kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2018 Pazar

200 yıl öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı

Tam 200 yıl önce bugün, 11 mart 1818'de, Britanya'da bir kitap yayınlandı. Adı Frankenstein'dı, yazarının ismi yoktu, anonim diye geçiyordu. Önsözünü o dönem bir şair olan Percy Shelley yazmıştı, eh bu yüzden de çoğu okur onun yazdığı bir kitap olduğunu düşündü. Kısa sürede okumayan kalmadı Frankenstein'ı, herkes onu konuşur oldu, yazarlarından lordlarına, parlamentodaki siyasetçilerinden sokaktaki insanlara kadar. Bin bir türlü anlam yükleniyordu hikayeye, taraflar tutuluyordu. Cephe alan, hikayeyi saçma ve zararlı düşünceler barındırır bulanlar da vardı elbet. Yaşadıkları döneme göre "değişik" fikirlere ve hayat tarzlarına sahip insanların arasından çıkmıştı bu hikaye çünkü. Yazarı Mary Shelley daha 20 yaşında bile değildi, havanın kötü olduğu bir günde eve tıkılan 4-5 arkadaş, kendilerini eğlendirmek için korku hikayeleri uydurmaya karar verince ortaya çıkmıştı Frankenstein. Ama neyi anlatıyordu da bu hikaye, 200 yıl boyunca neredeyse tüm popüler kültüre yerleşmiş, dünyanın bir ucundan öteki ucuna bir şekilde adı duyulmuş olmuş ve üstüne tonlarca teori geliştirilmiş, barındırdığı anlamlar dağları aşmıştı?
Aslında 1700lerde bir tarihte Robert Walton isimli İngiliz bir genç kaşifin, bir kutup macerasına girişmesiyle başlıyor kitap. Hikaye içinde hikaye bir anlamda, Walton'ın kız kardeşine yazdığı mektuplar aracılığıyla okuduğumuz bu kutup yolculuğu en dıştaki hikayemiz. Walton gemisi ve mürettabatıyla yol alırken buzullarda donmak üzere olan bir adam buluyor. Gemiye alıp, baktıkları adam kendine gelmeye başladığındaysa o başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya ve Walton da kız kardeşine mektubunun içinde bu hikayeyi yazmaya, bu da ikinci katmanımız oluyor. Hayatını anlatmaya başlayan Cenevreli Victor Frankenstein'ın annesinin ailesinin başına gelenlerden başlayıp, babasıyla tanışmasına, evlenmelerine, Victor'un çocukluğuna, en yakın dostu Henry Clerval'a, ailenin sahip çıktığı talihsiz kız çocuğu Elizabeth Lavenza'ya dair bir dolu hikaye dinliyoruz. Victor, onu ceset parçalarından oluşturduğu bir yaratığa hayat vermeye kadar götüren her şeyi anlatıyor, sanıyor ki onu bu meşum olaya ulaştıran tüm motivasyonları açıklayabilir önceki hayatı. Üniversitede yıllarca uğraşıp, kafayı takıp, başardığı bu deney aynı zamanda hayatının en büyük laneti haline geliyor. Victor'ın hikayesinde bir noktada da isimsiz yaratığın can bulduğundan itibaren hayatını anlatışını dinlemeye başlıyoruz, ki bu da üçüncü katmanımız oluyor. Tabi bu katmanın içinde de bir ufak katman olarak yaratığın duvardaki bir delikten gözetlediği, kulübedeki ailenin hikayesini okuyoruz.
İlk bakışta bir korku hikayesi gibi görünüyor evet. Zaten Mary Shelley'nin sonraki baskının önsözünde kendisinin de anlattığı gibi yola çıkış amacı bu. Ama o kadar yıldır o kadar fazla tartışmaya konu olmuş durumda ki Frankenstein, Mary'nin yalnızca bir gece rüya gördüm ve oturdum onu yazdım diye açıklaması kimseye yetmemiş haliyle. Onun satırlarının arkasında onlarca anlam aranıyor. Kimileri hikayedeki tüm karakterlerin Mary'nin hayatındaki kişileri temsil ettiğini söyleyerek ona göre bir okuma yapmış, kimileri de yazıldığı dönemde Mary'nin ve içinde bulunduğu arkadaş-eş dost-tanıdık grubunun siyasi düşüncelerini yansıttığını söylemiş. Peki ama böyle bir hikayeyi ortaya çıkaran nasıl bir hayat?
hikayemizin yaratıcısı Mary Shelley
21.yy.ın film gibi diyeceği türden bir hayat aslında. Hatta resmen o tarihi filmlerin, "period drama" dediğimiz dizilerin senaryolarını aratmayacak türden, birçok insanın iç içe geçmiş, ölümlerle spekülasyonlarla dolu bir hayat. Hikayeyi yaratan beyin, Mary Shelley, yıllar sonra önsözde "Frankenstein'ı dizilerinden biri için seçen Standard Novels yayımcısı, benden öykünün ortaya çıkışı
hakkında bilgi vermemi rica etti. Ben buna dünden razıydım, çünkü bu sayede şahsıma sık sık yöneltilen bir sorunun cevabını verebilecektim: O sıralarda henüz bir genç kız olan ben, nasıl böylesine dehşet bir fikri düşünmüş, geliştirmiştim?" diye yazmış. Sonra hayatından ufak ufak bahsederek bu sorunun cevabını vermeye çalışmış. Ama yalnızca çocukken hayal kurmasıyla, ufak tefek hikayeler yazmasıyla açıklanabilir mi bilmiyorum. Onu dünyaya getiren iki insandan başlayan bir hayat öyküsünü okuduğunuzda ancak diyorsunuz ki Frankenstein'ın canavarı o soruları sorabilir, o yakınmalara ses verebilir. Mary'nin annesi (Mary Wollstonecraft) döneminin - yani 1700lerin ikinci yarısının - dişli bir feministi, yazarı, felsefecisi, babası (William Godwin) ise yine aynı dönemde etkili bir siyasi düşünür, gazeteci ve yazarı. İkisi de oldukça kendine güvenli ve dik başlı bu iki insan ilk etapta birbirlerinden hiç hazzetmeden tartışıp dururmuş. İkisinin de evliliğe inancı yokmuş, günümüzde bile oldukça bohem olarak görülebilecek kafalardalarmış anlayacağınız. Annesi, babasından önce Amerikalı bir diplomat ile birlikteymiş ve bu birliktelikten bir kız çocuk sahibi olur olmaz adam onu terk etmiş. Birkaç yıl sonra anne Wollstonecraft ve baba Godwin birlikte olmaya başladıktan sonra anne Wollstonecraft Mary'ye hamile kalınca eh napalım bari evlenelim demişler.
baba William Godwin ve anne Mary Wollstonecraft
Ama Mary doğduktan 11 gün falan sonra anne Wollstonecraft enfeksiyon kapıp daha 38 yaşındayken ölmüş. Diğer birlikteliğinden getirdiği kızı ve Mary, baba Godwin'e kalmış. E adam da durmamış yeniden evlenmiş, üvey kızını uzağa okula göndermiş, Mary de evde kitaplarla kendi kendine büyüsün diye durmuş. Bu arada yeni evlendiği kadının da bir kızı varmış, o da onu getirmiş mi eve, bir de Mary'ye tam filmlerdeki üvey annelikten ettiğinden ötürü Mary tabi kendini hayallere, kitaplara, yazmaya vermiş.
15 yaşına geldiğinde bir dostlarının yanına kalmaya gittiğinde yazar-şair Percy Shelley ile tanışmış Mary. O zaman 20 yaşında olan Percy ailesi tarafından bohem (evet yine bu kelime) hayat tarzından dolayı reddedilmiş, Oxford'dan ise ateist olduğu için kovulduğundan ötürü maddi sıkıntı içinde sığınacak yer ararken Mary'nin babasının evinde kendine yer bulmuş (hani baba Godwin büyük bir usta yazar gibi, çaylak ama gelecek vaadedenler de onun bilgisinden ilminden fayda görmek adına kanatları altına giriyor gibi). Eh iki genç de bir noktada kanları kaynayınca bir gece birlikte kaçıvermişler evden (Mary'nin üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı da eksik kalmamış tabi). Mary hamileymiş çoktan tabi 16-17 yaşında kaçarlarken. Birlikte orada burada dolanıp durmaya başlamışlar. Ama aşırılık üstüne aşırılık, Percy'nin bu sırada geride - artık kim bilir hangi evde - yasal bir eşi varmış, hem de ikinci çocuklarına mı ne hamile halde.
sorumsuz insan Percy Bysshe Shelley
Mary ile Percy dolanıp dururken dönemin efsanesi Lord Byron'a denk gelmişler Cenova'da. Lord Byron da bu arada inanılmaz skandallar adamı, kafası bir milyon zaten her daim, vur patlasın çal oynasın dolaşan bir beyzade. Onun da eşi var güya bu sırada ama kızları Ada doğunca kadın demiş yeter, bu manyak delinin yanında daha da kalmam, hatta kızımı da bundan zerre etkilenmesin diye tamamen saklarım. Akıllı kadınmış vesselam, Byron'dan kaçırdığı kızını matematikçi yapmış, o kız da büyüyüp yüzyıllar öncesinden, şimdi size bu satırları yazmamı sağlayan aletin temelini keşfetmiş. Selam olsun sana Ada Lovelace!
Cenova demiştik ya, ortama bakın. Bizim deli Lord Byron, 16 yaşında falan kaçtığı adamdan çoktan hamile kalıp bir de birkaç günlük bebeğini kaybetmiş, birkaç hafta olmadan yeniden hamile kalmış Mary, bu şekilde işler çevirdiğini öğrenen eşi karnındaki çocuğuyla intihar eden beş parasız Percy ve Mary'nin onlarla evden kaçan üvey kız kardeşi ki o da bu sırada, Cenova'dalarken hamile. Millet arkalarından neler neler diyormuş zamanında. Hatta üvey kız kardeşin bebeği Byron'dan mı Percy'den mi belli değil. (Tamam manyakça magazine girdim farkındayım ama aslında hikayenin yazıldığı ortamı ve o kafayı canlandırmaya çalışıyordum azıcık coşmuş olabilirim.)
tam bir deli, Lord Byron
Böyle bir ortamda bir gece Byron'ın off canım sıkıldı hadi herkes bir korkunçlu şeyler anlatsın da keyfim yerine gelsin demesi üzerine, Mary gece yatıyor ve Frankenstein hikayesi olarak ortaya çıkacak olan rüyayı görüyor. 3 yıl boyunca üstünde çalıştıktan sonra yayınlanmış kitap. Ama Mary'nin hayatı hakikaten kitaptaki gibi ölümlerle dolu. Hatta sevdiği, tanıdığı herkesin ölümünü görmüş, yani onlardan sonra ölmüş olması bile yazdığı hikayeye benziyor. Önce büyük kız kardeşi intihar etmiş. Kitap üzerinde çalışırken Percy'nın eşi de intihar edince ancak evlenebilmişler ama Mary 24 yaşına geldiğinde Percy bir gezide boğularak ölmüş. Eşini kaybedene kadar bu arada Mary 4 doğum yapmış, sadece bir çocukları bebekliğini sağ salim geçirebilmiş. Percy'den iki yıl sonra Lord Byron hastalanıp ölmüş. Mary'nin kendisi de 54 gibi erken bir yaşta beyin kanserinden ölmüş. Film gibi derken haksız mıymışım?
Ne zaman yazıldığını veya kimin nasıl yazdığını bilmeden, bağlamına hiç girmeden kitabı elinize alıp, hikayeyi okumaya başlarsanız eğer en başta tamamen bir korku hikayesi gibi görebilirsiniz. Abartılı çıkışlar, dramatize edilmiş betimlemelerle dolu bir Victoria dönemi gotik romanı gibi geliyor insana (Victoria dönemini 1837'den başlatıyorlar evet ama anlayın işte ne demeye çalıştığımı). Hatta ne yalan söyleyeyim çoğu yerde pıhlayarak güldüm. Gereksiz pek çok detaya boğuluyorsunuz mesela, alakalı alakasız bir ton başka yerlere sürükleniyorsunuz. Asıl kafamızda oluşan sorulara bakmıyor bile Mary Shelley, bilimsel herhangi bir yön herhangi bir çaba göstermiyor, dahası pek çok şey fazlasıyla kendiliğinden oluyor. Yazım anlamında açıkçası büyütülecek, klasik olarak görülecek bir anlatım bulmadım ben. Tabi bunu 200 yıl sonrasından baktığımda söylüyorum. Ama mesela siz kendiniz bakın neler diyor Mary Shelley'nin kalemi:

Ancak Sancho Panza’nın deyişiyle, "Her şeyin bir ilki vardır ve o ilkin de kendinden önceki bir şey ile bağlantısı olmalıdır." Hindular dünyayı file taşıtır, ama fili de kaplumbağanın sırtına bindirirler. Şunu tevazuyla kabul etmeli ki yaratıcılık denen şey, yoktan var etmekle değil, kaostan var etmekle alakalıdır; her şeyden önce unsurların yerli yerinde olması gerekir.
(...), çünkü aşın üzüntü, gelişimi, hayattan keyif almayı ve hatta günlük görevlerini yerine getirmeni engeller ki bunları yapmayan bir insan toplumda barınamaz.”
Dürtülerimiz yalnızca açlık, susuzluk ve şehvetten ibaret olsaydı, neredeyse özgür olacaktık. Oysa şimdi esen her rüzgârdan, tesadüf eseri edilmiş bir sözden ya da o sözün zihnimizde uyandırdığı manzaradan etkilenir durumdayız.
Ne kadar da değişkendi hislerimiz ve ne tuhaftı en kederli anımızda bile hayata tutunma aşkımız!
Frankenstein'ın dostu olduğunu söyleyen sen, günahlarımdan ve talihsizliklerimden haberdar gibisin. Ancak sana anlattıkları içinde benim aciz tutkularla yanıp tükendiğim günler, aylar yoktur eminim. Çünkü onun ümitlerini bir bir yok ederken, kendi arzularımı tatmin edemedim. Coşkun ve tükenmez arzulardı bunlar. Sevgiyi ve dostluğu hâlâ hayal ediyor, ama hâlâ dışlanıyordum. Sence bunda hiç mi adaletsizlik yok? İnsanlığın tamamı bana karşı günah işlemişken, suçlu olarak bellenecek tek kişi ben miyim? Neden bir dostu kapısından geri çeviren Felix'ten nefret etmiyorsun? Neden çocuğunun kurtarıcısını öldürmeye çalışan köylüye lanetler yağdırmıyorsun? Hayır efendim, onlar erdemli, kusursuz varlıklar! Zavallı ve yapayalnız ben ise dışlanması, tekmelenmesi, ayaklar altında ezilmesi gereken bir ucubeyim. Bu haksızlığı düşündükçe şimdi bile öfkeden kanım kaynıyor.
Frankenstein'ın asıl cevheri, onu böylesi bir klasik yapan, anlattığı hikayeyi çevreleyen düşünceleri. Victor Frankenstein bir canavar yaratıyor, o da onun peşine düşüp tüm sevdiklerini öldürüyor, hayatını cehenneme çeviriyor gibi görünen hikaye aslında birçok soru yöneltiyor hem kendine hem zihinlerimize. Yaratım ne demek, bundan kim sorumlu? Birini bir şeyi yaratmak, yaratıcısına nasıl bir sorumluluk yüklüyor, yüklüyor mu? İyiliği de kötülüğü de biz mi yaratıyoruz? Önyargılarımızı bizi insanlıktan çıkarıyor mu, dış görünüş uğruna dünyayı ne hale getiriyoruz? Yaratmak sevmeyi gerektiriyor mu, yarattıklarımızı neden seviyoruz? Sevgi, canavarların ortaya çıkmasını önler mi, buna yeter mi?
Frankenstein'ın ortaya çıktığı o ev, Villa Diodati
Açıkçası ben Victor'a üzülmedim. Hatta direkt isimsiz yaratığa hak bile verdim okurken. Victor ilk olarak saçma sapan bir şekilde, etrafındaki herkesi yok sayarak, dünyayı unutarak, saplantılı bir halde hayat yaratma deneyinin peşinden gidiyor ki ilk olarak bencil egoist herif diye iki tane geçiresim geldi o noktada. İkinci adımda bu sefer sırf görüntüsünden ötürü tam bir korkak gibi çığlık çığlığa kaçarak yaratığı ortada bırakıyor. Bu kadar adi bir korkak olmasına deli olmamın ardından Victor'a daha da sinirlendim çünkü geri kalan tüm hikaye boyunca yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan, sadece sızlanarak, ayılıp bayılarak, onu sevenlere daha da rahatsızlık vererek ortalarda dolaştı. Her şey bitip, hikayenin sonuna geldiğimde cinayetlerin tek katili Victor'du diye düşündüm. Tüm o insanları aslında o öldürdü. Kendi hayatını da daha en başından, böylesi bir saplantının peşine düştüğünde kendisi mahvetti. Dahası hiçbir türlü iyi bir insan olarak okunmuyordu bence Victor satır aralarında. Mary Shelley'nin tüm taraflılığına, kahramanını mükemmel insan gibi göstermeye yönelik tüm çabasına karşın bence erdem olarak görülebilecek, ele alınabilecek bir yönü yoktu karakterinin (vay arkadaş resmen diş bilenmişim Victor Frankenstein'a :p ).
200 yıldır popüler kültürün malzemelerinden dedim ya, Frankenstein'ın hikayesi aynı zamanda bir dolu tiyatro oyununa, filme, başka kitaplara da malzeme olmuş durumda. Ama çok ilginç bir şekilde tüm bu filmler, oyunlar ve diğerleri Mary Shelley'nin yazdıklarının özünden çok yazmaya başlama amacını temel almış kendilerine. Öyle ki hepimiz bir şekilde biliyor hale geliyoruz Frankenstein'ı ama kitabı okuyana kadar mesela öğrenegeldiğimiz hikaye, kitaptakinden çok daha farklı şeyler barındırıyor hale geliyor. "Yaratığın adı yok, Frankenstein yaratıcısının ismi" durumunu kaçımız biliyor (ama sanırım bu Mary Shelley'nin suçu)? Ya da kitapta yeni doğan bir bebek gibi zamanla yürümeyi, konuşmayı, okumayı öğrenen, sonunda adeta bir felsefeci mertebesinde yaratıcısına çemkirir hale gelen yaratığı bir kere bile böyle izleyebildik mi? Filmlerde hep bir tür zombi, devasa bir canavar şeklinde göstermeyi, konuşturmamayı seçtiler yaratığı. Victor Frankenstein'ın aksine filmler ona bir beyin vermeyi reddetti. Hele o şimşeklerin elektriğinden yaratığa hayat vermek numarası yok mu, o nasıl bir klasik haline geldiyse...Kitapta tabiki öyle bir şey olmuyor. Aslında hiçbir şey olmuyor, Mary Shelley hiçbir şekilde yaratım sürecini açıklamıyor. Dışarıda yağmur olduğu bir gece, Victor bir bakıyor yaratık gözlerini açmış [Bu arada 2011'de bu türden filmlerden birini, House of Frankenstein'ı izlemişim-->şurada].
Yine eli yüzü düzgün bir kitap incelemesi yazamadım iyi mi? Oysa gayet de karizmatik başlamış, adeta bir edebiyat dergisine yazar gibi ilerliyordum ki yine salon kadını çizgimden çıkıp savruldum, kendimi magazinle coşup, 200 yıllık bir hikayenin hayali kahramanına çemkirirken buldum. Neyse demeye çalıştığım Frankenstein'ın gerçek hikayesini okuyun, edebiyat anlamında ne katar size bilemiyorum ama klasiklerden haberdar olmak iyidir, değişik sorularla beyninizi vicdanınızı insanlığınızı sorgulamak, bunları size yaptırabilen bir hikayeyi okumak daha da iyidir.

[Ben kitabı pdften okudum. Pdf de Can Yayınları'nın temmuz 2012 tarihli Duygu Akın çevirisiyle 1.baskısı. Eh 200 yıllık kitap olduğundan ötürü bir dolu basımı var etrafımızda, kolayca bir sahafta da bulunabilir bence ama yeni bir tane isterseniz nette 7-8 liradan 20 liraya kadar değişen fiyatlarda basımları var.]


7 Mart 2018 Çarşamba

Olivia Laing'den Yalnız Şehir : Yalnız Olma Sanatında Maceralar

Yalnız hissetmek ne demek? Aç olmak gibi: Etrafınızdaki herkes ziyafete hazırlanırken aç hissetmek gibi.
Kitabın sayfaları boyunca altını çizdiğim satırların, yanlarına işaretler koyduğum paragrafların arasında sanırım bu cümleyle başlamak en iyisi. Çünkü bence durumu en açık şekilde özetleyen bu cümle. Dediğim gibi, daha pek çok cümlesi var Laing'in yalnızlığa dair, okuduğumda "ama tam da bu işte bu aynen öyle hissettim ben de" diye böğrüme oturan. Gerçekten ne kadar yalnız hissettiniz şimdiye kadar bilmiyorum. Ya da hissettiniz mi, hiç "gerçekten" yalnız kaldınız mı, onu da bilmiyorum. Büyük ihtimalle kalmadınız, sadece hepimiz gibi insan olmanın verdiği o abartma, büyütme duygusuyla bunu da abartıyorsunuz belki. Ya da belki ben abartıyorum, kendi duygularım dışındaki herkesin duygularını küçük gördüğümden. Hatta elimde tuttuğum, bu yalnızlık üzerine dolu dolu olan kitabın yazarının duygularını bile küçük görüyorum kendime engel olamadan. Şuna bak diyorum, New York gibi bir şehirde yaşamış-yaşıyor, böyle bir şansı olmuş, hem de istediği şeyi yapabiliyor-yazabiliyor (çünkü bence yazan bir insan bunu bizim memur olmamız gibi mecburiyetten yapıyor olamaz) ama yine de tutmuş ühü ühü çok yalnız kaldım ben diye karşıma geçmiş konuşuyor diyorum. Kim bilir belki bu durum da bu yalnızlığın, bu hep beraber içinde olduğumuz şeyin bir yan etkisidir. Kim bilir belki hakikaten o kadar yalnız kalmışımdır ki Laing'in de yazdığı "Bu bilinmeden girilen durumda, birey dünyayı daha negatif algılamaya eğilimlidir ve kabalık, reddedilme ve zarar gördüğü durumları hatırlar ve böyle durumların tekrarlanmasını bekler." durumunun farklı bir halindeyimdir. Herkesi ve her şeyi negatif bir gözlükten görüyorumdur.
Yazarımız Olivia Laing, kaynak: Olivialaing.co.uk
Bu Olivia Laing 1977 doğumlu, Britanyalı bir yazar. Biyografisinde sadece yazar yazmıyor, çalıştığı dergiler gazeteler, yaptığı editörlükler falan da yer alıyor tabiki. Şimdiye kadar 3 kitap yazmış, üçünde de hep bir şekilde "sanat insanlarını" ele almış (Goodreads). İlk kitabı 2011 tarihli To The River'da Virginia Woolf var, ikinci kitabı 2013 tarihli The Trip to Echo Spring'de içkiyle yazarların münasebetlerini incelemiş. Bu benim okuğum son kitabındaysa konusu yalnızlıkmış gibi görünse de - ki tamam kabul ediyorum ana konusu yalnızlık - esas incelediği Amerikalı sanatçılar: Andy Warhol, Edward Hopper, David Wojnarowicz, Henry Darger...Onların hayat hikayelerinde yalnızlığın izlerini sürüyor. Kendi hissettikleriyle bu sanatçıların eserleri ve yaptıkları arasında kurduğu bağlantılarla açıklamaya çalışıyor yalnızlığımızı. 
Birçok yalnız insan gibi Warhol da eşyaları istifleme tiryakisiydi. Etrafını birçok obje ile sararak insani yakınlığın taleplerine karşı bariyerler kuruyordu. Fiziksel temastan korktuğundan, kamera ve ses kayıt cihazlarından oluşan zırhına bürünmeden pek dışarı çıkmazdı.

...
Darger'ın hayatı, yalnızlığı tetikleyen sosyal kuvvetleri ve hayal gücünün buna karşı direnmek için nasıl çalışabileceğini gösteriyor.
Çözüm getirmeye veya akıl vermeye çalışmıyor. Gerçekte olan neyse, ne hissettiriyorsa onu koyuyor önümüze ve aslında onun dedikleriyle, gösterdikleriyle bir anlamda birkaç cevaba da ulaşıyoruz.
Anlamaya başlamıştım, yalnızlık kalabalık bir yerdi: kendi içinde bir şehirdi.

...
Yalnızlık çok özel bir yerdir.(...)yalnızlık kesinlikle tamamen değersiz bir tecrübe değildi, aslında ihtiyacımız olan ve değer verdiğimiz şeyin tam kalbine dokunan bir tecrübeydi.
Kitap 8 bölümden oluşuyor. Temelde her bir bölüm bir sanatçıya ayrılmış gibi görünüyor. Ama görünüşte öyle olsa da her bölümde ilerledikçe önceki bölümlerde bahsettiği ya da bahsedeceği sanatçıları da serpiştiriyor yeri geldikçe. İlk bölüm Yalnız Şehir'de önce bir giriş yapıyor, nelerden bahsettiğini şöyle bir özetliyor. İkinci bölüm Camdan Duvarlar'da çoğunlukla Edward Hopper var, "kendini bağımsız bir yetişkin olarak  dünyaya bırakmaya isteksizdi" diye yazıyor mesela onun için. Hopper bu kitapta bahsedilen sanatçılar arasında adını duyduklarımdan, dahası sanatını bildiklerimden. Ama kişiliğini, hayatını tabiki bilmiyordum. Sanırım tahmin edebilirdim nasıl bir insan olduğunu çünkü yaptığı resimlerin her daim beni rahatsız etmesinden, içimi dondurmasından ve tuhaf gelmesinden yola çıkıp, gayet açıkça görebiliyorum nasıl olduğunu.
Üçüncü bölüm Yüreğim Senin Sesinle Açılıyor'da Andy Warhol var. Yine bildiğim ama sanatının pek de benlik olmadığı sanatçılardan biri. Onun hayatına ve kişiliğine dair biraz daha bilgiliyim sanırım, çünkü hala "popüler" bir olgu Warhol. "Eleştirileri önce davranıp engellemeyi hepimiz bazen biraz biraz yapıyoruz ama Warhol'un kendini buna adam şekli ve kusurlarını bu şekilde büyütmesi çok nadir görülen türden. Bu onun hem ne denli cesur olduğunu hem de reddedilmekten ne denli korktuğunu gösteriyor." diyor onun için de Laing. Yalnızlıkta birleştiğimiz ama gene de pek hazzetmediğim bu sanatçılarla sanırım her bir cümlede daha da birleştiğimi görmekten kendimi alamıyorum. Tabi Warhol sadece bu bölümde anlatılamayacak kadar fazla. İlerleyen her bir bölümde yer alıyor. Ayrıca onunla iç içe geçmiş bir şekilde Valerie Solanas'ı da okuyoruz bu bölümde.
Dördüncü Bölüm Ona Aşık Olunca'da David Wojnarowicz geliyor önümüze ve tokat gibi çarpıyor hayatı yüzüme. Çarptı yani, daha önce hiç adını sanını duymamıştım, zaten bu kitaptaki neredeyse tüm sanatçıların yaptıkları sanat pek benlik olmadığından rastlamamış olmam da normaldi. Wojnarowicz'i okumak hakikaten çok içime dokundu. Arada Greta Garbo'ya da daldı mesela anlatı ya da Nan Goldin'e. Ama Wojnarowicz'in sarstığı aklımı toparlayamadı hiçbiri. Dahası sonraki bölümde Gerçek Olmayanın Diyarlarında'da Henry Darger daha da sarstı. Çoğu sayfada artık devam edemem dedim, kusma noktasına geldim (fiziksel olarak, gerçekten kusmaktan bahsediyorum, midenizin kalkması durumundan bahsediyorum). Hem bir yandan nefret ettim, hem de içime dokundukça sarsıldım.
Bu aşamada, bu iki bölümü atlatabilince altıncı bölüm Dünyanın Sonunun Başlangıcında'da Klaus Nomi ile tanıştım. Yine tamamen benim dinleyeceğim müziğin dışında bir iş yapmış bir sanatçıydı Nomi ama onun kısa hayatının hikayesi de temelde verdiği mesaj yüzünden insanın iliklerini donduruyor. 80ler hakikaten çok zor geçmiş diyor insan.
Yedinci Bölüm Hayaletler Oluşturmak'ta Olivia Laing önce kendi siber tecrübelerinden yola çıkarak günümüzdeki internet manyaklığını çok şiddetli bir şekilde anlatıyor. Ardından çok rahatsız edici bir başka örnekle Josh Harris isminde bir internet girişimcisinin - bana göre feci şekilde - saçma hikayesiyle devam ediyor. Ki okumaktan tiksindiğim bir bölümdü, bahsetmek bile istemiyorum. Sekizinci Bölüm Garip Meyve'de Zoe Leonard'ın aynı isimli eserinden bahsederek başlıyor ama önceki bölümlerdeki hemen her sanatçıya bulaşarak ilerliyor. Çünkü bu kitabı nihayete erdiren bölüm. Zaten son paragraflarında da asıl söylemek istediğini söylüyor Laing.
Yalnızlık çok kişisel bir şey ve aynı zamanda politik. Yalnızlık kolektif bir şey; yalnızlık bir şehir. Buranın içinde nasıl yaşayacağımız konusuna gelince, hiç kural yok ve utanmaya da gerek yok, sadece şunu unutmamalıyız ki, bireysel mutluluk arayışımız birbirimize karşı olan yükümlülüklerimiz için bahane oluşturmuyor. Biz bu işin içinde birlikteyiz, bu yara birikiminde, nesnelerin dünyasında, sıklıkla cehennem gibi gözüken bu fiziksel ve geçici cennette beraberiz. Asıl önemli olan şey iyilik, birbirimize kibar davranma; asıl önemli olan şey dayanışma. Asıl önemli olan uyanık kalmak, açık olmak. Çünkü bizden öncekilerden öğrendiğimiz bir şey varsa o da hislerimizi yaşayabileceğimiz bir avuç zamanımız olduğu.
(Benim gibi daha önceden duymadığınız isimler olduğundan her birinin üstüne tıklanabilir hale getirdim, tıklayıp kim diye bakabilirsiniz.)
[Ben kitabın Gizem Gözde Uçar çevirisi, şubat 2018 tarihli ilk basımını aldım Arkadaş Kitabevi'nden. İthaki Yayınları'ndan-->http://www.ithaki.com.tr/urun/yalniz-sehir/ Raf fiyatı üstünde yazan 24 tl. Kitap 301 sayfa tüm notlarla kaynaklarla falan filan. İlkNokta'da D&R'de ve Idefix'te 15,60 tl'ye görünüyor.] 

6 Şubat 2018 Salı

Bir manga tecrübesi, Ajin-Yarı İnsan Cilt 1

17 yaşındaki lise öğrencisi Kei Nagai var gücüyle tıp fakültesini kazanabilmek için çabalarken neredeyse yaz tatili gelmiştir. Tatilden hemen önce tüm okuldan çıkan arkadaşlarının gözü önünde yoldan geçerken bir kamyon tarafından ezilir. Ama geri ayağa kalkınca kendisi dahil etraftaki herkesi büyük bir şaşkınlığa uğratır. Kei Nagai ölmemiştir ve o bir Ajin'dir.
Ajinler tüm dünyada belli sayıda oldukları bilinen ölümsüz yaratıklardır. İlk defa 17 yıl önce Afrika'daki bir savaş sırasında fark edilmiş ve varlıkları kanıtlanmıştır. Japonya'da da iki tane olduğu düşünülmektedir. Ama kimsenin Kei Nagai'den şimdiye kadar haberi olmamıştır. Kei'nin kendisi bile o kamyon tarafından ezilene kadar böyle bir şey düşünmez zaten. Ama o andan itibaren hayatı bir kaçma-kovalama oyununa dönüşür çünkü hem tüm insanlar - ailesi dahil - ondan tiksinmekte, korkmakta, onu istememektedir hem de devletin güçleri üzerinde deneyler yapmak, onu bir yere kapatmak için tüm acımasızlıklarıyla peşine düşmüştür. Güvenebileceği hiç kimse, güvende olabileceği hiçbir yer yokken Kei hayatı için kaçmak zorundadır.
dış kap çıkınca
Ajin (Yarı-İnsan) bu ilk cildinin çizimlerini Gamon Sakurai'nin, metinlerini ise Tsuina Miura'nın hazırladığı bir japon manga serisi. Şimdilik 12.cildi bu yıl içinde bekleniyor ve 1.ciltten sonrakiler hep çizer Gamon Sakurai yazmış (vay be adam benden sadece bir yaş büyükmüş) (https://www.goodreads.com/series/145184-ajin-demi-human). Seinen manga olarak bir alt türe dahil ediliyor. Bu tür 18-30 yaş arası erkek okuyucular için hazırlanan mangaları içeriyor. Türkçe'ye çevirip yayınlayan ise Gerekli Şeyler Yayıncılık (http://www.gerekliseyler.com.tr/Ajin-Yari-Insan-1Cilt,PR-8950.html). Benim alıp okuduğum baskısı ocak 2017 tarihli 2.basım, ilki mart 2016'da yapılmış. Ama peki iyi hoş da ne bu manga?
Manga Japonca bir kelime, iki ayrı kanji'den (Çin alfabesi karakterinden) oluşuyor. "Man" ve "Ga" karakterleri. "Man" Japon dilinde garip, tuhaf, doğaçlama, kendiliğinden olan şey gibi bir anlama geliyor. "Ga" da resim demek. Günümüz çeviri araçlarına falan yazdığınızda bu ikisini direkt "cartoon, comic" diye çeviriyor ama bu şekilde birleştirdiğinizde aslında öyle gelişine çizilmiş garip resim gibi bir şey demek. Kimi kaynaklara göre taa 12.yy.dan beri hatta daha da eski zamanlardan beri Japon tarihinde görülen bir şey. Resimlerle anlatmak aslında tüm dünya tarihindeki en eski anlatım yöntemi, bu yüzden oralarda da böyle bir şeyin çıkmış olması çok tuhaf değil. Günümüze geldiğimizdeyse biz, Japonya'ya göre batıda kalanlar, oralardan çıkan bu resimli-çizimli kitaplara manga diyoruz. Japonlar da bu kitapları aynı o şekilde adlandırıyor. Ama o zaman önümüze şu soru çıkıyor: Çizgi roman ne? Japonca olmayan (yani asıl dili Japonca olmayan) ya da Japonya'dan çıkmayan böylesi resimli kitaplara da manga diyor muyuz ya da Japonya'dan çıkanlar da aslında birer çizgi roman mı?
Çizgi roman cizgiroman.com'a göre "elle çizilmiş ve belirli bir süreklilik içinde art arda gelen, bir metinle bütünleşen ve basılı olan resimlerden oluşan bir anlatım biçimi.". Önemli yanı da basılı olması. Ama o zaman da sorumuz yine kendiliğinden çıkıyor, dergi ve gazetede basılanlar mı sadece çizgi roman? Kitap haline gelince de yine çizgi roman mı diyoruz? E o zaman manga da aslında çizgi romana verilen japonca isim olmuyor mu?
Ama bu durumda da bir tarafın çizgi roman dediği çizimlerle, diğer tarafın manga dediği çizimler arasındaki bariz "stil" farklılıkları göze çarşıyor. Yani bir japon mangaka'nın (manga çizeri) çizdikleriyle ne bileyim bir superman çizgi romanı arasında çılgın farklar var.
Haa bir de "anime" olayı var. Sanırım çoğunluğumuz bu basılı haldeki mangaların animasyon haline getirilmiş versiyonlarına anime deyiveriyoruz. Aslında hata da etmiyoruz, Japonlar da öyle diyor. Ama o zaman misal çocukken izlediğimiz Tsubasa'ya, Pokemon'a, Candy'ye anime mi diyor oluyoruz? Onlara anime diyorsak Batman'in ve Spiderman'ın çizgi filmlerine de anime diyebilir miyiz? İşte böyle kafamda sorular sorular dolanıyor. Oysa belki de çok basit bir şekilde kendimce çözüm bulmalıyım, japon orijinli olanlara manga ve anime demeliyim, batı orijinli olanlara da çizgi roman ve çizgi film demeliyim. Evet evet, böyle halletim ben.
(Yine de en aklı başında açıklamayı işin kaynağından Inside Japan'dan bulabilirsiniz.)
Bana bunca sorular sorduran bu kitaba nasıl geldim peki? Bu tür bayadır bana öneriliyordu, ben de merakla kitapçılarda gün geçtikçe genişleyen bu türe ayrılmış rafların önünde dikilip, ilgiyle bakıyordum. Yine de uzak duruyordum, bana göre biraz fazla curcunalı, renkli, resimli, karman çorman görünüyorlardı. Sonunda yılbaşında dedim kendime yılbaşı hediyesi olarak alayım, hem de merakımı dindirmiş olurum. Kitapçıdaki manga raflarının önünde neredeyse yarım saat durdum, hemen hemen hepsini elime alıp baktıktan sonra kapağındaki çizim mumyaya benzediğinden belki ya da ismi bir parça diğerlerine göre daha karizmatik geldiğinden belki bunu aldım. Okumaya başlar başlamaz da neye uğradığımı şaşırdım tabi. Daha önce ucundan kıyısından bakmamıştım, yani neyle karşılaşacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Kitap sağdan sola açılıyor ve tüm düzeni bu şekilde. Sayfalardaki kutuların okunma sırası da böyle. Tabi buna dair açıklama - benim gibiler için - kitabın en son tarafında yer alıyormuş. Ama saçma bir şekilde ben orayı hiç açmadım. Kitabı ilk açarken başlarken de bize göre normal olan o sayfayı açmamdı değil mi ama ben kitabı açarken bu sağdan-sola olayını hiç dert etmemişken sayfaları okumaya başlayınca beynimi yaktım. Çünkü kitabı sağdan sola açmak tuhaf gelmemiş, yazıları ve sayfaları sağdan sola takip etmek tuhaf gelmişti (Evet biliyorum kafamda bir sorun var ama ben de çözemiyorum). İlk sayfalarda önce bir çözemedim. Hikayeden zerre bir şey anlamadan sayfaları çevirmeye devam ettim. Her şey gittikçe saçmalaşıyordu, dedim ki bu nasıl bir şey kim okuyor bunu? Sonunda bir 5-10 sayfadan falan sonra hikayenin gidiş yönünü çözüp ona göre okumaya çalıştım. Ama bu sefer de gözlerim alışık değil, kayıp duruyorum. Baya bir cebelleştim kitapla. Nihayet yarısından kitabın tam anlamıyla okuyabilip, hikayenin içine girebildim ve o noktadan itibaren de nasıl bittiğini anlamadım. Öyle bir tempoya kavuşuyor hikaye, her sayfayla birlikte daha da fazlasını öğrenmek istiyor hale geliyorsunuz. Hem ana karakterlerin Kei'nin ve arkadaşı Kai'nin, diğer Ajinlerin, hem de hepsinin peşinde olan o tuhaf ama ürkütücü adamla yardımcısının hikayelerinin ne olacağını, nereye gideceğini çılgınca merak eder hale geliyorsunuz. Dahası bu Ajin olayının boyutlarını, tarihini, çıkış noktasını, sınırlarını, özelliklerini görmek istiyorsunuz.
Eh ama işte bu noktada da benim sorunum ortaya çıkıyor. Ben böyle her sayfada ikişer üçer satırlık yazılarla do-ya-mı-yo-rum. Gözlerimle resimleri takip etmek zaten zor oluyor (bozuk zaten hepten bozacaksınız), bir de o kadarcık yazıyla istediğimi alamıyorum. Ben istiyorum ki uzun uzun, dolu dolu okuyayım. Velhasıl mangalar alabildiğine şenlikli, şatafatlı bir görüntü sunuyor yazım dünyasına ama pek benlik de değillermiş.

Bu arada Ajin'in dvd olarak yayınlanan üç bölümlük bir film-animasyon film serisi ve Ocak-Aralık 2016 arasında toplamda 26 bölümlük 2 sezon tvde yayınlanmış bir de anime serisi varmış (http://www.imdb.com/title/tt5537534/). Ayrıca live-action yani gerçek oyuncularla çekilmiş bir de sinema filmi var 2017 tarihli: http://www.imdb.com/title/tt6215712/

18 Aralık 2017 Pazartesi

Alessandro Baricco'dan "Bin Dokuz Yüz: Bir Monolog"

Her seferinde birisi bir ara kafasını kaldırır... ve onu görürdü. Anlaması zor bir şey.
Hakikaten de biraz öyle. Biraz da değil. Bir gemide, okyanus üstünde gidip gelen bir hayatın, bir ruhun öyküsü, Danny Boodmann T.D. Lemon Novecento'nun öyküsü. Bir yolcu gemisinde, okyanusun bir yakasından öbür yakasına doğup, bir piyanonun başında büyüyen bir adamın düşüncelerinde keşfetmemizi sağlamaya çalışıyor Alessandro Baricco hayatın ne olduğunu, ne olabileceğini. Keşfetmek de demeyelim de, öyle büyük laflar etmeyelim, düşünmemizi sağlamaya çalışıyor diyelim. Bir tiyatro oyunu metni bu aslında. Tek kişilik bir oyun. Anlatıcımız çıkıyor sahneye, gelip giden dekorlarla birlikte anlatmaya başlıyor Bin Doku Yüz'ün hikayesini. Piyano seslerinde, jazz melodilerinde.
İtalyan yazar Alessandro Baricco'nun 1994'te yazdığı tiyatro metni bu. 1998'de de müziklerini Ennio Morricone'nin yaptığı bir film versiyonu da var. Bu benim okuduğum ikinci Baricco (barikko diye okuyoruz sevgili romalılar, İspanyolca'da ç, İtalyanca'da k) kitabı. İlki, İpek, muazzam bir deneyimdi benim için, her defasında söylemekten kendimi alamıyorum. Hani bazı kitapları okurken neye uğradığınızı şaşırırsınız. Sanki ellerinizde tuttuğunuz o kitaptan büyülü sular fışkırır, etrafınızı sarar ve tüm dünya birden o su küresinin dışından size blur efekti verilmiş gibi görünmeye başlarken, kafanızda hafif bir uçmuşluk hissi oluşur, bir tuhaflaşırsınız ya. Tuhaf bir his işte bu. İşte İpek'i okurken hissettiğim buydu, böyle hissettiren çok az kitap okudum. Her bir cümlesinde mesela ahh ulan keşke ben de böyle yazabilsem, mümkün mü ki böyle bir şey diye bakakaldım. Bu yüzden Baricco kafama kazıdığım isimlerden biriydi. Başka ne yazmışsa okumalıyım demiştim o vakitler. Ama tabi yaptığım hiçbir plan gerçeğe dönüşmediği ve de hiçbir kararıma uymadığım için bu düşüncemi de gerçekleştirmekten çok uzaktım. Neredeyse 3 yılı geçmiş okuyalı, buraya da yazmışım hatta, ama ne kitabı okurken düşündüğüm gibi başka Baricco kitabı okuyabildim şu zamana kadar, ne de o yazının sonunda dediğim gibi İpek'in filmini izleyebildim. Orada da demişim Baricco oldukça fazla alanda sanat icra ediyor, değişik değişik işler yapıyor. Oldukça popüler bu yüzden. Felsefe ve piyano eğitimi almış zamanında, ikisini birleştirip hem kitaplar yazmış, hem müzik eleştirileri, hem de tiyatro oyunları. Bir yandan film de yazıp yönetmiş, tv'de talk show da yapmış. Gitmiş yazarlık okulu falan da açmış. Bu yönden de takdir edilesi sanırım. Ya da keşke ben de böyle yazabilsem dediğim gibi kitabı için, kendisi için de keşke ben de böyle bir insan olabilseymişim denesi. Evet, evet, en iyi böyle ifade edebilirim sanırım.
Bin Dokuz Yüz'e geri dönersek, keşke okusanız derim. Keşke okusanız, siz de bu hissi yaşasanız. 64 sayfalık, ufacık bir öyküde hayatın içine dalsanız.
Alessandro Baricco, kaynak:Kitaplık Kedisi

İnsanların gözünde gördükleri şey değil, görecekleri şey görülür.
(...)
Okyanus büyük ve korkutucu olduğu için çalıyorduk, insanlar zamanın nasıl geçtiğini anlamasınlar, nerede olduklarını ve kim olduklarını unutsunlar diye çalıyorduk. Dans etsinler diye çalıyorduk, çünkü eğer dans edersen ölmezsin ve kendini Tanrı sanırsın.
(...)
Aklında bir şeyler öğrenme düşüncesi olduğunu sanıyorum. Yeni bir şeyler. O böyleydi. Biraz yaşlı Danny gibi: Yarış nedir bilmezdi, kimin kazanacağı umurunda değildi, onu şaşırtan olup bitenlerdi. Bütün olup bitenler.
(...)
Hayal ve anılarla yaşıyordum, bazen ayakta kalmak için başka yapacak bir şeyin yoktur. Umut yoksulun ekmeğidir ve her zaman iyi gelir.
(...)
Bu çılgınlık değil, kardeşim. Geometri. Bir oyma işi. Mutsuzluğu yendim. Yaşamımı isteklerimin pençesinden kurtardım. Geçtiğim yollardan geçebilsen, birbiri ardına isteklerimi büyülenmiş, hareketsiz, sonsuza dek orada durmuş, sadece sana anlattığım bu tuhaf yolculuğun rotasını belirlerken bulursun.


[Ben kitabı Can Yayınları'ndan Şemsa Gezgin çevirisiyle çıkan 2.basımından okudum. Nette KitapYurdu'nda 6,17 tl'ye bulabilirsiniz.]

Richard Bach'tan "Martı Jonathan Livingston"

Çoğu martı, uçuşun en basit gerçeklerinden ötesini öğrenmeye zahmet etmez - kıyıdan yiyeceğe ve oradan geriye ulaşmak. Martıların çoğu için uçmak değildir önemli olan, boğazdır. Bu martı ise yemeyi değil, uçmayı önemsiyordu. Uçmayı her şeyden çok seviyordu Martı Jonathan Livingston.
Richard Bach hakkında ya da bu öyküsü hakkında hiçbir fikrim olmadan alıp okumaya başladım kitabı. Elbette kendimi bildim bileli duyuyordum oradan burada rastlıyordum ama tek bir fikrim bile yoktu. Bu kadar bilindik bir şey eh benim de hayatımın bir noktasında okuyup "bilmiyor" kalmamam gerek diye düşünüyordum. Genelde okuyacağım, izleyeceğim şeyler hakkında öncesinde bir ton araştırma yapmış olurum, bilinçli bir şekilde seçerim, kafamda öncesinde oluşturduğum tüm "bağlamla" birlikte dalarım hikayelerin içine. Yazarın bunu niye yazdığını, nerede hangi kafayla bu işe giriştiğini, sonuçlarını falan hep bilir, öyle okurum. Ha arada sırf eğlencesine, şansına rafta görüp aldığım kitaplar, kura çekerek izlemeye karar verdiğim filmler de olmuyor değil, oluyor. Ama
Richard Bach, kaynak: Goodreads
Martı'da durum bu ikisi de değildi. Kitabı çok duymuştum, bu yüzden sanırım hiç araştırma gereği hissetmeden kafamda bir dolu kurmuşum. Oysa hem beklediğimden çok farklı bir şey çıktı, hem de birazdan diyeceklerimi hissettirdi.
Ama utanmadan kanatlarını yeniden geren, titreyen, o zorlu eğimle yeniden geren, yavaşlayan, yavaşlayan ve bir kez daha bocalayan - Martı Jonathan Livingston sıradan bir kuş değildi.
diyor daha ilk sayfada Richard Bach. İşte o anda bir şeylerin benim için hiç de iyi gitmeyeceğini anlamaya başladım okurken. Çünkü her cümlesiyle birlikte anlaşılmaya başlıyordu ki Bach, bu öyküyü bizim için, uçmayı seven, karnını doyurmaktansa kanatları açabildiği kadar açıp rüzgarı hissetmeyi yeğleyen bizler için yazmıştı. Korkmaya başladım. Bana yeniden kurtulmaya çalıştığım o "uçmayı seven martı" olmayı hatırlatmasından hiç hoşlanmadım. Tüm hayatımı,
Jonathan itaatlice başını salladı. Birkaç gün öbür martılar gibi davranmaya çalıştı; gerçekten uğraştı, iskelelerde, balıkçı teknelerinin çevresinde çığlıklar atıp sürüyle kavgalara girişti, balık ve ekmek yığınlarına dalıp çıktı. Ama yürütemedi.
diye yazdığı satırlardaki o "yürütememe" durumunda sıkışıp kalmışlık içinde geçirmiştim. Şimdi bu noktada artık diğer kuşlara uyum sağlamaya, en azından onlar gibiymiş gibi yapmaya çalıştığım, çabaladığım bir ruh halindeyken Jonathan Livingston'ın öyküsünü dinlemek sinir bozucuydu. Hep bu Richard Bach gibiler yüzünden zaten mutsuz oluyoruz. Bize mutsuzluğumuzu hatırlatıyorlar, bizi o mutsuzluğumuza geri itiyorlar. Hem de ne diyerek? Çok daha iyi bir şey yaptıklarını düşünerek. Bizim iyiliğimiz için yaptıklarını düşünüyorlar. Oysa bıraksalar, biz de diğer herkes gibi olmaya çabalasak, diğer herkes gibi hissetmeden yaşıyor olsak, çok daha mutlu olacağız. Salaklık büyük mutlulukken ne diye habire böyle öyküler yazıyorlar?
Kendine geldiğinde karanlık çoktan çökmüştü ve ayışığında okyanus üzerinde sürükleniyordu. Kanatları kurşun gibiydi ama başarısızlığın yükü çok daha ağırdı. Bu ağırlık onu dibe çekmeye yetseydi keşke! Çekiverseydi dibe ve sona eriverseydi her şey! Böyle diledi belli belirsiz.
Suyun dibine çökerken garip bir ses duydu içinden. Çaresi yok. Ben bir martıyım. Kendi doğamla sınırlanmışım. Eğer uçuş hakkında bunca şey öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Hızlı uçmam gerekseydi, şahin gibi kısa kanatlarım olurdu ve balık yerine fareyle beslenirdim. Babam haklıymış, bu saçmalıkları unutmalıyım. Eve, sürüme dönmeliyim ve kendimle yetinmeliyim. Zavallı, sınırlı bir martı olarak kabullenmeliyim kendimi.
(...)ve Jonathan o andan itibaren sıradan bir martı olmaya and içti. Hem, böylesi herkesi hoşnut edecekti.
Böyle bitirse öyküsünü aslında hepimiz ne kadar hoşnut olacağız. Oysa inat ediyor Richard Bach, sayfalarca Jonathan Livingston'ın peşinde uçuyor, süzülüyoruz; başka başka martılarla - bizim gibilerle - tanışmaya devam ediyor, hep bir döngüye düşüveriyoruz.
Martı Jonathan, bir martının yaşamını o denli kısaltan nedenlerin, sıkıntı, korku ve öfke olduğunu keşfetti ve bunların zihninden silerek uzun, güzel bir yaşam sürdü.

[Ben kitabın Epsilon Yayınları'ndan olan Feride Çiçekoğlu çevirisini okudum pdften. Bu ince kapaklı basımını Idefix'ten 9,75 tl'ye sipariş edebiliyorsunuz. Ayrıca ciltlisi de var.]

17 Aralık 2017 Pazar

Henry David Thoreau'dan "Sivil İtaatsizlik"

Thoreau'nun o meşhur açılış cümlesiyle başlayayım: "En iyi hükümet en az hükmedendir." Böyle yazıyor Thoreau ve başlıyor içinde ne varsa, ne düşünüyorsa, etrafındakilere, onu yönetmeye çalışanlara, tüm insanlara ne söylemek istemişse o zamana kadar, yazıp anlatmaya. Aslında bu "pasif direniş" olarak adlandırılan direnme ve protesto etme olayını ya da bunun içeriğini, onu yaptığı direnişleri, protestoları yapmaya iten sebepleri oluşturan fikirleri, temellerini anlattığı kitap bu. 1845'te gidip, arkadaşı Ralph Waldo Emerson'ın Waldo Gölü kıyısındaki arazisinde kendi inşa ettiği bir kulübede yaşadığı iki yıl boyunca emlak vergisi gibi bir türdeki vergiyi ödemeyi reddetmiş Thoreau. Çünkü o zamanlar devam eden Meksika-Amerika savaşını (1846-1848) ve köleliği bu şekilde protesto ettiğine inanıyormuş. Ama tabi onca zaman vergi ödemeyince, eh sonra da borcu topluca ödemeyince almışlar hapse atmışlar abiyi. Sonra bir arkadaşı gelmiş ödemiş de salıverilmiş tek gece sabahlayıp. Ama Thoreau kitapta o arkadaşına, parayı ödemesine de laf ediyor mesela. Kendini hapse atmalarına da, vergi almak istenmesine de verip veriştiriyor tabi önce. Savaşın ne kadar salak saçması bir şey olduğunu anlatmaya çabalıyor, en az köleliğin akıl almazlığı kadar. 200 yıl öncesinde bile yazdığı şeyleri sanki dün, bugün bizimle otururken yazmış gibi hissettiriyor. Kendi kendimize icat ettiğimiz bir şey, bir kurum - devlet/hükümet/yönetim - nasıl olur da kendimize zararlı bir şey olur aslında diye hep beraber kafamız karışmış halde bakakalıyoruz. Tıpkı insanlığın yapay zekayı yaratıp, sonra da skynet tarafından avlanmaya başlanması gibi. Nihayetinde biz yarattık diyoruz, tutup kendi elimizle kendimizi yönetmesi için tıpkı bizim gibi etten kemikten başka insanlara boyun eğiyoruz. Neden? Harbiden neden?
Thoreau abi, "bakın ben tam bir baş belasıyım" diyen bakışıyla. kaynak: FamousAuthors
Thoreau'nun tüm bunlara dedikleri, açıklamaları o kadar yerinde, o kadar "doğru" ki.

Hükümet, insanların iradesiyle seçilmiş ve bu iradeyi yürüten bir kanaldır, ama halkın iradesinden önce, eşit miktarda istismarı ve sapkınlığı getirir. (...) birkaç kişinin hükümeti kullanarak sağladığı yarar, başlangıçta, bu hükümeti oluşturan insanların iradesi dışında kalmaktadır.

diyor mesela. Sonra,

(...)gücü elinde bulunduran insanların çoğunluğa göre hareket etmeleri, bunun haklı olduğunu ya da azınlığa göre adaletli olduğunu göstermez. Sadece bu insanların fiziksel olarak çok güçlü olduklarını gösterir. Ne var ki, çoğunluğun yürüttüğü bir yönetim hiçbir şekilde, insanların anladığı şekliyle, adalete dayalı olamaz. Çoğunluğun doğruya ve yanlışa karar vermediği, vicdanlı bir hükümet var olamaz mı? Çoğunluğun yararlılık kuralı göz önünde bulundurularak karar verdiği bir hükümet?

diye soruyor. Olabilir mi ki diyoruz biz de.

Hukuk asla zerre kadar eşitlik getirmemiştir ve en çok saygı duyulan kararlar bile, adaletsizlik için günlük vasıtalardır. Yasaya duyulan yersiz saygının en yaygın ve doğal sonucu, yüzbaşı, onbaşı, er ve tüm orduyu bir anda hayran olunası bir düzenle dere tepe aşarak, kendi istekleri, kendi mantıkları ve vicdanları dışında, ki bu işi onlar için iyice zorlaştırmaktadır, savaşa gittiğini izlemektir. Onların, kendi istekleri dışında bu lanetli işe dahil olduklarından şüpheleri yoktur. Onlar nedir? Yalnızca birkaç adam mı? Ya da gücü elinde bulunduran vicdansızların hizmetinde hareket edebilen kaleler ve silahlar mı?

diye yazıyor ardından ki biz de lanetler savurmaya başlıyoruz tüm bu düzene.

Kölelik ve savaşa fikren karşı olan fakat bunları bitirmek için hiçbir şey yapmayan; Washington ve Franklin’in çocukları olduğuna inanan, ama yine de eli cebinde oturup ne yapacaklarını bilmediklerini söyleyen ve hiçbir şey yapmayan, hatta özgür ticareti insan özgürlüğüne tercih
eden ve akşam yemeğinin üzerine sessizce okudukları piyasa haberleri ve Meksika haberleri sonrasında uyuyakalan binlerce insan var.

diyor sonra. Kendimize tükürmeye başlıyoruz, utancımızdan. Ama Thoreau'nun darbelerinin acıması yok, savuruyor.

Beklerken, bertaraf edilmişlerdir, bir başkasının gelip kötülüğü durdurmasını ve bu sayede pişmanlıktan kurtulmayı beklerler. Çoğunlukla, basit bir oy verirler ve Tanrı yanlarından geçip giderken hepsini Tanrı’ya havale ederek tevazu gösterirler.

Ama çareleri de söylüyor Thoreau, kendince işe yarayacak doğruları.

Eğer kendimi bir fikre adayacaksam, en azından önce o fikrin kimsenin hakkını gasp etmediğini
görmeliyim. Eğer öyleyse, onu bu durumdan kurtarmalıyım ki hakkını gasp ettikleri de kendi fikirlerini bulabilsin.
(...)
Bu dünyaya burayı yaşanacak bir şey yapmaya değil, iyi ya da kötü, yaşamaya geldim. Bir kişi her şeyi yapamaz, ama bir şeyler yapmış olmalı; çünkü zaten her şeyi yapamaz, yapması da gerekmez ki bir şeyi yanlış yapmasın.

Çok ilginç şeyler de söylüyor arada.

Bir kimse, eğer hükümetinin yoluna taş koymaz ise Türkiye’de bile zengin olabilir.

Sormaya, sorgulamaya devam ediyor ama hep yine de.

Yani devlet asla bir kimsenin aklı ile, entelektüel ve ahlaki yönden, yüzleşemez; yalnızca bedeni ve duyuları ile yüzleşebilir. Akıl veya dürüstlük olarak değil yalnızca fiziksel güç olarak üstünlüğü vardır. Bu dünyaya zorlanmak için gelmedim. Kendi ritmimle nefes alabilmeliyim. Kim en güçlü imiş, görelim. Hangi gücün büyüklüğü vardır? Onlar beni sadece benden daha üstün bir yasaya uymaya zorlayabilirler. Beni kendileri gibi olmaya zorlamaktalar. İnsanların çoğunluk tarafından şu ya da bu şekilde yaşamaya zorlanmasını anlamıyorum. Hayat ne şekillerde yaşanır?

Ve kendi cevabını da bulmakta gecikmiyor.

Kendim de içtenlikle takip edeceğim ve sevinçle kurallarına uyacağım yönetim; ki bu yönetim çoğu kimsenin bilmediği ve yapmadığı şeyleri ve konuları benden daha iyi bilmeli ve yapmalıdır, yine de ahlaki yönü zayıf bir yönetimdir: kesinlikle adil olması için, yönetilenin yaptırımına açık ve rızasına
malik olmalıdır. Benim kişiliğim ve mülküm üzerinde hiçbir hakka sahip olmamalıdır, eğer ben razı gelmiyorsam.

[Ben kitabı bir pdften okudum, Kafekültür Yayıncılık 2013 yazıyor kapak içi sayfasında. KitapYurdu'nda bu basımı buldum 6,75 tl'ye netten alınabiliyor. Ama gördüğüm kadarıyla nette daha çok Sivil İtaatsizlik-Yürümek olarak birlikte bir basım şeklinde olan var. Zeplin Kitap'ın bu şekildeki basımını da mesela Idefix'ten 5,40 tl gibi bir fiyata sipariş verebilirsiniz. Ama kişisel fikrim, incecik bir kitap, eski kitap satan pek çok yerde gayet normal bir fiyata kolayca bulunabilir.]

Philip K.Dick'ten "Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?"

Dünyanın radyoaktif zerreciklerle kaplı olduğu, artık üzerinde yaşamanın çok zor hale geldiği, insanların diğer gezegenlere kaçıştığı, tüm canlı türlerinin tek tek yok olduğu bir gelecekte diğer gezegenlerden kaçıp dünyaya gelen, başıboş dolaşan androidleri avlamakla görevli bir avcı olan Rick Deckard'ın hayatı bir gün önüne gelen işle tamamen değişir. Dünyaya gelen bir grup yeni androidi yakalamakla görevlendirilir. Bu kaçak androidlerin üreticisi olan şirketle görüştükten ve tek tek her birinin peşine düşüp, avlamaya başladıktan sonra hayatıyla, kendisiyle, insan olmakla ilgili tüm bildikleri, hissettikleri, düşündükleri çalkalanmaya başlar. Bildiği her şey birbirine girerken Rick görevini yapmaya, bir avcı olmaya çalışır.
Ve android avcısı Rick androidlerin de elektrikli koyun düşleyip düşlemediklerini, insanlar gibi evlerinin çatısındaki ufak bir bahçede gerçek bir koyun beslemek isteyip istemediklerini düşünmeye başlar.
"Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?" Amerikalı yazar Philip Kindred Dick'in yazdığı ve ilk kez 1968'de yayınlanan bir bilim kurgu kitabı. Dick'in bu dünyadan ayrıldığı 1982 senesinde yapılan filmi Blade Runner her ne kadar o yıllarda yapım bütçesini bile karşılamak için kazandıracak kadar ilgi görmemiş olsa da geçen yıllarla birlikte bir bilim kurgu klasiği haline gelmiş durumda. Hatta görmemiş olmanız imkansız, geride bırakmaya hazırlandığımız sene içinde Blade Runner 2049 isimli bir devam filmi de geldi. Benim okuduğum ilk PKD kitabı belki ama bu isim bilim kurgu dünyasında devasa bir isim. Okumak için bu kadar geç kalmış olsam da bildiğimiz pek çok bilim kurgu hikayesi aslında PKD'ye dayanıyor. Sevdiğim (Minority Report, Total Recall {2012'deki Colin Farrell'li olan da iyiydi ama Arnie'li olan 1990 yapımı}) veya pek başarılı bulmadığım (The Adjustment Bureau, Paycheck) bir dolu bilim kurgu filmi hep onun satırlarından. Devam etmekte olan The Man in The High Castle, yeni yapılan Electric Dreams dizisi ve iki sene önceki Minority Report dizisi de hep bu akıldan çıkma.
Philip K.Dick abi, kaynak BBC
Filmlerin ikisini izlemedim, ilk filmi gördüğümde önce kitabını okuyayım diye kenara ayırmıştım. Ama kitabı okumanın yıllarımı alacağını düşünememişim. Ancak daha geçenlerde okuyabildiğim kitap sanki uzun zamandır bilim kurgu görmemişim gibi hissettirdi, sayfalarla birlikte çocukluğuma döndürdü. Çocukluğuma diyorum çünkü o Terminator'le ilk tanıştığım, Back to The Future'la olağanüstü bir dünyaya uçtuğum, Jurassic Park'a adım attığım zamanlardaki gibi hissettirdi içinde ilerledikçe. Tamam kabul, ilk başlarda, ilk sayfalarda bir bocaladım. En cahil cühela halimle söyleyeceğim, hikayenin içine girmekte bir zorlandım. Bilmem belki de bunda Rick'in egzantrik eşi Iran'ın ilk bölümü oluşturmasının payı vardır. Ama sonra birden bire, farkına bile varmadan içine düştüm, Rick'le birlikte koşturmaya, Isidore ile birlikte düşünmeye başladım. "İnsanlık felsefesini inceler." diyor Goodreads'te. İlk vatandaşlık verilen insansı robotumuzun da olduğu bir zamanda insana düşünecek çok şey veriyor aslında PKD'nin yazdığı hikaye. Aslında robotlarla bile ilgili değil belki tüm olay. Bizimle, kim olduğumuzla, ne olduğumuzla ilgili belki. “Nereye gidersen git, yanlış yapmaya devam edeceksin. Yaşamın temel şartı bu. Kendi kimliğini çiğnemek zorunda kalmak; zamanı geldiğinde yaşayan her canlı bunu yapmak zorunda. Bu en büyük gölgedir. Yaradılışın bozguna uğratılmasıdır. Bu evrendeki tüm canlı yaşamın kanını emen lanettir.” dediği gibi yaşlı adamın. Yaşam ne? Yaradılışımız ne anlama geliyor? Bizi canlı yapan ya da insan yapan ne? Düşünmek ne demek? Hissetmek ne demek? Hissedebilmek ne demek?
Neyse, ben de o zaman Iran gibi bir fincan koyu, sıcak bir kahve yapayım.

[Ben kitabın Kavram Yayınları'ndan Damla Işık çevirisiyle 1996 tarihli ilk basımını pdf'ten okudum. Nette d&r'ın sitesinde AltıKırkBeş'in pasparlak basımı 11,70 tl'ye görünüyor.]

29 Ekim 2017 Pazar

Clarissa Pinkola Estes'ten "Kurtlarla Koşan Kadınlar"

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne diyerek başlamam gerektiğini de bilmiyorum. Bu kitap hakkında tam olarak ne yazabileceğimi, inanın bilmiyorum.
Bu, kadınlarla ilgili öyküler içeren bir kitaptır ve bu öyküler yol boyunca yıkılmadan duran işaretler gibidir. Doğal olarak kazanılmış kendi özgürlüğünüze; kendinizden, hayvanlardan, yeryüzünden, çocuklardan, kız kardeşlerden, sevgililerden ve erkeklerden hoşnutluk duymanıza giden yolda size destek olsun diye okumanız ve üzerinde düşünmeniz içindir.
yazarın nette karşımıza çıkan
neredeyse tek resmi
diyor Clarissa Pinkola Estes, kitabın yazarı, kitabın ilk sayfalarında. Evet içinde öyküler barındırıyor, "Öyküler ilaçtır." diyor. Estes'in çocukluğundan bu yana etrafındaki kadınlardan, yolunun düştüğü kültürlerdeki kadınlardan dinlediği, karşılaştığı kadim masalları, hepimizin bildiği, duyduğu öyküleri barındırıyor. Ormanın ortasında, bir gece vakti, ateşin etrafına bağdaş kurup, oturmuş, anlatıcımızı dinliyoruz. Estes bu öyküleri anlatıyor her bir bölümde, sonra da başlıyor "aslında" bu öykünün bize, kadınlara, içimizdeki "Vahşi Kadın"a dair ne anlatmaya çalıştığını açıklamaya. Çünkü o,
'Şu yoldan, şu yoldan,' diyen sestir.
Aramak için evi terk ettiğimiz odur. Eve gelmemiz onun içindir.
Onsuz, kadınlar ruhlarının bastığı yerin sağlamlığını yitirirler. Onsuz, neden burada olduklarını unutur, hareket etmeleri gerekirken dururlar. Onsuz, çok fazla ya da çok az şey üstlenir ya da hiçbir şey yapmazlar.

Çünkü kadın olmak, hepimizin çözmeye çalıştığı, içine öylece bırakıldığımız ve el yordamıyla yolumuzu bulmaya çalıştığımız dipsiz bir kuyu gibi görünür hep. Oysa yolumuzu bulabilsek, sağlığımıza da kavuşacağız, kendi içimizde de barışı sağlayacağız.
Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir: Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve bir hayalet halini almasına yol açar.
Kitap bizi yeni doğmuş bir bebek gibi alıp, adım adım Vahşi Kadın'ımızı bulmamızı, ona geri kavuşmamızı ve ona dönüşmemizi sağlamaya çalışıyor. Bir bebek gibi ayakta durmayı, yürümeyi, koşmayı, konuşmayı öğreterek ilerliyor; bir çocuk oluyoruz, annelerimizi keşfediyor, genç kadınlar olmayı öğreniyoruz.
Fazla-rahat ve fazla-güvenli hayatın ölmesine izin vermekten korkmak, kadınlar için tipiktir.

Bir kadın ta bağırsaklarından bilir ki, çok uzun süre fazla şirin olmanın öldürücü bir yanı vardır.

Uyum göstermek, tüm kadınlar tarafından akılda tutulması gereken sarsıcı bir kavrayışa yol açar. O da şudur: Kendimiz olmamız, diğer pek çok kişi tarafından dışlanmamıza neden olur, buna karşılık başkalarının istediklerine boyun eğmemiz de kendi kendimizden sürgün edilmemize yol açar. Bu, azap verici bir gerilimdir ve katlanmak gerekir, ama bizi bekleyen seçim çok açıktır.

Bize, insanlarla geçinmemiz için keskin içgörülerimizi bir yana koymamız öğretilmiş olabilir. Ancak, baskıcı şartlar altında nazik olmanın ödülü, çok daha fazla kötü muameleye maruz kalmaktan başka bir şey değildir.

Bir anne, kızına kendi sezgisinin doğruluğuna güven duyma hissinden daha büyük bir kutsama veremez.

Kadınlardaki bu fazla nazik, fazla uyumlu tavırlar genellikle dışlanmaktan ya da "gereksiz" bulunmaktan duydukları umutsuzca korkudan kaynaklanır.

Hepimiz, "Ben aslında neyim? Burada işim ne?" sorusuyla işe başlarız.

Kendi fikirlerimize, kendi hayatlarımıza, ilişkide bulunduğumuz insanların hayatlarına tüz aşılanması, işte işimiz budur. Ruhu evine kışkışlamak, işte işimiz budur. Günü dolduracak bir kıvılcım yağmuru salmak ve geceleyin yolumuzu bulabilelim diye bir ışık yaratmak, işte işimiz budur.
Bu yolda neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl bulabileceğimizi ve karşımıza çıkacak engelleri, zorlukları anlatıyor, ne yapabileceğimizi söylüyor.
Korkulan şey, güçlendirebilir, iyileştirebilir.
Meydan okuyan bir görev olmazsa, dönüşüm de olmaz.
Korku, bir işi yapmamak için yetersiz bir mazerettir. Hepimiz korkarız. Bu yeni bir şey değildir. Canlıysanız, korkarsınız.
Uyku, yeniden doğumun simgesidir. Yaratılış mitlerinde bir süreliğine bir dönüşüm meydana gelirken, ruhlar uyumaya giderler, çünkü uykuda yeniden yaratılırız, yenileniriz.
Bir hayat çok fazla kontrollü olduğu zaman, kontrol edilemeyecek kadar az hayat kalır.
Bebeklikten çıkıp, gençliğe geçen Vahşi Kadın'ımızın yerini, yurdunu, doğasını bulmasını nasıl sağlarız, yönümüzü nasıl buluruz onu söylemeye çalışıyor.
Artık size vermedikleri şeyler üzerinde zaman harcamayı bırakıp, zamanınızı daha çok ait olduğunuz insanları bulmaya ayırmalısınız. Belki de özgün ailenize ait değilsiniz. Genetik olarak ailenizin bir üyesi olsanız da, huy bakımından belki de başka bir insan grubuna aitsiniz.

(...)şu anda yetişkin olanların çoğu, gerçek annelerinden miras olarak aldıkları bir anne, içsel bir anne taşır.

Yasaklamalarına uymak için sizden ruhunuza zarar vermenizi talep eden bir kültür, gerçekte çok hasta bir kültürdür. Bu "kültür", kadının içinde yaşadığı kültür olabileceği gibi, bundan daha kahredici olmak üzere, kendi zihninde taşıdığı ve uyum gösterdiği bir kültür de olabilir.

Dışarının talepleri ile ruhun taleplerini yerine getirme arasında yapacağı seçimlerin, bir ölüm kalım meselesi olduğunu hissedebilir - dışlananlar için bu normaldir, ama normal olmayan şey oturup buna ağlamak ve hiçbir şey yapmamaktır. İnsanın ayağa kalkıp, nereye ait olduğunu aramaya çıkması gerekir.

Eğer her kalıba uymaya çalıştıysanız ve bunu beceremediyseniz, şanslı olduğunuz söylenebilir. Bir şekilde dışlanmış bir olabilirsiniz, ama öte yandan ruhunuzu korumuşsunuz.

Kişinin istediği şeyleri araması asla bir hata değildir. Asla.

Kurtların, ne kadar hasta olurlarsa olsunlar, ne kadar köşeye sıkışmış olurlarsa olsunlar, ne kadar yalnız, korkmuş ya da zayıflamış olurlarsa olsunlar, devam ettiklerini görmek ilginçtir.
Bu yüzden bu kitabı okuyun. Sadece bir kadın için değil, sadece bir kadının yolunu bulabilmesi, ne olduğunu, kim olduğunu keşfedebilmesi için de değil, bir insan olarak kendi içimizde o dengeyi, huzuru bulabilmemiz, ruhumuzu ait olduğu doğaya salabilmemiz için de okuyun.
Sizi, kara koyun, başıboş buzağı, yalnız kurt diye çağırırlarsa, sinmeyin ve kendinizi küçültmeyin. Anlayışı kıt olanlar, uyumsuzların toplum üstünde yıkıcı bir etkileri olduğunu söylerler. Ama yüzyıllar boyunca kanıtlanmıştır ki, farklı olmak toplumun kıyısında durmak demektir; özgün bir katkı, kültürüne yararlı ve şaşırtıcı bir katkı yapmayı neredeyse garantilemek demektir.
Rehberlik aradığınızda küçük yüreklilere asla kulak vermeyin. Onlara karşı nazik olun, onları kutsamalara boğun, hoş tutun, ama öğütlerini dinlemeyin.
Eğer size bir ara meydan okuyan, işe yaramaz, şımarık, kurnaz, asi, itaatsiz, isyankar denmişse, doğru yoldasınız. Vahşi Kadın, yakınlardadır.
Eğer size hiç böyle şeyler söylenmemişse, henüz vakit vardır. Vahşi Kadın'ınızı alıştırmalar yaparak güçlendirin. Andele! Ve sil baştan.

12 Ekim 2017 Perşembe

Robert Jordan'ın Zaman Çarkı serisinin ilk kitabı "Dünyanın Gözü"

Zaman çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ'da, kimilerine göre Üçüncü Çağ'da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ'da, Puslu Dağlar'da bir rüzgâr yükseldi. Rüzgâr başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır.
dedikten hemen sonra bizi bir başlangıca götürüyor Robert Jordan. Bir türlü bitmek bilmeyen kışın bitişini kutlamak için yapılan bahar festivalinden önceki gün köye giden baba Tam ve oğul Rand ile birlikte önce Emond Meydanı halkı ile tanışıyoruz. Kraliçenin yönettiği uçsuz bucaksız toprakların uzak bir köşesindeki bu köy, tüm diğer unutulmuş köyler gibi kendi yağında kavrulup giderken o gece umulmadık, köylülerin akıllarına hayallerine bile gelmeyecek şeyler oluyor. Trolloclar (kötülüğün yaratıkları diyeyim şimdilik ben size) ve Soluklar'ın (ki onlar da yine kötünün hizmetkarları falan) saldırdığı köy yerle bir oluyor neredeyse. Herkesin ne olduğunu anlamadığı bu dehşet verici gecenin sonunda ise bir Aes Sedai ile muhafızı ne yapılması gerektiğine karar verip, yanlarında köyden 3 genç- Rand, Mat ve Perrin - ile yola düşüyorlar. Desen'in ördüğü ağın parçası olan diğerleri de bir şekilde katılıyor bu grubun yolculuğuna, köyün hikmeti (şifacısı gibi bir şey diyelim şimdilik) Nynaeve, onun çırağı Egwene ve bir de aşık (yani bizim bu ellerinde sazlarla atışmaları olur falan var ya öyle aşık yani) Thom Merrilin'in oluşturduğu grup, harap olmuş köyden peşlerinde türlü kötü yaratıklar ve kötülüğün büyük gücüyle dünyanın bir diğer tarafına doğru yolculuğuna başlıyor.
kaynak: OkurveGezer
Zaman Çarkı serisi 14. ve sonuncu kitabı 2013'te yayınlanan, asıl adı James Oliver Rigney Jr. olan Robert Jordan'ın yazdığı kitap serisi. Bu ilk kitap "Dünyanın Gözü" 1990'da yayınlanmış. Fantastik türünün belirli başlı hikaye ve anlatım öğelerini barındırıyor, kendini ne olduğunu anlamadan bir yolculuğun içinde bulan saf karakterlerimiz, zorlu bir yolculuk, kılıçlar, sihir, at üstünde yolculuklar...İthaki'nin yayınladığı bu ilk kitap 817 sayfa boyunca bir Zaman Çarkı evreni oluşturup, kahramanlarımızı onun içine yerleştiriyor.
Şu noktada artık ansiklopedik bilgileri geçip, gerçek anlamıyla hissettiklerimi, düşündüklerimi söylemem gerekiyor, biliyorum. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Sanırım en başına dönüp, yavaş yavaş sözü oraya getirmeliyim ki ben de biraz rahatlayayım.
Ankara'da büyüyen çocuklar olarak çok bilindik bir ritüelimiz vardır. Dost kitabevinde buluşulur, orada arkadaşlar beklenirken de hep içeri girilir, eh çünkü Ankara ayazdır, soğuktur her mevsim açıkta beklenmez. Dost'un içi ayrı bir dünya gibidir, çoğumuz kitap okumayı orada öğrenir, türlerle orada tanışırız. Ben üniversiteye başladığım dönemlerde ise Tunalı'da ayrı bir çaba gösterdi d&r, gitti Kuğulu'nun tam karşısına 5-6 katlı devasa bir kitapçı açtı. Dost'un yeri her daim kalbimizde baki kalsa da ilk zamanlar o kocaman binanın her bir katında dolanmak farklı bir keyifti. Eh üniversitede olmak bir yandan da fantastiğe, bilim kurguya yönelmekti. Şimdiki kadar milyonlarca fantastik kitap çevrilmemişti, yazılmamıştı o zamanlar. Her sene yeni bir Dune çevrilecek mi diye rafları kolaçan ederdim mesela. Tam da o sıralarda bir haber hatırlıyorum, çok net hafızamda ve niye bu kadar yer etmiş bilmiyorum. Efsane Zaman Çarkı serisinin yazarı öldü, serinin sonunu yazmadan bıraktı gibi bir şeyler. O koskoca d&r binasında elime serinin kitaplarını aldığımın hatırası da gayet berrak, gözümün önünde. İlk defa duyup, ilk defa bakmıştım o kitaplara ve o zamanki öğrenci harçlığımla şoka girmiştim fiyatlarıyla. Tuğla kalınlığında kitaplar, hem de o fiyatlara. Sonra uzun yıllar süren bekleyişim başladı, indirime girecek mi diye. Konuyu falan okuyorum, arka kapakları okuyorum, aman yarabbi zaten ismi de "zaman" yani, en hassas olduğum konulardan birine de dalıyor gibi. Bundan daha efsanevi bir şey olamaz gözümde. Ben inatla almıyorum kitapları tabi, seneler geçiyor aklımın bir köşesinde zaman çarkı hep efsanevi yerini koruyor. Ha bu arada lisede ilk defa okuduktan sonra Yüzüklerin Efendisi'ni de bir tekrar ediyorum, Dune evrenine dalıyorum ki ne dalmak, sonra araya gereksiz vampirler kurt adamlar melekler bir dolu bir şeyler giriyor ve aklımın o köşesini unutup gidiyorum.
Robert Jordan, famousauthors'tan
Ta ki geçen aya kadar. Cey'in okuyup, neredeyse içine düştüğünü, acayip beğendiğini, halen daha seriyi elinden bırakamadığını görünce o köşe yeniden harekete geçti ve tamam ulan dedim, hayatımda şu anda zaten daha bomboş ve amaçsız olduğum bir dönem hiç olmadı, madem bir dalınca çıkamayacağım o dünyadan, en uygun zaman bu zaman. Hazırlıklı açtım kitabı yani önüme, günlerce gecelerce okuyabilirim, yemeden içmeden de kesilsem şu noktada bana hiç bir etkisi olmaz diye gayet rahatlıkla. Bir yandan da içimde hep bir geri çeken heyecanla. Çünkü o kadar uzun süre kocaman bir beklentiyle merak ettiğiniz bir şeye kavuşmanın çok tuhaf bir heyecanı olur ya, ondan.
Okumaya başladım. Önceleri dedim herhalde o heyecanımdan böyle hissediyorum. Çok büyük beklentiye girdim, birden hemen ışıklar parlayacak şimşekler çakacak üstüme yıldızlar yağacak diye umdum yerli yersiz, ondan dedim. Eh herhalde olmayacaktı, bir kere bu ilk kitaptı, daha en başlarındaydım belli bir hikaye gelişimi karakter yaratımı olmalıydı bir süre vermeliydim. Önce dünyayı tanıtıyordu herhalde yazar, öyle ya ilk defa mı fantastik okuyordun be insan?! dedim kendi kendime. Ama ne yapsam ne etsem de bir şeyler oturmadı, okumaya devam ettikçe içimde daha da büyüdü. Bir noktadan sonra şunu fark ettim, bir türlü ciddiye alamıyordum okuduklarımı ki fantastik bir dünyaya girmek için en başta yaptığımız şeydir bu: Olan biteni sanki o canavarlardan biz kaçıyormuşuz gibi, sanki o umutsuz duruma bir anda biz düşmüşüz gibi ciddiye almak. Kitabın kapağını her açışımızda başka bir dünyaya, o dünyanın gerçekliğine inanarak geçiş yapmak. Ama olmuyordu, bir türlü bu dünyaya kendimi sokamıyordum, karakterlere bağlanamıyordum, anlatacak bir dertleri yoktu gözümde, derinlikleri yoktu konuşuyor konuşuyor bir türlü derinleşemiyorlardı, dahası bu neyin yolculuğuydu sonunda neye varacaklardı bunun gerekliliğine ve ciddiyetine bir türlü ikna olmuyordum. Kötülüğün doğası, niyeti, motivasyonu, yolları, hiçbir şeyi belli değildi. Her bir adımda sayfalarca açıklama yazıyordu ki yarattığın dünyayı habire ansiklopedi maddesi sunar gibi açıklayıp duracaksan neden hikaye oluşturuyormuş süsü veriyordun. En kötüsü de her bir dönemeçte, her bir karakterle, her bir olayla aklım daha önce okuduğum başka hikayelere, o hikayelerdeki olaylara, kahramanlara kayıyordu. Aha bu vallahi de şeydeki gibi, oluyordum ikide bir. Haydaa bunların da mı başına böyle bir şey geldi şimdi ya da bu karakter tam da şuradan falan gibi beynim dönüp duruyordu son hızla. Sanki daha önce okuduğum ve dahi izlediğim - bazı - hikayelerin orası burası alınmış, kırpılmış, serpiştirilmiş de önümde ısıtılıp bambaşka bir yemekmişçesine sürülüyor gibi hissediyordum.
Her bilinçli okuyucu gibi durup sorunu kendimde aradım tabi. Herhalde ben anlamıyorum dedim, ben anlayamıyorum. Bayadır fantastik okumuyorum, herhalde pratiğimi kaybettim dedim. Koredir dizidir iyice daldım gittim, birden bu dünyalara dönemedim tabi dedim. Okumaya zorladım kendimi. Azimle sayfa sayfa, bölüm bölüm ilerlemeye çalıştım. Ama gitmiyordu o his, kaybolmuyordu. Bu sefer kişiliğimi sorgulamaya başladım. Kitaplığıma, okuduğum kitaplara baktım, geçmişimi düşündüm okuyucu olarak. Ben belki de çok az fantastik kitap okudum sonucuna vardım, oysa kendimi bildim bileli en sevdiğim tür olarak fantastiği görürdüm. Meğerse değil miymiş dedim. Demek ki ben fantastik okuyucusu değilmişim dedim. Belki de kendimle ilgili bildiğim şeyler yanlıştır dedim. Ben fantastik kitapları sevmiyorumdur ve bu gerçeği şimdi fark ettim, dedim. Bendeydi sorun yani, kitapta değil. Öyle düşündüm, kendimi buna ikna ettim. Çünkü öbür türlü milyonlarca insanın sevdiği, okuduğu, efsaneleşmiş, klasikleşmiş, bu kadar devasa bir seriyi, yazarı, kitaplarını, yazdıklarını kötü buluyor olacaktım. Saçmalama dedim kendime. Tamam belli bir yaşa gelmiş olabilirsin, hatta o kadar kitap okumuş, yer görmüş, okul görmüş, yaşam tecrübesi edinmiş, insanla tanışmış falan filan da olabilirsin, ama bu seni edebiyat konusunda, hele ki fantastik edebiyat konusunda bir otorite yapmaz. Ömründe ne kadar fantastik kitap okudun ki edecek lafın var? Ne biliyorsun ki dedim kendime ya, ne biliyorsun ki?
Hiçbir şey.

8 Ekim 2017 Pazar

Bram Stoker'ın Kayıp Günlüğü --> bir tuhaf kitap

Öyle bir adam düşünün ki uzun yıllar devlet memurluğu yapmış disiplinli bir baba ile çocuklarını toplumun en iyi yerlerine getirebilecek mesleklere kavuşturacak şekilde eğitip yetiştiren yönlendiren bir annenin 7 çocuğundan 3.sü olarak doğmuş ve babasının devlet dairesindeki görevine aynen devam ettiği tüm o yıllar boyunca bir yandan da içindeki gerçek kimliğini hiçbir türlü bırakmamış, ne yapmış etmiş o memurluğu, katipliği, başka her yapıyorsa onu uygun bir noktada bırakıp, sevdiği işi yapmaya gönül rahatlığıyla gidebilmiş. Zayıf, çelimsiz çocukluğuna inat gençliğinde en başarılı sporculardan olmuş ama bir yandan da kafasını çalıştırmayı, sanatını yapmayı ihmal etmemiş. Bir adam düşünün ki takıntıya varan derecede titizce kayıtlar tutan renksiz bir memur görüntüsünün altından bizim bildiğimiz şekliyle dünyaya "vampir" olayını vermiş olsun. Öyle bir adam ki, hem alabildiğine "normal" olarak etrafındaki dünyanın dayattığı her bir şeyi gayet olağan bir şekilde ve istekle, güzellikle yerine getirsin; hem de alabildiğine "anormal" olarak acayip bir edebiyat eserini, "Dracula"yı yaratsın.
Bram Stoker böyle bir adam olduğundan ötürü - ya da bana öyle bir adam gibi hissettirdiğinden ötürü - Dracula'yı okumadan çok önceleri bile ilginçti. Tüm "bu dünyaya" bir türlü ait olamayan, uyum sağlayamayan, debelenip duran "benim gibiler" için ilginç bir örnekti. Her türlü uyum sağlamıştı. Kendini hiç yormadan, üzmeden, debelenmeden her iki dünyaya da her iki kişiliğiyle de - ya da belki tek kişiliğiyle - kolayca uyum sağlamış, yaşamış, başarılı da olmuştu. Hem Dublin Kulesi'nde kamu hizmetini, daha sonra Sulh Mahkemeleri Müfettişliği'ni devam ettirmiş; hem de bir yandan okulundaki çeşitli kulüplerde görev almış, gazete için tiyatro eleştirileri yazmış ve tiyatroyla ilgilenmeye devam etmiş. Evlenmiş, çocukları olmuş, ev değiştirmiş, yerleşmiş, seyahat etmiş, tiyatro kurmuş, tiyatro turuna çıkmış. Ve yazmış, hep yazmış.
Bram Stoker'ın dünya üstündeki tek resmi bu herhalde,
 sağa sola döndürüp habire bunu koymuşlar her yere
İşte tüm bunlar birleşince, rafta kitabı görünce çıldırdım tabi. Vay be, sonunda nihayet o dışarıdan çok acısız, pürüzsüz görünen örneğin aklına girebileceğim dedim. Anlayabileceğim, nasıl yapılabiliyormuş. Ben, biz, bu kadar debelenir, boğulur, bata çıka ilerlemeye çalışırken o nasıl yapmış bir nebze anlayabileceğim, dedim. Ben geç gördüm ama 2012'de çıkarmışlar bu çalışmayı ortaya, Bram'in 100.ölüm yıldönümüne denk getirerek. İthaki de 2014'te yapmış ilk baskıyı. Bu kitapla birlikte bir dizi başlatmışlar Kalem ve Yaşam diye. Yazarların günlükleri, anıları, mektupları gibi şeyleri barındırmasını amaçladıkları dizide başka hangi kitapları bastılar, pek de bulamadım açıkçası. İthaki'nin kendi sitesinde böyle bir alt kategori yok. Hatta bu elimdeki kitabı bile bulamadım sitede. Google'da aratınca da ilk çıktığında çıkan, başka bloglardaki ve haber sitelerindeki haberlerine dair şeyler çıkıyor. Artık basmıyorlar mı, vaz mı geçtiler, hiç mi satılmadı, bilemedim.
Ki bu konu da beni asıl söyleyeceklerime getiriyor. Günlüğü derleyen toparlayan inceleyen, üstüne çalışan Elizabeth Miller ve Dacre Stoker'a teessüflerimi sunmak istiyorum. Neden bu kadar oynamış, kafalarına göre bölümlere ayırmış, Bram'in yazdıklarını o bölümlere sokuşturmaya çalışmış, ortaya saçma sapan bir şey çıkarmışlar anlamak mümkün değil. Açıklamalarına göre, bu şekilde yayınlamanın okuyucular için daha kolay ve iyi olacağını düşünmüşler. Ama - benim kanaatimce - günlüğü okunamaz, anlaşılamaz, bölük pörçük bir şeye çevirmişler.
kitaptan Stoker ailesine dair fotoğraflar.
ailenin gen havuzu güzel. acaba şimdiki torunlar nerede, hımm.
Ne yapmışlar peki? Toptan günlüğü yayınlamak yerine içindeki yazıları "içeriklerine" göre kategorilere ayırmışlar. Dokuz kategori bulmuşlar; mizah, arkadaşlar, yolculuk, tiyatro gibi. Her bir kategorinin başında önce birkaç sayfalık bir açıklama yazmışlar. Bram Stoker'ın hayatına, o kategorideki günlük girişlerine dair. Ki bunlar bu kitabın okunabilir, keyif veren tek kısımlarını oluşturuyor. Bu kısımlardan sonra günlükteki girişleri tek tek numaralandırarak sıralıyorlar. Ama böylesi bir durumda olay günlük olmaktan bütünüyle çıkıyor. Bir günlüğü neden, nasıl okursunuz? Nasıl bir şey beklersiniz bir yazarın günlüğünü elinize aldığınızda? Yazanın elinden çıktığı şekliyle okursanız ancak onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini, neden o yazıdan sonra o cümleyi yazdığını, hayatının bu noktadan o noktaya nasıl gittiğini anlayabilirsiniz. Bu şekliyle ruhsuz, cansız bir akademik çalışmaya dönmüş. Hayatının hangi aşaması onu yazdıklarını yazmaya itmiş, yazdıklarını ortaya çıkaran şeyler nelermiş,...birbirine girmiş durumda.
O yüzden çok büyük hayalkırıklığına uğradım. İnanılmaz büyük bir coşkuyla açtığım kitabı okumak istemedim, bayadır elimde sürünüyordu ki ancak dün tiyatroya girmeyi beklerken boşluktan bitirebildim. Çoğu yerde ne okuduğumu anlayamadım tüm kitap boyunca, aklım dağıldı gitti, her cümlesi anlamsızlaştı.
O yüzden çok kırgınım kitaba. Öneremiyorum da. Oysa neler ümit etmiştim. Neler öğrenecektim, şu dipsiz mutsuzluğuma, umutsuzluğuma bir nebze de olsa işe yarar bir şeyler görecektim.

[Kitabı ben D&R'daki ucuzluk raflarından 9,90'a almıştım gördüğünüz gibi. Hala var mıdır bilemiyorum ama nette dr'nin sitesinde tükenmiş görünüyor. Bu yüzden netteki en ucuz fiyat Pandora'da 18 tl.]

Tha mi creidsinn gun do shoirbhich leam

 En son yazdığımdan bu yana geçen bir haftadan bahsetmek için oturdum klavyenin başına. Bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Aklımda planladı...