23 Mayıs 2016 Pazartesi

la costante

Babamla bir ziyaretten daha sağ çıkmanın verdiği o yenilmişlik, o dipsiz hüzün ve dağ gibi karmaşık duyguların ezilmişliğiyle karşınızdayım. Salı gecesi geldi annemle babam, bu sabah da buraya gelen halamlarla buluşup, köye doğru yola çıktılar. 19 mayısın gazıyla hemen herkesin bir tatil havasına büründüğü bu geçtiğimiz hafta resmen ziyaret haftasıydı. İnsan böyle akrabalarıyla görüşebildiği, uzun zamandır göremediği arkadaşlarıyla buluşabildiği bir haftasonundan sonra böyle rahatlamış, böyle hafif bir tebessümle oturuyor olacağını sanıyor değil mi. Ama bizde işler öyle yürümüyor. Gönül'ü Aşti'ye yol ederken son ana kadar her şey güzeldi mesela, ama sonra tam o ikimiz de birbirimizden yavaşça ayrıldık böyle arkamı dönerken o son saniye onun da arkasına dönüşünü gördüm ya..saçları sanki ağır çekimde savruluyordu, herşey yavaşladı bir anda. Arkamı dönüp, yürümeye başladığımda üstüme kocaman bir taş düşmüş gibi oldu. Neden böyle oldu bilmiyorum. Vedalar koymaz bana genelde. Ne bileyim, veda etmemiz gerektiğini bilirim çünkü, insanlara sarılırım ya da görüşürüz derim ayrılırız. O kadar yani, bir şey olmaz. Ama yıllarla birlikte bu da değişiyor sanırım. Artık yaşlandıkça boğazımda kocaman bir yumruyla veda ediyorum herhalde.
Yıllar geçtikçe değiştiğine şaşırdığım şeylerin yanında bir de nasıl olup da hala değişmediğine, bir türlü düzelmediğine inanamadığım şeyler de var mesela. Benim hala babamı memnun etmeye, gururlandırmaya, beklentilerini karşılamaya çalışma çabam gibi. Ve onun da hiçbir zaman memnun olmaması, her seferinde durup durup bir kere ağzını açıp da tüm ruhumu keskin bir kılıçla tuzla buz edebiliyor olması gibi. Önce bunu yaptığı için ondan ölesiye nefret edip, ardından da onu yine de mutlu etmeyi başaramadığım için, hayal kırıklığına uğrattığım için kendimden nefret etmeye başlamam ve onun için daha da fazla üzülmem gibi. Bunlar hiç değişmiyor, öylece sabit. Ama Desmond'ın sabiti gibi değil, ruhuma çakılmış bir çivi gibi, hep acıtıyor, ne yerinden sökülüyor ne de sonunda acıdan ölmemi sağlıyor. Hiçbir türlü o acıdan, o sabitten kurtulamıyorum

8 Mayıs 2016 Pazar

3800 yıl öncesinden bir kralın biyografisi, Marc Van De Mieroop'tan "Hammurabi"

Hammurabi ismi size bir şeyler hatırlatıyor mu? Hammurabi deyince direkt kanunlar! diye cevabı yapıştırıyor mu beyniniz yoksa eğitim sistemimizin saçma sapan koridorlarının birinde yanından geçip gitmesine izin verdiklerinizin oluşturduğu o koca yığının içinde kaybolup gitti mi? Gitmemiş olsa bile, o kanunlar diye birşeyleri hafif hafif hatırlıyor olsanız bile aslında bu da çok birşey ifade etmiyor. Haklısınız, bana da etmiyordu. Hammurabi hakkında tek hatırladığım, tozlu ilkokul lise sıralarında öğrenebildiğim tek şey kanunlar yazdığıydı. Böyle diyorlardı yani kitaplarımızda. Hocalar da öyle diyordu. Kafam karışıyordu benim, ulan önüne gelen kanun yazmış arkadaş sultanı süleymanı, hammurabisi...Ne kanun adalet meraklısıymış bu tarih de diyordum, bunca kanun nizam vardı da olay bu raddelere geldi, e çok işe yaramış o zaman diye düşünüyordum. Ama öğrenmenin, keşfetmenin, gerçeğin en derinine inmenin, söylenenlerin yazılanların ardındakilere doğru yüzmenin, önümüze konulanla yetinmemenin sınırı, yaşı yokmuş kıymetli kayıp çocuklar. İyi ki de yokmuş.
Marc Van De Mieroop,
Columbia'da profesör pozuyla.
Bu dönemin başında, resmen kendisinden ders alabildiğim için kendimi şanslı saydığım, bilgisinin, algısının ucu bucağı olmayan bir hocam tavsiye edince İş Bankası Yayınları'ndan çıkan bu kitabı dakikasında alıp, okudum. Marc Van De Mieroop'un (bu da ne isimdir arkadaş) anlatımı öyle bildiğiniz sıkıcı, tarih kitabı kıvamında değil. Yeri geliyor Game of Thrones'a dönüşüyor, yeri geliyor CSI oluyor Fırat üstünde Dicle üstünde süzülüyoruz. Anlatımını temelde kronolojiye oturtmaya çalışmış Mieroop. Hammurabi'nin tarih sahnesine çıkmasının hemen öncesinden başlayarak genel bir Mezopotamya tablosu oluşturuyor önce ki nasıl bir ortamda ortaya çıktığını ve yükseldiğine anlayabilelim. Sonrasında adım adım onu büyüten, koskoca bir coğrafyanın kaderine yaptığı kalıcı değişikleri izliyoruz Elam'ın Yenilgisi, Larsa'nın İlhakı, Eşnunna'nın Yıkılışı, Mari'nin Yağmalanması gibi başlıklar altında. Ardından nihayet o hep bize dikte edip geçtikleri kanun olayına geliyoruz, Kanun Koyucu Hammurabi başlığında ve aslında ne olup-ne olmadığını anlıyoruz. En son Mieroop bu kalkıştığı işin boyutunu ve anlamını açıklamaya çalışıyor bize. Öyle ya, M.Ö.19.-18.yy.da yaşadığını sadece toprağın içinden kazarak bulduğumuz tabletler üzerinde yazanlardan bilebildiğimiz bir kralın, bir insanın etraflıca bir biyografisini yazmaya çalışmış. Düşünsenize bir Marilyn Monroe ya da Marie-Antoinette biyografisi yazmak gibi falan değil temelde.
Bir yandan, Hammurabi hakkındaki malzeme o kadar parçalı bir haldedir ki hayatının büyük bir kısmı karanlıkta kalmıştır; diğer yandan onun döneminde yaşayan başkaları hakkındaki malzemeden çok daha fazladır. Zaman ve şartlar bakımından uzaklık, Hammurabi hakkında bilmek isteyeceğimiz pek çok şeyi gizlediği için araştırmalarımız bu adam hakkında parçalı bir tabloyla sonuçlanabiliyor ancak. Ama büyük işler başardığını ve adının anılmaya değer olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
diyerek bitiriyor anlatısını zaten Mieroop da. Tüm bunlar bir yana, Hammurabi hakkında bir kitabın bizim için asıl önemini oluşturan şey, şimdi içinde bulunduğumuz duruma binyıllar öncesinden bir bakış açısı sağlaması, adeta büyüteçle gözümün önüne getirmesi. Bu coğrafyada neyin neden nasıl olduğunu anlıyoruz, adeta aydınlanıyoruz güneş doğmuşçasına. Ama tabi o güneşin karanlıkta kalmış akıllarımıza doğması hiçbir şey ifade etmiyor yaşadığımız coğrafyayı ışıtmadığı sürece.

[Bendeki kitap mart 2014 tarihli 2.basımı, çeviri Bülent O.Doğan'dan. Kitabı nette daha ucuza bulabiliyorsunuz tabiki Idefix ve KitapYurdu'nda 11.2 tl görünüyor. Ama ben misal atladım gittim İş Bankası'nın kitap satış yerine Ankara'da bizim Sakarya dediğimiz yerde, banka şubesinin arkasında. Öyleymiş yani ben burada yaşadığım bu 20.senede ilk defa duydum gittim. Zaten kimse bulamasın diye kuytuya sokuvermişler kitapçıyı resmen, yeteri kadar ısrarcı olmadan bulamıyorsunuz. Neyse asıl diyeceğim içerde yüzde 30'luk mu 40'lık mı ne indirim vardı tüm kitaplarda. O yüzden kitabın arkasında 16 tl fiyatı var ama ben aldığımda 10-11 tl'ye falan geldi. Ha bir de oradaki görevli arkadaş şahane bir insan, siz de uğrayıverin.]

28 Nisan 2016 Perşembe

uykusuz gecelerin sabahı, Jack White'tan High Ball Stepper



Öğleden sonraya koskoca bir sunum yetiştirmeye çalışıyorum. Gram uyumadım, gözlerim şiş şiş. Gece de otobüsüm var, aylardır annemleri görmemiştim oraya gideceğim. Ama bıktım, inanın bıktım, hala böyle sabahlayarak ödev yetiştirmeye çalışmaktan, hala hocalardan azar işitip işitip ezilip büzülmekten, bıktım ya. Yalnız şu an bu yazıyı yazarken üstteki video görüntüsü hareket ediyor gibi geliyor habire, böyle uzayda salınıyor gibi. Evet şahaneyim şu an, kafam mükemmel.

21 Nisan 2016 Perşembe

"Gerçeği görmeliyiz dostum başka çaresi yok"

James'in fotosu hem bu yazının ruh haline uyuyor
hem de bugün onun doğumgünü, sen bari
izleyebileceğim bir film yap artık James,
sen bari bırakma beni.
Şimdi bu yine sizin için sıkıcı ama benim için bir rahatlamaya çalışma yazısı olacak, uyarmadı demeyin.
Hayatımda büyük değişiklikler oluyor. Birden bire son hızla giden bir trene atlamış gibiyim. İlerdeki durakları söylediler ama oralara nasıl gideceğime dair bir fikrim yok. Öyle kaptırdım gidiyorum. Geçen dönem, geçirdiğim okul döneminde hani baya bir zorlanmıştım, aylarca başımı kaldıramamıştım ya, hah işte bu dönem herşey rahatlayacak diye umarken dediğim o trene atladım. Evet ben atladım, yıllarca hayalini kurduğum trendi o ve ulaşacağı duraklar, o yüzden düşünmedim atladım. Şubattan beri 5 ders+1 seminer alıyorum; 4 ders için sunumlar, seminer için ödev hazırlıyorum ve her hafta ingilizce-türkçe birebir çeviri yapıyorum sayfalarca. Hafta içi 3 akşam italyanca kursuna gidiyorum, hatta bir ara geride kaldık diye haftada 5 akşam ders yaptığımız haftalar oldu. Her boş vaktimde ödevler için kütüphaneye koşturuyorum gene geçen dönemki gibi. Tüm bunların arasında durmadım, bu yaşımda utanmadan erasmusa başvurdum, o da çıkmam demedi, çıktı. Şu an nisanın sonuna geliyoruz, haziranda finallerim var, temmuz-ağustos kazıda olacağım, eylülde de Roma'ya uçmam gerek. Eylülden önümüzdeki senenin haziranına kadar Roma'da olacağım, her şeyi doğru dürüst halledebilirsem, paramı yetirebilirsem falan. Çok mutlu olmam gerek aslında değil mi? Havalar uçuyor olmam gerek. 9 yaşımdan beri kazıya gitmeyi hayal ediyordum, sonunda gerçekleşiyor diye içimin içime sığmaması gerek değil mi? Ömrümün her günü gitmeliyim, ah bir gidebilsem, ah bir yaşayabilsem bu ülkenin dışında diye salak salak hayal kurmuşken şimdi koca bir yılı Roma'da geçirecek olmanın heyecanıyla kendimi kaybetmem lazım değil mi?
Ama hiç de öyle hissetmiyorum. Bir terslik var anlayamıyorum. Bir tuhaflık var. Aklımda milyonlarca negatif soru beliriyor. Ya onca hayalini kurduğum kazıda çok mutsuz olursam. Bu yaşta artık her şey insana batıyor, hiçbir şeye tahammülünüz kalmıyor. O koşullarda iki gün bile dayanamazsam. Ya hiçbir işe yaramazsam. Sevmezsem eğer. Hiçbir şeyden anlamazsam. Sonra oraya gidene kadar erasmus işlemlerimi halletmem lazım, oradan nasıl yapacağım. Kazıdan vaktinde dönebilecek miyim. Roma'ya okul dönemi başlamadan gidip bir alışmak, şehri bir tanımak istiyorum mesela, o yüzden ağustosın yarısından sonra gideyim diyorum ama hoca bırakacak mı. Sağlık sigortası nasıl bir şeydir hiçbir fikrim yok, nasıl yaptıracağım. Learning Agreement'ı dolduracağım ama ben ders almayacağım ki tez yazmaya gidiyorum. Gideceğim okulun web sitesinde aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum, tez dersi diye bir şey bulmak için ders katalogunu arıyorum ama yok. Burdaki danışman hocamın bir an önce tez konumu vermesi gerek, yani birlikte belirlememiz gerek ki belgeye yazayım, diğer okuldan bir hoca bulayım görüşeyim falan, ama danışmanım hımm peki düşünelim dedi, ne kadar daha düşünecek. Hibe ne zaman çıkacak, yatacak. Yetecek mi, baktım odalara şöyle bir hepsi en az benim aylık hibe miktarından başlıyor. Ayrı tuvalet banyoları bile yok. Kalacak yeri bir an önce ayarlamam lazım eylüle kalmazsa yer.Daha pasaportum bile yok, onu ne zaman halledeceğim. Vize başvurusu için kalacak yer lazım, ama daha onu ayarlamadım. Ahh bu haftaya iki sunumum var, hiçbir şey bulamadım, ama bu kent ile ilgili herşey almanca ben ne bileyim almanca. Paramı orada nasıl çekeceğim, telefon hattının en ucuzu hangisi ki onu nasıl halledeceğim. Uçağa almazlar tüm eşyamı nasıl götüreceğim öyle ya bir yıl. Aa belki arada gelirim gelemem mi gelirim herhalde oha uçak biletleri ağustos için şimdiden 400 lira mı. Oturma izni mi, ilk 8 gün içinde oturma izni mi almam lazım ama nerden nasıl. Fiscal code mu o ne, almam mı gerek ama niye. Ne demek italyanlar ingilizce konuşmuyor, ben daha temel 3'teyim gidene kadar da taş çatlasın orta 1 olurum, hiçbir şey anlatamam ki. Daha burdaki üniversitemin ab ofisini bulamadım dolana dolana hani havuzun arkasındaydı bu ne lan resmen saklamışlar ofisi. Bir de gidip Roma'dakini mi bulacağım, oldu tabi. O kadar bavulla çantayla ben nasıl gideceğim havaalanından kalacağım yere.
Ve en kötüsü. Ulan 29 yaşındayım, en iyi ihtimalle döndüğümde tezimi yazabilmiş olsam bile mezun olabilsem bile 30,5 yaşında, mühendislikle alabildiğine alakasız bir bölümden yüksek lisans diploması almış, işsiz, beş parasız, üstüne bir sürü para harcamış bir insan olacağım. Okuduklarımdan anladığım hibenin geri kalan %20'sini alabilmeyi başarsam bile döndükten aylar sonra oluyormuş bu. İtalya'da ve hadi gezdiğim yerlerde geçirdiğim bir yılın ailemin cebine taş gibi oturacağı bir gerçek. Ve bunun bir getirisi olmayacak bana da onlara da. Yaşım geçmiş olacak, paraları bir güzel harcamış olacağım ve üstüne bilgisayarla ilgili her şeyi unutmuş olacağım ama zaten unuttum. Şu an bu masterını yaptığım alanda iş bulmamın imkanı yok, kendi mezunları bile işsiz. Kpss ile gitsem gene memur olayım desem, tek hatırladığım şey üçgenin iç açıları toplamı. Kaldı ki her an bir düzenlemeyle yaş sınırını 30'a geri çekebilirler, öyle bir şansım da kalmayabilir. Devlet dışında hiç iş bulamam, yaşıtlarım, birlikte mezun olduğum insanlar senior developer, project managerken ben daha hello world nasıl yazılıyordu onu hatırlamıyorum. Ve daha da kötüsüne geliyorum, ailemi şu dakika kaybetsem oturacak bir evim, yiyecek bir lokmam bile olmaz. Tüm var oluşum bu noktada dönüp dolaşıp yine tamamen babamın zavallı emekli maaşına kalmış durumda. Tüm çevremin, yaşıtlarımın her gün boy boy yeni doğan bebeklerinin fotoğraflarını koyduğu, evlilik yıldönümleri gezilerini gösterip durduğu, evlerinin son taksidini yatırdığı, işlerinde yeni terfiler aldığı bir dönemde, bir yaşta ben tutmuş lay lay lom hadi gideyim yazın iki ayımı tozun toprağın içinde geçireyim, yok efenim oradan ver elini romalara gideyim bir sene kalayım, ohh geniş geniş diye salınıyorum. O kadar saçma, o kadar gereksiz şeyler yapıyorum ki, o trenin içinden öylece dışarıdaki insanlara bakıp kalıyorum. Tren son hız gidiyor, yaptığımın, o trenin içinde olmamın fevkalade yanlış olduğunu biliyorum, içimdeki diğer ben çığlık çığlığa bağırıyor atla çok geç olmadan diye ama çivilenmiş gibi kaldım, tren koşturuyor ben de onunla birlikte, onun içinde koşturmuş oluyorum.
Bir 10 yıl önce, 5 yıl önce çok mutlu edici olacak şeyler şu an beni ölümüne mutsuz ediyor. 20 yaşıma girerken olması gereken şeyler, o zaman olsa tadından yenmeyecek şeyler 30'uma yol alırken etlerimi kesiyorcasına canımı yakıyor. Hayatınız boyunca birini sevip, bekliyorsunuz ama o kadar uzun süre beklemiş oluyorsunuz ki artık geldiğinde ikiniz için de çok geç olmuş oluyor.
Sadece yorganı kafama çekip, öylece kalmak istiyorum.

14 Nisan 2016 Perşembe

Years&Years ve dehşet dolu rüyalar



Şarkıyı demin gelirken trende, radyoda dinledim. Şahane geldi su girmiş ayaklarıma, ıslanmış kapşonlumun üstünden derime değen suyun titrettiği üstüme. Ne bileyim güzel işte.
Bu aralar böyle tuhaf tuhaf ama kötü rüyalar görüp duruyorum. Kafayı yemiş halde açıyorum gözlerimi sabahları. Herhalde bu haberlerden, olan biten herşeyden kendime göre fena etkilendiysem. Mesela yalnızca bu hafta gördüklerim içinde iki tanesini söyleyeyim de anlayın durumu.
Bir tanesinde, deniz kenarında, ada gibi bir yerde bir yetimhane var. Alabildiğine ıssız, böyle hani her yer yeşil ama ağaçlık alanın bittiği noktadan denize kadar sırf çim şeklinde bir yeşillik. Rüzgarın insanın kulaklarında uğuldadığı, denizin maviden çok koyu gri olduğu bir atmosfer. Taş bir bina yetimhane. Orda çalışıyorum, müdür yardımcısı gibi birşeyim. Müdür de hatta gerçekte arkadaşım olan biri (rüyanın dışında yani). Dizimin dibinde hani Heidi'ninki gibi bir köpekle dolanıp duruyorum, ortam bu. Çocuklar da hep küçük, 5-6 yaşından büyüğü yok. Bir gün bir halüsinasyon gibi, bir öngörü gibi bir şeyde çocuklardan bir tanesinin öldüğünü görüyorum. Hatta böyle öldüğü anı, nasıl öleceğini falan hep görüyorum "vision"ımda. Ama sonrasında hiçbir şey hissetmiyorum, diyorum ki içimden olacak olana engel olunmaz, geleceğe müdahale edilmez. Ve hiçbir şey yapmıyorum. Ama çocuk ertesi sabah aynen vision'ımda gördüğüm halde ölmüş bir şekilde bahçede, çimlerin üstünde ölü bulunuyor. Onu görünce gerçekten oldu diyorum bu defa içimden, hakikaten gerçekleşti. O ana kadar doğru düzgün bir şey hissetmezken rüyamdaki "ben", ölü çocuğu görünce yere yığıldım, içim dışıma çıkana kadar ağladım. Eh tabi aynı şekilde ağlayarak uyandım. Bu arada rüya gördüğüm farkındaydım tüm zaman boyunca. O yüzden aslında rüyamdaki ben'e her adımda kızıp, şaşırdım, yattığım yerden neden bir şey yapmıyorsun diye.
Önceki sabah uyanmama sebep olansa daha kötüydü. Penceremden bakıyorum rüyamda. Sokakta siyah bir bulldog var. Etrafında yine çocuklar, küçücük çocuklar. Kaçışmaya başlıyorlar, olduğum yerden hayır diyorum öyle koşuşturmayın saldıracak. Ve köpek saldırıyor. Bir tanesini yakalıyor ve çatır çutur yemeye başlıyor. Gerçek anlamda çatır çatur yiyor ve ben bunu görüyorum, bağıramıyorum, kendimi pencereden öyle bir uzaklaştıyorum ki görmeyeyim diye dayanamıyorum çünkü. Ama gözlerimi kapasam da o sesler geliyor, çatır çutur kemiklerini duyuyorum çocuğun. O kadar dayanılmaz hale geldiğindeyse uyandım.
Şimdi böyle şahane bir şarkı dinlerken böyle şeyler anlatmak istemezdim ama öylece elime geliverdi. Öyle her sabah ayrı bir dehşet öyküsüyle açıyorum gözlerimi. Belki yazarsam, belki böyle kağıt üstüne olmasa bile bloga dökersem kanımı, iyi gelir diye. Neyse.
...nothing's gonna hurt me with my eyes shut.

nasa'dan pullar

İşte bu da nasa, öyle pulla çöple uğraşıyor biz astronot kıyafetleriyle gezerken. Hiç.

kaynak: tabiki NASA
Şaka bir yana (evet hepimiz bir şaka olmasını umalım), o ne Neptün'dür öyle arkadaş!

writing things down

TheWorldofCinema-Tumblr'dan

13 Nisan 2016 Çarşamba

13 nisan - Giderayak

Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığındaki hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık;
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?

Tabiki unutmadım, sadece eve ancak geldim. Selam olsun Veli'ye, bir garip'e.

8 Nisan 2016 Cuma

Eyyy Romalılar vatandaşlar yurttaşlar!



Bu müziği duyduğunda insanın şöyle bir yan yan oynayası, sallanası, kendini kaybedesi geliyor ya 1 dakikalığına da olsa, hah işte tam o duyguyu bir yaşayın şimdi, tamam mı, o zaman haberi özet geçiyorum: Henüz ayrıntılara bakacak vaktim olmadı, sadece açıklanan sonuçlar içinde ismimi buldum ve zamanını neyini nasılını hiç bilmiyorum ama yazdan sonra Roma'da en azından bir okul dönemi geçireceğim :D

4 Nisan 2016 Pazartesi

Lukas Graham gazlasın, Take The World By Storm

Lukas Graham'ı mutlaka radyoda duymuşsunuzdur şimdiye milyon kez. Hani bu içli bir sesle "once i was seven years old.." diye şarkıya giren kardeşimiz işte. Albüm çıkmış sonunda nisanın 1'inde. Güzel, pek güzel. Dinleyin bence. Ama bu aşağıdaki şarkıyı bir ayrı bir dinleyin, pazartesi falan, haftaya böyle bu gazla başlayın. Valla, iyi gelir.


3 Nisan 2016 Pazar

Pride and Prejudice and Zombies (2016) saçmalığı

kaynak: FancyDress
Herhalde sene 2010 falan, emin değilim. O günlerde Tunalı'daki 6 katlı D&R'da dolanırken bir kitaba denk gelmiştim, Aşk ve Gurur ve Zombiler diye. Elime aldım bakmak için ama kahkahayı da koyverdim. Yani Jane'in kitaplarından, hayatından, etinden sütünden, suyunun suyundan yararlanmaya çalışmaları artık alıştığım bir durumdu ama böyle bir fikir de yeniydi hani. Ulan acaba mı demedim değil, acaba iyi midir fena değildir belki falan dedim. Ama azcık inceleyince anlaşılmıştı, bunu da bir kitap diye basmışlardı işte yapacak birşey yoktu. Çok da sallamadan geçtim gittim.
Ta ki geçen sene Douglas Booth'un instagramında haberlere rastlayana kadar. Yeminle şoka girdim ya. Hadi kendini bilmezin biri (Seth Grahame-Smith) yapmış bir delilik, hatta resmen bence kendini eğlendirmek için yazmış ama siz ne akla hizmet buna onca para döküp film yapıyorsunuz? Hayır o yapımcılar falanlar filanlar kitap çok manyak sattı eh filmi de kazandırır mı ki diye para hırsıyla kollarını sıvıyor da, bu oyuncular nasıl kabul ediyor böyle bir şeyin içinde yer almayı? Hayır hiçbiri de öyle eften püften, kenarda köşede kalmış, ev kredisinin son taksidinin zamanı geçmiş insanlar değil ki mecburiyetten girişsinle bu işe. Bir tanesi, son dönemde - belli ki arkası sağlam- her bir şeyde oynamaya başlayan Lily James. Bir diğeri iyi kötü de olsa habire kendine rol bulan Sam Riley. Öbürü kendini Ben-Hur olarak bile bulmuş olan Jack Huston. Charles Dance, Matt Smith (doktooooor! ah doktor!), Lena Headey ve benim de işlerini takip ettiğim Douglas Booth gibi oyuncular yani. Ay ben mi çok büyütüyorum bu insanları, çok mu ciddiye alıyorum acaba. Onlar da mı eğlenelim diyorlar mesela. Amaan iki güler eğleniriz sonra da hoop paramızı alırız mı diyorlar.
kaynak:ScreenRant
Ne bileyim böyle saçma bir durum işte. Valla boşa giden 1 buçuk saatimi geri istiyorum. Hayır neden izlemeye devam ettim onu da bilmiyorum. Yani şöyle düşünün, herşey kitaptaki gibi birebir hatta cümleler falan. Ama arada zombiler çıkıyor. Jane'in o virgül manyağı cümlelerini ellerinde kılıç, zombi deşerken bir yandan da söylemeye çalışıyorlar tüm ciddiyetleriyle. Darcy'nin Elizabeth'e ilk teklifini mesela, Collins'in evindekini hani, birbirleriyle ölesiye dövüşürken yapıldığını hayal edin. Aa durun hayal etmenize gerek yok, aynen çekmişler. Ya var ya. Neyse.
kaynak:ArchitecturalDigest
Gerçi Sam Riley'yi onca saçmalığın içinde bile izlerken demedim değil, şöyle esaslı bir uyarlamasında hiç de fena bir Darcy olmazmış ondan. Ya da Douglas Booth'tan gayet de olmuş olurdu Bingley. Elizabeth içinse ben oldum olası kimseyi yakıştıramadım, ona birşey diyemeyeceğim o yüzden. Herkes bir şekilde işini kotardı perdede de tvde de. Ama benim o satırları okurken aklımda canlanan şeye hiçbiri uyamadı.
Demem o ki böyle saçmalıkları hep yapıyorlar, yapacaklar da. Benim düştüğüm hataya düşmeyin. Sırf Jane'le ilgili ucundan kıyısından bir şey diye, bir bakayım demeyin.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...