5 Nisan 2017 Çarşamba

Bir zaman yolculuğu dizisi-->Timeless

Zaman ve zaman yolculuğu takıntılı yazarınızdan en son baskı, 16 bölümlük ilk sezonunu yemeyip içmeyip (mecazi anlamda, çünkü tam da aksine hep bir şeyler yerken dizi açıp izliyorum) izleyip bitirip, karşınızdayım. NBC'de 3 ekim-20 şubat arasında pazartesi akşamları yayınlanan Timeless'ı diyorum hani.
Ele başı Garcia Flynn isminde eski bir ajan olan bir terörist grubu, bir akşam Connor Mason'ın şirketinin (gizli) yaptığı zaman makinesini çalar ve ortadan kaybolur. Terörist-hırsızlar makineyi çalıştırabilmek için bir de proje ekibinin başındaki Anthony'i de kaçırmıştır. Zora giren Mason hemen devletin güçlerine haber verip, yardım ister. Artık FBI mı hangisiyse işte onlar bir tanesi hemen olaya el koyup, Flynn ve adamlarının peşinden yollayıp, onları yakalayıp, zaman makinesini de devlete millete zarar vermeden geri getirecek bir ekip toplayıp, makinenin "lifeboat"u olarak üretilen beta versiyonuna bindirir. Ekibimiz, proje ekibinde çalışmış bilgisayarcı-teknik eleman-zaman makinesi pilotu Rufus Carlin, yetenekli asker Wyatt Logan ve tarihçi Lucy Preston'dan oluşmaktadır. Hemen iki üç telefonla Mason Industries'e toplanan bu birbirinden alakasız üç insan, hiç bilmedikleri bir yolculuğa çıkarlar.
Ben böyle anlatınca baya ilgi çekici ve eğlenceli görünüyor değil mi? Öyle, tersi bir durum söz konusu değil, onu demeye çalışmıyorum zaten de, ben dizi ilk başlarken ekimde, bakılacaklar listeme ekleyip, bırakmışım. Bir türlü elim gitmemişti şimdiye kadar. Evet zaman yolculuğu, havada kaparım normalde ama ne bileyim, pek böyle bir parıltılı parıltılı değildi dışarıdan bakınca dizi. Ama açıp ilk bölüme bir bakmak gerekiyormuş, bir şans vermek gerekiyormuş. Çünkü hemen ilk bölümüyle olmasa bile, ilerledikçe tam bir çılgınlık halini alıyor Timeless. İlginç bir şekilde hiç böyle kendini pazarlayamayan bir dizi görmemiştim. Yani dışarıdan bakınca, ilk etapta bir basit geliyor, sanki çok uydurukmuş gibi. Ama izleyince sarıveriyor, eğlendiriyor, kafayı çok yormuyor ve kesinlikle uyduruk gelmiyor. Hikayeyi katmanlaştırıyor ve kendi mantık çerçevesini oluşturabiliyor dizi. Tamam öyle ahım şahım, akıl uçurucu bir zaman yolculuğu fikri sunmuyor, öyle bir iddiada bulunmuyor. Ama kendi çizgisinde ilerliyor. Sadece geçmişe gidebiliyorlar, şimdiye kadar içinde bulundukları tarihten daha ilerisine gitme gibi bir olasılıktan söz bile edilmedi. Geçmişte de kendi bulundukları yerlerde bulunamıyorlar. Bir de aslında göz önüne alıp, azıcık üstünde uğraşsalar belki çok daha manyak şeyler çıkabilecek olmasına rağmen tamamen göz ardı ettikleri bir durum var. Her yolculuktan sonra geçmişte yaptıkları şeyler yüzünden geri döndükleri gelecekte ufak çağlı değişiklikler meydana geliyor. Üç beş insan kayboluyor, ortaya çıkıyor. Gazete manşetleri değişiyor, kitaplar değişiyor falan. Ama hiç bir türlü mesela kendi varlıklarını ya da makinenin varlığını değiştirmiyorlar. O paradoksa hiç yanaşmıyor dizinin senaryo ekibi. Çok akla gelecek seçimlerde de bulunmuyor genelde. Bir şey illa olacaksa da daha aşamalı olarak, olay örgüsüne, hikayenin gidişatına yedirerek, böyle bir diziden hiç beklenmeyecek kadar naif bir şekilde oluyor mesela. Eh tabi bir de hep Amerika tarihinin önemli dönüm noktalarına gittikleri için Amerika sınırları içinde kalıyorlar. Bir kere falan sanırım Almanya'ya gittiler. Şimdilik zaman çizgisi de çok geniş değildi, en fazla 1700lere yolculuk yaptılar ama her defasında dekor, kıyafet gibi detaylar gayet tatmin edici görünüyor.
Oyuncular açısından da öyle çok atomu parçalamaları gereken bir durum oluşmuyor oyunculukları için ama her biri kendi kısmında oldukça iyi iş çıkarıyor. Ben hepsini ilk defa izledim, Goran Visnjic hariç tabiki. Benim için hep Practical Magic'te o çocukluğumun ürkütücü Jimmy'sidir Visnjic. Timeless'ta bir çok sayfası olan bir kitap gibi oynuyor kötü adamı.
Demem o ki şans verin Timeless'a. Evet sizi ihya etmeyecek ama yüz üstü de bırakmayacak. Çılgıncasına bir amerikan tarihi bilgisi katacak ki okuldaki tarih dersleri yerine bizim tarihi öğretmede böyle bir yol izleseler hepimiz şu an çok farklı tarih bilgisi seviyelerine sahip olabilirdik. Ha tabi bir de devam eder mi, henüz onu bilmiyorum. En azından keyifli bir 16 bölüm, tek sezon sizi bekliyor.


3 Nisan 2017 Pazartesi

Ken Follett'ten Fall of Giants

"Why did you do it, Billy? Why did you join up?"

"Because we are at war," Billy said. "Like it or not, we have to fight."
"But can't you see-" Da stopped and held up his hands in a pacific gesture. "Let me start again. You don't believe what you read in the newspapapers about the Germans being evil men who rape nuns, do you?"
"No," said Billy. "Everything the papers said about coal miners was lies, so I don't suppose they're telling the truth about Germans."
"The way I see it, this is a capitalist war that has got nothing to do with the workingman," Da said.

Genç Billy Williams'ın babasının - Da'nın - bu saçmasapan savaş ile ilgili söylediği şey dibine kadar doğru. Bizim ona verdiğimiz isimle I.Dünya Savaşı, yüzyıllarca bulundukları toprakları domine etmiş, birbirlerine diklenmiş, hep daha fazlasını istemiş imparatorlukların, eski dünyanın kabadayılarının ve onların yancılarının saçmasapan güç gösterisinden başka birşey olmamasına rağmen, o zamana kadar bilinen dünyayı tamamen silip süpürmüş, herşeyi birbirine katmış, hala sürmekte olan bütün savaşların, anlaşmazlıkların, mücadelelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, belki de insan ırkının en büyük savaşıydı. Bize hep Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna'da suikaste uğraması ile Almanya'nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ve Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiltere, Fransa ve Rusya'yla savaşa girdiğini söylediler yıllar yıllar boyunca o bunaltıcı tarih derslerinde. İtalya da vardı işin içinde evet, ama orası biraz karmaşıktı. Kim kime neden bunu yapmıştı, orası belli değildi. Yani belliydi aslında, madde madde ezberletirlerdi. Herkes sömürgeciydi, diğer herkes Osmanlı'yı paylaşmak istiyordu, bir de tabi Almanlar yenilince biz de yenik sayılmıştık. Çanakkale ve Kafkasya dışında cephelerden bahsedildiğinde ben 25'imi geçmiştim çoktan biliyor musunuz? Girmediğimiz II.Dünya Savaşı'nın her bir çıkarmasını, cephesini, bombalamasını er ryan'ın peşinde, ince kırmızı bir hat üstünde, Wladyslaw Szpilman'ın piyano sesi eşliğinde kalplerimize işleyen ürkek bakışlarıyla öğrenmiştim. Ama ilkini, o devasa savaşı sadece Çanakkkale'yi geçemediler, İzmir'i, İstanbul'u işgal ettiler, Mondros, sonra hooop Kurtuluş Savaşı olarak ezberlemiştim. Fazlası yoktu, dahası yoktu. İkincisi filmlerle o kadar parlatılmıştı ki ilkini artık kimse merak etmiyordu.
Ama sanırım bu değişmiş durumda. Benim de son beş-altı yıldır kendi kendime araştırmama, okumama sebep olan o ince merak, dünyaya da sızmış demek ki. Son yıllarda daha fazla kitap, daha fazla film görüyorum büyük savaşın kıyısını köşesini anlatan. Bu sene vizyona girecek olan The Ottoman Lieutenant var mesela. Onunla aynı şeyden - ki şimdi buraya yazmak istemiyorum çünkü bir defa yazarsam tüm google aramalarında çıkmaya başlayacak - bahseden The Promise, Russell Crowe'u mahallemizden biri yapan The Water Diviner ve durdukları adadan habire her şeye karışıp karışıp sonra da ah vah çok acı çektik diyen Britanya'nın bir başka ahlaması vahlaması olan Testament of Youth da bahsedilebilecekler arasında.
Ken Follett'in ta kendisi,
çok gıcık birine benziyor
ama tabi
Peki Ken Follett ne anlatıyor Fall of Giants'ta? 22 Haziran 1911'de, V.George'un Britanya tahtına çıktığı günden başlayıp, tüm bir savaş nasıl çıktı, kim kime ne zaman neden savaş ilan etti bir bir anlata anlata 1924 Ocak ayına gelip, bırakıveriyor bizi. 2010'da yayınlanan kitap aslında 3 kitaplık Century serisinin ilk kitabı. Savaşın öncesini, sonrasını, ortasını hayali kahramanlarımızın yaşadıklarıyla takip ediyoruz. Tabi gerçek olayların ve tarihin kilometre taşı olan insanların zaman zaman dokundukları olay örgümüzde Gallerli madenci ailesi Williamsların ufak oğlu Billy ve akıllı ablası Ethel'ın, yine Gallerli asil ve toprak sahibi aile Fitzherbert'ların başı Fitz ile döneminin feministi "suffragette" Maud'un, Alman imparatorluğunun asil bir ailesinden Walter von Ulrich'in, Walter'ın Avusturyalı bir asilzade olan kuzeni Robert'ın, dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson'ın danışmanlarından olan genç Gus Dewar'ın, artık kokuşmuş hale gelmiş Rus Çarlığı'nın en bedbaht bir kesiminden insanca yaşamak için Amerika'ya kaçmaya çalışan Grigori Peshkov'un ve onun hovarda kardeşi Lev'in adımlarını takip ediyoruz. Herkes bir şekilde birbiriyle karşılaşıyor örgünün bir noktasında, hafifçe de olsa değiyor kaderleri ve yine de herkes kendi yoluna gidiyor.
Anlattığı hemen hemen 13 yıllık zaman diliminden ötürü, tabi kitap biraz 920 sayfa kadar. Konuya meraklıysanız ve dahası olaylar olaylar okumaktan hoşlanıyorsanız Follett'in satırları akıp gidiyor. Direkt amaca yönelik bir anlatımı var, çok süslemeden püslemeden, bol bol konuşturarak, yılların içinde kovalıyor kahramanlarını. Tabi koca bir savaşı anlatıyor dedim ama sadece kendi bildiği ya da ona cazip gelen sanırım, yönlerini anlatıyor. 900 sayfada Osmanlı bir veya iki kere ancak geçiyordur. Fransa'nın orta-alt kısmından başlayıp, eğimle yükselterek Rusya'ya doğru bir hat çekmiş ve ABD'yi de dahil ederek tamamen bu çizgi içinde kalan yerde dönüp duruyor Follett. Bu anlamda tam bir dünya savaşı anlatımı yok içinde. Zaten amacı da savaşı anlatmak değil, insanları anlatmak olmuş bence. Bu yüzden de daha yakın olduğu hayatları ve coğrafyayı seçmiş olmasında bir sorun yok tabi.
Kitabı ben Ciampino'daki havaalanında beklerken oradan almıştım, arkasındaki etikette 11.40 euro yazıyor. Pandora'da tükenmiş görünüyor şimdi baktım da. Bendeki Signet baskısının ve Pan MacMillan baskısının e-kitap hali D&R'da ve Idefix'te var.

1 Nisan 2017 Cumartesi

güneş mi ne?!



Güneş çıkmış parlıyor, pencereyi açıyorsun mis gibi! Oh! Haftasonunuz bu güneş gibi şahane olsun!

30 Mart 2017 Perşembe

Olympus Has Fallen (2013)

Şehirlerarası otobüs yolculuklarımı çekilir kılan tek şey, otobüs koltuğunun arkasındaki acınası ekranda gözlerimi bozacak kalitede filmler izlemek. Zaten tüm otobüs horul horul uyuyor ben o kadar uykum varken bir türlü dalamıyorum, sarhoşluğun binbir tonunda gözlerimi zar zor açık tutuyorum, böylesi bir durumda ihtiyacım olan film türü belli. Açıyorum hemen aksiyon/macera menüsünü (fantastik menüsünde niyeyse fantastik dışında her türde film oluyor, orasını hiç karıştırmayın), seçiyorum izlemediğim bir tanesini, oh mis. Bu menüdeki filmler o saatte, o yolculukta o kadar iyi geliyor ki bünyeme, kafamı yormuyor, düşündürmüyor, manasız aksiyonlarla koreografik dövüş sahneleriyle, hollywood klişeleriyle mutlu mesut yolculuk ediyorum.
Olympus Has Fallen da aynen bu formülüyle bu son yolculuğumun işkencesini azcık azaltmaya yetti. İzledikten sonra izledim listeme eklemek için açınca IMDb'yi, izlemek istediklerim listeme kaydetmiş olduğumu görünce saniyelik bir şaşkınlık yaşadım ama sonra hemen kendime geldim. Gerard Butler ismini görünce basmışım zamanında watchlist diye. Ulan İskoçya, eyy İskoçya, neler yaptım senin yüzünden yıllarca. Neyse, filme dönersek, ne diyeyim? Çocukluğuma döndüm sevgili kayıp çocuklar. Çocukluğumun o kanıma ilk işleyen hollywood klişesi aksiyon filmlerine gittim gittim geldim izlerken. Sarışın bir amerikan başkanı, 50lerin grace kellysi zarafetindeki first ladysi, beyzbol şapkalı ufak veledi, ailenin bir üyesi gibi olmuş korumaların başı, travmatik olayla hepsinin değişen hayatları ve zaman çizgisinde 1 buçuk yıl ileriye atladığımızda hey dostum mike nasıl gidiyor'a bağlanması. Haa tabi en önemlisi, teröristler Beyaz Saray'ı ele geçiriyor! Beyaz Saray lan! Hem de çekikler. Ama hadi haklarını yemeyeyim, eski ajanlara falan danışmışlar siz yapsanız nasıl yapardınız saldırıyı falan diye. Ona göre biraz mantığa oturtmaya çalışmışlar senaryoyu. Ama BİRAZ. Çünkü özel ajanımız Mike Banning (bizim Gerry) adeta bir John Rambo oluyor, yağıyor üstlerine. Bir de kolaya kaçmamışlar, saldırıyı direkt Ruslara, Çinlilere, Japonlara, Korelilere, Almanlara, Araplara falan atmıyor film. Şöyle ortaya karışık bir şey yaratıyor, aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı bozulmasın diyor.
İşin daha da ilginci, devam filmi yapmışlar. Yani böyle filmlere zaten bir seferliğine ihtiyacımız yokmuş gibi, ilkinden 3 sene sonra aynı başkanı aynı ajanla bu defa Londra'ya götürüp, bir de orada manasızca ortalığı dağıtıyorlar. London Has Fallen daha da genişçene bir meydan savaşı sunuyor bize. Tabi bir de Morgan Freeman'ın o insana gelin savaşa gidelim dese allah allah diye koşturarak gideceğiniz sesiyle konuşması ile özgürlüğümüzü alamazlar oh my god amerika demek özgürlük demek mesajları. 

la famiglia

Neredeyse bir haftadır yoktum buralarda. Annemlerin yanına gittim, köye. Yılbaşı tatilinin sonunda beni Roma'ya yolcu ettiklerinden beridir görmüyordum, hem de burada tek başıma böyle iyice kafayı yiyor olduğuma kanaat getirdiklerinden dolayı, gel dediler ben de çarşamba akşamı atladım gittim.
Bu yolculukta öğrendiğim değişik şeyler oldu bu sefer. İlki, artık otobüsle gece yolculuğu benden geçmiş gençler. Görüntü 15'i geçmiyor belki her kaybolan yılla birlikte ama insanın biyolojik saati diye bir şey de var. Hücrelerim yaşlanıyormuş demek ki. Otobüste bir gece 8 saat geçirdikten sonra 3 gün kendime gelemiyorum artık.
İkincisi, aile ilginç bir şeymiş. Küçükken, ilk gençliğimde falan köye yaptığım ziyaretler, akrabalar arasında geçirdiğim günler hep travma sebebiydi. Belki de fındık mevsiminin getirdiği o stres, sıkıntıydı suçlusu olayların ama her yaz, her bayram babaannemlerin köydeki evinde, şehirdeki evinde, fındık harmanında, bahçede, her yerde herkes hep kavga ediyor, birbirine bağırıyor, küfürler havada uçuşuyor olurdu. Hep mutsuz olurdum. Onlar arada güler, eğlenir gibi görünürlerdi bir arada olmaktan ama ben her an mutsuz hissederdim. Çünkü ailemin, geniş ailemin hiçbir üyesinin birbirini zerre kadar sevmediğini düşünürdüm. Bu kadar nefret ediyorsunuz bir arada olmaktan, burada olmaktan, neden duruyorsunuz öyleyse bir arada diye içimden çığlıklar atardım. Kaçıp gitme, uzaklaşma, hiçbir yere ait olamama dürtümün temelini yapan şeylerden biri de buydu herhalde. Ailemin birbirini hiç sevmeyen bir avuç agresif, mutsuz insandan oluşuyor olduğu düşüncesi.
Ama değilmiş. Ya da insanlar yaşlandıkça değişiyormuş. O birbiriyle habire kavga eden agresif insanlar artık hepsi ilk doğdukları köye geri dönmüş, karı koca bir başlarına kalmış, beyaz saçlı insanlar haline gelmiş durumda. Yine sinirliler bir parça ama sanki beni 30 yaşıma getiren yıllar onları silindirle üstlerinden geçmişçesine yumuşatmış. Gecenin bir vakti harmanda otların üstüne yayılmış pis yedili, batak oynayan çelimsiz çocuklarının her biri başka bir şehirde, işinin hayatının peşine düşmüşken onlar emekliliklerinde yine çocukluklarında olduğu gibi annelerinin etrafındalar. Otobüse bineceğim akşam öyle bir an vardı ki. Tüm akşam hepsi, amcam yengem eniştem halam babam annem bana gaz verdi, sen şöyle süpersin şöyle iyisin, her şeyi yapabilirsin, hadi be yürü be koçum gibisinden on dört koldan bana depresyon tedavisi uyguladıktan sonra sular durulduğunda ikilik kanepede ayaklarımı uzatıp, arkama yaslandım. Çay içmeyi yeni bitirmişiz, havada hafif bir buhar ve çay kokusu. Gözlerimi yumdum, televizyondan gelen maçın sesi, odanın diğer ucundaki kanepeden eniştemin horlama sesi, halamın hemen arkamdaki koltuktan gelen örgü şişlerinin birbirine değme sesine karışırken çocukluğumun tüm o mutsuz fındık mevsimlerini silip süpürürcesine bir huzurla, mutlulukla doldu içim. Bu insanlar beni seviyor gerçekten de dedim ya. Tüm akşam bana çok güzel şeyler söylediler, içten bir şekilde, hepsi beni önemsiyor dedim. Aile olmak güzel bir şeymiş aslında. Düştüğünde hepsi yanında belirip, elini tutuyormuş.

21 Mart 2017 Salı

Iron Fist









jules verne

“Her insanın içinde çıkamadığı bir yolculuk vardır. Ondandır; hem beğenir, hem yererler gezgini. Onun sınırsız düşlerine yetişemeyenler; ona acımasızca saldırır, ancak sonuç alamaz; evreni biçimlendirmede, sonsuza kadar sürecek düşleri kim hapsedebilir ki…”
[K.Andreyev - Görülmeyeni Gören Adam]

20 Mart 2017 Pazartesi

remains



Diyorlar ki;

I don't want to rest in peace, we can haunt each other's dreams.
We'll fight underneath this turf, bicker away in darkness.
We'll find our way to result our way from the lands of the living.
We'll find a common ground and fall in love all over again.

...
From dust to dawn.
The other's screams grow silent in defeat.
I know I chased a memory but you used to taste so sweet.
As you faded away I realised it's all over and nothing stays the same
From our skulls and bones and grave.



18 Mart 2017 Cumartesi

1991 yapımı Beauty and The Beast

"Tale as old as time, true as it can be, barely even friends, then somebody bends, unexpectedly.
Just a little change, small to say the least, both a little scared, neither one prepared, beauty and the beast..."
Kelimelerle daha iyi anlatılabilir miydi bilmiyorum Disney'in bu masalı. Ya da bir şarkıyla nasıl bu kadar güzel özetlenebilirdi gözlerimizin önünde beliren o şahane şey? Evet, bu animasyonu, bu masalı anlatırken hiçbir şekilde objektif olmayacağım, olamayacağım. Ne Snow White'ı, ne Cindirella'sı, ne Aurora'sı hatta Ariel'i bile bu kadar içime işlemedi. Belle'i ilk ne zaman gördüm, ilk ne zaman işittim, okudum kitap kurdu güzelle dünyaya küsmüş burnundan kıl aldırmayan Beast'in beklenmedik ve alabildiğine aykırı, kuralsız aşkının hikayesini, bilmiyorum. Hatırlayamıyorum. Ama daha "büyülü" hissetirmedi başka hiçbir masal çocukluğumdan beri. Kendime inanmak için, ummak için izin verdiğim belki de tek masaldı hep. Hep "prenses" gibi olmamaya yemin etmiş, bunun için çabalamış, bunun için kendini bastırmış, duygularına düşüncelerine yumruklar geçirmiş bir çocuk için, 90larda bir kız çocuğu için Belle'i görüp de içselleştirmemek mümkün değildi çünkü. O zamana kadarki diğer Disney prensesleri gibi "dişi" olabilmeyi bir türlü beceremeyen, peter pan olup habire oralarda buralarda zıp zıp dolanmaya devam eden benim için kendini bir nebze de olsa kabul edebilme şansı veriyordu Belle. Elindeki kitabın içine gömülmüş burnunun ucundan yürüdüğü yeri göremeyen, mucit babasını her türlü egzantriklikleriyle birlikte destekleyen, kafası çalışan ama yine de hayalleriyle mutlu Belle. Yaşadığı küçük kasabanın hep aynı geçen günlerinin dışındaki dünyayı görmek isteyen, maceralara atılmak isteyen Belle. Ama yine de içindeki romantik kızı bastırmayan, okuduğu kitaplardaki aksiyonlu aşk hikayelerini okuyup, öyle aşkların hayalini kuran Belle. O küçük kasabadaki kimsenin bir türlü anlayamadığı, anlam veremediği, tuhaf bu diye baktığı Belle. Babası için bir saniye tereddüt etmeden kendini feda eden, canavara karşı bir adım bile geri atmayan, kendisi bile ummazken o canavarın içinde bambaşka şeyler bulabilen Belle. Herşey ama herşey o kadar uyuyordu ki, o kadar tutunabileceğim gibiydi ki...
ama çok şahane çizimler değil mi bunlar, çok büyülü değiller mi
Belle, Disney'in 90larla başlayan yepyeni çağının ilk farklı prensesi değildi evet, bu farklılığı Ariel ile göstermişti Disney, Ariel ile o hayal kuran, mücadele eden prenses çağını çıkarmıştı karşımıza ama Belle ile yaptığı bambaşka bir şeydi. O farklı prensesin karşısına bir de diğer tüm prenslerinden daha değişik bir şey çıkarıyordu. Beast ya da Prens Adam, diğer prenslerin aksine kendini keşfediyordu, Belle'i keşfediyordu, ikisi de birlikte değişip, birbirlerini geliştiriyor, içlerinde olduğunu bile bilmedikleri karakterlere dönüşüyorlardı. İkisi de olacağını hayal etmedikleri şekilde sevmeyi öğreniyordu. Hem de tüm bu değişimin, gelişimin içinde öyle büyük büyük kötüler, cadılar, üvey anneler, zehirler falan filan yoktu. Yani tamam hepsinden az biraz vardı ama hiçbiri diğer masallardaki etkide değildi. Belle'e ve Beast'e tüm kötülük de kurtuluş da ancak birbirlerinden geliyordu.
Tamam tamam, animasyona, masala methiyeler düzmekten kendimi almaya çalışıyorum. Gerçi masalın kendisinden yani orijinalinden bahsetmek o kadar zevk vermiyor, çünkü orada işler çok daha karanlık ve asap bozucu. Masalı bize ulaştıran 18.yy.da yaşamış bir yazar, Jeanne-Marie Leprince de Beaumont. Ama o da esasında kendisi doğmadan 40 yıl önce ölmüş başka bir Fransız yazar olan Gabrielle-Suzanne Barbot de Villeneuve'in yazdığı metinden kısaltarak elde etmiş masalı. Sadece kısaltmamış tabi, ne değişiklikler ne değişiklikler. Sonuçta masalın yazarı olarak Beaumont bilinir olmuş. 
Villenevue ve Beaumont
Villeneuve'in versiyonu ise aslında bilinen en eskisi ve kocaman bir roman uzunluğunda çılgınca ayrıntılar, olaylar, periler, büyüler içeriyor. Gene de elimizde olan son yazılı masal, Disney versiyonunda olmayan, Cindirella'nın üvey kız kardeşlerinden hallice kız kardeşler, babanın batmış bir tüccar olması gibi hoş olmayan ayrıntıları var. Masaldaki Belle de animasyondaki kadar örnek alınacak bir portre çizmiyor ayrıca. Beast ise animasyondaki gibi tecrübesizliğinden ve kendine olan nefretinden sinirlerine halim olamayan, kabalaşan bir canavardan çok, masalda daha alık, salak bir şey. (Bu arada Villeneuve'in romanının e-kitap halini D&R'da bulabiliyorsunuz. Fransızca okuyabiliyorsanız ise Archive.org'da var kitap okunabilir halde. Beaumont'un versiyonunu da Project Gutenberg'de ingilizce olarak bulabiliyoruz.)



O yüzden animasyonu izleyin, filmi de hafta içi göreceğim ona göre söylerim.
bu arada animasyonun girişindeki vitray sahneleri çok çok çok güzel bir detay

Ahh 90lar, ahh çocukluğum...

16 Mart 2017 Perşembe

1989 yapımı The Little Mermaid

Okyanusun kralı Triton'un 7 kızından en küçüğü olan Ariel, diğer denizinsanlarının aksine suyun üstündeki dünyayı ve oranın insanlarını çok merak eder hep. En yakın arkadaşı minik balık Flounder ile kıyı köşe dolaşıp, eski gemi batıklarından insanların eşyaları toplayıp, kendi koleksiyonun yapmakta, bir yandan da hayaller kurmaktadır. Koleksiyon yaptığı bu eşyaların geldiği dünyaya dair hayallerinde hep kendini de hep bir insan olarak düşler. Ama kral babası tüm insanların barbar olduğunu söyler bağıra çağıra, denizhalkından kimse su yüzüne çıkmayacak, insanlarla temasa geçmeyecektir. Ama bir gün, kaderin oyunu ya, Ariel batan bir gemiden bir prensi kurtarır. O prense aşık olur, prens Eric de ona. Ama tanışamadan, konuşamadan Ariel kaçıverir suyun içine. Babasıyla büyük bir kavga ederler prens yüzünden, Ariel de aşık kafasıyla deniz cadısı Ursula'yla bir anlaşma yapar. Ursula ona iki bacak verecek ve Eric'i kendisine aşık edebilmesi için yeryüzünde yürümesini sağlayacaktır. Amaaa, karşılığında o muhteşem şarkılar söyleten sesini alır Ursula Ariel'den. Ve eğer 3.gün güneş batmadan Eric'ten gerçek aşkın öpücüğünü alamazsa yeniden bir denizkızı olacak ve sonsuza kadar Ursula'nın esiri olacaktır. Çaresiz, Ariel anlaşmayı imzalar ve prensine doğru yola çıkar.
kendisi de pek çekmiş hayattan,
Hans Christian Andersen
Disney'in 30 yıl sonra çizdiği ilk prenses olan Ariel'in acıklı hikayesi böyle başlıyor işte. Gerçi Disney bu, sonuçta yine herşey mutlu mesut, pespembe haline dönüyor ama masalın aslında küçük denizkızımızı kaybediyoruz. Hans Christian Andersen'in yazdığı masal, ilk defa 1837'de yayınlanmış ve Disney versiyonuyla arasında ufak ufak farklar mevcut. Ama haliyle en kayda değer değişiklik animasyonda cadı Ursula'nın kılık değiştirerek prense büyü yapıp, evlenmek üzere olması ve Ariel'in müdahale etmesiyle Ursula'nın yok olması, nihayetinde de Eric'le Ariel'imizin gelinlik damatlık içinde öpüşmesi ile bizi gülümseten sonun masalda tam bir "Böyle mi Olacaktı" senaryosuna bağlaması. Masalda okuyucularına yani çocuklara ahlaki bir mesaj verme görev bilinciyle Andersen, Eric'i tapınakta gördüğü ve onu sudan kurtardığını zannettiği için aşık olduğu bir kızla evlendirirken, Ariel'i acılara boğuyor. Yetmedi, kız kardeşleri Ariel'e bir bıçak getiriyor deniz cadısından ve diyorlar ki bu bıçakla Eric'i öldürürsen yeniden denizkızı olabilir ve bizimle, ailenle birlikte suyun altındaki krallığımızda mutlu mesut yaşamana devam edebilirsin. Peki gerizekalı Ariel ne yapıyor? Tabiki de reddediyor, nayır nolamaz öldüremem aşkımı, ben sonsuza kadar acı çekerim ama onu öldüremem diye yırtınıyor (acı çekmesinin sebebi, masalda Ariel'in ayakları hep bıçak üstünde yürüyormuş gibi acı veriyor ona, çünkü büyü öyle). Hem de yazıyor ki masalda, yeni evlendiği karısının yanında huzurlu bir şekilde uyuyan prense bakıp, onu öldüremem dedi Ariel diye. Hey yarabbim! Sapla işte bıçağı, delik deşik et, sonuçta seni sevmemiş, seninle evlenmemiş, gitmiş o ne idüğü belirsiz kıza aşık olmuş, hem de sen onca şey çekmişken onun için. Doğra gitsin işte! Ama yoook, Ariel öldürmüyor hain prensi. Onun yerine kendisi köpüğe suya dönüşüyor, sonra da hava ruhlarından biri olarak kabul edilip, göğe yükseliyor çünkü bir insanın hayatına kıymaktansa kendine kıyıyor. Yani ne diyor Andersen, sevgili çocuklar eğer siz de bu kadar salak olursanız, iyi olmaktan bıkmazsanız, siz de sonsuz kutsanmaya kavuşabilirsiniz.
Neyse çok kaptırdım, sinirden titremeyi kesip animasyona döneyim. Disney prensesleri listemdeki çizgifilmlerden elle yapılan son filmmiş bu. Gerçi içinde bilgisayarlı kısımlar da var ama el emeği güzelliğinin son temsilcisi diyebiliriz. Benim aklımda hep masal hali olduğu için en sevmediklerimden biriydi küçük denizkızının hikayesi. Böğrüme böğrüme dürtükleyip, içimi fena yapıyordu düşündükçe. Ama Disney'in bu versiyonu hem eğlenceli, hem mutlu, hem de keyifli. Önceki 3 prenses masalındaki kadar hayvan bolluğu yok bir kere, ekranımızda şahane su altı sahneleri izliyoruz. Balıklar, yengeçler, denizinsanları...O kadar orman hayvan börtü böcekten sonra su altı çok hoş bir değişiklik oluyor.

Fonumuzun değişmesinin yanında karakter açısından da artık resmen çağ atlamış olduğumuzu görüyoruz. Önceki prenseslerin aksine Ariel hayal kuruyor! Snow White'ın bir gün prensim gelecek, alacak götürecek beni hayali ya da Cindirella'nın bir gün baloya gideceğim çok eğleneceğim dans edeceğim yakışıklı prensle tanışacağım hayali ya da Aurora'nın her gece rüyasında Prens Philip'i görüp, onunla dans etmesi hayali gibi bir şey değil Ariel'inki. Olduğundan başka bir dünyada, olduğundan farklı biri olmayı hayal ediyor. Sınırlarının dışını özlüyor, hiç gitmediği bir yerde yaşadığını, fiziksel kısıtlarının üstünde şeyler yapabildiğini hayal ediyor. Diğer prenseslerimizin yapmadığı başka pek çok şey yapıyor sonra. Araştırıyor, keşfediyor, babasına karşı çıkıyor, kurallara karşı çıkıyor, kötülere saldırıyor, şeytanla anlaşma yapıyor, aşkının peşinden gidiyor. Son sahnelerde Eric'le birlikte Ursula'ya karşı koyan, mücadele eden bir Ariel görüyoruz.
deniz cadısı ursula
Ve ayrıca şimdiye kadar izlediğim 4 film içindeki en kötü "kötü" ile karşı karşıyayız bu animasyonda. Çok belli etmese de çizgi olarak, deniz cadısı Ursula çok çok kötü. Snow White'ın üvey annesinin de Maleficient'ın da yöntemi temizdi, ikisi de öldürüp, kurtulmak istiyordu. Gerçi Maleficient kral ve kraliçeye eziyet olsun diye biraz uzatmıştı ama sonuçta yöntemi belliydi. Cindirella'nın üvey annesi ve üvey kardeşleri ise en fazla ev işi verip, giysisini yırtmıştı. Ursula'nın Ariel'e imzalattığı anlaşma Mondros'tan beter yeminle. Üstüne bir de anlaşmanın kendi lehine sonuçlanması için yaptığı müdahaleler kötülüğünün uç noktaları artık.
Eric ise...off vallahi önceki prenslere o kadar laf ettim ama keşke buna da öyle işlevsizlik, öyle varlıksızlık verselermiş. 4 animasyon içinde şimdiye dek en adamakıllı prense portremiz Eric'te ama onun da salaklığı beni benden aldı. Kendisini kurtaran kızı görüyor başına şarkı söyleyişini dinliyor ama sonra Ariel'i gördüğünde tıpatıp aynısı olduğuna bir türlü kafası basmıyor. Şarkı söyleşine aşık oldum da oldum diye bir tutturmuş gidiyor. Zaten bu şarkıya aşık olmalar Disney prenslerinin özelliği. Snow White'ın beyaz atlı prensi de ilk önce sesini duyuyordu, Prens Philip de Aurora'nın sesini ormanın içinde dinleyip, buluyordu.Görünüşüne aşık olan bir Cindirella'nın prensi var herhalde. Ses önemli çocuklar, şarkı söylemek önemli.
Bir de şarkılar açısından yine başka bir çağda olduğumuzu fark ettiren güzellikler var. Önceki 3 animasyonda müzik tarzı belli bir çizgideyken, 89'da olaylar daha fırıldak hale gelmiş, pek keyifli parçalar barındırıyor The Little Mermaid. Yengeç Sebastian'ın Oscar da kazanan "Under The Sea" parçası tek kelimeyle muhteşem.
Bir müzikal olarak sahnelenmiş masalın nedense ben çok film versiyonunu bulamadım. Bu sene vizyona girecek bir "The Little Mermaid" var ama Poppy Drayton'ın denizkızı olduğu bir filmin olması düşüncesine bile dayanamadığımı fark ettim.

Demem o ki, Disney versiyonu küçük deniz kızı pek güzel. İzleyin, eğlenirsiniz.
Bir de gidip başkasıyla evlenen Eric'lere saplayıverin bıçağı, acımayın.

Masalın orijinalinden İngilizce'ye tam çevirisi-->The Hans Christian Andersen Centre

14 Mart 2017 Salı

ağlamaktan hep

Niye ya? Niye, neden gene? Haftasonunu yine abimlerde çocuk bakarak geçirmişim zaten, gram enerjim kalmamış, kafam allak bullak, hayattan nefret eder hale gelmişim, üstüne bir de abimin yine yalvar yakar bu gece de kal mesai uzayabilir mesajlarına da hayır kalamam demek için kendimi ittire ittire yerlerde sürünmüşüm, yengem bir taraftan aa niye gidiyorsun bu hafta da burada kal diyor, ufaklık ağlıyor çılgınca gitmeeee gitmeeee diye, kendimi paramparça hissederek çıktım evlerinden. Kendimi evime zor atmışım, içim dışım paramparça zaten.
Üstüne...Dün akşam bilgisayarı düşürdüm. Öylece, yere. Ekran gitti bu sefer de. Daha diskinin değişmesi için 250 lira vereli, formatı yiyeli 2 ay olmamışken bu kez de ekran gitti. Mal mal baktım öyle bir süre. Başında dikildim baktım. Neyim var benim ya. Neden oluyor bunlar bana? Harbiden o kadar gerizekalı mıyım ben ya?
Sabah erkenden fırlayıp gittim geçen sefer de götürdüğüm bilgisayarcıya. Elinde sıfır ekran yoktu ama yarınki derse götürebilirim bilgisayarı diye idareten kendi deneme ekranını taktı, geldim eve. Ama kafayı yemek üzereydim. Neden bana oluyordu bunlar? Neden hayatım bir türlü yoluna girmiyordu? Neden beceremiyordum ben yaşamayı? Neden her günüm ayrı bir salaklık yüzünden saatlerce ağlayarak geçiyordu? Tabi ben tüm bu karanlığımın içinde debelenirken Nagi aramış bir ton. Mesaj atmış. Cumartesiden beri grupta dönen muhabbetlerde falan hiç sesim çıkmayınca endişelenmiş. Gün boyu cevap alamayınca daha da endişelenip, Ferda'ya Özgür'e aratmış bir de. Ben kendimi halılara atmakla, kafamı duvarlara vurmakla meşgul olduğum için akşamüstü ancak geri aradım onu. Sonra telefonda karşılıklı foşur foşur ağlamaya başladık. Kapattıktan sonra bu sefer de onu bu kadar üzdüğüm için bir ton ağladım, kendimden nefret ettim. Şu an yine durduramıyorum kendimi, ağlayıp duruyorum ama elimden bir şey gelmiyor, engel olamıyorum. Kendimi mutsuz ettiğim gibi herkesi endişelendiriyorum. Beni seven insanlara bir türlü layığıyla karşılık veremiyormuş gibi hissediyorum. Daha da kötü hissediyorum. Sanki herkes hayatına devam etmiş, bir şekilde kendi yoluna gitmiş, bense öylece ortada kalmışım gibi. Sadece işsiz olmamdan falan bahsetmiyorum, tamamıyla hayatımdan bahsediyorum. Tamamen açıkta kalmışım, ne olduğum ne ettiğim nereye gittiğim belirsiz. Hiçbir şey yok elimde. Kendim için istediğim yollar olmasa bile herkesin bir yol bulmuş olması bu yüzden daha da koyuyor. Ben nerede yanlış yaptım diyecek gibi oluyorum ama sonra hemen vazgeçiyorum. Çünkü doğru yaptığım hiçbir şey yok. Koskoca bir hataymışım gibi hissediyorum. Yanlışım, çalışmayan işlemeyen bir işe yaramayan kocaman bir yanlış. Aslında doğmaması gereken bir yanlış. Zaten ölecekmişim içerde, zorla hayatta tutmuşlar. Ölmem gerekiyormuşsa demek. Hiç doğmamam. Doktorun hatası işte. Yaşatınca zorla, evren de ne yapacağını bilemiyor haliyle benimle. Öylece salak salak dolanıyorum ortalarda.

1959 tarihli Sleeping Beauty

Uzuuun yıllar bir türlü çocukları olmayan Kral Stefan ve kraliçesinin sonunda şafak vakti gibi hayatlarını ışıtan kızları doğduğunda, ismini Aurora (ışık) koyarlar ve tüm krallıkta vur patlasın çal oynasın, bir dolu eğlence başlatırlar. Tüm tebaa, konu komşu, hısım akraba saraya doluşur; tek tek bebek prensese sevgilerini, saygılarını sunmaya başlar. Yedi cihan duymuş, çağrılmış, gelmişken kimsenin aklına tekinsiz dağın tepesinde yaşayan Maleficient'ı çağırmak gelmediğinden, buna çok içerlemiş olan Maleficient partinin ortasına kara bulut gibi çöker. Prensese kendi dileğini bahşeder: 16.yaş gününde bir iplik eğirme şeyinin iğnesine elini batıracak ve ölecektir. Herkes şoka girer, bir şeyler yapmalıdır ama ne? 3 iyi peri Flora, Fauna ve Merryweather devreye girer ve prensesi Maleficient'ın başına açtığı kötü kaderden kurtarabilmek için bir şeyler yapmaya çalışırlar.
Uyuyan güzelimizin hikayesini bu şekilde uyarlayan Disney, malzemesinin kaynağı olarak Charles Perrault'un derlemesini işaret etmiş. Perrault'un versiyonu 17.yy.da yazıya geçirilmiş olsa da bu masal için ilk kaynağın Giambattista Basile'in "Sun, Moon and Talia"sı olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Ki kendisi 1575-1632 arasında İtalya'da yaşamış. Perrault'un "The Sleeping Beauty in the Wood"u daha sonra geliyor haliyle. Ha bir de tabiki Grimm kardeşlerimizin de yine Alman/Germen folklorüne dahil derlemesinin içinde "Little Brier-Rose" olarak yer alıyor.
Bunu söyleyeceğimi düşünmezdim ama Disney'in Sleeping Beauty uyarlamasını sevdim ben. Hakikaten kendime inanamıyorum. Çünkü nereden nasıl görmüşüm bilemiyorum ama benim aklımda Uyuyan Güzel masalı hep çok kötü, çok sıkıcı, allahım neden böyle bir masal da var ki acaba ne gereği varmış diye düşündüğüm bir masal olarak yer etmiş. Aklımdaki versiyonun ne Perrault'un Grimmlerin ne de Disney'in versiyonlarıyla ilgili varmış. Nasıl öyle öğrenmeyi başarmışım bilmiyorum ama benim versiyonumda Aurora doğuyor, Maleficient büyüsünü yapıyor, 16 yaşına gelince bir gün sarayda gezintiye çıkıyor, yaşlı bir kadının ip eğirdiğini görüyor ona yardım edeyim derken elini iğneye batırıyor, yaşlı kadın da tabiki kılık değiştirmiş kandırıkçı Maleficient, sonra uyumaya başlıyor, tüm saray da onunla uyuyor, etraf diken ot püsür, yüzyıllar geçiyor, bir sürü prens deniyor Aurora'ya ulaşıp öpmeyi ama hiçbir başaramıyor. Sonunda bir tanesi başarıyor ve saray uyanıyor, mutlu son şeklindeydi. Eh bu haliyle de çok salaktı. Tüm masal boyunca ense yapan bir prenses, kötülüğü için herhangi bir motivasyonu olmayan Maleficient, sırf meraktan ve kahramanlık gerekliliğinden çıkıp gelen bir prens ve başka da bir karakter yok. Öfke kusuyordum Aurora'ya. Ne biçim bir manyaklıktı o öyle? İşte bunlar hep önyargı, cehalet, okumamak, araştırmamak, izlememek, o zır deli aklında ne varsa körü körüne ona inanmak.
Oysa bu animasyon halinde prensesimiz bir gün bile ancak uyuyor. Karakterini - az da olsa - görebiliyoruz. Aklı beş karış havada, alımlı çalımlı normal bir ergen kız aslında Aurora. Çizim olarak şimdiye kadar izlediğim Snow White ve Cinderella arasında belki en güzeli diyemem ama en cazibelisi olduğu kesin. Evet, yanlış okumadınız, bir çizgi karakter ve resmen o çizgilerden buram buram cazibe fışkırıyor. Onun yanında masalın asıl işlev taşıyıcıları Flora, Fauna ve Merryweather isimli iyi periler ki onlara da ayrı ayrı karakterler verilmiş olması ayrıca güzeldi. Kral Stefan ve Kral Hubert karakterleri ve Maleficient üzerinde özenle durulmuştu. Ve diğer iki masalımızdan bu yana asıl gelişmeyi gösteren prens karakterimiz. Prens Philip, kesinlikle diğerlerine göre varlık gösteren bir karakter burada. Neredeyse esprili diyebileceğimiz bir tarzı, hafif dalga geçer gibi ama ayakları yere basan bir havası var. Yani prensesimizde çok bir gelişme olmasa da prensimiz bu defa kanlı canlı karşımızda yükselebiliyor.
Bir de kötülüğün hem bu animasyonda hem de diğer ikisindeki mantıklılığı hakikaten takdire şayan. İyilerimiz hep bir nedensizce iyiyken, kötülerin motivasyonunu hemen algılayabiliyoruz. Snow White'ta Evil Queen'in güzellik takıntısı empati kurulabilir bir durum. Cinderella'nın üvey annesi Lady Tremaine'in ise Cinderella'nın güzelliğine karşı kendi kızlarının kaderini ve geleceğini düşünüyor olması da gayet açıklanabilir. Burada da Maleficient oldukça basit bir görgü kuralıyla geliyor tepsimize, kadını davet etmemişler! Bu kadar mantıklı. Aslında bu açıdan bakınca gerizekalı kral ve kraliçe, Maleficient'ı da adabınca davet edip, iyi dileklerini isteseler, bir kadeh bir şeyler ikram etselermiş en başından, bu şeylerin hiçbiri olmayacakmış bile diye düşünüyor insan.
Ki bu da bizi 2014 yapımı Maleficient'a götürüyor otomatik olarak. Linda Woolverton'ın yazdığı senaryoya göre Angelina Jolie'nin muhteşem bir şekilde hayat verdiği Maleficient'ın aslında neden prensese böyle bir büyü yaptığını izlemiştik etraflıca. 2015'te Neverland'de bahsettiğimde "Keşke her yaptıkları uyarlama bunun kadar güzel olsa. Ne masallar izlerdik be." demişim zaten. Bu düşüncem hala geçerli ama artık Disney'in orijinal versiyonlarına da haklarını teslim ediyorum bir yandan. Gerçi, filme ismini veren prenses taş çatlasın 15 dakika görünüyor ekranda ama, yine de bir şey demeyeyim. O kadar gıcık olmuyorum artık Aurora'ya.



Bu da pek güzel, izlemeden-dinlemeden geçmeyin istedim.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...