurası).
![]() |
Bu da setten. |
15 Nisan 2012 Pazar
Another World
“If we find ourselves with a desire that nothing in this world can satisfy, the most probable explanation is that we were made for another world.” [C.S.Lewis]
Öyleyse bıraksınlar gideyim.
One Day (2011)
Geçtiğimiz haftalarda, iş yerinde okuyan birinin elinde ve dolayısıyla etrafta bol bol gördükten sonra nihayet bakayım bir nasılmış dedim. Yapım sürecinde, ilk resimler nete düştüğünde tamamen Anne Hathaway ve Romola Garai ile ilgileniyordum, öyle haberim olmuştu kitaptan da. Böyle her filmini istisnasız izlediğim oyuncular listemdedir Anne Hathaway ile Romola Garai, o yüzden bir şekilde zaten izleyecektim filmi. Kitap da tabi bunu fırsat bilip, film vizyona girdiği dönemde raflarda çok satanların arasındaki yerini almıştı. Yaklaşık 6 ay olmasına rağmen hala raflarda denebilir hatta. Yalnız fiyatı baya düşmüş durumda, özellikle nette falan D&R'dan, kitapyurdu'ndan 13 küsür liralara alınabiliyor.
Ama tabi benim elimde şu an bitmeyi bekleyen bir sürü kitap olduğundan o konuya hiç bulaşmadım ben, direkt filme atladım geçen hafta. Uzun zamandır da evde oturup film izlememiştim, iyi oldu.
Hikayemiz, temelde bir geç kalınmış aşk hikayesi. Dexter ve Emma aynı üniversiteye gitmiş iki genç. Emma aynı çatı altında geçirdikleri 3 yıl boyunca Dexter'a uzaktan uzaktan - kimi zaman da yakından - bakmış olsa da, Dexter ona pek dikkat etmemiş. Çünkü Emma bildiğimiz anlamda gözlüklü, zeki, çalışkan, şair olmak isteyen, eh baya da mantıklı, akıl sahibi ama kendine güveni eksilerde bir hanımkızımızken Dexter zengin ailesinin de etkisiyle alabildiğine uçarı, şımarık, kendini beğenmiş bir çapkın insan. Mezuniyetlerini kutladıkları gecenin sonunda bir şekilde başbaşa kalıyorlar. Eh haliyle tanışmış da oluyorlar adamakıllı. Takvimler 15 temmuz 1988'i gösteriyor.
Arkadaş olmaya karar veren bu iki zıt insan, hayatlarına devam ederken hep bağlantıda kalıyorlar. Her yıl aynı gün, 15 temmuzda, buluşmak görüşmek üzere sözleşiyorlar bir anlamda. Yıllar birbirini kovalar, Dex ve Em hayatlarını çizmeye çalışırlarken içlerinde hep birbirlerini taşıyorlar.
Senaryoyu, kitabın da yazarı olan David Nicholls yazmış. Yönetmen Oscar'a aday olmuş ve bence fena da olmayan "An Education"ı yönetmiş olan Lone Scherfig. Anne Hathaway ve Jim Sturgess tüm film onların omzunda olmasına rağmen gayet başarılılar. Yeteri kadar üzüp, ağlatabiliyor, herşeyi hissettirebiliyorlar. Yapım ekibi, hikayenin yayıldığı yılları, uzun bir dönemi oldukça temiz bir şekilde yansıtmış, ne göze batıyor ne de "vayyy" dedirtiyor. Kararında.
Filmin, dolayısıyla kitabın anlatmaya çabaladığı bu iki insanın 20 yıla yayılan hikayesi içerisinde kendimize sorular sormamızı sağlamak bir anlamda. Şu bildiğimiz, klişe deyişi bir kez daha empoze etmeye çalışıyor : "Anı kaçırma. Bugünü yaşa. Geç kalma. Ne hissediyorsan, ne istiyorsan onu yap, korkma, vazgeçme, erteleme." İnanın artık ben bıktım, onlar bıkmadı bu mesajı vermeye çalışmaktan. Yok işte, mümkünü yok. Hayatlarımızı bu gazla yaşayamayız, yaşayamıyoruz. Hiçbirimiz, elimizde yeteri kadar imkanımız yoksa, anı yaşayamıyoruz. Öyle bir lüksümüz yok çünkü. Ben şimdi bu işi yapmak istiyorum diyerek herşeyi bırakıp gidemeyiz, aç kalırız. Ben şimdi bu adamdan-kadından hoşlandım, hatta durun aşık oldum, o zaman bunu ona söylemeli, bunun için çabalamalıyım diyemeyiz. Çünkü rezil olmayacağımızın, reddedilmeyeceğimizin, o insanın saçma biri çıkmayacağının, herşeyin berbat olmayacağının bir garantisi yok. Ha buna da çözümleri "Ama denemezsen bilemezsin.". Ama deneyip, yıllarımı çöpe atmamım, özgüvenimi yitirmemim, içinde bulunduğum ortamı bozmanın ne anlamı var? Anı yaşamanın bizim için pratik hiç bir getirisi yok. Hiçbirimiz 20'li yaşlarımızda kalmayacağız sonsuza kadar. Öyleyse şu anda aklıma eseni yapmamım bana faydadan çok zararı var. Şu an sırf canım istiyor ve anı önemsiyorum diye tutup da deliler gibi iskender yiyemem mesela. Çünkü bunun üzerine bir 50 yıl daha yaşamak zorunda kalıp kalmayacağımı kim biliyor? Sırf eğer yarın öleceksem diye bugün işi bırakıp, Katmandu'ya gidemem. Yarın ölmezsem ne olacak sonra? Hadi ölmedim, en azından bir hafta daha yaşadım diyelim, karnımı kim doyuracak?
O yüzden sinirlendim ben filmi izlerken. Hayır Dexter'ın bir türlü gözünün önündekini görememesinden veya onların deyimiyle "jerk" olmasından, bir türlü büyüyemesinden dolayı değil. Devamlı surette bu "elimizdekini kaçırmamalıyız" türündeki mesajların gözümü sokulmasından. Ne olacaktı Emma tüm özsaygısını ayaklar altına alıp Dexter'a açılsaydı? Söyleyeyim mi ne olacaktı, hem elindekini kaybedecek yani Dexter'la arkadaş sıfatı altında da olsa her yıl görüşebilmeyi, onun en yakın en içten sığınağı olabilmeyi kaybedecekti, hem de kocaman bir duvara, Dexter'ın şımarıklıkla, alayla, çocuklukla dolu duvarına toslayacaktı.
Bu senaryoda da suçu Dexter'a atıyorsunuz peki? Hani bir türlü o olgunluğa erişemediği, Emma'yı gerçekten anlayamadığı, göremediği için. Bu da yanlış. Dexter zaten en başından beri Emma'nın istediği gibi bir adam değildi ki. O hale gelebilmesi için 20 yıl geçmesi ve Emma'nın yontması gerekti. O halde aslında gecikmiş bir şeyden söz edebilir miyiz? Bence bu gecikmiş bir aşktan çok en baştan bitirilmesi gereken bir durumdu. Emma uğraşarak, didinerek ve hayatın sillesinin de yardımıyla Dexter'ı istediği gibi, olması gereken gibi bir adama dönüştürdü. Tabi kendisi de bunu hak eden bir kadın haline geldi. Demeye çalıştığım, bu ikisinin zaten 88'de bir arada olması gerekmiyordu. 20 yıl sonra dönüştükleri o iki insan aşıktı birbirine aslında.
Bilemedim. Böyle bir hüzünleneyim, arkadaşlarımla iki laf edip birbirimize gaz verelim, niye yalnızım ben be abi diye iç geçireyim, gençliğimi özleyeyim, birazcık Anne Hathaway'in o kocaman güzel gözlerini göreyim isterseniz izlenir. Bir de benim kadar ciddiye alıp, filmlerle yumruk yumruğa girmiyorsanız tabi.
(Soundtrack'i de pek hoş, diyeyim de : buradan)
Ama tabi benim elimde şu an bitmeyi bekleyen bir sürü kitap olduğundan o konuya hiç bulaşmadım ben, direkt filme atladım geçen hafta. Uzun zamandır da evde oturup film izlememiştim, iyi oldu.
Hikayemiz, temelde bir geç kalınmış aşk hikayesi. Dexter ve Emma aynı üniversiteye gitmiş iki genç. Emma aynı çatı altında geçirdikleri 3 yıl boyunca Dexter'a uzaktan uzaktan - kimi zaman da yakından - bakmış olsa da, Dexter ona pek dikkat etmemiş. Çünkü Emma bildiğimiz anlamda gözlüklü, zeki, çalışkan, şair olmak isteyen, eh baya da mantıklı, akıl sahibi ama kendine güveni eksilerde bir hanımkızımızken Dexter zengin ailesinin de etkisiyle alabildiğine uçarı, şımarık, kendini beğenmiş bir çapkın insan. Mezuniyetlerini kutladıkları gecenin sonunda bir şekilde başbaşa kalıyorlar. Eh haliyle tanışmış da oluyorlar adamakıllı. Takvimler 15 temmuz 1988'i gösteriyor.
Arkadaş olmaya karar veren bu iki zıt insan, hayatlarına devam ederken hep bağlantıda kalıyorlar. Her yıl aynı gün, 15 temmuzda, buluşmak görüşmek üzere sözleşiyorlar bir anlamda. Yıllar birbirini kovalar, Dex ve Em hayatlarını çizmeye çalışırlarken içlerinde hep birbirlerini taşıyorlar.
Senaryoyu, kitabın da yazarı olan David Nicholls yazmış. Yönetmen Oscar'a aday olmuş ve bence fena da olmayan "An Education"ı yönetmiş olan Lone Scherfig. Anne Hathaway ve Jim Sturgess tüm film onların omzunda olmasına rağmen gayet başarılılar. Yeteri kadar üzüp, ağlatabiliyor, herşeyi hissettirebiliyorlar. Yapım ekibi, hikayenin yayıldığı yılları, uzun bir dönemi oldukça temiz bir şekilde yansıtmış, ne göze batıyor ne de "vayyy" dedirtiyor. Kararında.
Filmin, dolayısıyla kitabın anlatmaya çabaladığı bu iki insanın 20 yıla yayılan hikayesi içerisinde kendimize sorular sormamızı sağlamak bir anlamda. Şu bildiğimiz, klişe deyişi bir kez daha empoze etmeye çalışıyor : "Anı kaçırma. Bugünü yaşa. Geç kalma. Ne hissediyorsan, ne istiyorsan onu yap, korkma, vazgeçme, erteleme." İnanın artık ben bıktım, onlar bıkmadı bu mesajı vermeye çalışmaktan. Yok işte, mümkünü yok. Hayatlarımızı bu gazla yaşayamayız, yaşayamıyoruz. Hiçbirimiz, elimizde yeteri kadar imkanımız yoksa, anı yaşayamıyoruz. Öyle bir lüksümüz yok çünkü. Ben şimdi bu işi yapmak istiyorum diyerek herşeyi bırakıp gidemeyiz, aç kalırız. Ben şimdi bu adamdan-kadından hoşlandım, hatta durun aşık oldum, o zaman bunu ona söylemeli, bunun için çabalamalıyım diyemeyiz. Çünkü rezil olmayacağımızın, reddedilmeyeceğimizin, o insanın saçma biri çıkmayacağının, herşeyin berbat olmayacağının bir garantisi yok. Ha buna da çözümleri "Ama denemezsen bilemezsin.". Ama deneyip, yıllarımı çöpe atmamım, özgüvenimi yitirmemim, içinde bulunduğum ortamı bozmanın ne anlamı var? Anı yaşamanın bizim için pratik hiç bir getirisi yok. Hiçbirimiz 20'li yaşlarımızda kalmayacağız sonsuza kadar. Öyleyse şu anda aklıma eseni yapmamım bana faydadan çok zararı var. Şu an sırf canım istiyor ve anı önemsiyorum diye tutup da deliler gibi iskender yiyemem mesela. Çünkü bunun üzerine bir 50 yıl daha yaşamak zorunda kalıp kalmayacağımı kim biliyor? Sırf eğer yarın öleceksem diye bugün işi bırakıp, Katmandu'ya gidemem. Yarın ölmezsem ne olacak sonra? Hadi ölmedim, en azından bir hafta daha yaşadım diyelim, karnımı kim doyuracak?
O yüzden sinirlendim ben filmi izlerken. Hayır Dexter'ın bir türlü gözünün önündekini görememesinden veya onların deyimiyle "jerk" olmasından, bir türlü büyüyemesinden dolayı değil. Devamlı surette bu "elimizdekini kaçırmamalıyız" türündeki mesajların gözümü sokulmasından. Ne olacaktı Emma tüm özsaygısını ayaklar altına alıp Dexter'a açılsaydı? Söyleyeyim mi ne olacaktı, hem elindekini kaybedecek yani Dexter'la arkadaş sıfatı altında da olsa her yıl görüşebilmeyi, onun en yakın en içten sığınağı olabilmeyi kaybedecekti, hem de kocaman bir duvara, Dexter'ın şımarıklıkla, alayla, çocuklukla dolu duvarına toslayacaktı.
Bu senaryoda da suçu Dexter'a atıyorsunuz peki? Hani bir türlü o olgunluğa erişemediği, Emma'yı gerçekten anlayamadığı, göremediği için. Bu da yanlış. Dexter zaten en başından beri Emma'nın istediği gibi bir adam değildi ki. O hale gelebilmesi için 20 yıl geçmesi ve Emma'nın yontması gerekti. O halde aslında gecikmiş bir şeyden söz edebilir miyiz? Bence bu gecikmiş bir aşktan çok en baştan bitirilmesi gereken bir durumdu. Emma uğraşarak, didinerek ve hayatın sillesinin de yardımıyla Dexter'ı istediği gibi, olması gereken gibi bir adama dönüştürdü. Tabi kendisi de bunu hak eden bir kadın haline geldi. Demeye çalıştığım, bu ikisinin zaten 88'de bir arada olması gerekmiyordu. 20 yıl sonra dönüştükleri o iki insan aşıktı birbirine aslında.
Bilemedim. Böyle bir hüzünleneyim, arkadaşlarımla iki laf edip birbirimize gaz verelim, niye yalnızım ben be abi diye iç geçireyim, gençliğimi özleyeyim, birazcık Anne Hathaway'in o kocaman güzel gözlerini göreyim isterseniz izlenir. Bir de benim kadar ciddiye alıp, filmlerle yumruk yumruğa girmiyorsanız tabi.
(Soundtrack'i de pek hoş, diyeyim de : buradan)
14 Nisan 2012 Cumartesi
Çikolatalı Sufle
Sanırım üniversitedeydim. Belki küçük bir ihtimal lisede de olabilirim. İki kız arkadaşımla birlikte dışarı çıkmıştık, niyeydi, hangi gündü pek hatırlamıyorum. Özsüt'e oturmuştuk. Menüdeki baştan çıkarıcı resmine bakıp, ikimiz, çikolatalı sufle istedik. Diğer arkadaşım önceden tecrübe etmişti, yok yook, dedi, ben paşa paşa tavuk göğsümü yerim. Bir miktar beklerken biz - hani şu 10-15 dakikada hazır olması meselesinden - tavuk göğsü geldi, arkadaşım bu ne dedi, bunun içinde lif lif birşeyler var. O yaşa kadar muhallebi yemiştik besbelli, tavuk göğsünün adını ciddiyetle nereden aldığını da hiç düşünmemiştik. Bizim sufleler geldi o ara, off dedi, mest olduk görüntüye. Kremasını falan döktük üstüne, daldırdık kaşıkları. İşte o an ve takip eden yarım saatte neler hissettiğimi hatırlayamıyorum ben bunca yıl sonra. Bu yüzden de o ara konuştuklarımız ve yaptıklarımız o masada, hiç mantıklı gelmiyor. Nefret etmiştik sufleden. Birkaç kaşıktan sonra tıkanmıştık, kötü gelmişti, yiyememiş, aç kalmış, aynı açlıkla arkadaşın tabağındaki yarım kalmış tavuk göğsüne sarkmaya başlamıştık. O da yememiş, bırakmıştı, o ayrı.
Ama sorun şu ki niye nefret etmiş olabileceğimizi aklım almıyor bir türlü. Bu kadar yıl geçti, bir daha ağzıma da sürmedim çikolatalı sufleyi. Sırf o nefreti hatırladığım için. Ama anlamıyorum, böylesine çikolatalı, sımsıcak, tatlı mı tatlı, yumuşacık bir şeyi nasıl olur da sevmem.
Sonunda, iki hafta falan önce, karar verdim. Bu önyargıyı, bu geçmişin tozlu anılarından kalmış gölgeyi silip atacaktım. Marketten yine bizim doktor, Oetker'in Çikolatalı Sufle paketini kaptım eve geldim işten sonra. Mutfakta, elimde paketle birkaç dakika dikildikten sonra beynim nihayet çalıştı. Paketin üzerindeki resimdeki gibi kaplar lazımdı, sufle kabı denen, tarifte de belirtildiği üzere 8-9 cm çapında fırına dayanıklı derin seramik kaseler. Sonraki bir hafta, abartmıyorum, bu kaplardan aramakla geçti.
Sonunda bir Paşabahçe mağazasında Ramekin adı verilen ve iki tanesi yaklaşık 20 liraya satılan kapları gördüm. Elime aldım, evirdim çevirdim. Bunlara bu kadar vereceğime tencerede yapar, gene de yerim o sufleyi dedim. Aramaya devam ettim. Birkaç saat sonra, tam da pes etmek üzereyken, hiç ummadığım bir yerde, Carrefour'da buldum. Portekiz yapımı Cook&Serve kapları. Ağzım kulaklarımda eve döndüm.
Paketin üzerindeki tarife aynen uyduk. "Uyduk" diyorum, çünkü ben elimde paketle masanın yanında dikilip "eveet tamam hadi bakalım şimdi yumurtalar çırpılacakmış" diye kendi kendimi motive etmeye çalışırken annem saniyesinde direktifi yerine getiriyordu ve dolayısıyla sufleyi oluşturan malzemelerin - kaplar hariç - hiçbirine elimi bile sürmedim.
Öncelikle margarinle sütü ufak bir tencerede karıştırdık kaynayana kadar, paketin söylediği üzere. Çabucak kaynıyor zaten o, altını kapatıp paketin içinden çıkan büyük poşetteki kakaolu karışımı döktük içine. Pürüzsüzce bir karışım olana kadar karıştırdık kaşıkla ki bu da bir dakikayı bile bulmuyor. Bu sırada yumurtaların beyazını sarısını ayırdık (ayırdı annem yani, ben gözümü açmadım hiç).
Mikserle beyazları çırptık, bir iki dakika içinde böyle beze kıvamında bir beyaz öbek oluşuyor zaten. Sarılarını da tenceredeki karışıma ilave edip karıştırdık, biraz homojen olmalarına çalışıyorsunuz bu aşamalarda. En son da kar haline gelen beyazları karıştırdık. Bu halinde bir süre iyice karıştırmak gerekiyor, tam böyle tüm malzemeler birbirine girmiş hale gelmeli çünkü. Sonunda anlıyorsunuz zaten, tam böyle sufle tipine giriyor karışım.
Kaplara üstlerinden bir iki parmak kadar boşluk kalacak şekilde döktük, yazdığı gibi. Paketin üzerinde 4 kişilik olduğu yazsa da karışım - hem de tam onların verdiği ölçülerde - 5 kaba sığıyor - onların verdiği 8-9 cm çapındaki kaplarla. Önceden ısıttığımız fırına da koyup, saati tam 12 dakikaya kurduk.
Suflenin bu hali 18.yy.da Fransa'dan çıkmış bir şey. En erken 1782 gibi bir tarihte Fransa'da yapılmakta olduğu biliniyor. Hem böyle tatlı, hem de peynir, jambon gibi şeylerle tuzlu olarak da yapılabiliyor. "Soufflé" kelimesi "şişirilmiş" anlamına geliyor ki bu da piştiğinde dağ gibi yükselmesine ithafen söylenmiş büyük ihtimalle. Popüler kültüre bu denli girmiş olması da sanırım lezzetinden çok kuru efsanelere önayak olmasından. Hani her dizide mutlaka bir kere birinin çok uğraştığı suflenin gürültüden veya en az o kadar saçma bir nedenden çöktüğünü ve berbat olduğunu izleriz ya, öyle bir durum. Yoksa dikkat ettiyseniz bu tarife, olabilecek en basit hazırlama sürecini içeriyor sufle yapımı. Her malzemeyi bir şekilde birbirine karıştırıyorsunuz, sadece belli bir sıraları ve kıvamları var. Sonra da direkt fırına koyup, 10 dakikada çıkarıyorsunuz. Daha ne olsun.
Tamam daha başka birşey olmasın da, kabarıklığı da dursun yani. Durmadı maalesef. Fırının kapağından deli bakışlarla izlediğim sufleler kabardı, çatladı, lezzet manyağı görüntüsüne büründü evet. Dakikalar tamamlanınca çıkardım büyük bir dikkatle, hemen pudra şekerlerin döktüm, kaşıkları yanlarına iliştirdim ve servis ettim. Ama dakikayı bulmadı, çökmeye başladılar. Adamakıllı yemeye başladığımızda artık tamamen çökmüşlerdi. Hayır tadı şahane olsa, tam hayal ettiğim gibi olsa ona da üzülmezdim ama değildi. Bildiğiniz sünger gibiydi içi. Çikolatalı sünger yedik. Her bir adımı, malzemeyi yazdığı gibi yapmamıza rağmen, sufle bekleneni vermedi.
Demek ki evde yapıp yenmeyecek tatlılardanmış. Artık çıkar mutluluğu dışarılarda ararım.
Ama sorun şu ki niye nefret etmiş olabileceğimizi aklım almıyor bir türlü. Bu kadar yıl geçti, bir daha ağzıma da sürmedim çikolatalı sufleyi. Sırf o nefreti hatırladığım için. Ama anlamıyorum, böylesine çikolatalı, sımsıcak, tatlı mı tatlı, yumuşacık bir şeyi nasıl olur da sevmem.
Paketin üzerindeki tarife aynen uyduk. "Uyduk" diyorum, çünkü ben elimde paketle masanın yanında dikilip "eveet tamam hadi bakalım şimdi yumurtalar çırpılacakmış" diye kendi kendimi motive etmeye çalışırken annem saniyesinde direktifi yerine getiriyordu ve dolayısıyla sufleyi oluşturan malzemelerin - kaplar hariç - hiçbirine elimi bile sürmedim.
Öncelikle margarinle sütü ufak bir tencerede karıştırdık kaynayana kadar, paketin söylediği üzere. Çabucak kaynıyor zaten o, altını kapatıp paketin içinden çıkan büyük poşetteki kakaolu karışımı döktük içine. Pürüzsüzce bir karışım olana kadar karıştırdık kaşıkla ki bu da bir dakikayı bile bulmuyor. Bu sırada yumurtaların beyazını sarısını ayırdık (ayırdı annem yani, ben gözümü açmadım hiç).
Suflenin bu hali 18.yy.da Fransa'dan çıkmış bir şey. En erken 1782 gibi bir tarihte Fransa'da yapılmakta olduğu biliniyor. Hem böyle tatlı, hem de peynir, jambon gibi şeylerle tuzlu olarak da yapılabiliyor. "Soufflé" kelimesi "şişirilmiş" anlamına geliyor ki bu da piştiğinde dağ gibi yükselmesine ithafen söylenmiş büyük ihtimalle. Popüler kültüre bu denli girmiş olması da sanırım lezzetinden çok kuru efsanelere önayak olmasından. Hani her dizide mutlaka bir kere birinin çok uğraştığı suflenin gürültüden veya en az o kadar saçma bir nedenden çöktüğünü ve berbat olduğunu izleriz ya, öyle bir durum. Yoksa dikkat ettiyseniz bu tarife, olabilecek en basit hazırlama sürecini içeriyor sufle yapımı. Her malzemeyi bir şekilde birbirine karıştırıyorsunuz, sadece belli bir sıraları ve kıvamları var. Sonra da direkt fırına koyup, 10 dakikada çıkarıyorsunuz. Daha ne olsun.
Tamam daha başka birşey olmasın da, kabarıklığı da dursun yani. Durmadı maalesef. Fırının kapağından deli bakışlarla izlediğim sufleler kabardı, çatladı, lezzet manyağı görüntüsüne büründü evet. Dakikalar tamamlanınca çıkardım büyük bir dikkatle, hemen pudra şekerlerin döktüm, kaşıkları yanlarına iliştirdim ve servis ettim. Ama dakikayı bulmadı, çökmeye başladılar. Adamakıllı yemeye başladığımızda artık tamamen çökmüşlerdi. Hayır tadı şahane olsa, tam hayal ettiğim gibi olsa ona da üzülmezdim ama değildi. Bildiğiniz sünger gibiydi içi. Çikolatalı sünger yedik. Her bir adımı, malzemeyi yazdığı gibi yapmamıza rağmen, sufle bekleneni vermedi.
Demek ki evde yapıp yenmeyecek tatlılardanmış. Artık çıkar mutluluğu dışarılarda ararım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...