gerard butler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gerard butler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2017 Perşembe

Olympus Has Fallen (2013)

Şehirlerarası otobüs yolculuklarımı çekilir kılan tek şey, otobüs koltuğunun arkasındaki acınası ekranda gözlerimi bozacak kalitede filmler izlemek. Zaten tüm otobüs horul horul uyuyor ben o kadar uykum varken bir türlü dalamıyorum, sarhoşluğun binbir tonunda gözlerimi zar zor açık tutuyorum, böylesi bir durumda ihtiyacım olan film türü belli. Açıyorum hemen aksiyon/macera menüsünü (fantastik menüsünde niyeyse fantastik dışında her türde film oluyor, orasını hiç karıştırmayın), seçiyorum izlemediğim bir tanesini, oh mis. Bu menüdeki filmler o saatte, o yolculukta o kadar iyi geliyor ki bünyeme, kafamı yormuyor, düşündürmüyor, manasız aksiyonlarla koreografik dövüş sahneleriyle, hollywood klişeleriyle mutlu mesut yolculuk ediyorum.
Olympus Has Fallen da aynen bu formülüyle bu son yolculuğumun işkencesini azcık azaltmaya yetti. İzledikten sonra izledim listeme eklemek için açınca IMDb'yi, izlemek istediklerim listeme kaydetmiş olduğumu görünce saniyelik bir şaşkınlık yaşadım ama sonra hemen kendime geldim. Gerard Butler ismini görünce basmışım zamanında watchlist diye. Ulan İskoçya, eyy İskoçya, neler yaptım senin yüzünden yıllarca. Neyse, filme dönersek, ne diyeyim? Çocukluğuma döndüm sevgili kayıp çocuklar. Çocukluğumun o kanıma ilk işleyen hollywood klişesi aksiyon filmlerine gittim gittim geldim izlerken. Sarışın bir amerikan başkanı, 50lerin grace kellysi zarafetindeki first ladysi, beyzbol şapkalı ufak veledi, ailenin bir üyesi gibi olmuş korumaların başı, travmatik olayla hepsinin değişen hayatları ve zaman çizgisinde 1 buçuk yıl ileriye atladığımızda hey dostum mike nasıl gidiyor'a bağlanması. Haa tabi en önemlisi, teröristler Beyaz Saray'ı ele geçiriyor! Beyaz Saray lan! Hem de çekikler. Ama hadi haklarını yemeyeyim, eski ajanlara falan danışmışlar siz yapsanız nasıl yapardınız saldırıyı falan diye. Ona göre biraz mantığa oturtmaya çalışmışlar senaryoyu. Ama BİRAZ. Çünkü özel ajanımız Mike Banning (bizim Gerry) adeta bir John Rambo oluyor, yağıyor üstlerine. Bir de kolaya kaçmamışlar, saldırıyı direkt Ruslara, Çinlilere, Japonlara, Korelilere, Almanlara, Araplara falan atmıyor film. Şöyle ortaya karışık bir şey yaratıyor, aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı bozulmasın diyor.
İşin daha da ilginci, devam filmi yapmışlar. Yani böyle filmlere zaten bir seferliğine ihtiyacımız yokmuş gibi, ilkinden 3 sene sonra aynı başkanı aynı ajanla bu defa Londra'ya götürüp, bir de orada manasızca ortalığı dağıtıyorlar. London Has Fallen daha da genişçene bir meydan savaşı sunuyor bize. Tabi bir de Morgan Freeman'ın o insana gelin savaşa gidelim dese allah allah diye koşturarak gideceğiniz sesiyle konuşması ile özgürlüğümüzü alamazlar oh my god amerika demek özgürlük demek mesajları. 

30 Temmuz 2011 Cumartesi

The Bounty Hunter (2010)

Bodrum'dan 12 saatlik geri dönüş yolculuğunun ilki iki saatini benim için çekilir kılan buydu. Kanallarda ne var diye gezinirken rastladım ve bu zamana kadar sırf o sinir ötesi kadın oynuyor Gerry'nin karşısında diye bakmamak için kendime engel olduğum filmi izledim.
film boyunca giydikleri kareli gömlek ve siyah kalem elbise
Bu tür çiftlerin birbirleriyle mücadele-kavga-dövüş ettiği romantik komedilerin adamı olan Andy Tennant'ın yönettiği film, gayet eğlenceli aslında. Kendini ciddiye almıyor, size de aldırtmaya çalışmıyor bu yüzden. Tamamen saçma ama komik olan bir durumdan, yeterli derecede bir eğlencelik çıkarıyor biraz aksiyon, biraz gizem ve biraz da romantizmle.
kumar oynayan kaybeder
Milo ve Nicole yaklaşık 3 yıldır ayrı bir çift. Birkaç ay çıkıp, evlenip, birkaç ay da evli kalmışlar, boşanmışlar. Sebebine gayet aşinayız. Nicole sorumluluk ve ciddiyet timsali taraf, Milo da sorumsuzluk ve çocukluk tarafı. İkisi de sonuçta karşısındakinin kendisini sevmediğine ikna olarak ayrılmış ve hayatlarına devam ediyorlar.
Mı acaba? Çünkü film bizi onlarla tanıştırdığında Nicole bir intiha vakası haberi üzerine giden hırslı bir gazeteci olarak görünürken, Milo tamamen batırmış bir ödül avcısı rolünde. Zaman ilerledikçe de anlıyoruz ki esasında Milo ayrılmalarından sonra batırmış hayatını. Nicole ise kendini tamamen kariyerine vermiş ve ara ara kalbindeki Milo yarasını hatırlıyor.
bizi de götür gerry
Ama bir polis atına çarpmasından dolayı aldığı ceza için mahkemeyi kaçıran Nicole'e tutuklama kararı çıkınca, Milo hemen ödülün sahibi olmak için harekete geçiyor ve böylece kalbi kırık boşanmış çiftimiz, birbirleriyle yüzleştikleri, kumar borcundan, uyuşturucu kaçakçısı polislerden ve kendilerini öldürmeye çalışan şapşallardan kaçmaya çalıştıkları bir maceraya atlamış oluyorlar.
Film diyor ki anlamadan dinlemeden birbirinizi bırakmayın. Farklı insanlar olabilirsiniz ama birbirinizi sevmenizin bir nedeni mutlaka vardır ve bu sevgiye bağlanın. Sizinle ilgili en ufak ayrıntıları bile hatırlayan bir insanın olması gerçek bir sevgi göstergesidir. Ve bir de bu hikayenin saçma ve uydurulmuş olduğunu unutmayın.
av kafeste
Gerard Butler'ın ve sinir kadının kimyaları uymuş mu etmiş mi bilemem ama filmin her açıdan tatmin edici geldiğini düşünürsek bir şekilde olayı kurtarmışlar demek ki. Gerry'nin bu önüne gelen her role ayırt etmeden atlaması bir açıdan - onu devamlı görebiliyor olmamız açısından- güzel olsa da kariyeri için endişe verici. Jennifer Aniston içinse söylemek istediğim tek şey : Bir kaşık suda boğmak istiyorum seni Jennifer!

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...