12 Ağustos 2018 Pazar

Kerstin Gier'in Edelstein üçlemesi: Zaman yolculuğuyla eğlenceli bir gençlik hikayesi

Geçtiğimiz haziran ayında yine böyle bir cumartesi günü evde huzurun keyfini çıkarabileyim diye şöyle çerezlik, hafif ama ilgimi de cezbedecek bir şeyler izleyeyim diye açmıştım bu her zaman bir şeyler izlediğim online film izleme sitelerimden birini. Ne izleyebilirim ki diye bakınıp dururken, posterini görünce o yıllaaar yılı film izlemekle edindiğim engin tecrübelerim hemen atıldı, al bak bu kesin aradığım gibi bir şey dedim. Gerçi çok fazla "gençlik" şeyine tahammül edemiyor olduğumun da farkındaydım son birkaç senedir ama o kadar takılmam herhalde amaaan kapatır başka bir şey açarım olmazsa dedim. Başladım izlemeye.
Filmin henüz yarısına falan gelmiştim ki baya baya ilgimi çektiğini fark ettim. Allah allah ne ola ki diye kafamda tilkilerle filmi durdurup, nette araştırmaya giriştim. Kim yapmış nereden yapmış neydir diye. Bir kitap serisinden uyarlama olduğunu hatta iki tane daha devam filmi de olduğunu görünce bu kez kitapların peşine düşüp, araştırmaya başladım. Sonra bir baktım ki kitapları okumak istiyorum. Tamam film öyle kaliteli bir şey değildi, hatta oyunculukların kötülüğünden çoğu yerde kahkahalarla eğleniyordum ve sahne geçişleri, düzenleme o kadar amatör görünüyordu ki işlerini ciddiye alıp özel efekt yapmaya uğraşmış ekibe yazık olmuş diye düşünüyordum izlerken. Ama hikaye...Bir şeyler çekiyordu işte. Filmin kaldığım dakikasını kenara kaydedip, tamamen kapattım ve hemen ertesi günü, evden tek bir amaçla çıktım. Gittim serinin ilk kitabını aldım ve o pazar camın önündeki kanepeden kalkmadan o kitabı okudum. Ertesi gün yine elimde o kitap işe gittim, serviste kafamı kaldırmadan okumaya devam ettim, keşke odadakiler bakmasa da gizlice masanın altından kitabı okusam diye hesaplar yaptım tüm gün. O pazartesi eve dönüp de kitabı bitirir bitirmez hemen filmin geri kalanını izledim ve salı akşamı işten çıkınca ilk işim gidip serinin devamı olan diğer iki kitabı almak oldu. O iki kitabı ertesi 4 gün içinde resmen yuttum. Eh o kadar da uzamazdı ama tüm günümü işte geçirmek zorundaydım, lanet olsundu. Haftasonu nihayet geldiğindeyse diğer iki filmi izledim.
Kerstin Gier hanım ablamız
Bu kadar beni tutup içine alıveren hikaye Kerstin Gier adında 66 doğumlu bir Alman teyzenin yazdığı Edelstein (almancadan çevirirsek değerli taş yani) serisi. İlki 2009'da yayınlanan Rubinrot ile 2010'da yayınlanan ikincisi Saphirblau ve üçüncüsü Smaragdgrün'den oluşan "young adult" üçlemesi. Türkçe'ye Firuzan Gürbüz çevirmiş üç kitabı da ve Pegasus yayınlamış: Yakut Kırmızı, Safir Mavi ve Zümrüt Yeşil. Kalın kapaklı olarak basılmış üç kitap da, dizgileri pek eğlenceli sevimli. 14-15 yaşımda falan olsam o kapakları da çok hoş, her bir kitap ayrı bir pastel renkte. Ama işte...bu yaşımda bu görünüşteki kitapları elime alıp, dışarıda görülmekten pek hoşlanmayabiliyorum. Bir de üstünde "Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer" yazınca hepsinin, haliyle bir kendime hem kendime hem de bir türlü büyüyemeyen aklıma sövebiliyorum.
aralara böyle filmlerden sahneler koyuyorum ki yazı iyice içinizi baymasın
Peki beni bu kadar gevezeliğe iten ve yazının burasına kadar hala azimle gelmiş olanları da merak ettiren bu hikaye ne? Aslında tüm bu türden kitaplardan beklendiği gibi bir hikaye ve karakter var önümüzde. 16 yaşına girmekte olan Gwendolyn, ki yine bu türdeki kitapların hepsinin baş kahramanında olduğu gibi onun da uzun ismini kısaltıyoruz Gwenny gibi şeyler diyoruz, kaderin oyunuyla bir bakıyor tuhaf ailesinin asırlardır sırrı olan o ilginç geni o taşıyor. Zamanda yolculuk yapabilmeyi sağlayan bu gen sayesinde ailesindeki kadınlardan her jenerasyonda bir tanesi, bu durumu bilen ve gizli bir topluluk olan Lonca'nın yardımıyla hayatını düzene sokabiliyor. Eh bu jenerasyonda da kabak Gwenny'nin başına patladığından, her zamanki eblek kahramanımız kendini birden bire hem yüzyıllara yayılan komploların, entrikaların hem de hiç beklemediği maceraların içinde buluyor.
sağdaki Charlotte karakterimiz - oyuncu Laura Berlin ama pek güzel demiş miydim :)
Herhalde anladınız, beni çekiştiriveren zaman yolculuğu kısmıydı. Ama bu tema çevresinde çok çok kötü işler çıkaran hikayeler de var, Kerstin Gier çok şükür ki ele aldığı bu pek tehlikeli konuyu bir young adult hikayesinden beklenmeyecek tutarlılıkta ele alabilmeyi başarmış. Tamam öyle Primer'dır Interstellar'dır Edge of Tomorrow'dur falan bahsetmiyoruz, eh haliyle bulunduğumuz evren bir young adult evreni. Ama buna rağmen kendi içinde oldukça tutarlı ve mantıklı bir dünya kurmuş Gier. Çok çok ufak tefek bazı şeylerde ama ama ama oluyorsunuz, sonra da amaaan deyiveriyorsunuz. Yarattığı dünyayı hikayeleştirişi ise ayrıca bir güzel. Normalde bu türden kitapların çoğunda off aman yarabbi bu nasıl bir salaklık diye sövdükten sonra kenara fırlatırım kitabı. Salaklık olarak bulduğum şey olay veya karakter değildir, dildir, yazarın olmayan dilidir. Eğer dili, bu dilin meydana getirdiği cümleleri okunacak gibi değilse mümkünatı yok o kitaba devam edemem. Etsem de sırf ee sonunda nolmuş diye sayfalara göz gezdiririm sadece. Gier'in başardığı işte bir de bu. Dili rahatsız etmiyor. Tamam, benim için bir Markus Zusak ya da Alessandro Baricco veya Umberto Eco değil tabiki ama en azından o diğer tüm salaklar gibi de değil. Kasmıyor, okunuyor. Bir de karakterleri, her ne kadar öyle aşırı özenli gibi gelmeseler de birer ruh edinebilmeyi başarıyor ve keyif veriyorlar. Sadece bazen, yer yer aynı sesin konuştuğunu düşündürtebiliyorlar ama o kadar da takılmıyorsunuz. Bir de tek bir karakter, pek önemli esas oğlanımız Gideon çok ortalarda geziniyor karakter olarak. Gier bir ona bir ruh kazandıramamış gibi geldi bana.
allahııım filmlerin posterleri bile evde ben kendim paintte yapmışım gibi duruyor öyle bir amatörlük
Tabi filmleri de çok geçmeden yapıvermişler. 2013'te ilk kitabın, 2014'te ikinci kitabın ve 2016'da da üçüncü kitabın filmi gelmiş. Almanya yapımı ve Almanca olan filmler hikayeden ötürü Londra'da geçiyor ama ben mecburen Türkçe dublajlı izledim (online izleme sitelerinde altyazılı yoktu). Bu yüzden filmler daha da tuhaf gelmiş olabilir ama yine de o kadar da tuhaf değillerdi. Yani prodüksiyon açısından Hollywood yapımı gençlik-çocuk filmleri gibi görünüyorlardı. İlk filmde yukarıda da dediğim gibi oyunculuklar evlere şenlik. Herkes ayrı ayrı kötü. Yani aslında bilerek kötü yapmamışlar, insan anlayabiliyor. Sadece ortam öyleymiş ve ellerinden başka bir şey gelmemiş gibi. Sonraki filmlerde nasıl oluyorsa değişiyor bu durum. Ya gözüm alıştı ya da önemsememeye başladım bilmiyorum, belki gerçekten de iyileşmiş de olabilirler. Sonraki iki filmde her şey daha yerine oturmuş oluyor. Oyuncular daha iyi oynuyor ve sahneler de daha rayına oturmuş, daha akıcı hale geliyor. Bu noktada sanırım şunu da söylemem gerekiyor: Filmler, kitaplardaki hikayeyi sadece temel noktaları baz alarak alabildiğine yoğurup, kendi hikayesini oluşturmuş. Yani üç filmin de senaryosunu yazan Katharina Schöde öyle yapmış. Bu yüzden ben kendi adıma daha da keyif aldım. Çünkü sevdiğim elementlerle oluşturulmuş iki ayrı hikaye okumuş-izlemiş oldum.
yaa ben sizin shakespeare dinlemenizi severim yaa
Ben bir yandan utanıyorum okuduğuma evet, sonuçta kafamda bu yaşıma dair belli kurallar var. Ama bir yandan da ohh be iyi ki de keşfettim de okudum pek de keyif aldım oh olsun diyorum. Ve işte hatta tavsiye de edebiliyorum gönül rahatlığıyla. Yani tüm bu hikayeyle aslında neyi tavsiye ettiğimi anlayabiliyor olduğunuzu düşünüyorum.
Şimdi dönüp bakıyorum da o hafta, tüm bir hafta hakikaten kafam böyle bir devamlı sarhoşluk hali içindeydi. Tüm duyularımı uyuşturmuş haldeydim, çünkü tam da bu uyuşmuşluğa ihtiyacım vardı ve beynim bulduğu bu fırsatı hemen tanıyıp değerlendirdi bence. Atladım resmen can simidi gibi bu hikayeye. Bilinçli bir atlayış değildi, bazen sadece o dönemde ihtiyacınız olan şeydir bu. Sanırım zararlı alışkanlıklar edinenleri, ne bileyim alkol sigara bazı maddelerin bağımlısı olanları falan çok iyi anlayabilirim bu durumumda. Tıpkısının aynısı bir kafa ve ruh haliyle yaptım ben de bunları büyük ihtimalle ama işte sanırım şükretmem gereken nokta benim uyuşturucumun genellikle bir hikaye olması.

Kerstin Gier'in web sitesi-->https://www.kerstingier.com/

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Henüz yolun başında bir Lara Croft, yine yeniden "Tomb Raider (2018)"

Kimseye eyvallahı olmayan genç ve gözüpek Lara, ailesinden kalan büyük mirası reddederek, büyük şehrin kalabalık sokaklarında bisikletli kurye olarak çalışıp, hayatını geçirmektedir. Bir gün yine, ailesinin devasa şirketini kabul etmesi için avukat amca ve hem Lara'ya hem şirkete göz kulak olan teyze bunu oturtup, bak Lara bunlar evraklar şu yapboz gibi şeyi de baban bıraktıydı derler. Yapbozun içinden çıkan ipucunu kaptığı gibi - eh zeka fışkırır bu ailenin damarlarından - kendini babasının gizli araştırma odasında bulur Lara. 11 yıl önce, kadim bir lanete konu olan bir mezarın peşinde yola çıkan baba Croft bir daha geri dönmemiştir. Resmi olarak öldü kabul edilirken Lara bunu kabul etmez ve gizli odada bulduğu bilgilerin de gazıyla babasının peşine düşer. Böylece o "mezar avcısı" olarak ilk macerasına atılırken biz de bir efsanenin doğuşuna tanıklık ederiz.
bu işi de o kadar eğlenceli gösteriyorlar ki filmlerde insanın gidip bisikletle NY sokaklarında falan hoplayıp zıplayası geliyor sanki yapabilecekmiş gibi
Bu efsane, Tomb Raider/Lara Croft olarak bilinen, Core Design şirketinin ilk defa 1996 yılında piyasaya sürdüğü bir oyun. Google'a göre en son sürümü 2015'te gelmiş, ben bilemem, hiç oynamadım. Ama öyküsü itibariyle (tıpkı Assassin's Creed gibi) tam benim dünyamda geziniyormuş gibi göründüğünden hep bir denesem mi diye düşündüklerimdendir. Web sitesine göre eylülde de Shadow of The Tomb Raider geliyormuş (https://tombraider.square-enix-games.com/). Popüler kültürde oldukça yer edinmiş bir karakter olan Lara'yı tabi sinemada daha önce de gördük. İlk film 2001'de gelmişti, "Lara Croft:Tomb Raider" tüm haşmetiyle Angelina Jolie'yi sunmuştu bize. Bu beyaz perdedeki ilk macerasıydı ama full kapasite bir Lara'ydı izlediğimiz, video oyunu ekranından fırlamış gibiydi. Film belki sinema adına ve biz izleyicileri için çok bir şey yapmamıştı ama Angelina Jolie'nin hayatını değiştiren bir dönüm noktası olduğu kesin. Hemen iki sene sonrasında bir tane daha Jolie'li film geldi: "Lara Croft Tom Raider:The Cradle of Life". Bu da ilki gibiydi, ne eksik ne fazla. Zaten herhalde anlamış oldular böylece, üçüncü bir film yapmaktan vazgeçtiler.
vay be Angie neredeeeen nereye
Ama işte sene oldu 2018 ve hem popüler kültür hem de film endüstrisinde değişik fikirler, eski savaşların yeni zaferleri filizlerini ortaya çiçeklendirerek açmaya başladı. Yeniden bir Tomb Raider filmine girişmenin tam zamanı gibi gelmiş olmalıydı yapımcılara ve dönemin nabzı Lara'ya da aynen yansıdı. Video oyunun karakterinin uğradığı revizyon gibi sinemadaki Lara da artık Jolie'nin o ilahi dişilikteki fiziksel görüntüsünden (hatta ilk filmde göğüsleri daha da füze gibi görünsün diye ayrıca bir şeyler takmıştı Jolie) Alicia Vikander'in ufak tefek ama güç ve kararlılık fışkıran görüntüsüne bürünüvermiş. Ve en başından alıyor Lara'yı eline bu yeni film, Lara Croft'u Tomb Raider'a dönüştüren yolculuğa başlatıyor bizi.
hemen Katniss sandınız demi sizi gibi Y jenerasyonları sizi, yalnız Y miydi Z miydi neydi o ya?!
Film oldukça "düzgün" bir şekilde anlatıyor anlatacaklarını. Evet düzgün burada en uygun kelime bence çünkü senaryo açısından da oyunculuklar da sinematografi açısından da her şey oldukça düzgün, olması gerektiği gibi, tıkır tıkır işliyor. Bir diğer iyi yanı da tüm bu düzgünlük içinde anlatmayı seçtiği yöntemde ötürü o video-game havasından çıkmış oluyor hikaye, daha gerçekçi, daha inandırıcı bir şeyler oluyor gözümüzün önünde. Yani Angelina Jolie çıkıp tek eliyle 10 adamı yere serdiğinde de inanıyorduk tamam, çünkü onun görüntüsü havası ruhu oydu. O yüzden aynı şeyi yaptırmıyorlar özellikle Vikander'e. Nasıl güçlendiğini hem fiziken hem de kafa olarak hangi aşamalardan geçtiğini de anlatıyor ki bu hikaye bize, böylece yeri geldiğinde yaptıkları-yapabildikleri alabildiğine doğal geliyor. Hem de daha insancıl, daha ilişki kurulabilir bir hikaye ve karakter yaratıyorlar.
hadi beni de kazandın Vikander aferin.
Ne yalan söyleyeyim filmi ilk gördüğümde Alicia Vikander'e karşı kocaman bir önyargım vardı, kıskançlıkla karışık bir önyargı (kıskançlığın sebebi tabiki Fassbender :p ). Bir yandan da Angelina'lı Tomb Raider'lar hiç beklediğimi vermemişti, şimdi ne yapmış olabilirler ki demiştim. Ama belki de beklentimi çok düşük tuttuğumdan, film gayet hoşuma gitti. Hem hikayesi hem de karakterleriyle. O en sevdiğim Indiana Jones tınılarını da buldum, günümüz hikayelerinin dünyasını da gördüm. Alicia Vikander ise sanırım filmlerinden keyif alabileceğim bir oyuncu oldu artık (ah ben keşke üşenmeseydim de izlediğim zaman taa ne zaman The Danish Girl(2015)'ü de anlatsaydım size).
[IMDb'de Tomb Raider(2018)-->https://www.imdb.com/title/tt1365519/]

10 Ağustos 2018 Cuma

aşırı doğru


Bazen diziyi izlemekten daha eğlenceli olan bir şey varsa o da tıpkı kendimiz gibi olan diğerlerinin sanki hep beraber kocaman pembe bir absürd evrenin içindeymişiz hissi veren yorumlarını okumak.

Andrew Hughes'dan John Delahunt:Bir Cinayetin Hikayesi

19.yy.'ın ortalarında Dublin. Üniversite öğrencisi John Delahunt küçük bir çocuğu vahşice öldürme suçu yüzünden idamını bekliyor soğuk hücresinde. Bu ürpertici bekleyiş sırasında da hikayesini yazmaya, anlatmaya başlıyor bulduğu kağıtların arka yüzlerine, boşluklarına. Onu bu suça iten, daha doğrusu bu hapishane hücresine kadar getiren olayların başlangıç noktası olarak kabul ettiği olaydan başlıyor. O zamanlardaki polis teşkilatının ihbar servisine karışmasından, pisliğe bir kere bulaşıldı mı nasıl bir daha temizlenemeyeceğinden devam ediyor. Çocukluğunda ailesinin iyi olan durumunun yıllar içinde bozulmasının ardından genç bir adam olarak içine düştüğü sefaletin ona yaptırdıklarıyla harmanladığı hikayesini tüm detaylarıyla anlatıp, son giysilerinin içinde asılacağı platforma doğru gidiyor, vedasını ediyor.
Andrew Hughes - ben çok
ciddi bir yazarım pozu bu herhalde, kaynak
Andrew Hughes tıpkı bu ilk romanının baş kahramanı gibi Trinity College'da eğitim görmüş, İrlandalı bir yazar. Dublin'deki Fitzwilliam Meydanı'ndaki binaları ve orada yaşamış insanların hikayelerini araştırdığı dönemde resmen kader onu ulaştırmış Delahunt'ın hikayesine. Farklı farklı haberler, insanların yazdıkları, yasal belgeler o dönemde gerçekleşmiş böyle bir cinayeti ve yargılanmayı işaret edince iyice araştırmış ve Delahunt'ın hikayesini sonunda oturup, kendisi yaratmış. Tabi aslında yazarımızın kendi ifadesine göre romanındaki birçok nokta gerçek. Kişiler gerçek, davalar gerçek, sokaklar olaylar gerçek. Sadece aradaki boşlukları hayal etmiş, bir de bazen sonucu olmayan şeylere sonlar düşünmüş. Haliyle John Delahunt'ın gerçekten yazarın anlattığı şekilde mi davrandığını, neden her şeyin bu şekilde olduğunu bilemiyoruz.
Hikayenin tüm bir temelinin ve iskeletinin bu kadar gerçek olduğunu bilmek yer yer insanı ürpertiyor da. Üstüne bir de Andrew Hughes'un kalemi ayrı bir gerçeklikle dolu. Bakın bunu hakikaten beklemiyordum ben. Rafta görünce kitabı, kapağı çekici gelmişti önce, sonra arkasını çevirip Dublin 1841 falan görünce de direkt kapmıştım. Ve beklediğim heyecanı, gizemi, dedektifliği yüksek bir cinayet romanı bulmaktı karşımda. Hani çok takılmadan okur, okurken baya keyif alır ama fazlasını da beklemezsiniz ya. Bir de tabi kendine seçtiği arka planı da gözümde romantize ettiğim bir dönem ve mekan olunca güzel güzel okurum demiştim. Ama beklediğimden çok daha fazlası çıktı bu hikaye. Daha doğrusu Hughes'un anlattığı haliyle herkes kanlı canlı önümde belirdi. İçim ürperdi her defasında. Yok, öyle kötü bir şey olduğunda falan değil; her defasında okuduğum karakteri yanıbaşımda bulduğumdan. Yani fiziksel olarak kaşı gözü saçı şusu busu böyleydi demeden sırf düşündüklerini, hissettiklerini, mantıksal akışını anlatarak bir karakteri bu kadar somutlaştırabilmek...Hem her bir cümlede ürkütücü hem de her bir cümleyle birlikte keşke ben de böyle yazabilsem dedirtici.
John Delahunt'ın hikayesi son zamanlarda hevesle elime alıp, birkaç gün geçmeden bıraktığım kitapların arasında güzel bir değişiklik oldu benim için. Hikayesinin içinde süratle yol almak istedim çoğu zaman, arada gözümün önüne serdiklerinden iğrenerek kenara atmak da istedim. Ama hani denir ya dört başı mamur, yazarının ellerine sağlık bir hikaye. O yüzden bence deneyin. Deneyebilirsiniz yani, benden söylemesi.


Andrew Hughes'un web sitesi: https://andrewhughesbooks.com/
Goodreads'te -->https://www.goodreads.com/book/show/40775087-john-delahunt

Kitabı ben d&r'dan almıştım, temmuz 2018 tarihli ilk baskı, Emre Can Sarısayın çevirisi, Can Yayınları'ndan 365 sayfa. Arka kapağındaki fiyatı 28 tl. Nette en ucuz fiyat olarak KitapYurdu'ndaki 18,20 tl'yi gördüm ben şimdilik.
Hayatım boyunca yaşadığım tüm dertlerin, sorunların kaynağı eziklikmiş. Artık bu noktada kesin bir şekilde adlandırabilirim. Eminim. Kendine güvensizlikle birleşen aman ali rıza bey ağzımızın tadı bozulmasıncılık, bunların üstüne şimdi beni kimse sevmezse insanlar bana cephe alırsacılık atıveriyoruz, hoop buyrun ben. Ama tabi yine en en en temelinde kendine sıfır güven. Hep böyle bir aman sevimli görüneyim, aman bıcı bıcı olayım da herkes beni sevsin, kimseye tehdit görünmeyeyim.
Hayır bir de neden, anlayamıyorum. Ne kadar zamandır böyle, hep mi böyleydim, tam olarak hatırlayamıyorum. Ama sanırım evet, hep sevimli bir insan olma çabasındaydım. Çünkü küçüklüğümde fiziksel olarak sevimli ve minik olunca, eh yaşım büyüse de kapladığım hacim değişmeyince bu durum daha da içselleşmiş gibime geliyor. Yani önceleri elimde olmayan sebeplerle - çünkü küçük ve sevimli bir çocuktum - , sonraları da eh madem görüntüm değişmiyor davranışları da değiştirmeyelim mantığıyla ilerlemişim gibi. Ama bu kafamın içini istesem de değiştirememek..işte o çok aşırı büyük sorun.
Çoook uzun zamandır kendime güven duymadığımı fark ettim geçen gece. Yani nasıl anlatayım? Mesela dizi izliyorum. Herkesin bir mesleği, uğraşı, bir işi bir şeysi var. Bir karakter haberci misal. O kadar şevkle, istekle haberlerin peşinden koşuyor, o kadar işini iyi biliyor ki o konuda karşısına kim çıksa acayip bir özgüvenle karşılık veriyor. Bu, her şeyine yansıyor. Tüm hayata, insanlara, her şeye karşı çok sağlam duruyor. Öyle bir içinden gelen istekle, azimle yapıyor ki ne yapıyorsa o an onu izlerken ben de haberci, gazeteci bir şey olayım istiyorum. Halbuki alakam yok, öyle bir isteğim yok normalde. Ama o karakterin yansıttığı öyle bir iç mutluluğu ki ben o mutluluğu istiyor oluyorum. Ben de öyle içimle barışmış, kendime güvenim tam olmuş bir halde hayatın içine karışabilmek istiyorum oluyorum.
Çünkü hakikaten çok uzun zamandır herhangi bir konuda yeterince iyi olamadım. Sadece şu an uğraşmak zorunda kaldığım lanet olasıca bilgisayar konusunda da değil, hiçbir konuda çok uzun zamandır kendime o kadar güvenecek, o kadar sağlam durabilecek kadar bilgili olamadım. Herhalde son 13 senemi her gün her dakika daha da az şey bildiğim için ezilerek geçirdim. Her bir gün daha da ezildim. Yalnızca nefret ettiğim bir konuda eğitim görmek zorunda kalmanın da neticesi değil, sevdiğim şeylerde de bir türlü bir şeyler bilmiyordum, hep en az bilen, hiç bilmeyen, yeni gelen, dışarıdan gelen, alakasız insan oldum. Tüm o ilkokul, lise dönemleri boyunca herşeyi bilen, herşeyi becerebilen insan olmaktan bir anda hiçbir şeyi bilmeyen, öğrenemeyen, kafası basmayan insana dönüşmek, sonra da bu insanı son 13 yıldır taşıyor olmak...sanırım her an daha da ezilmek insanın ruhunu böyle yok ediyor. Sonra da her önüne gelen istediğini diyor, istediğini yaptırıyor, istediği gibi eviriyor çeviriyor. Ben de gık diyemiyorum. Ses edemiyorum. İçimden eziliyorum, dışımdan eziliyorum. Sonra da gidip her akşam saatlerce kendime kızarak, kendime bağırarak küfrederek ağlıyorum.


Yaz diyorsun Murat abi ama yazmak artık sadece daha da ağlamaklı hale gelmeme sebep oluyor, napıcaz bilmiyorum.

7 Ağustos 2018 Salı

Bir başıma yaşadığım bir yüksekliğin en ucundayım;
İnemiyorum,
Yaşayamıyorum,
Ölemiyorum.

[T.Ö.]

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Lakmé'nin Flower Duet'i

"Lakme", Fransız besteci Leo Delibes'in 1881'de bestelediği 3 perdelik bir opera. Hikayesi 19.yy.ın sonunda Hindistan'da geçiyor. Britanya yönetimi altındaki bu koskocaman ülkede Hinduizm'e inananlar gizlenmek zorunda kalıyor yönetimin baskısı altında. Böyle bir ortamda başlıyor anlatmaya hikayesini operamız. Bir Brahman rahibi olan Nilakantha'nın güzeller güzeli kızı Lakme ile onların şehrini, ülkesini işgal etmeye gelmiş bir İngiliz askeri olan Gerald'ın birbirine aşık olmasını ve her büyük aşk hikayesinde olduğunu gibi trajik sonlarına doğru ilerlemelerini dinliyoruz şarkılar boyunca. Evet bu trajik bir aşk hikayesi ama beni etkileyen şarkısının ne bu aşkla ne de trajediyle bir ilgisi var. İlk duyduğumdan beri, tek kelimesini bile anlamasam da dinlerken bana değişik değişik şeyler hissettiren şarkısı operanın ilk perdesinde. Flower Duet olarak bilinen "Sous le dôme épais" aryası (yani kalın kubbenin altında diyebiliriz google öyle çeviriyor). Yıllar sonra açıp da sözlerine baktığımda, ne anlatıyor acaba bana bunca şey hissettiren bu parça diye okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Çünkü gayet hülyalı bir şekilde nehir kenarına yıkanmaya gelen Lakme ve hizmetçisi Mallika'nın orada gördükleri çiçeklerin güzelliğinden bahsetmeleri üzerine kuruluydu şarkı. Ahh bunlar ne güzel yaseminler böyle güllerle sarmaş dolaş, nehir ne de güzel akıyor hadi suya girelim la la lala...diye söylüyorlar esasında ama insan bunları bilmeden dinlediğinde neler neler hissediyor.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...