"Why did you do it, Billy? Why did you join up?"
"Because we are at war," Billy said. "Like it or not, we have to fight."
"But can't you see-" Da stopped and held up his hands in a pacific gesture. "Let me start again. You don't believe what you read in the newspapapers about the Germans being evil men who rape nuns, do you?"
"No," said Billy. "Everything the papers said about coal miners was lies, so I don't suppose they're telling the truth about Germans."
"The way I see it, this is a capitalist war that has got nothing to do with the workingman," Da said.
Genç Billy Williams'ın babasının - Da'nın - bu saçmasapan savaş ile ilgili söylediği şey dibine kadar doğru. Bizim ona verdiğimiz isimle I.Dünya Savaşı, yüzyıllarca bulundukları toprakları domine etmiş, birbirlerine diklenmiş, hep daha fazlasını istemiş imparatorlukların, eski dünyanın kabadayılarının ve onların yancılarının saçmasapan güç gösterisinden başka birşey olmamasına rağmen, o zamana kadar bilinen dünyayı tamamen silip süpürmüş, herşeyi birbirine katmış, hala sürmekte olan bütün savaşların, anlaşmazlıkların, mücadelelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, belki de insan ırkının en büyük savaşıydı. Bize hep Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna'da suikaste uğraması ile Almanya'nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ve Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiltere, Fransa ve Rusya'yla savaşa girdiğini söylediler yıllar yıllar boyunca o bunaltıcı tarih derslerinde. İtalya da vardı işin içinde evet, ama orası biraz karmaşıktı. Kim kime neden bunu yapmıştı, orası belli değildi. Yani belliydi aslında, madde madde ezberletirlerdi. Herkes sömürgeciydi, diğer herkes Osmanlı'yı paylaşmak istiyordu, bir de tabi Almanlar yenilince biz de yenik sayılmıştık. Çanakkale ve Kafkasya dışında cephelerden bahsedildiğinde ben 25'imi geçmiştim çoktan biliyor musunuz? Girmediğimiz II.Dünya Savaşı'nın her bir çıkarmasını, cephesini, bombalamasını er ryan'ın peşinde, ince kırmızı bir hat üstünde, Wladyslaw Szpilman'ın piyano sesi eşliğinde kalplerimize işleyen ürkek bakışlarıyla öğrenmiştim. Ama ilkini, o devasa savaşı sadece Çanakkkale'yi geçemediler, İzmir'i, İstanbul'u işgal ettiler, Mondros, sonra hooop Kurtuluş Savaşı olarak ezberlemiştim. Fazlası yoktu, dahası yoktu. İkincisi filmlerle o kadar parlatılmıştı ki ilkini artık kimse merak etmiyordu.
Ama sanırım bu değişmiş durumda. Benim de son beş-altı yıldır kendi kendime araştırmama, okumama sebep olan o ince merak, dünyaya da sızmış demek ki. Son yıllarda daha fazla kitap, daha fazla film görüyorum büyük savaşın kıyısını köşesini anlatan. Bu sene vizyona girecek olan The Ottoman Lieutenant var mesela. Onunla aynı şeyden - ki şimdi buraya yazmak istemiyorum çünkü bir defa yazarsam tüm google aramalarında çıkmaya başlayacak - bahseden The Promise, Russell Crowe'u mahallemizden biri yapan The Water Diviner ve durdukları adadan habire her şeye karışıp karışıp sonra da ah vah çok acı çektik diyen Britanya'nın bir başka ahlaması vahlaması olan Testament of Youth da bahsedilebilecekler arasında.
Ken Follett'in ta kendisi, çok gıcık birine benziyor ama tabi |
Peki Ken Follett ne anlatıyor Fall of Giants'ta? 22 Haziran 1911'de, V.George'un Britanya tahtına çıktığı günden başlayıp, tüm bir savaş nasıl çıktı, kim kime ne zaman neden savaş ilan etti bir bir anlata anlata 1924 Ocak ayına gelip, bırakıveriyor bizi. 2010'da yayınlanan kitap aslında 3 kitaplık Century serisinin ilk kitabı. Savaşın öncesini, sonrasını, ortasını hayali kahramanlarımızın yaşadıklarıyla takip ediyoruz. Tabi gerçek olayların ve tarihin kilometre taşı olan insanların zaman zaman dokundukları olay örgümüzde Gallerli madenci ailesi Williamsların ufak oğlu Billy ve akıllı ablası Ethel'ın, yine Gallerli asil ve toprak sahibi aile Fitzherbert'ların başı Fitz ile döneminin feministi "suffragette" Maud'un, Alman imparatorluğunun asil bir ailesinden Walter von Ulrich'in, Walter'ın Avusturyalı bir asilzade olan kuzeni Robert'ın, dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson'ın danışmanlarından olan genç Gus Dewar'ın, artık kokuşmuş hale gelmiş Rus Çarlığı'nın en bedbaht bir kesiminden insanca yaşamak için Amerika'ya kaçmaya çalışan Grigori Peshkov'un ve onun hovarda kardeşi Lev'in adımlarını takip ediyoruz. Herkes bir şekilde birbiriyle karşılaşıyor örgünün bir noktasında, hafifçe de olsa değiyor kaderleri ve yine de herkes kendi yoluna gidiyor.
Anlattığı hemen hemen 13 yıllık zaman diliminden ötürü, tabi kitap biraz 920 sayfa kadar. Konuya meraklıysanız ve dahası olaylar olaylar okumaktan hoşlanıyorsanız Follett'in satırları akıp gidiyor. Direkt amaca yönelik bir anlatımı var, çok süslemeden püslemeden, bol bol konuşturarak, yılların içinde kovalıyor kahramanlarını. Tabi koca bir savaşı anlatıyor dedim ama sadece kendi bildiği ya da ona cazip gelen sanırım, yönlerini anlatıyor. 900 sayfada Osmanlı bir veya iki kere ancak geçiyordur. Fransa'nın orta-alt kısmından başlayıp, eğimle yükselterek Rusya'ya doğru bir hat çekmiş ve ABD'yi de dahil ederek tamamen bu çizgi içinde kalan yerde dönüp duruyor Follett. Bu anlamda tam bir dünya savaşı anlatımı yok içinde. Zaten amacı da savaşı anlatmak değil, insanları anlatmak olmuş bence. Bu yüzden de daha yakın olduğu hayatları ve coğrafyayı seçmiş olmasında bir sorun yok tabi.
Kitabı ben Ciampino'daki havaalanında beklerken oradan almıştım, arkasındaki etikette 11.40 euro yazıyor. Pandora'da tükenmiş görünüyor şimdi baktım da. Bendeki Signet baskısının ve Pan MacMillan baskısının e-kitap hali D&R'da ve Idefix'te var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder