dolunay sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
dolunay sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

1 Ekim 2022 Cumartesi

“He loved October. Had always loved it. There was something sad and beautiful about it—the ending and beginning of things.”

 Eskiler derler ki eğer Ekim ayı güçlü don ve rüzgarları getirirse, Ocak ve Şubat ılık geçecek demektir. Ekim'in ilk gününü şort ve tişörtle geçirdiğimiz için sanıyorum bu durumda kışı buz gibi geçireceğiz. Gerçi Ekim deyince artık nedense bir "spooky" havası sarıyor herkesi, böyle bir hava birden soğuyacak, etrafı gizemli bir sis kaplayacak, gökyüzünde süpürgelerinde cadılar uçuşacakmış gibi. İşte bunlar hep çılgınca globalleşen dünyanın ayak uyduramadığımız dönüşü. Marketlerde birden bire doluşan minik, sevimli, süslü kabaklara ne yapacağız ki biz bunları diye bakıyoruz mecburen.

Oysa orasına burasına yamalar yapılıp, sırasıyla oynanmadan önce takvimin, sekizinci ay olarak Ekim'in özelliği ekinlerin artık biçilip, kaldırıldığı, dolunayıyla birlikte kışın gelişinin anlaşıldığı zaman olmasıydı. Benim için iç karartıcıymış eskiden, öyle yazmışım. Ama taa eskiden bile bu günlere uygun havaya giriyormuşum. Neverland'e ilk geldiğim sene Ekim ayını cadılı bir diziye başlayarak açmışım: "The Secret Circle" Vampire Doyan Bünyeye Cadı Merhemi Olsun Madem 'de bahsettiğimde daha 3 bölüm mü ne izlemişim ama şimdi bile gayet mutlu bir şekilde hatırlıyorum o diziyi. Ve ardından gelen hüzünle, çünkü devam ettirmemişlerdi. 22 bölümlük tek bir sezonda bırakıp, gitmişlerdi. Oysa çok eğleniyordum ve hala öyle diziler yapmıyorlar. 2012'deki Ekim ayına da yine büyülü, büyücülü bir video ile başlamışım: Always...Until The End 'deki Harry Potter videosunu şimdi gene izleyince tüylerim diken diken oldu yarabbim. Görüldüğü gibi bu spooky season olayına tüm dünyadan önce kapılmışım ama tabi doğduğum zamanın handikapı gene. Tam orta bir noktada doğmuş olmamızın sevgili Y jenerasyonu kardeşlerim, bize ettikleri. İnternet ve sosyal medyadan hemen önceki dünyayı hatırlayan son nesiliz biz. Ve bu yeni dünyanın ilk ortaya çıkışına şahit olan da ilk nesiliz. Küçük ekranlarımızda, her ay başında çıkan dergilerimizdeki sayfalarda görüp de özendiğimiz o cıvıl cıvıl, ilginç gelen cadılar bayramlarını, oyunları, filmleri ilk biz sevdik, ilk biz heves edip kafamızda yaşadık ama şimdi tüm dünyayı ele geçirdi. Harry Potter'ın dünyasında zaman geçirip, Amerika'daki tüm o lisanslı ürünlere, oyuncaklara, asalara, tüylü kalemlere iç geçirerek baktığımız, filmleri korsan cdlerde sinema çekimi izleyerek bile musmutlu olduğumuz zamanlardan iç çamaşırı mağazalarının camlarında Harry Potter yazılı zamanlara geldik. Pencereden baksam Harry Potter yazılı poşet göreceğim o derece. Tabi böyle olunca hiçbir kıymeti, hiçbir güzelliği kalmamış gibi geliyor insana. Tarihin çok saçma bir noktasında, aşırı vizyonsuz olarak doğmuşuz. Neyse.

2013'te iyice bayık müzikler dinlediğim bir zamanmış gene. The Civil Wars'tan yeni bir video-şarkıyı sizlere dinletmeyi-izletmeyi bir borç bilirim : "Dust to Dust" ile Paris sokaklarında'da yazdığım cümleler pek yaşam sevinciyle dolu görünüyor gerçi. Sanki o senenin sonunda bunalımla kendimi tabuta sokmamışım gibi. 2014'te yine Korkunç Ekim'e girişmişim, ne kadar azimliymişim gençken. teşrin-i evvel'den ziyade Korkunç Ekim'e hoşgeldik'te o ay izleyeceğim 4 filmden sadece 3'ünü izleyebilmiştim tabiki. Hatta o Constantine var ya, hala izleyemedim, ikincisini ya yapıyorlar ya yapacaklar. 2015'in Ekim'ini ise Ilsa Faust ile açmışım. Rebecca Fergusan'a o günden beri aşığım.

2016 Ekim'inde kendini gittiğin her yere taşımak'ta yıllar boyu fark edemediğim gerçeğin yüzüme çarpışıyla açmışım Ekim ayını. Roma'da geçirdiğim bir ayın sonunda yazdıklarım bugün bile içimi acıtıyor. Ekim 2017'de ise işsiz, beş parasız ve tek başına evden çıkmadan geçirdiğim koca bir senenin sonuna geliyorken, tüm o sene boyunca yapmakta olduğum şeyi gösteriyor paylaştığım: dizi anneleri'nde o ara gözümü kırpmadan izlediğim Güney Kore dizisi While You Were Sleeping(2017)'den bir sahneyi göstermişim. Bu diziyi de pek sevmiştim, ama anlatmamışım burada. Allah allah.

2018'in Ekim ayına yine bu aya yaraşabilecek bir konuya sahip bir kitabı anlatarak başlamışım: Oliver Bowden'dan bir kitap olarak Assasin's Creed-->Suikastçının İnancı: Rönesans. Sonra ikincisini de okuyup vazgeçmiştim. Keşke yeni ve güzel bir filmini daha yapsalar. Ya da böyle bu konuda güzel bir şeyler çekseler. 

2019'da ise Ekim ayına kabusla başladığım için stupidita'yı yazmışım. Malum Amsterdam dönüşüydü ve hayatım o noktadan sonra cidden beni de değiştirerek değişti. 2020'de Babaannem ve Dolunay'ı yazdığımı görünce şimdi Ekim başlarken, içim yine kötü oldu. Hatırladım. Neredeyse unutuyormuşum. Ahh kötü ben. Babaannemin ölüm yıldönümü. Ekim onunla başlıyor.

Geçen sene Ekim'e başlayışıma, 자동차 'ya bakınca da son 3 yıldır beni içine katmış hortum gibi dönüp duran değişimin bir başka noktasını görüyorum. Araba sürüyor olmanın verdiği coşku, sonunda nihayet iyileşebilmek için psikiyatra gitmiş olmanın heyecanıyla karışmış. Oysa bir yılın sonunda şimdi yine başladığım yerde gibiyim. Ağlamalar geri geleli birkaç ay oluyor, bir önceki yazıda da dediğim gibi son günlerde panik ve endişe de ağına taktı yine. 2011, 2012 ve 2014'te yapmaya çabaladığım Korkunç Ekim günlerine de bakınca şimdi gülesim geliyor. Artık korku filmi izleyemiyorum çünkü. Alessia Cara'nın dediği gibi "I hope we never see October" demiyorum o halde, "days flying by, every sunrise healing me and we’re okay, we’ll live this way till it’s done" diyorum.


3 Ekim 2021 Pazar

자동차


Benim arabam var. Çok tuhaf. Bu cümleyi kendi kendime tekrarlıyorum ama yine de gerçek gelmiyor. Hala tuhaf. Ben araba sürüyorum. Bu daha da tuhaf. Bunların hiçbiri "ben" değilim gibi. Ama saçma da bir sakinlik var üstümde (ilacın etkisi olabilir, bilemedim şimdi). Normalde bildiğim "ben", kendine ait bir arabanın sorumluluğunu üstüne almanın düşüncesi ile bile sokak boyunca bir ileri bir geri koşturup duruyor olurdu. Hele o arabanın direksiyonuna geçerken büyük ihtimalle titremekten parmaklarını kapayamazdı. Oysa geçtiğimiz iki hafta içinde pek çok kez arabayı oldukça da kalabalık trafiğin içinde bile sürdüm. Gerçi yanımda ailem vardı tüm bu süre içinde, yarın ilk defa kendi başıma gireceğim o trafiğe. Bu düşünce de beni şu an delirtiyor endişeden ama dedim ya tuhaf bir sakinlik, bir cesaret var üstümde. Antidepresanların böyle bir etkisi mi var acaba? O bildiğim "ben"i yine duyuyorum, önüme çıkan her durumda önce bir geliyor gibi oluyor. Ama tam yüzeye çıkacakken yavaşça kayboluyor gibi oluyor. Yani bir anda aşırı endişelenecekmişim gibi oluyor, sonra bir anda ben neredeyim der gibi etrafıma bakınarak kalıyorum, ben bir şeye mi endişelenecektim oluyorum. Endişelenecekmişim hissini duyuyor oluyorum hala ama neye endişelenecektim onu bulamıyorum. Böyle uyandıktan sonra, gece boyu çılgınca boğuştuğunuz rüyanızı hatırlamaya çalıştıkça kaybolur ya, onun gibi bir şey. Tuhaf bir cesaret. Annemler hadi geç direksiyona abinlere götür bizi dediğinde aynı sakinlikle arabaya bindim mesela. 15 yıl önce aldığım ehliyetten sonra bir daha araba sürmemiş olmam da, bu 15 yıldan sonra ilk defa bindiğim bir araba ile şehirlerarası yola çıkıyor olmam da aklıma gelmedi o an. Geldi de yani, dedim ya böyle tam yüzeye çıkacakken yavaşça dibe çöktüler. İlacın verdiğini düşündüğüm bu sakinliğin cesareti iyi mi kötü mü düşünmedim değil açıkçası. Çok tuhaf. Bu arabayı almamı sağlayan, 35'ime gelirken bir arabam olmasını sağlayan, babaannemin satılan evinden gelen paraydı. Geçen sene tam da dün vefat eden babaannem. Ardından "Babaanem ve Dolunay"ı yazdığım babaannem. Hah, tam da, ilaca başladığımdan beri hiç ağlamadım, içimden hiç ağlamak gelmedi diyecektim. Demek ki ilacın da etkisi bir yere kadar sürüyormuş. Sabahları içiyorum ya ondan. Ahh ya da doktorla ilk görüşmemde o kadar ağladım o kadar ağladım ki herhalde bir süre yetecek kadar ağlama stoğumu doldurmuş olmalıyım. Bence ilaçtan çok bunun da etkisi olabilir.

2 Ekim 2020 Cuma

Babaannem ve Dolunay

Sabah babaannemin vefat ettiği haberini aldım. Bir süredir hastaneye kaldır, eve getir, şekeri yükselmiş şekeri düşmüş, ciğerleri su toplamış falan filan diye uğraşıyordu çocukları zaten. Üzülmedim aslında o kadar, pek bir şey hissetmiyorum daha doğrusu ama sabahtan beri ağlıyorum. Neden ağladığımı da bilmiyorum. Büyük ihtimalle telefonda babamın sesini duyduğum için. Yoksa babaannem pek de sevilen bir insan değildir. Bunu arkasından böyle kötü bir şey söylemek için demiyorum, sadece normal bir şey bu. Kötü bir insan demiyorum, sadece her zaman her fotoğrafta somurtuyor çıkardı diyorum. Benim 30 küsür yıllık hayatım boyunca pek de gülümsediği görmedim, çocuklarının bile pek gördüğünü sanmıyorum. Her zaman biraz duygusuz bir kadın olduğunu düşünmüşümdür. Ya da bilmem, belki onun da aklındaki, istediği şeylerin büyük çoğunluğu olmamıştır, gerçekleşmemiştir, o da onun somurtukluğunu gösteriyordur hayata karşı. Çoğu insanın babaanneleriyle ya da anneanneleriyle büyüme gibi anıları vardır. Çocukluklarında onlar tarafından bakıldıkları için, ne bileyim böyle sevimli anıları vardır. Benim yok. Babaannem hiçbir zaman bana bakmadı. Annem evdeydi zaten, gerek de yoktu. İyice gençlik fotoğraflarına baktığımda aslında güzel yüz hatlarına sahip, gayet boylu poslu bir genç kadın gibi görünüyor bana. Yaşı o zamanlar köydeki standartlara göre baya ilerleyip de hala evlenmekte gözü olmayınca, etraftakiler sen evlenemedin falan demeye başlamışlar. Hiç öyle bir isteği olmamasına rağmen sinir olmuş, inat etmiş, gidip büyükbabamı bulup, evlenmiş. Sanırım hayatındaki her şeye/hayata karşı hep bu böyle inatlaşma, yukarıdan bakma, beğenmeme düsturuyla yaklaştığından, kendinden 180 derece farklı bir adamla, büyük ihtimalle pek de sevmeden/hissetmeden evlenmiş olmuş yani. Büyükbabam hemen hemen herkes tarafından sevilen, eğlenceli, neşeli, konuşkan, alabildiğine dışa dönük bir adamdı. Küçüklüğümden hatırladığım her sahnede bağrıştıklarını, babaannemin büyükbabama söylendiğini ve delici bakışlar attığını hatırlayabiliyorum. Çocuklarına da aynı mantıkla sahip olduğunu düşünüyorum. Evlenemez dediniz, evlendim. Alın işte çocuklarım bile oluyor diyerek. Bu yüzden onlara da pek sevgi gösterdiğini görmedim. Herkesin çift yaratıldığını düşünmüyorum artık o çocukluğun romantizmiyle. Bazı insanların yaradılış itibariyle başka biriyle hayatı paylaşması gerekmiyor bence, uygun değiller yani. Öyle bir istekleri de yok. Bildiğim böyle birkaç insan var, nedense hepsi de evli ve çocuklu. Oysa buna ne uygunlar, ne buna ihtiyaçları var, ne de aslında böyle bir istekleri var. Hepsinin ortak noktası, bunu sadece uyum sağlamış olmak için, başardıklarını gösterebilmek için yapmış olmaları. Babaannem de onlardan biri bence. Belki öyle bir köy yerinde, öyle bir zamana doğmuş olmasa, tek başına pek de başka şeyler başarmış bir insan olabilirmiş diye düşünüyorum. Oysa şimdi, 90 küsür yıl sonra, sadece nesillere yayılan bir mutsuzluk zinciri oluşturmuş oldu. Mental sorunları olan, mutsuz çocuklar yetiştirdi. O çocuklar da, hayatta tökezleyerek yönlerini bulmaya çalışan daha mutsuz çocuklar büyüttü.

Oysa dün gece çok güzel bir dolunay vardı. Asya kıtasının bize uzak ucunda bayram olarak kutlanan, adına şenlikler yapılan bir dolunay. 2018'de tam bu zamanlarda Huawei'den bir ekiple toplantımız/görüşmemiz gibi bir şey vardı. "Mid-Autumn festival" keklerinden getirmişlerdi. İlk defa öyle haberim olmuştu zaten. Geçen sene eylül ayının gelişininden bahsederken (yazım burada) anlatmışım : "Çin ve Vietnam'da kutlanan Zhong Qiu Jie var bir de bu ay. Onların ay takvimine göre hesaplanıyor, mid-autumn festivali oluyor. Bu sene mesela 13 eylül görünüyor. Ay takviminin 8.ayının 15.günü sonbahar hasadının bitişini simgeliyor. Ay festivali bir diğer adı. Dolunay en parlak günündeyken kutlanıyor çünkü. Çin mitolojisindeki ay tanrıçası Chang'e nin onuruna bu festival. " O zaman eylülün ortasına denk gelmiş. Bu sene sonuna denk geldi. Birkaç gün önce başladılar sanırım kutlamalara. Dolunay'a, Ay'a tapınmaya dayanan bir festival bu. Aileler bir araya toplanıyor, kadınlar kadınların bereket tanrıçası Ay'a dua ediyor ve evlilikler kutlanıyor. Babaannemin bunların kutlandığı bir dolunayda bu dünyadan ayrılmış olması da...Umarım gittiğin yerde çok daha mutlu olursun, çok daha rahat edersin babaanne.

2 Eylül 2019 Pazartesi

“Autumn seemed to arrive suddenly that year. The morning of the first September was crisp and golden as an apple.”

Eylül gelmiş. Yaz bitiyor. Eskiden mevsimlerin doğuşunu, yavaş yavaş bitişini, ayın evrelerini, yağmurun yağışını, böyle şeyleri işte takip ederdim. Takip etmek doğru tabir mi oldu emin değilim, "farkında olurdum" olmalı bence doğrusu. Yaşadığımın farkında olurdum. Zamanın geçtiğinin. Bakardım, düşünürdüm. Üstüne bir şeyler okurdum. Gökyüzüne bakardım. Farkında olmaya çalışırdım.
Dün gece birden bire bakıp da eylülün birinin bile bittiğini görünce ne kadar zamandır farkında olmadığımı düşündüm. Ne kadar zamandır böyleyim acaba dedim. İpin ucunu kaçırmışım gibi. Nerede olduğumu bile bilmiyorum. Ne yapıyorum bilmiyorum. Yazmıyorum. Zaten sanırım kimse de yazmıyor. Buralar böyle görünüyor artık. Herkes instagrama gitti herhalde. Uzun uzun bir şeyler yazmak, düşünerek yazmak, okumak, birinin yazdığı cümleleri okumak hepimize zor geliyor gibi. Burası o kadar renkli de değil. Değil mi? Parıltılı değil, çabuk tepkimeye girmiyor. Her şeyin bir ömrü var gibi.
Ne diyordum? Her şey geçip duruyor ve ben koşturuyorum sanki. Artık mevsimleri göremiyorum, ayların değişmesini yakalayamıyorum. Rüya görmüyorum. Bomboş. Düşünmüyorum. Eskiden en çok yemek yerken hayal kurardım. Mutfak masasında hayallere dalardım. Birçok hikayeyi orada yaşardım. Şimdi bir şeyler yerken mutlaka bir şeyler izliyorum. Hatta bir şey izleyeceksem mutlaka yiyecek içecek bir şeyler almam gerekiyormuş gibi geliyor önüme. Yatarken de bir şeyler izliyorum. Öyle televizyonun karşısında uyuyakalmaktan bahsetmiyorum. Yatmaya karar veriyorum, uykum geliyor, öyleyse diş fırçalamak gibi, pijama giymek gibi, bir bölüm dizi açıyorum. Çünkü bir şey izlemeden yatarsam o yatağa, karanlıkta boş tavana bakarken kafamın bomboşluğunun içinde öylece kalakalmaktan korkuyorum. Evin sessiz olması, etraftan çıt çıkmaması çoğu insana korkutucu gelebilir, bana gelmiyor, ona alışalı çok oldu. Ama o sessizlikte kafamda da hiç ses olmaması korkutuyor beni. Boş. Bomboş. Hiçbir şey düşünmüyorum. Korkutucu olan bu.
Kendiliğinden oldu bu durum sanırım. Off anlatacak bir sürü şey var hem. Ama anlatmıyorum. Kafamın içinde sesler olmadığı için bir şeyler de anlatamıyorum herhalde. Tam iki hafta sonra son 7 aydır planladığım Barcelona-Paris-Amsterdam gezisine gideceğim. Bu iki hafta iş yerindeki odamda tek olacağım (yay!). Ekim'de nihayet lazer ameliyatı olabileceğim. Son 3 aydır öğle aralarında spora gidiyorum (spor dediğim şu a-b-c fitler var ya onlardan birinde hopla zıpla sporu). Yeni eve taşındığımdan beri eski evimden dolayı yapamadığımı söyleyip çemkirdiğim hiçbir şeyi yapmaya yeltenmedim mesela. Böyle böyle şeyler var. Aslında dünyanın zamanına sahipmişim gibi ama hiçbir şey yapmıyorum gibi. Keşke yapsam.
valla ben gördüğümden hiç böyle bir şey hatırlamıyorum ama yeniledilerse demek ki
ehem neyse, efenim bu Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Circus Maximus Tapınağı imiş.
Eylül ayı sembolizmde enerjiyi yeniden odaklamak anlamına geliyor. Romalılarımız eskiden eylülün 13'üne denk gelen zamanda Ludi Romani diye festival yaparlarmış. MÖ 366'da başlayan bu gelenekte ilk başlarda 12'si ile 16'sı arasında olurmuş festival. Atletizm oyunları, araba yarışları falan baya bir eğlenceli geçermiş. "Ludi" oyun demek oluyor. MÖ 204'ten itibarense 5'i ile 19'u arasına genişletmişler eğlenceyi. Festivalin ilk başta ortaya çıkışı ise çoook eski bir zaferin anısına kutlamalar yapmak amaçlı. Roma'nın ilk kurucuları olan 7 kral (9 muydu yoksa?) var. Bunlardan beşincisi olan Tarquinius Priscus'un Latinlere karşı kazanılan ilk zaferi, Apiolae zaferinin kutlaması olarak başlamış. Bu Tarquinius aynı zamanda Capitoline Tepesi ve Circus Maximus'u da kuran-belirleyen artık ne denirse o adam olduğu için festival alayı Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Optimus Maximus Tapınağı'nda başlıyormuş.
Yine aynı tarihlerde, Eylül'ün ortasında bir de böyle ziyafet günü gibi bir şeyleri var Romalı dostlarımızın. Şimdiki Şükran Günü tarzında, Minerva, Juno ve Jüpiter'e adaklar adayarak ziyafet çekiyorlar. Buna da Epulum Jovis deniyor. Tanrıların heykellerini de masaya koyuyorlar ve onlara yemekler sunuyorlar. Bir yandan da verdikleri her şey için bu tanrılara şükranlarını sunuyorlar. Ne kadar tanıdık geldi değil mi?
Bunun yanında yine aynı dostlarımız eylül ayının tanrısının, demircilik ve ateş tanrısı olan Vulcan olduğuna inandıklarından bu ay içinde yangınlar, volkanik patlamalar, depremler falan bekliyorlarmış. 
Anglo-Sakson kültüründe ise hasat mevsimi bu ay. Bundan da tam dizi ismi oluyor ha, Hasat Mevsimi, 9 eylül pazartesi başlıyor :) Britanya'da ise 29'u Michaelmas günü. Saint Michael the Archangel'ın günü (şimdi bunu size nasıl çevireyim, aziz maykıl mı diyeyim, melek maykıl mı diyeyim, acaba bizdeki mikail'e denk mi gelir bilemedim ki). Şeytanı cennetten kovarken bu aziz, şeytan böğürtlen çalılarına düşmüş. O yüzden de ayın 29'undan sonra böğürtlen yemek günah, lanetli, mazallah sonra.
Çin Ay Tanrıçası - Chang'e
Çin ve Vietnam'da kutlanan Zhong Qiu Jie var bir de bu ay. Onların ay takvimine göre hesaplanıyor, mid-autumn festivali oluyor. Bu sene mesela 13 eylül görünüyor. Ay takviminin 8.ayının 15.günü sonbahar hasadının bitişini simgeliyor. Ay festivali bir diğer adı. Dolunay en parlak günündeyken kutlanıyor çünkü. Çin mitolojisindeki ay tanrıçası Chang'e nin onuruna bu festival. Off aslında onun hikayesi de çok ilginç ama başları şişirmeyeyim şimdi. Geçen sene Huawei'den gelen ekip bu festivali için yapılan keklerden getirmişti, şahane bir şey, keşke her sene bu tarihte oralara gidebilsem.
Tüm bunlara bakarak aslında denebilir ki Eylül biraz da bir tür değerlendirme zamanı. Kış boyu uykusundan uyanıp hazırlandığı yazda insan neler başardı, neler yaptı, hangi noktaya geldi diye bakma zamanı. O kadar koşturduktan sonra durup da elimde ne var diye muhakeme etme zamanı. Kış karanlık örtüsünü bir kez daha örtmeden önce, tüm yaz boyu biriktirdiklerini biçme zamanı.
Haa bir de 22'si Hobbit Günü. Biliyoruz değil mi?
Aslında eylül ne güzel ay.

10 Ağustos 2014 Pazar

kurabiyenin dediği


Gökyüzünde bir koca ay, uzun bir zaman süresince görebileceğimiz en büyük dolunay (super moon); elimde kurabiyenin dediği :
ASLA ARKANA BAKMA.

20 Şubat 2011 Pazar

TERAPİ NİYETİNE "PAPER ROUTE"

Gecenin bir vakti o kadar iyi geliyor ki. Bir de güzel dolunay var, tüm gün yağmurdan sonra gökyüzü pürüzsüz, alabildiğine açık şimdi. Benden söylemesi.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...