20 Aralık 2017 Çarşamba

Star Wars:The Last Jedi ve hissettirdikleri

Filmden çıkalı bir saat ya olmuştur ya olmamıştır. Bir haftadır hakkında hiçbir şey okumamaya, ilgili hiçbir haberi görmemeye, kim ne demiş, kim ne düşünmüş, beğenmişler mi beğenmemişler mi, aklım(ız)daki sorulara cevaplar vermişler mi vermemişler mi öğrenmemeye çabalayarak, bir haftadır gözlerim internette yarı kapalı dolaştım. Sonunda bugün gideceğimi biliyordum ve sonunda ne olursa olsun, ne bulursam bulayım, tertemiz gitmek istedim bir Star Wars filmine. Çünkü Star Wars'tu bu, belli bir jenerasyona kadar, hepimiz onunla, onun o klasik büyüsüyle büyümüştük.
Bu yüzden filmin nasıl olduğuyla, neresinin nasıl çekildiğiyle, görüntüleriyle, oyunculuklarıyla, yer aldığı evren içindeki yeriyle, hikayesiyle...hiçbir şeyiyle ilgilenmeyeceğim şimdi. Şu an, şimdi, benim için, bana hissettirdikleri önemli. Ve ben uzun zamandır böyle hissederek çıkmamıştım bir filmden. Tamamen allak bullak oldum. Belki dünyanın en kötü filmi, belki zerre bahsedilecek yanı yok, bilemem. Şu an bunu bilebilecek, buna bakabilecek halde değilim. Çünkü alt üst olarak çıktım filmden. Sinemanın bana yapmasını beklediğim, o ilk "büyük" filmlerimde hissettiğim şeyi de hissetmedim. Daha da tuhaftı. Böyle boşlukta yürüdüm eve gelene kadar. Sinema salonundan çıktım ve tamamen bir boşluğun içinde, ayağımı nereye bastığımı bilmeden yürüdüm. Kafam sanki bir jölenin içinde yüzüyor gibiydi. Etrafımdan akan zaman, mekan, insanlar, tepemdeki bulutlar...kocaman bir jöleymiş gibi, boşlukta yürüyerek, eve geldim.
İçim allak bullak. Bilmiyorum belki birkaç saat sonra böyle olmayacağım; belki yarın, belki sonra bir daha izlediğimde, belki yıllar sonra yeğenlerimi Star Wars ile tanıştırırken bir daha izlediğimde böyle olmayacağım. Ama 30 yaşımı bitirirken, hayatım böyle saçma bir haldeyken, dünya bu kadar ipe sapa gelmez bir yer haline gelmişken, bugün o sinema salonunda hissettiklerimi ya da şu an klavyenin başında bir yandan yazıp, bir yandan sebepsizce, neden olduğunu bile bilmeden göz yaşlarına boğuluyor olduğumu unutmayacağım.

19 Aralık 2017 Salı

Scenery of Riding Bicycle'dan gelsin o zaman bu saatte - "Me to You, You to Me"



Gece gece nereden rastladım ben bu şarkıya..Öyle içime dokundu ki. Hem sözleri güzel, hem söyleyenlerin sesleri yumuşacık, hem o gitarların melodileri..Size de dokunmadı mı?
Diyorlar ki, umarım bir gün, senin için, güneşin doğuşu gibi mükemmel bir hatıra olurum ve sana o değerli gençlik günlerimizi hatırlatan bir resim gibi hiç pişmanlık barındırmayan bir şekilde, öylece kalırım.
Size de dokunmadı mı?

18 Aralık 2017 Pazartesi

Alessandro Baricco'dan "Bin Dokuz Yüz: Bir Monolog"

Her seferinde birisi bir ara kafasını kaldırır... ve onu görürdü. Anlaması zor bir şey.
Hakikaten de biraz öyle. Biraz da değil. Bir gemide, okyanus üstünde gidip gelen bir hayatın, bir ruhun öyküsü, Danny Boodmann T.D. Lemon Novecento'nun öyküsü. Bir yolcu gemisinde, okyanusun bir yakasından öbür yakasına doğup, bir piyanonun başında büyüyen bir adamın düşüncelerinde keşfetmemizi sağlamaya çalışıyor Alessandro Baricco hayatın ne olduğunu, ne olabileceğini. Keşfetmek de demeyelim de, öyle büyük laflar etmeyelim, düşünmemizi sağlamaya çalışıyor diyelim. Bir tiyatro oyunu metni bu aslında. Tek kişilik bir oyun. Anlatıcımız çıkıyor sahneye, gelip giden dekorlarla birlikte anlatmaya başlıyor Bin Doku Yüz'ün hikayesini. Piyano seslerinde, jazz melodilerinde.
İtalyan yazar Alessandro Baricco'nun 1994'te yazdığı tiyatro metni bu. 1998'de de müziklerini Ennio Morricone'nin yaptığı bir film versiyonu da var. Bu benim okuduğum ikinci Baricco (barikko diye okuyoruz sevgili romalılar, İspanyolca'da ç, İtalyanca'da k) kitabı. İlki, İpek, muazzam bir deneyimdi benim için, her defasında söylemekten kendimi alamıyorum. Hani bazı kitapları okurken neye uğradığınızı şaşırırsınız. Sanki ellerinizde tuttuğunuz o kitaptan büyülü sular fışkırır, etrafınızı sarar ve tüm dünya birden o su küresinin dışından size blur efekti verilmiş gibi görünmeye başlarken, kafanızda hafif bir uçmuşluk hissi oluşur, bir tuhaflaşırsınız ya. Tuhaf bir his işte bu. İşte İpek'i okurken hissettiğim buydu, böyle hissettiren çok az kitap okudum. Her bir cümlesinde mesela ahh ulan keşke ben de böyle yazabilsem, mümkün mü ki böyle bir şey diye bakakaldım. Bu yüzden Baricco kafama kazıdığım isimlerden biriydi. Başka ne yazmışsa okumalıyım demiştim o vakitler. Ama tabi yaptığım hiçbir plan gerçeğe dönüşmediği ve de hiçbir kararıma uymadığım için bu düşüncemi de gerçekleştirmekten çok uzaktım. Neredeyse 3 yılı geçmiş okuyalı, buraya da yazmışım hatta, ama ne kitabı okurken düşündüğüm gibi başka Baricco kitabı okuyabildim şu zamana kadar, ne de o yazının sonunda dediğim gibi İpek'in filmini izleyebildim. Orada da demişim Baricco oldukça fazla alanda sanat icra ediyor, değişik değişik işler yapıyor. Oldukça popüler bu yüzden. Felsefe ve piyano eğitimi almış zamanında, ikisini birleştirip hem kitaplar yazmış, hem müzik eleştirileri, hem de tiyatro oyunları. Bir yandan film de yazıp yönetmiş, tv'de talk show da yapmış. Gitmiş yazarlık okulu falan da açmış. Bu yönden de takdir edilesi sanırım. Ya da keşke ben de böyle yazabilsem dediğim gibi kitabı için, kendisi için de keşke ben de böyle bir insan olabilseymişim denesi. Evet, evet, en iyi böyle ifade edebilirim sanırım.
Bin Dokuz Yüz'e geri dönersek, keşke okusanız derim. Keşke okusanız, siz de bu hissi yaşasanız. 64 sayfalık, ufacık bir öyküde hayatın içine dalsanız.
Alessandro Baricco, kaynak:Kitaplık Kedisi

İnsanların gözünde gördükleri şey değil, görecekleri şey görülür.
(...)
Okyanus büyük ve korkutucu olduğu için çalıyorduk, insanlar zamanın nasıl geçtiğini anlamasınlar, nerede olduklarını ve kim olduklarını unutsunlar diye çalıyorduk. Dans etsinler diye çalıyorduk, çünkü eğer dans edersen ölmezsin ve kendini Tanrı sanırsın.
(...)
Aklında bir şeyler öğrenme düşüncesi olduğunu sanıyorum. Yeni bir şeyler. O böyleydi. Biraz yaşlı Danny gibi: Yarış nedir bilmezdi, kimin kazanacağı umurunda değildi, onu şaşırtan olup bitenlerdi. Bütün olup bitenler.
(...)
Hayal ve anılarla yaşıyordum, bazen ayakta kalmak için başka yapacak bir şeyin yoktur. Umut yoksulun ekmeğidir ve her zaman iyi gelir.
(...)
Bu çılgınlık değil, kardeşim. Geometri. Bir oyma işi. Mutsuzluğu yendim. Yaşamımı isteklerimin pençesinden kurtardım. Geçtiğim yollardan geçebilsen, birbiri ardına isteklerimi büyülenmiş, hareketsiz, sonsuza dek orada durmuş, sadece sana anlattığım bu tuhaf yolculuğun rotasını belirlerken bulursun.


[Ben kitabı Can Yayınları'ndan Şemsa Gezgin çevirisiyle çıkan 2.basımından okudum. Nette KitapYurdu'nda 6,17 tl'ye bulabilirsiniz.]

mühendis


Richard Bach'tan "Martı Jonathan Livingston"

Çoğu martı, uçuşun en basit gerçeklerinden ötesini öğrenmeye zahmet etmez - kıyıdan yiyeceğe ve oradan geriye ulaşmak. Martıların çoğu için uçmak değildir önemli olan, boğazdır. Bu martı ise yemeyi değil, uçmayı önemsiyordu. Uçmayı her şeyden çok seviyordu Martı Jonathan Livingston.
Richard Bach hakkında ya da bu öyküsü hakkında hiçbir fikrim olmadan alıp okumaya başladım kitabı. Elbette kendimi bildim bileli duyuyordum oradan burada rastlıyordum ama tek bir fikrim bile yoktu. Bu kadar bilindik bir şey eh benim de hayatımın bir noktasında okuyup "bilmiyor" kalmamam gerek diye düşünüyordum. Genelde okuyacağım, izleyeceğim şeyler hakkında öncesinde bir ton araştırma yapmış olurum, bilinçli bir şekilde seçerim, kafamda öncesinde oluşturduğum tüm "bağlamla" birlikte dalarım hikayelerin içine. Yazarın bunu niye yazdığını, nerede hangi kafayla bu işe giriştiğini, sonuçlarını falan hep bilir, öyle okurum. Ha arada sırf eğlencesine, şansına rafta görüp aldığım kitaplar, kura çekerek izlemeye karar verdiğim filmler de olmuyor değil, oluyor. Ama
Richard Bach, kaynak: Goodreads
Martı'da durum bu ikisi de değildi. Kitabı çok duymuştum, bu yüzden sanırım hiç araştırma gereği hissetmeden kafamda bir dolu kurmuşum. Oysa hem beklediğimden çok farklı bir şey çıktı, hem de birazdan diyeceklerimi hissettirdi.
Ama utanmadan kanatlarını yeniden geren, titreyen, o zorlu eğimle yeniden geren, yavaşlayan, yavaşlayan ve bir kez daha bocalayan - Martı Jonathan Livingston sıradan bir kuş değildi.
diyor daha ilk sayfada Richard Bach. İşte o anda bir şeylerin benim için hiç de iyi gitmeyeceğini anlamaya başladım okurken. Çünkü her cümlesiyle birlikte anlaşılmaya başlıyordu ki Bach, bu öyküyü bizim için, uçmayı seven, karnını doyurmaktansa kanatları açabildiği kadar açıp rüzgarı hissetmeyi yeğleyen bizler için yazmıştı. Korkmaya başladım. Bana yeniden kurtulmaya çalıştığım o "uçmayı seven martı" olmayı hatırlatmasından hiç hoşlanmadım. Tüm hayatımı,
Jonathan itaatlice başını salladı. Birkaç gün öbür martılar gibi davranmaya çalıştı; gerçekten uğraştı, iskelelerde, balıkçı teknelerinin çevresinde çığlıklar atıp sürüyle kavgalara girişti, balık ve ekmek yığınlarına dalıp çıktı. Ama yürütemedi.
diye yazdığı satırlardaki o "yürütememe" durumunda sıkışıp kalmışlık içinde geçirmiştim. Şimdi bu noktada artık diğer kuşlara uyum sağlamaya, en azından onlar gibiymiş gibi yapmaya çalıştığım, çabaladığım bir ruh halindeyken Jonathan Livingston'ın öyküsünü dinlemek sinir bozucuydu. Hep bu Richard Bach gibiler yüzünden zaten mutsuz oluyoruz. Bize mutsuzluğumuzu hatırlatıyorlar, bizi o mutsuzluğumuza geri itiyorlar. Hem de ne diyerek? Çok daha iyi bir şey yaptıklarını düşünerek. Bizim iyiliğimiz için yaptıklarını düşünüyorlar. Oysa bıraksalar, biz de diğer herkes gibi olmaya çabalasak, diğer herkes gibi hissetmeden yaşıyor olsak, çok daha mutlu olacağız. Salaklık büyük mutlulukken ne diye habire böyle öyküler yazıyorlar?
Kendine geldiğinde karanlık çoktan çökmüştü ve ayışığında okyanus üzerinde sürükleniyordu. Kanatları kurşun gibiydi ama başarısızlığın yükü çok daha ağırdı. Bu ağırlık onu dibe çekmeye yetseydi keşke! Çekiverseydi dibe ve sona eriverseydi her şey! Böyle diledi belli belirsiz.
Suyun dibine çökerken garip bir ses duydu içinden. Çaresi yok. Ben bir martıyım. Kendi doğamla sınırlanmışım. Eğer uçuş hakkında bunca şey öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Hızlı uçmam gerekseydi, şahin gibi kısa kanatlarım olurdu ve balık yerine fareyle beslenirdim. Babam haklıymış, bu saçmalıkları unutmalıyım. Eve, sürüme dönmeliyim ve kendimle yetinmeliyim. Zavallı, sınırlı bir martı olarak kabullenmeliyim kendimi.
(...)ve Jonathan o andan itibaren sıradan bir martı olmaya and içti. Hem, böylesi herkesi hoşnut edecekti.
Böyle bitirse öyküsünü aslında hepimiz ne kadar hoşnut olacağız. Oysa inat ediyor Richard Bach, sayfalarca Jonathan Livingston'ın peşinde uçuyor, süzülüyoruz; başka başka martılarla - bizim gibilerle - tanışmaya devam ediyor, hep bir döngüye düşüveriyoruz.
Martı Jonathan, bir martının yaşamını o denli kısaltan nedenlerin, sıkıntı, korku ve öfke olduğunu keşfetti ve bunların zihninden silerek uzun, güzel bir yaşam sürdü.

[Ben kitabın Epsilon Yayınları'ndan olan Feride Çiçekoğlu çevirisini okudum pdften. Bu ince kapaklı basımını Idefix'ten 9,75 tl'ye sipariş edebiliyorsunuz. Ayrıca ciltlisi de var.]

17 Aralık 2017 Pazar

Henry David Thoreau'dan "Sivil İtaatsizlik"

Thoreau'nun o meşhur açılış cümlesiyle başlayayım: "En iyi hükümet en az hükmedendir." Böyle yazıyor Thoreau ve başlıyor içinde ne varsa, ne düşünüyorsa, etrafındakilere, onu yönetmeye çalışanlara, tüm insanlara ne söylemek istemişse o zamana kadar, yazıp anlatmaya. Aslında bu "pasif direniş" olarak adlandırılan direnme ve protesto etme olayını ya da bunun içeriğini, onu yaptığı direnişleri, protestoları yapmaya iten sebepleri oluşturan fikirleri, temellerini anlattığı kitap bu. 1845'te gidip, arkadaşı Ralph Waldo Emerson'ın Waldo Gölü kıyısındaki arazisinde kendi inşa ettiği bir kulübede yaşadığı iki yıl boyunca emlak vergisi gibi bir türdeki vergiyi ödemeyi reddetmiş Thoreau. Çünkü o zamanlar devam eden Meksika-Amerika savaşını (1846-1848) ve köleliği bu şekilde protesto ettiğine inanıyormuş. Ama tabi onca zaman vergi ödemeyince, eh sonra da borcu topluca ödemeyince almışlar hapse atmışlar abiyi. Sonra bir arkadaşı gelmiş ödemiş de salıverilmiş tek gece sabahlayıp. Ama Thoreau kitapta o arkadaşına, parayı ödemesine de laf ediyor mesela. Kendini hapse atmalarına da, vergi almak istenmesine de verip veriştiriyor tabi önce. Savaşın ne kadar salak saçması bir şey olduğunu anlatmaya çabalıyor, en az köleliğin akıl almazlığı kadar. 200 yıl öncesinde bile yazdığı şeyleri sanki dün, bugün bizimle otururken yazmış gibi hissettiriyor. Kendi kendimize icat ettiğimiz bir şey, bir kurum - devlet/hükümet/yönetim - nasıl olur da kendimize zararlı bir şey olur aslında diye hep beraber kafamız karışmış halde bakakalıyoruz. Tıpkı insanlığın yapay zekayı yaratıp, sonra da skynet tarafından avlanmaya başlanması gibi. Nihayetinde biz yarattık diyoruz, tutup kendi elimizle kendimizi yönetmesi için tıpkı bizim gibi etten kemikten başka insanlara boyun eğiyoruz. Neden? Harbiden neden?
Thoreau abi, "bakın ben tam bir baş belasıyım" diyen bakışıyla. kaynak: FamousAuthors
Thoreau'nun tüm bunlara dedikleri, açıklamaları o kadar yerinde, o kadar "doğru" ki.

Hükümet, insanların iradesiyle seçilmiş ve bu iradeyi yürüten bir kanaldır, ama halkın iradesinden önce, eşit miktarda istismarı ve sapkınlığı getirir. (...) birkaç kişinin hükümeti kullanarak sağladığı yarar, başlangıçta, bu hükümeti oluşturan insanların iradesi dışında kalmaktadır.

diyor mesela. Sonra,

(...)gücü elinde bulunduran insanların çoğunluğa göre hareket etmeleri, bunun haklı olduğunu ya da azınlığa göre adaletli olduğunu göstermez. Sadece bu insanların fiziksel olarak çok güçlü olduklarını gösterir. Ne var ki, çoğunluğun yürüttüğü bir yönetim hiçbir şekilde, insanların anladığı şekliyle, adalete dayalı olamaz. Çoğunluğun doğruya ve yanlışa karar vermediği, vicdanlı bir hükümet var olamaz mı? Çoğunluğun yararlılık kuralı göz önünde bulundurularak karar verdiği bir hükümet?

diye soruyor. Olabilir mi ki diyoruz biz de.

Hukuk asla zerre kadar eşitlik getirmemiştir ve en çok saygı duyulan kararlar bile, adaletsizlik için günlük vasıtalardır. Yasaya duyulan yersiz saygının en yaygın ve doğal sonucu, yüzbaşı, onbaşı, er ve tüm orduyu bir anda hayran olunası bir düzenle dere tepe aşarak, kendi istekleri, kendi mantıkları ve vicdanları dışında, ki bu işi onlar için iyice zorlaştırmaktadır, savaşa gittiğini izlemektir. Onların, kendi istekleri dışında bu lanetli işe dahil olduklarından şüpheleri yoktur. Onlar nedir? Yalnızca birkaç adam mı? Ya da gücü elinde bulunduran vicdansızların hizmetinde hareket edebilen kaleler ve silahlar mı?

diye yazıyor ardından ki biz de lanetler savurmaya başlıyoruz tüm bu düzene.

Kölelik ve savaşa fikren karşı olan fakat bunları bitirmek için hiçbir şey yapmayan; Washington ve Franklin’in çocukları olduğuna inanan, ama yine de eli cebinde oturup ne yapacaklarını bilmediklerini söyleyen ve hiçbir şey yapmayan, hatta özgür ticareti insan özgürlüğüne tercih
eden ve akşam yemeğinin üzerine sessizce okudukları piyasa haberleri ve Meksika haberleri sonrasında uyuyakalan binlerce insan var.

diyor sonra. Kendimize tükürmeye başlıyoruz, utancımızdan. Ama Thoreau'nun darbelerinin acıması yok, savuruyor.

Beklerken, bertaraf edilmişlerdir, bir başkasının gelip kötülüğü durdurmasını ve bu sayede pişmanlıktan kurtulmayı beklerler. Çoğunlukla, basit bir oy verirler ve Tanrı yanlarından geçip giderken hepsini Tanrı’ya havale ederek tevazu gösterirler.

Ama çareleri de söylüyor Thoreau, kendince işe yarayacak doğruları.

Eğer kendimi bir fikre adayacaksam, en azından önce o fikrin kimsenin hakkını gasp etmediğini
görmeliyim. Eğer öyleyse, onu bu durumdan kurtarmalıyım ki hakkını gasp ettikleri de kendi fikirlerini bulabilsin.
(...)
Bu dünyaya burayı yaşanacak bir şey yapmaya değil, iyi ya da kötü, yaşamaya geldim. Bir kişi her şeyi yapamaz, ama bir şeyler yapmış olmalı; çünkü zaten her şeyi yapamaz, yapması da gerekmez ki bir şeyi yanlış yapmasın.

Çok ilginç şeyler de söylüyor arada.

Bir kimse, eğer hükümetinin yoluna taş koymaz ise Türkiye’de bile zengin olabilir.

Sormaya, sorgulamaya devam ediyor ama hep yine de.

Yani devlet asla bir kimsenin aklı ile, entelektüel ve ahlaki yönden, yüzleşemez; yalnızca bedeni ve duyuları ile yüzleşebilir. Akıl veya dürüstlük olarak değil yalnızca fiziksel güç olarak üstünlüğü vardır. Bu dünyaya zorlanmak için gelmedim. Kendi ritmimle nefes alabilmeliyim. Kim en güçlü imiş, görelim. Hangi gücün büyüklüğü vardır? Onlar beni sadece benden daha üstün bir yasaya uymaya zorlayabilirler. Beni kendileri gibi olmaya zorlamaktalar. İnsanların çoğunluk tarafından şu ya da bu şekilde yaşamaya zorlanmasını anlamıyorum. Hayat ne şekillerde yaşanır?

Ve kendi cevabını da bulmakta gecikmiyor.

Kendim de içtenlikle takip edeceğim ve sevinçle kurallarına uyacağım yönetim; ki bu yönetim çoğu kimsenin bilmediği ve yapmadığı şeyleri ve konuları benden daha iyi bilmeli ve yapmalıdır, yine de ahlaki yönü zayıf bir yönetimdir: kesinlikle adil olması için, yönetilenin yaptırımına açık ve rızasına
malik olmalıdır. Benim kişiliğim ve mülküm üzerinde hiçbir hakka sahip olmamalıdır, eğer ben razı gelmiyorsam.

[Ben kitabı bir pdften okudum, Kafekültür Yayıncılık 2013 yazıyor kapak içi sayfasında. KitapYurdu'nda bu basımı buldum 6,75 tl'ye netten alınabiliyor. Ama gördüğüm kadarıyla nette daha çok Sivil İtaatsizlik-Yürümek olarak birlikte bir basım şeklinde olan var. Zeplin Kitap'ın bu şekildeki basımını da mesela Idefix'ten 5,40 tl gibi bir fiyata sipariş verebilirsiniz. Ama kişisel fikrim, incecik bir kitap, eski kitap satan pek çok yerde gayet normal bir fiyata kolayca bulunabilir.]

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...