23 Mayıs 2011 Pazartesi

{2010 Oscarları} The Blind Side (2009)

Film gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkılarak yapılmış. İlk bilmemiz gereken bu. Çünkü benim gibi, izledikçe 'ama bu da yok artık canım, ayşecik ömercik, gerçek hayat böyle değil baayaan' diyebilme ihtimali mevcut. Bu ihtimale karşı da yine benim gibi, izlemeden önce filmdeki nerdeyse her karakterin gerçek-yaşamış-yaşayan birer insan olduğunu öğrenmekte fayda var.
Annesi uyuşturucu bağımlısı olan ve nerdeyse sokakta yaşayan lise çağındaki Michael Oher'ın, Amerika'nın güneyli zengin tabakasının okuduğu bir okula kaydolmasıyla başlıyor hikayemiz. Herkes onu gerizekalı zannediyor, o hiç sesini çıkarmıyor, kimse ona yaklaşmıyor, o kimseye yaklaşmıyor şeklinde klasik durum devam ederken (ki bu arada Michael'ın cüssesi filmin her dakikasında birine birşey olacak da çocuğu hapse atacaklar diye insanın yüreğini ağzına getirip duruyor) zengin velilerden birinin Leigh Ann'in ve ailesinin Michael'ı evlerine ve dahası ailelerine almasıyla mutlu bir hale giriyor. Bedensel avantajının da sağladığı güçle Amerikan futbolu oynamaya başlıyor Koca Mike. Gerisinde yaşananlarsa pek çok yerde dendiği gibi ilham verici.
İnsanın içine dokunan filmlerden The Blind Side. Hani gözyaşı döktürmeden de olsa içinizi bir kırpık kırpık eder ya bazı hikayeler, onların en güzel bir şekilde işlenmişi. Bir de filmin sonunda jenerik yazıları geçerken gerçek Michael Oher'ın ve Tuohy ailesinin resimleri geçmesi, insanı hepten gülümsetiyor.
Oyunculukların rahat, yerinde ve kararında olmasının yanında Sandra Bullock'u en iyi kadın oyuncu adayı yapacak kadar da iyi olabildiğini düşünüyorum. Benim gözümde alabilir. Ama film açısından baktığımda, sanki daha çok hikayenin ve mesajların ön planda olduğu bir film olarak geldi bana. Yani sinema açısından bir büyüklük, çokluk hissi vermiyor gibi. Güzel değil mi, evet güzel derim. Ama vay be ne filmdi yerine de vay be ne hikayeydi derim. O yüzden de Sandra Bullock'un Oscar'ını kucaklamasına şaşırmıştım. Hem de öncesinde o kadar kesin belirtildiği halde alacağı. Seçilebileceğini düşünmemiştim filmi izledikten sonra. Ama tabi akademi bu, siyahi bir evsiz çocuğu yıldız yapan bir hristiyan beyaz üst sınıf ailenin ilham verici gerçek hikayesine oscar'ı vermek isterlerdi.

22 Mayıs 2011 Pazar

{2010 Oscarları} The Hurt Locker (2008)

Yaptığın şeyi neden yaptığını anlamak...
Irak'taki Amerikan ordusunda bomba imha uzmanı olarak görev yapan Çavuş James ve onun etrafındaki diğer askerler ve bombalarla birlikte The Hurt Locker'ın anlatmaya çalıştığı hemen hemen bu.
Bravo Ekibinin Irak'taki görev süresinin bitimine 40-50 gün kala bomba imha ekibinin uzmanının bir patlamada hayatını kaybetmesi ve onun yerine Çavuş James'in ekibe dahil olmasıyla başlıyor film. Çekim yeri olarak Irak'ın hemen yakınındaki Ürdün'ün de seçilmiş olmasının etkisiyle ,tüm o tozu, sıcağı, teri, kan kokusunu siz de oturduğunuz yerden teneffüs edebiliyorsunuz. Filmin çoğunda ayrıca 16mmlik hand-held denilen kameraların kullanılmış olması her an yakın açıdan, bol sarsıntılı görüntülerin eşlik etmesine sebep oluyor.
Film boyunca insanın kendi kendine debelenip durmaması mümkün değil bu arada."Neden yapıyoruz bunu?" diye sormak geliyor insanın içinden habire. "Bunu kendimize neden yapıyoruz?" Bir ülke gidiyor, başka bir ülkeyi işgal ediyor, her gün, her Allah'ın günü insanlar ölüyor, aileleri olan insanlar, nefes alan insanlar, düşünceleri olan insanlar, hep birlikte aynı yerküre üzerinde yürüdüğümüz insanlar. Ama hiç kimse birşey yapmıyor. Dahası bombalar insanları öldürürken orda, diğer her yerde de çaresizlikten-elinden birşeyler gelmemesinin çaresizliğinden-insanlar ölüp ölüp diriliyor.
Gene de fark eden birşey yok. Amerika; Vietnam'da, Kore'de ya da Afganistan'da yaptıklarını film halinde habire önümüze koymaya devam ettiği gibi Irak'a da aynı muameleyi yapmaya devam ediyor. Bu sefer bağımlısı olduğu bombalar ve onların yaşattığı ölüm kalım durumunun damarlarına pompaladığı adrenalin ile yaşayan bir askerin üzerinden anlatıyor hikayesini. Belki onu bu hale getirenin, savaş bağımlısı yapanın suçlu olabileceğini söylemeye çalışarak ya da belki de hiçbir suçlu aramayarak.
Sonuçta filmin berbat olduğunu söyleyenler de var, savaş filmi olarak görülemeyeceğini ya da tatmin edici olmadığını, Irak'ta olanlarla ilgili birşeyler söylemekten çok obsesif bir kişilik bozukluğunu nedensiz bir şekilde anlatmaya çalıştığını söyleyenler de. Oscar adayı olarak şansı elbette yüksekti. Sonuçta kendin pişir kendin ye, bir yerde. Ama ben ısrarla Avatar'ın şansının daha yüksek olduğunu düşünmüştüm, ummuştum. Çavuş James rolündeki Jeremy Renner en iyi aktör dalında, yönetmen Kathryn Bigelow en iyi yönetmen dalında adaydı. Bu ödülün de ona gideceğine kesin gözüyle bakılıyordu, hiç şaşırtmadı. Ayrıca en iyi senaryo, en iyi düzenleme, en iyi sinematografi, en iyi orijinal müzik türü dallarda da adaylığı vardı filmin. Sanki nereye aday edeceklerini şaşırmışlar gibi. Zaten oturdular sonra da bir güzel, tek tek 7 tane ödülü verdiler.
Film olarak beğendim mi? Sanırım. Yaşlandıkça savaşla ilgili şeyler kaldıramamanın verdiği sıkıntıyla da olsa, sinema açısından beğenebilirim diye düşünüyorum. Gerçi Amerika işgal ettiği yerlerin filmini yapmaya devam ediyor, biz de sadece izlemeye devam ediyoruz ama...

{2010 Oscarları} INGLORIOUS BASTERDS (2009)

Bazı insanlar, dünyayı diğerlerinin gördüğünden daha farklı bir şekilde görür. Aynı yerde, aynı kalabalıklarla birlikte dikilirler, aynı şeyleri izlerler ama aynı şeyleri görmezler. Belki bunu isteyerek yapmazlar, belki sadece bir tür içgüdüdür ya da hatta belki bir tür anormallik. Evet, öyle görmeyen diğerlerinin yakıştırdığı tabirle, anormaldirler.
Öyle sanıyorum ki Quentin Tarantino da o "anormaller"den. Hatta geçen onca yıl ve neredeyse 20 filmin ardından bunu kanıtlamış durumda. Anormalleri sevmem, ortaya çıkardıkları işleri de sevmem. Elimde değil, bir tuhaflık, o yatay ince çizgide herhangi bir pürüz hissi; beni oldum olası rahatsız eder. Ve rahatsız eden filmler izlemeyi de sevmem. Herşeyin karman çorman olduğu filmleri de sevmem. Çoğu kez kendi kendime çok klişe bile geldiğim olur, illaki mutlu edici hafif şeyler aradığım için ekranımda.
Bu yüzden oldum olası Tarantino'dan uzak durdum. Lisede aylarca Kill Bill konuşmalarına, canlandırmalarına, kritiklerine maruz kaldım, gene de merağıma yenilmedim, izlemedim. Rezervuar Köpekleri her okuduğum sinema yazısında, dergisinde, gördüğüm her sinema olayında karşıma çıktı; kendime engel oldum, o afişine rağmen gene de izlemedim. Bir dönem televizyonu her açtığımda karşıma çıkan Jackie Brown'ın, elinde çantayla yürüyüşünü izleyip, geri kapattım. Ama sinema topluluğundaki gösterimi izlemek zorundaydım, dersler çok sıkıcıydı ve o zaman yapılabilecek en iyi şeydi Pulp Fiction'ı izlemek. Ayrıca da artık merakıma laf geçirebilecek irade gücüm kalmamıştı.
Ama yanılmadığımı anlamam açısından iyi oldu Pulp Fiction. Hiç hazzetmedim, çoğu kez "Honey/Bunny"yi kullansam da. Beynimi arap saçına döndürdü film. Beğenmedim'i asla kabul etmedim ama beğendim de diyemedim. Uma Thurman'ı, John Travolta'sı, Samuel L.Jackson'ı, Bruce Willis'i, herkesi ama herkesi ordaydı. Ben gene de gözümün önünden kanlı görüntüleri çekip alamadım.
Bu tür bir haleti ruhiye içerisinde Oscar adayı bir adet Inglorious Basterds izlenirse ne olurdu? Çok da şok olunurdu! Neden? Çünkü eğlendim! Tüm film boyunca eğlendim. Oturduğum yerde kahkaha da attım, ellerimi gözümün önüne de tuttum, aniden korkarak yerimden sıçradım, heyecandan tir tir titredim. "Bu benim başyapıtım oldu galiba." dedi Teğmen Aldo Raine, bitiş müziği gümlemeye başladı, ben de "keşke böyle olsaymış" dedim. 1944'te İkinci Dünya Savaşı Tarantino'nun yazdığı metin kadar eğlenceli olsaymış.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Fransa'da geçen film, konusu itibariyle, başlangıcı sinema tarihine ikonik bir karakter daha katan Christopher Waltz'ın Komutan Hans Landa'sı ile yapıyor. "Yahudi Avcısı" lakabının hakkını veren bir sahneyle filmin de ilk bölümünü başlatıyor. Sonrasında farklı farklı bölümlerle farklı farklı açılar yansıyor perdeye. Ki beklediğimiz gibi hepsi bir yerde birleşmek üzere.
Filmde kafayı döndüren bir dil curcunası mevcut. Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca derken kimin nece konuştuğunu takip etmek tam bir sınava dönüşüyor. Ama o inanılmaz keyifli hava içerisinde buna da katlanılıyor. Hatta filmin en önemli detaylarından biri de bu. Karşımızda ayrıca karikatürize Hitler'lerden biri daha var. Pek çok internet şakasına da karışmış olduğunu hatırlayabiliriz. Ve tabiki o muhteşem Fransız kadınları. Shosanna rolündeki Melanie Laurent ve Charlotte LaPadite rolündeki Lea Seydaux en göze çarpanları. Hatta bence ekranda göründüğü o birkaç dakikada bile insanı büyüleyen Lea Seydaux, kesinlikle perdemize daha çok gelmeli. Ve ayrıca Daniel Brühl faktörünü de unutmamalı ki kendisini Elveda Lenin'den gayet iyi biliyoruz. Yüzünde her daim "o ifade" olan oyunculardan olmasının yanısıra oynadığı her karaktere beklenenden fazla ilgi duyulmasını sağlayan bir yapısı olduğu reddedilemez.
Ha tabi Tarantino filmlerinin rahatsız ediciliği bunda da yok mu? Var, yüzülen kafa derilerinden gelen kırt kırt seslerinde, alınlara bıçakla kazınan gamalı haç motiflerinin cızırtılarında, insanlara giren çıkan mermilerin vızırtılarında, insan bedenlerinden fışkıran kan ve kanlı et patırtılarında...
Filmin ayrıca bir en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, sinematografi, düzenleme, ses gibi dallarda da adaylıkları var. En iyi film ya da yönetmen olmasa da en azından bir ödül verirler gibime geliyordu. Aslında en iyi film seçilse ne eğlence olurdu ama?! Aday olduğu kategorilerden sadece birinden Oscar aldı, bahsettiğim o manyak performansıyla Christoph Waltz'a en iyi yardımcı erkek oyuncu heykelciğini kucaklattı.

{2010 Oscarları} A SERIOUS MAN (2009)

Komedi mi? Gülmekten mi bahsetmiştik? Yo, hayır, "ciddi" değildim herhalde! Çünkü geçirdiğim bir buçuk saatin içinde gülmek eylemi yoktu.Tebessüm? Kesinlikle.
"Kara mizah, veya kara komedi, komedi ve hiciv'in alt türlerinden biridir. Genellikle ciddiyetle anılan cinayet, ölüm, hastalık, savaş, akıl hastalığı gibi konuları mizahi bir anlayışla ele alır. Kara mizah açık seçik olana karşıtlık göstermesine rağmen bu anlayışla ilişkilidir. Dolaysız gülmecede mizahi durumların çoğu şoka ve ani değişimlere dayanırken kara mizah genellikle ironi ve hatta bazen yazgıcılığı (fatalizm) kullanır. Stanley Kubrick'in yönettiği "Dr. Strangelove" filmi, sinema alanında bu mizah türünün öncüsü olarak gösterilir.Kara mizah içinde aynı zaman parodi, yani biçimle öz arasındaki ayrılıktan gülünç etki yaratma yer alır. Yaygın olarak, ciddi olması gereken ancak açıkça bunu başaramayan bir duruma karşı gösterilen tepki kullanılır." diyor Vikipedi kara komedi için. Coen Kardeşlerin yazıp yönettiği A Serious Man, bu türün bir örneği. Ki bu da neden kaşlarımın Küçük Emrah misali yaylaşmış ve dudaklarımın ne yapacağına karar verememiş halde gülümsüyor olduğu açıklıyor.
Gayet ciddi olduğunu düşünebileceğiniz ama o biçimli yeşil çimenli görüntüler ve yoğun yahudi gelenekleri arasında ciddiyetine karar veremediğiniz durumlara karşı çeşitli saçma tepkisizlikler dahilindeki tepkilere neden oluyor bu durumda film.
Larry Gopnik, üniversitede fizik dersi veriyor. İlk bakıştan hemen anlıyoruz, bildiğimiz ileri zeka ineklerden. Gözlüğü, hafif dökülmüş kıvırcık saçları, taşıdığı çantası, duruşu, bakışıyla her şeyi belli. Üstüne bir de yahudiliğinden gelen kendi ahlaki normları yüzünden olabildiğince iyi aile babası kıvamında bir insan. Haram para yemez, elin karısına kızına bakmaz (o kadar da değil de lafın gelişi icabı), çocuklarına bağırmaz tipte. Otorite ve başına buyruk olduğunu düşünebileceğimiz bir karısı, süsleneyim gezeyim tozayım anlayışında bir kızı ve ergenliğe bulaşmaya başlamış bir de oğlu ile nezih bir banliyöde yaşıyor. Bir de işte hafif çatlaktan hallice erkek kardeşi onlarla birlikte kalıyor o kadar. Sonrasında yalnız, herşey arabın saçına özeniyor.
Filmin açılış sahnesi ayrı bir güzellik bu arada. Gerisi ise aralarda kulaklarımıza yükselerek gelen Jefferson Airplane'in White Rabbit'ten sonra en iyisi diyebileceğim Somebody To Love'ının tınıları ve sıcak havanın sessizliği ile geçiyor. Çoğu zaman sıkılmak üzereydim bile diyebilirim bu sessizlikten. 
Birlikte aday olduğu diğer Oscar adaylarına nispeten yavaş, sessiz bir yapısı vardı filmin. Esasında filmin bir sahnesini kısa film olarak tasarlamış Coenler, sonradan filme çevirirken diğer sahneleri ve hikayeleri eklemişler. Hı bir de yine bir 60lar havası içerisindeyiz, bence filmin bir diğer artısı da bu.
Filmin bir de senaryo adaylığı vardı, ancak festivallerden topladıklarının aksine aday olduğu iki kategoride de ödülü alamadı.

"The Vampire Diaries" Meselesi

tanıştığım ilk vampirler, sene 1994
(Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles)
Benim bu "vampir" şeyiyle-artık neyiyse onunla- tanışmam yine pek çok diğer şeyle tanıştığım şu Braveheart yıllarıma uzanır. Aynı ilkokul-örnek-öğrenci modumdayken tvimizin tüm gün yayın yaptığı Cine5'te Ben Masumum serisinde bahsettiğim çocuk filmlerinin yanında Braveheart türü filmler de izlemişliğim var, doğal olarak. Aynı durumda izlediğim bir film daha vardı ki, vampirlerle tanışmamı sağladı desem hiç de yalan söylemiş olmam.
"Interview with the Vampire". 1994 yapımı bu Anne Rice kitabı uyarlamasını hemen hemen 4-5 yıllık bir gecikmeyle izledim ben. Vampirlerle o tanıştırdı beni. Daha önce görmüş müydüm, bir yerlerden duymuş muydum bilmiyorum, hatırlamıyorum. Vampirlere dair ilk hatırladığım  o buz mavisi gözleriyle kendisiyle görüşme yapmaya gelmiş meraklı bir Christian Slater'ı korkutan Brad Pitt görüntüsü. Benim o yaşımda ortada hala sıkı bir Tom Cruise-Brad Pitt kapışması var ve ben tamamen nedensiz bir şekilde Tom'u tercih ediyorum. Ki yine aynı nedenden ötürü, böyle bir Brad Pitt görüntüsü beni tamamen darmaduman ediyor. O yaşımda bile karşımdaki acımasız, doğanın en vahşi, tehlikeli yaratıkları olduklarını anladığım vampirlere karşı karmaşık duygular edinmeye başlamıştım çok net hatırlıyorum. Tom Cruise'un vahşi Lestat'ına karşılık her sahnede ağlamaklı ama mesafeli duran Brad Pitt'in Louis'ine o yaşımda bile içim eziliyor. Antonio Banderas'ın daha Zorro ya da El Mariachi bile olmamışken ekrandan fışkıran, üstüme çöreklenen karizmasınaysa hiçbir şey yapamıyorum.
Banderas abimizi bile vampir yapan bu zihniyet, cık cık cık
(Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles-1994)
Sonuç olarak kafamda vampirizmle ilgili ekilen ilk tohumlar ışıl ışıl bir Brad Pitt, öldürücü bir Tom Cruise, saplayıcı bir Antonio Banderas ve şeytani güzellikte bir Kirsten Dunst'ın oluşturduğu romantik ama acımasız canavarlar olmuştu.
Bu düşüncelerin üzerine Blade eklendi birkaç sene sonrasında. 1998'de sinemalara saldıran kılıçlı Wesley Snipes'ı ben yine tvde izledim ilk olarak. Bu kez güzel ama acımasız vampir kavramımın üzerine bir yarı-vampirlilik ve vampir avcılığı kavramlarını da eklememi sağladı Blade. Anne Rice'ın tamamen duygusal hikayesine artık hiç durmayan, acımayan bir aksiyon da eklenmişti. Vampirler örgütlenebilirdi, kendilerine hayat kurabilirdi ve daha şeytani planlar yapabilirlerdi. Ama, avlanabilirlerdi de.
2002'deki ikinci filmi bu kez bir geceyarısı seansında ılık Samsun gecesinde sinemada izleyebilecek kadar ileri gidebilmiştim. Ama bu filmde ortaya mutant vampirler diyebileceğim, benim o zamana kadar aklıma yerleştirilmiş olan vampir görüntüsünden çok farklı, tamamen Ripley'nin Alien'ları gibi birşeyler çıkınca 2004'teki üçüncü filmden (Blade: Trinity) vazgeçtim. 7 sene oldu, hala izlemedim. Yalnız bu noktada Blade'in kattığı birşey daha vardı çorbaya, Stephen Dorff. Onun resmen benim için tuzla buz edici etkisini ortaya çıkaran karakteri Deacon Frost, yavaş yavaş yeni bir fikri de kafama aşılamıştı. "Kötü çocuğun" çekiciliği.
psikolojik travmalarıma yenisini ekleten,
kötü çocuğa aşık olma sendromuma hiç de iyi gelmeyen
vampirlerin de kötüsü Deacon Frost
(Blade-1998)
Hatırladığım kadarıyla 2002'deki Blade 2'den sonraki 7 sene boyunca vampirlerle bir daha karşılaşmadım. Zaten uğraşmam gereken çok şey vardı, keşfettiğim bir o kadar fazla şey daha. Böyle hayatınızın büyük bir kısmında yoğun bir şekilde yorucu-bezdirici şeylerle uğraşmak, devamlı ama devamlı çalışmak zorunda olduğunuzda, çoğu zaman zayıf düştüğünüz durumlar meydana gelebiliyor. Siz fark etmiyorsunuz, sadece temponuza devam ettiğinizi düşünüyorsunuz. Zaten öyle fiziksel bir zayıflık da olmuyor bu, içten içe beyin kıvrımlarınızı kemirdiğinizi fark ediyorsunuz. Aynen böyle bir yorgunluğun sonucunda tamamen zayıf kaldığım bir zamanda işte ben de bu Twilight hadisesiyle karşılaştım. Hayatım görebildiğimden de daha kalın ve ağır bir sis bulutu-kümesi altına girmişken, sadece debeleniyordum. Finaller haftasından bir ya da iki hafta öncesinde iki manyak arkadaşımın(en az benim kadar manyak:p) ısrarlarıyla, artık saga olmuş Twilight'ın ilk filmini alıp, evin yolunu tuttum.
20 yaşından sonra ergenliğe yeni girdiren,
ışıldayan vampirli Twilight, sene tabiki 2008
Kitapları okumamıştım, doğru düzgün haberim bile yoktu varlıklarından. Dünyadaki ve burdaki yavaş yavaş alevlenen delilikten de zerre kadar haberim yoktu yine. Sadece çok tavsiye edilmiş bir filmi koymuş, izliyordum. Devam etmem gereken ödevler, projeler ve çalışmam gereken sınavlar vardı. En fazla iki buçuk saat sonunda onlara dönecektim. Ama bir noktada, bende ipler koptu. Şalterler attı. Saçma bir halde, Edward'ın ikisi Bella'nın yatağında uzanırlarken, Bella'nın uyku sersemi ona sarılarak yatması sırasında elini Bella'nın başına bile koymaya kıyamayan görüntüsü ekranımdan geçti ve ben deli gibi ağlamaya başladım. Ağlamak durumunun bu noktada benim için taşıdığı anlamın büyüklüğünü ancak şöyle açıklayabilirim: Şeker Kız Candy izleyerek büyüdüm ben.
Herneyse, o an ve onu takip eden bir iki sene içinde anladığım şey, zayıf düştüğümde kolaylıkla birşeylere bağlanma ihtiyacı hissettiğimdi. Ve bu bir şeyler genellikle aklımı oyalayabilecek, beni kendiminkinden başka bir dünyada yaşatabilecek evrenler yaratan filmler-diziler-kitaplar oluyordu. Bu yüzden en fazla dizi bölümlerini sınav haftalarında izliyordum, en kalın kitapları proje zamanları bitirebiliyordum. Hastalıklıydı ama insanın en azından kendini tanıması ve buna göre hareket etmeye başlaması da bir şeydir.
bu da ne ki diyen mutlu ve sağlıklı zihinli insanlar için bunu da belirtiyorum, Twilight-2008
Twilight serisinin saçmalığını, olayın saçmalığını, kitapların basitliğini hala biliyorum, anlıyorum. Kabul ediyorum en önemlisi, ama bir şekilde bağımlılık yaratan bir yanı olduğunu inkar edemiyorum. Zayıf bir anında denediğin, denenmemesi gereken bir madde gibi, saçma olduğunu bile bile içinde hep bir parça kalmasından memnun oluyorsun.
Ancak Twilight'ın pek de uzun sayılmayan vampir meseleme baya katkısı da olduğu bir gerçek. Artık ahlaklı ve aile canlısı vampirlerle karşı karşıyaydım. Herşey daha düz bir zemine inmişti ve şu güzel vampir görüntüsüne pek çok şey eklenmişti. Lestat'la çıktığım yolda artık herşey biraz daha parıltılı, biraz daha romantik ve şiirseldi.
Salvatore Brothers
The Vampire Diaries'den.
Ama tüm bunlara rağmen gene de çözemediğim bir şey vardı. Yıllar boyu anlam veremediğim ve beni rahatsız eden bir şey. Vampirleri seviyor muydum sevmiyor muydum? Sevenlerinin ne kadar çok olduğu inanılmaz bir gerçek, evet. Ama benim için böylesi durumlar çok daha karmaşıktır, bir ufak çikolatayı bile habire test ederim. Anlamaya çalışırım, kusana kadar yesem de sevmeye devam edebilecek miyim yoksa her defasında bu kadar az yemeye çalıştığım için mi bana cazip geliyor falan filan meselesi dahilinde içimi kurcalarım. Çoğu zaman birşeyi sevdiğimden emin olamam, sevmediğimden de olamadığım gibi.
Sonunda nihayet birkaç ay önce bu durumu çözebildim. Yine zayıf bir anımda (master dersleri için devasa sunumlar hazırlamam gerektiğinde) açıp, "The Vampire Diaries" izlemeye başladım.
Başladığımda ikinci sezonu ortalamış olan dizinin tüm yayınlanmış bölümlerini ki neredeyse 40'a yakındı, bir haftadan kısa bir sürede gece gündüz izleyip bitirdim. Kendimden nefret etmekle, vicdan azabı arasında kıvranırken de birşey fark ettim. Vampirlerden bu zamana kadar hoşlanmamışım, çünkü tüm o sıçrayan, fışkıran, boyundan emildiğinde cokur cokur sesler çıkaran kanlı durumlarda beni kan tutuyor! Kendime hala gülüyorum. Saçma bir haldeyim. Yapay bir hikayenin yapay kanlarından bile içim kötü oluyor.
The Vampire Diaries'in kötü çocuk-iyi kız aşkısıları Damon ve Elena
The Vampire Diaries esasında L.J.Smith'in 1991 ve 1992'de 4 kitabını (Uyanış,Savaş,Öfke,Karanlık Buluşma) yazdığı ve sonrasında 2009'da eklenen geri dönüş serisiyle (yayınlanan Çöken Karanlık ve yayınlanmamış Shadow Souls ve Midnight) birlikte oluşturmuş olduğu bir kitap serisi. Twiligth serisinden neredeyse 10 yıl önce ve Anne Rice'ın Interview with the Vampire kitabının yayınlanmasından 12 yıl sonra yazılmış bu vampir hikayesi Stefan ve Damon Salvatore adındaki iki 15.yy.İtalya'sından kalma vampir erkek kardeşin arasında kalmış Elena Gilbert'ın macerasını anlatıyor. 2009'da ise CW kanalının bu bahsetmeye çalıştığım dizisine çevrildi Elena'nın hikayesi.
Kitapların anlattığı Elena sarışın, lacivert gözlü, okulun popüler kraliçesi modunda, her istediğini ve herkesi elde edebilen bir kız görüntüsünde. Ancak dizinin yarattığı Elena, başroldeki Bulgar asıllı Nina Dobrev'in de etkisiyle, depresif, sıkıcı, koyu renk saçlı ve gözlü, endişeli bir kız haline gelmiş durumda. Zaten Salvatore kardeşler de kitaptakinin aksine Amerikan İç Savaş yıllarında yaşamış ve vampire dönüşmüş, İtalyan asıllı Amerikalı olarak gösteriliyorlar. Elena'nın orijinal hikayede Margaret adından bebeklik çağında bir kız kardeşi varken, dizide daha ilginç olacağını düşündükleri Jeremy adındaki 15 yaşında bir erkek kardeş yaratmışlar. Bunlar ve daha nice farklılık var Smith'in hikayesiyle dizi arasında. Ama dizide yaratılan hikayenin de daha ilginç olduğunu kabul etmek gerek.
Hello, brother.
Neyse anlatmaya çalıştığım yere baya uzun yollardan geldim. Asıl anlatmak istediğim The Vampire Diaries'in önüme serdiği bu uçsuz bucaksız vampir-kötü çocuk-aşk üçgeni-lostvari sır dünyası. Şu an ikinci sezonu final yapmış, üçüncü sezona kadar ara vermiş olan dizide her sezon ortalama 24 bölüm yayınlanıyor ve bu bölümlerin hepsi 40ar dakikalık sürelerinde habire bir şeyler ortaya döküyorlar. Durmadan yeni gizemler, çözülmesi gereken saçma iplikler beliriyor. Yan-orta-ana karakterler bozuk para gibi harcanıyor her bölüm ve hikayenin saçmalığını bildiğiniz halde kendinizi ne olacak diye tırnaklarınızı yerken buluyorsunuz (yani tabiki yemiyorsunuz, mecazi anlamda, yemeyin lütfen, çok sinir oluyorum.).
nereden Damon Salvatore alabiliyoruz?
Üstüne karakterlerin sağladığı o müthiş malzeme var: Çemçük Stefan, Allah belanı versin Elena ve Ahh Damon. Evet ucuz, evet "teenage drama" ama acayip de işleyen bir formül. İki sezonluk dolu dolu bir dizide neler olduğunu anlatmayacağım tabiki burda, en az sezonların sürdüğü kadar vakit geçer yoksa. Sadece - benim için ve belki de bazılarınız için- en müthiş görünen-gelen sahnelerden ve müziklerden bahsedeceğim, bir miktar fikir versin izlememişler için diye. Ve tabiki izlemişlerin de bu sezon arasında eğlenmelerine sebep olsun diye.

İlk görüntü, bayık kardeş Stefan'ın ortalarda olmayışından dolayı Damon'ın öne çıkarak Elena'yı kurtarması. Bu aynı zamanda ikilinin ilk dansıdır ve Elena'nın da Damon'ın sihrini ilk fark edişidir. Ki aynı sihre biz de kulaklarımıza ulaşan "All I Need"le kapılırız.


Sonraki videomuz, Damon'ın üzülüp reddedildiğinde ne hale geldiğini gösterene sahne. Demiştim, bu dizide her an her karakter harcanabilir.


Bu video ise nette hiçbir şekilde embed edilebileninin bulunmadığı bir sahneyi gösteriyor. Damon, Elena'yı kurtarmalarının ardından uzun zamandır ortada olan gerçeği ona itiraf ediyor. Ama bunun kimse için bir yararı olmayacağını bildiğinden en azından zarar vermesinden diye ardından, unutturuyor. Linki şöyle: http://youtu.be/bgCGxnJj1gM
Ve en önemlisi, yayınlanmasından sonraki haftalarda nette ortalığı yıkan o tek damla gözyaşı akıttığı anı görmüş oluyoruz. Resmi bile var:
o gözyaşının hesabını vereceksin karaçalı Elena
Diğer bir sahnemiz, gizliden gizliye Elena'yı memnun etmek için iyi adam rolünü oynamaya dayanamayan kötü vampir kardeş Damon'ın ikinci sezonda bol bol tekrarladığı zevk-için-avla-dertleş sahnelerinden birinin bir dizi hayranı tarafından yapılan versiyonu:


Dizinin en iyi yanlarından birine örnek, danslar: Damon&Vicki Dansı

Ve görüp görebileceğim en güzel vampirin onuruna,meseleyi kapatalım: Rose's Death

Bu arada hatırlamak isterseniz, Xena'nın ikinci sezon 4.bölümünde Antik Yunan Mitolojisinden Vampirizme Giriş:Bacchus ve Bacchae'lar dersi mevcuttu. Biraz tekrarlı-sinir bozucu olmuş ama video;)

21 Mayıs 2011 Cumartesi

{2010 Oscarları} PRECIOUS(BASED ON THE NOVEL "PUSH" BY SAPPHIRE) (2009)

"Life is hard. Life is short. Life is painful. Life is rich. Life is....Precious." diyor film Precious. İnsanın oturduğu yerden haline o sağlayan, böyle hayatlar da var veya dünyanın bir yerlerinde, bir köşesinde böyle şeyler de yaşanıyor dedirten filmlerden. 2 saat boyunca ekranda gördüğünüz, olan biten, gelip giden herşey karşısında siz de Clarieece "Precious" gibi tamamen başka şeyler düşünebilmek, hayal kurabilmek istiyorsunuz. Herşey o kadar çirkin, o kadar ezici ve pisken; Precious'ın yüzünde beliren o çığlık çığlığa sessizliği söküp almak istiyorsunuz. Babasının tecavüzü sonucu doğurduğu ilk çocuğu down sendromu taşıyor, ikincisi karnında, annesi kocası kızını tercih ettiği için ondan nefret ediyor ve devamlı aşağılıyor, hakaret ediyor,ona hayatı zindan ediyor, ayrıca okuldan da hamile olduğu için atılıyor ve alternatif bir dışarıdan bitirme kursuna gönderiliyor. Sonrası da biraz bu kurs ile başlıyor denebilir.
Amerika'nın Harlem'inde, yoksul ve çoğunlukla belalı siyahilerin aslında Hollywood filmleri aracılığıyla artık pek de yabancı olmadığımız hayatlarından çarpıcı olduğu kadar gerçekçi sayılabilecek bir hikaye de sunuyor film bize. Adından da anlaşıldığı üzere Amerika'da ilgi gören Push romanından uyarlanmış. Çekimleri ise sadece 5 hafta sürmüş. Mariah Carrey ve Lenny Kravitz gibi çeşitlilikleriyle birlikte başroldeki Gabourey Sidibe'nin arkadaşının zorlamasıyla denemelerine katıldığı ve de göründüğü üzere kazandığı ilk rolüne sahip olduğu filmin, en iyi kadın ve yardımcı kadın oyuncu, en iyi yönetmen, senaryo ve düzenleme dallarında da adaylıkları vardı. Özellikle Mo'nique'nin en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü alacağına kesin gözüyle bakılıyordu ki aldı. Ayrıca en iyi uyarlama senaryo dalında da Oscar'ı kazandı.
İzlerken insanı depresyona sokan,karnına sancılar girdiren zor filmlerden Precious. İzlememiş, görmemiş, bilmemiş olmayı dilemek gelebilir içinizden.

{2010 Oscarları} UP IN THE AIR (2009)

İşte film denen sanat eseri böyle olmalı. Düzenli başlayan, yükselen, inişleri çıkışları olan, hayatı sorgulayan, insanların içlerine seslenen, samimi...Arada hüzünlendiren, bazen karakterle birlikte ciddi şoklara sokan ama gene de her anında içinizde bir mutlu son umudu taşımanızı ve bunu kaybetmemenizi sağlayan, içinizden bir hikaye anlatmalı. Film denilen şey böyle olmalı.
Zaten Juno'dan da belliydi. Jason Reitman bize taşıdığı her hikayede samimiliği koruyacak gibi görünüyor. Öyle ki o hiç hazzetmediğim George Clooney'nin yamuk gülüşü bile içimi ısıttı.Vera Fermiga'nın inanılmaz karizmatik güzelliğine tapacak hale geldim. En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı olmuş Anna Kendrick ise şaşırtıcı gülümsemelere yol açtı.
George Clooney'nin canlandırdığı Ryan Bingham, şirketlerin işten çıkaracakları elemanlarına bu kötü haberi açıklamak üzere tutulan bir işten çıkarma şirketi çalışanı. Bunun için yılın hemen hemen her günü, ülkenin her bir yerine uçarak, şirket şirket dolaşıyor. Hayatı, kendisinin de keyifle belirttiği üzere havaalanlarında, uçaklarda ve otellerde geçiyor. Evi olarak oraları görüyor ve oralarda rahat ediyor. Kimseye ya da hiçbir yere bağlanmıyor. Konuşması çok etkileyici ve ikna edici. Hayatı oldukça düzenli ve rahat. Ancak bir yolculuk sırasında tanıştığı Alex, şirketinde yeni işe başlayan Natalie ve evlenen kızkardeşinin düğünü ile birlikte tüm bildiklerini, sevdiklerini, hayatını sorgulamaya başlıyor. Tabi tüm bunların yanında film esprili bir şekilde ekonomik krizi ve bunun yol açtığı herşeyi bizlere anlatmaya çalışıyor.Yine o şahane gitar tınıları eşliğinde.
Oscar adaylığı sadece en iyi film dalıyla kalmıyor tabiki. En iyi yönetmen, senaryo, erkek oyuncu, yardımcı kadın oyuncu dalları da olmak üzere toplamda 6 oscar adaylığı var.Tahminim en azından bir ödül alacağı yönündeydi ama hiç alamadı.
İzlenmesi, düşünülmesi, tebessüm edilmesi ve belki de biraz kendine dönülmesi gereken bir film olmuş sonuçta. İnsanın koşa koşa havaalanına gidesi ve ilk uçağa atlayıp, neresi olursa olsun gidesi geliyor. 
"How much does your life weigh? Imagine for a second that you're carrying a backpack. I want you to pack it with all the stuff that you have in your life... you start with the little things..."

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...