13 Ekim 2011 Perşembe

Lionel Casson'dan "Antik Çağda Seyahat"

"Bu kitap antik dünyada yolculukla ilgili, bugüne kadar yazılmış ilk geniş kapsamlı araştırmadır. " demiş Lionel Casson önsözünde, "Antik Çağda Seyahat" 1974 yılında ilk defa yayınlandığında. 1992'de yapılan Johns Hopkins Üniversitesi basımına yazdığı önsözde de bunu tekrar edip, aradan geçen 20 yılda başka bir kaynak daha ortaya çıkmamış olduğundan, hala bu sözün geçerliliğini koruduğunu da eklemiş.
Elimde tesadüf eseri ucuzlukta (şu sıradakilerin hepsi 5 tl, diğer sıradakilerin hepsi 3 tl falan) görüp 5 tl'ye aldığım MB Yayınevi'nin 2008'deki ilk basımı var. Nalan Özsoy'un çevirdiği kitap sonunda yer alan resimlerle birlikte 320 sayfa. Görünce büyük bir hevesle almama rağmen, 2009'dan beri bir türlü elime alıp da okuyamamıştım. Aslında çok güzel yazılmış, gayet de eğlenceli bir anlatıma sahip kitabı bir tür ders kitabı niyetine görüp, her bir satırını cümlesini aklımda tutmam gerektiği gibi bir korkuya kapıldım sanırım, o yüzden de her başladığım seferinde kendimi yeteri kadar hazır hissetmeyip geri bıraktım.
Lionel Casson
Sonunda aldım elime, başladım okumaya. Beklediğimden de müthişti kitap. Lionel Casson 2009'da 94 yaşında hayatını kaybeden, New York Üniversitesi'nde emeritus ünvanına sahip bir akademisyen ve klasist. Antik Yunan ve Roma üzerine, özellikle denizcilik konusunda yaklaşık 23 kitabı ve sayısı makalesi, çalışması olan oldukça bilgili bir bilim adamı. Bu sınırsız bilgisini de yazdığı kitaba öylesine güzel yedirmiş ki, her bir ayrıntıda her bir tarihi bilgide resmen aydınlandığınızı hissediyorsunuz. Tabi bu bilgi verme durumunu öyle manasız bir bombardıman şeklinde yapmıyor, bizimle konuşur gibi anlatıyor herşeyi. Keyifli yorumlarda bulunuyor arada, kimi zaman dalga geçiyor antik bir mektubun yazarıyla (kötü anlamda değil tabiki), kimi zaman da güldürüyor bizi bir antik dönem yazarıyla. Mısır'ın Eski Krallık dönemi yazıtlarından, M.S.4-6. yüzyıllar arasındaki Hristiyan hac yolculuklarına kadar tüm dünyada yolculuk ve seyahat adına insanlar ne yapmış, ne etmişse anlatıyor. Bu uzun zaman diliminden dolayı kitap temelde 3 bölüme ayrılmış : Yakın Doğu ve Yunanistan, Roma Döneminde Yolculuk, Roma Döneminde Turistler ve Turlar. Her dönemde ve bölgede insanların yolculuk etme nedenlerini, kimlerin yolculuk ettiğini, ne amaçla yaptıklarını, nerelerde ve ne şekilde konakladıklarını, ne yiyip içtiklerini, nasıl eğlendiklerini, nereleri gezdiklerini, neler önemsediklerini, antik dönem festivallerini, ilk gezi yazarlarını okuyoruz Casson'un bizi çıkardığı yolculukta. Ele geçmiş dönem mektuplarını, metinlerini aralara serpiştiriyor, bahsedilen taşıt veya giysiler, mekanlara dair arkeolojik buluntuların resimlerine referans veriyor kitabın sonuna konulmuş kısımdaki. Adeta tüm bir Mezopotamya, Mısır, Yakın Doğu, Anadolu, Yunanistan ve İtalya gözlerimizin önünde canlanıp ayağa kalkıyor tüm o gezen, yazan, çizen insanları, şehirleri ve inançlarıyla.
En sonunda da bu keyifli yolculuğu M.S.394-395'te Kudüs'e gidip, oranın öyle yaşanabilecek, katlanılabilecek kadar matah bir yer olmadığına karar veren Jerome adlı bir hacının arkadaşına yazdığı mektupla bitiriyor ve ekliyor, çok doğru bir şekilde : "Ne yazık ki, diğerleri Jerome gibi düşünmemişti. Bu kadar çok kan dökülmeyebilirdi."

11 Ekim 2011 Salı

7'den 7'ye

  • Bazı insanlar çok ilginç. Tanıdıkça kendilerince bir iyilikleri, bir normallikleri olduğunu fark ediyorsunuz.
  • Bazı insanlar dışarıdan göründüklerinin çok dışında olduklarını gösteriyorlar zaman geçtikçe. Tamamen görmediğiniz, bilmediğiniz, böyle şeyler de olur muydu ya dediğiniz yaşamların kahramanları olduklarını görüyorsunuz. İçten içe inanamasanız da, şaşkınlık hayalgücünüze arka çıkmaya başlasa da, öylece karşılarında tepkisiz ve gayet normal bir şekilde dinleyebiliyorsunuz.
  • Bazı insanlarsa sebepsiz bir şekilde iyi. Gerçekten iyi. Bildiğiniz iyi. Her şekilde yardımcı olmaya, insanca davranmaya, rahat olmaya çalışıyorlar. Çalışmıyorlar esasında, öyleler. Gri ve çok feci yoğun bir günü, tek bir sözleriyle, hareketleriyle aydınlatabiliyorlar. Kendi kendinize şapşalca sırıtmanıza sebep olabiliyorlar. Kaçımız yapıyor ki bunu? Birilerinin günlerini sade bir sözle, selamla, gülümsemeyle daha güzel hale getirip, insanlara karşılıksız mutluluk - saniyelik, dakikalık da olsa - aşılayabiliyor?
  • Bazıları da inanılmaz bir halde, beklentilerinizin dışında kindar. Tek bir dürüstçe ricaya deliler gibi sinirlenip, aylarca kinini gütmüş ve sonrasında da bulduğu her lafta bunun taşlamasını yapabilecek kadar kin dolu. Kendine güvensizlik mi, egosunun incinmesine katlanamayacak kadar zayıf olmak mı? Bilemiyorum.
Çok mutlu mesut, işler tıkırında değilim. Görünürde problem olmaması, herşeyin iyi gittiği anlamına gelmiyor çoğu kez. Hiçbir şeyin olmaması da kötü. Hiçbir şeye dair umut olmaması da kötü. Tüm çabalarımın boşuna olduğunu düşünüyorum artık ciddi ciddi. Birşey olacak, olacak diye kendini kandırmanın elinde destekleyicilerin olmadan en fazla bir yere kadar gidebildiğini görüyorum. Bu yüzden baktığımda bana kalan, tanıdığım insanlar. Her bitirdiğim ortamdan sonra bir yenisine daha girdiğimde, edindiğim yeni hayatlar. Her gün yavaş yavaş, ama sağlamca tanıdığım insanlar ve onların her gün parça parça dinlediğim, şahit olduğum hikayeleri. Her yeni insanda, yeni bir hikaye. Her yeni hikayeyle birlikte daha önce tanık olmadığım, ihtimal bile vermediğim olaylar. Günün sonunda biriktirdiklerim sanırım sadece onlar olacak.

9 Ekim 2011 Pazar

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi I : House of Frankenstein (1944)

Ekim ayı genellikle fazla tatil barındırmayan, okulların iyice derse gömüldüğü, havaların bozduğu öyle pek bir renksiz, pek bir iç karartıcı bir ay gibi gelir. Ama senelerdir görüyoruz ya - filmlerde ve dizilerde öylesine fazla ki - ekim sonunda bir cadılar bayramı hadisesi var. Amerika yapımı hemen hemen her dizide mutlaka her sezon ekim ortasında bir Halloween-Cadılar Bayramı bölümü yapılır. Resmen ben de senelerdir o çocuklarla birlikte şeker toplamaya çıkmışım, mutlaka bir perili eve denk gelmişim, yaşlı amcalardan korkmuşum falan gibi hissediyorum, bayramın tüm ayrıntılarına hakimim. Okul derslerini böyle öğretseler, fakülte birincisi olmuştum o derece.
Neyse, madem kostümler giyip şeker toplamaya çıkmıyoruz, ekim ayını korku filmleri ayı ilan edelim diyorum ben de. 30 ekime kadar her hafta bir tane olmak üzere, toplamda cadılar bayramına kadar 4 korku filmi izleyip, pagan ruhlarına selam durmak istiyorum. Elimde halihazırdaki izlemediğim filmler arasından imdbnin "horror" etiketini uygun gördüğü 4 filmi sıraya koydum : House of Frankenstein, Psycho, Nightwatch ve The Devil's Rejects.
House of Frankenstein 1944 yapımı bir Erle C.Kenton filmi. Curt Siodmak'ın "The Devil's Blood" adlı hikayesinden uyarlanmış. 1971'de yapım şirketi Universal Studios tarafından yenilenen siyah-beyaz film, 2008'de de DVD olarak piyasaya sürülmüş. Benim rafımda birkaç senedir duruyordu öylece. Sanırım indirime girmiş filmler bölümünde görüp, hemen eve getirmiştim ama elim bir türlü gitmemişti.
Film biraz zamanının modası olan canavarlar temalı romantik korku yaratma işine yeni bir soluk getirmeye çalışmış. Elinde ne varsa karmış katıştırmış (annemin bir deyimi bu, nasıl da beynime işlemiş :p ). Önce Neustadt Hapishanesi'ne konuk oluyoruz mesela. Yemek getiren gardiyanın boğazına yapışarak tebeşirini isteyen bir mahkumla tanışıyoruz. Doktor Gustav Niemann 15 yıl önce bir cesetten aldığı insan beynini bir köpeğe yerleştirmeye çalışırken yakalanıp, hapse atılmış. Hapiste yan komşusu kambur Daniel'a duvara çizdiği formüllerle, çizimlerle deneylerini, fikirlerini anlatıyor. Daniel'ın tek isteği normal bir adam olup, mutlu olabilmek. Niemann da ona ordan kaçtıklarında, ameliyatla onu düzelteceği sözünü veriyor. Niemann eskiden Doktor Frankenstein'in asistanı olan adamın kardeşiymiş, bu yüzden Frankenstein'in ölüm ve yaşam hakkındaki deneylerini, bilgilerini yazdığı kayıtlarını ele geçirirse inanılmaz deneyler yapabileceğine inanıyor.
Çok yağmurlu, fırtınalı olan o gece hapishaneye yıldırım düşüyor ve duvarlar falan yıkılıyor. İki mahkum kaçıp, yolda rastladıkları bir korku sirki arabasına biniyorlar. Arabanın sahibi Lambini, Niemann'a Kont Drakula'nın içinde kemikleri olan tabutunu ele geçirdiğini ve gösteri yapmak üzere taşıdığını söylüyor. Evet işin içine Notre Dame'ın Kamburu'ndan sonra bir de vampir girdi. Doktor ve kambur Lambini'yi öldürüp, arabayı sahiplenip, onun kılığına giriyor ve doktorun öcünü almak üzere yola çıkıyor.
Geldikleri yerde önce Drakula'nın kalbine saplanmış kazığı çıkarıp, kendi istediği adamları öldürmesi şartıyla serbest bırakıyor Niemann. Drakula gidip, belediye başkanını öldürüyor ama gelini Rita çok hoşuna gittiği için onu kaçırıyor. Sonra da çok saçma bir biçimde ölüyor Drakula. Rita kocasına kavuşuyor ve o kasabayı arkamızda bırakıyoruz.
Sonraki durakta doktor ve kambur Frankenstein'ın evine gitmeye çalışırken, yolda bir çingene kızı kurtarıp, arabaya alıyorlar. Kambur aşık oluyor Ilanka ismindeki çingeneye çünkü. Gittikleri ev harabe halinde. Harabelerin altında donmuş buz kalıpları içinde Frankenstein'ın canavarını ve kurt adamı buluyorlar. Evet kurt adam! O da girdi işin içine. Hem de orijinal kurt adam, Lawrence Talbot. İkisini ortaya çıkarıyorlar ve doktorun kendi laboratuvarına gidiyorlar.
Bu sırada doktor herkese söz vermiş halde. Kambur Daniel'a, kurt adam Larry'ye falan hep düzelteceğim sizi, bana bir yardım edin hele modunda. Amacı da canavarı canlandırmak. Buzdan çıkmasına rağmen dokuları düzelmemiş canavarın. Elektrik falan veriyorlar habire. Bir de Ilanka kurt adama aşık oluyor, Daniel kıskanıyor bu arada. Doktorun insanların beyinlerini naklederek hastalıklarından kurtulacaklarına dair çalışması ise hakikaten hayranlık verici :p
Korku filmi klasiklerini bir araya getirmesinin dışında, genel hatlarına da sahip film. Hava her daim yağmurlu, fırtınalı, öyle değilse sisli. Çoğu şey gece karanlığında oluyor zaten. Canavar tüm film boyunca yatar vaziyette, son 5 dakikada ayaklanıp yamuk yamuk geziyor o kadar. Kurt adam günümüzde de yeniden moda olan halinden acı duyan, romantik canavar sularında. Drakula, görülebilecek en etkisiz Drakula. Pelerinini açıp, yarasaya falan dönüşüyor. Kambur Daniel filmin en iyisiyken, Doktor Niemann canavarlardan daha korkunç görünüyor.
Sonuçta 67 dakikalık eğlenceli bir klasik var ortada. Ama Hitchcock'un Rebecca'sının yaptığını yapamadı bana, korkmakla alakası yoktu, hem de dışarıda fırtına olmasına rağmen. Eğlendim resmen.
İzlemek isterseniz youtubedan 7 bölüm halinde izlenebiliyor : http://youtu.be/GldF0VayMoI

Nothing to kill or die for...

Önce güneş yine her zamanki gibi turuncu çizgiler oluşturdu, pencerenin dışında. Hafiften aydınlandı ortalık. Gözümü kapadım, birkaç saat daha uyumak için. Açtığımda karanlıktı artık. Pencereden görünen gökyüzü, bulutların en grisiyle kaplanmıştı, öyle ki bulutlar bile seçilmiyordu bu grilikte. Gittikçe karardı sonra. Gökyüzünün altındaki herşey rengini kaybetti. Şafakta güneş doğarkenki o parıltı, o turuncu-sarı-kırmızı parlak ışıklar hayaldi sanki. Belki de sadece hayal kurmuştum.
9 ekimdi çünkü bugün.

7 Ekim 2011 Cuma

Aidoneus, Arachne ve Polyxena'nın Dehşetengiz Mitosları

Bayılıyormuşuz bu uzak geçmişle ilgili dehşetli, tehlikeli, efsanevi, inanılmaz, kanlı, vahşi ve bol aksiyonlu, doğaötesi hikayeleri yaratmaya. Dinlemeye de bayılıyoruz ki, bu hafta dinleyici makamından katıldığım lisans dersleri arasında en rağbet göreninin mitoloji dersi olması oldukça anlaşılır.
Ders baya eğlenceli aslında, yıllar yılı kitapçılardan arayıp tarayıp eve getirdiğim ve utana sıkıla roman niyetine okuduğum kitapları ders kitabı olarak, derste okuyorlar ve güzelim sanat eserlerini, vazolarını, tablolarını ders konusu olarak inceliyorlardı. 5 yıl boyunca mühendislik fakültesinde neden dolanıp durduğuma inanın akıl sır erdiremedim.
Bu mitolojinin Theseus'u
Her neyse, bundan sonra bu şekilde düzenli olarak derslere girebilirsem her derste deli gibi not aldığım şeylerden yola çıkarak öğrendiğim hikayeleri paylaşmaya karar verdim. Çok eğlenceli olacak, ciddiyim.
Bu haftaki ilk hikaye Aidoneus'un Hikayesi. Epirus'taki Molossianların kralıymış ve Persephone'nin kocası olarak bilinirmiş. Epirus bugünkü İtalya ile Arnavutluk arasındaki bir bölge. Molossianlar da orda yaşayan bir kabile. Persephone ise Zeus ile Demeter'in kızı, şimdilik öyle diyeyim. Bu kasımda sinemada da izleyeceğimiz ünlü Atinalı Theseus vakti zamanında Pirithous'un da yardımıyla, yine bildiğimiz hani şu güzeller güzeli olan Helen'i Aphidnae'ye götürüp, sakladıktan sonra Epirus'a gitmiş. Aphidnae, Atina'nın kuzeyinde bir yer bu arada.  Amaçları, onca yorgunluktan sonra gidip, Aidoneus'un kızı Kore'yi Pirithous'a almak, kendilerini bir nevi ödüllendirmekmiş. Saf kral Aidoneus önce bu iki misafiri iyi, namuslu adamlar zannetmiş. Kötü bir amaçları olduğunu düşünmemiş, bir güzel kızı Kore'yle Pirithous'un evlenmesini onaylamış. Ama bir şartı varmış, Pirithous kralın Cerberus adındaki köpeğiyle dövüşüp yenerse.
Bu da bizim Theseus-Henry Cavill
Ancak sonradan kral, bu iki serserinin kızını kaçırıp, gönül eğlendirmek için oraya geldiğini keşfetmiş. Tabi küplere binmiş ve Pirithous'u köpeğine öldürtmüş, Theseus'u da rehin almış. Theseus'u sonradan ancak Heracles'in (yani bizim Herkül oluyor kendisi) ricasıyla serbest bırakmış. Schmitz'in 1876'da yazdığına göre Aidoneus esasında Hades'in (yeraltı tanrısı diyelim şimdilik)  bir başka ismiymiş. Yani normalde Zeus'la Demeter'in Kore ismindeki kızını, Hades kaçırır ve yeraltına götürür, ona Persephone ismini verir ve karısı yapar.
Velasquez'in Las Hilendras tablosu. Soldaki Athena, sağdaki Arachne.
İkinci hikayemiz Arachne'nin Hikayesi. Arachne, Lydia'da yaşayan Colophonlu Idymon adındaki bir ip-kumaş boyama işi yapan bir normal adamın kızıymış (Colophon şehrinin kalıntıları günümüzde İzmir-Menderes'te). Ama o kadar güzel ip eğirir, dokurmuş ki herkes hayran kalırmış. Yalnız belli ki pek de alçakgönüllü bir kız değilmiş, çünkü gayet övünerek gezermiş. Benden daha iyisi, daha güzel dokuyanı yok diyerek. Tabi dokuyucuların tanrıçası olarak da bilinen Athena bunu duymaz mı? Hırsından köpürmüş.
Tizian'dan devşirme Rubens tablosu, Abduction of Europa
Hemen yaşlı bir kadın kılığına girip, Arachne ile bir dokuma yarışmasına girişmiş. Athena dokumasında gayet de övündüğü, Poseidon'a (hani deniz ve fırtına tanrısı olan, Percy Jackson ve Olimposlular da vardı ya) karşı kazandığı bir zaferi resmetmiş. Arachne ise Zeus'un ölümlü üç kadınla, Leda, Europa ve Danae ile olan aşk ve ihanet maceralarını anlatan bir dokuma yapmış. İkisinin dokuması da mükemmelmiş bu arada. Öyle ki Athena bile vay bea, en az benimki kadar iyi, hatta nerdeyse benimkinden bile iyi demiş kendi kendine. Ama Arachne'nin seçtiği konuya sinirlenmiş, sonuçta kendisi de bir Olimpos tanrıçası ya, gücüne gitmiş. Tanrıça haline geri dönmüş hemen ve Arachne'yi iplere asmış öldürmek için. Ama dayanamamış böylesi yetenekli bir ölümlünün ölüp gitmesine, örümceğe çevirmiş genç kızı. Ki böylece asılı olduğu o ipleri gittiği her yere, dokunduğu her şeye örsün dursun diye. Bu sebepten Yunanca'da Arachne örümcek demek.
Attika işi siyah figürlü amfora, M.Ö.570-550. Neoptolemus'un Polyxena'yı kurban edişi.
Ve bu haftanın son hikayesi Polyxena'nın Kurban Edilişi. Ünlü Troya Savaşı'na uzanıyoruz şimdi de. Hikayeye girmeden önce savaş sırasında yaşanan birkaç şeyden bahsetmek gerek. Savaş sırasında, ünlü kahramanımız yenilmez Achilleus, Troya kralı Piriam'ın kızlarından biri olan Polyxena ile karşılaşmış Apollon Tapınağı'nda (hayır filmdeki Bruseis yalan, ama onun 'storyline'ı bundan mı çalıntı, evet kesinlikle.). Gel zaman git zaman sohbet, muhabbet ilerletmişler ve hatta Achilleus'un hoşuna gitmiş bu hanımkız ve onun yarenliği. Gereksiz insan Patroclus'un ölümünün ardından da teselliyi Polyxena'da bulmuş Achilleus mesela. Ama ağzından da kaçırıvermiş bir ara bu tek zayıf-ölümlü noktasının topuğunda olduğunu. Vatansever ve de pek gururlu Polyxena da ağbilerine yetiştirmiş bu bilgiyi. Kandırıp Achilleus'u evleneceğiz diye, kumpasa getirmişler ve Paris atmış okunu Achilleus'un topuğuna. Achilleus'un hayaleti görünmüş Yunanlara sonra, şu biip kadını mezarı başımda öldürün demiş. Savaş bitip, Troya da düşünce evlerine ailelerine dönme hevesindeki Yunanlar denize açılacakları vakit, yelkenlerine rüzgar doldursun diye tanrılara insan kurban edeceklermiş. Önemli bir kurban vermek gerekmiş ki rüzgar bir uçurmaya Ege'nin karşı kıyısına atıversin onları diye. Polyxena kendisi çıkmış öne, nasıl olsa Troya düşmüş, onlar da rehine olmuşlarken, bir de üstüne köle olarak yaşamak istememiş. Annesi kızkardeşleri ağlamış, yalvarmış ama ne fayda. Polyxena kararlıymış, sadece birşey rica etmiş Yunanlardan, bir köle gibi değil de olduğu üzere, bir prenses gibi ölüme gitmek. En güzel giysisini giymiş, saçını başını güzelce yapmış. Çıkmış Yunanların önüne. Herkes hayran kalmış ona, güzelliğine, asaletine. Dokunmaya cesaret edememişler. Ama yapılması gereken kaçınılmazmış, Achilleus'un oğlu Neoptolemus da babasının intikamını ne olursa olsun alacakmış.  Askerlerin tuttuğu Polyxena'nın boğazına sokuvermiş hançerini, kanlar olduğu gibi toprağa fışkırmış. Ölürken tek dileğini kendi gerçekleştirmiş Polyxena, kanlar içinde yere yığılırken giysisiyle sarıp sarmalamış kendini, kapamış göğsünü. Görenler onuruna hayran kalmış.
Böylece Dehşetengiz Yunan Mitolojisi'nden bu haftalık bu kadar.

6 Ekim 2011 Perşembe

"Hayaletin Çırağı" Wardstone Günlükleri I

Yedinci oğlun yedinci oğlu eskiden beri pek tutulan bir hikaye-efsane. Hem batıda hem de doğuda birçok hikayeye temel olmuş birşey. Kimbilir belki tanrının evreni 6 günde yaratıp, 7.günde dinlenmesinden ya da cennet ve cehennemin 7şer kattan oluşmasındandır bunun nedeni. Şimdiye kadar Orson Scott Card'ın Alvin Maker serisine, Angie Sage'nin Septimus Heap serisine ve hatta bir Iron Maiden şarkısına konu olmuş bu yedinci oğul meselesi son olarak Joseph Delaney'nin Wardstone Günlükleri serisiyle edebiyat alemine son hızla dalış yaptı.
Joseph Delaney sene itibariyle 66 yaşında bir İngiliz yazar. Eskiden mühendislik ve eğitimcilik gibi işlere de bulaşmışlığı varmış. Wardstone Günlükleri'nin ilk kitabı 2004'te yayınlandı. En son bu ay "Spook's I Am Grimalkin" serinin 9.kitabı. 2013'e kadar yayınlanacak 3 kitap daha var Spook hikayelerine dahil olan. Bunun dışında Delaney'nin Wardstone Günlükleri'nin içinde olan ama Spook hikayesi olmayan 3 kitabı daha var.
Joseph Delaney, hiç de böyle şeyler yazacak bir amca tipi yok ama, neyse
Spook bizdeki adıyla Hayalet. Ortaçağ atmosferinde, günümüz İngiltere'sindeki yerleşim isimlerinin benzeri isimler taşıyan ve bu yerleşimlere de bir parça benzeyen bir dünyada (1700lerin İngiltere'si deniyor esasında resmi olarak), Hayalet denilen bir tür cadı-hayalet-hortlak-öcü avcıları var. Bunların yedinci oğulların yedinci oğulları olması gerekiyor, çünkü böyle çocukların doğaüstü olaylara duyarlı, özel güçlere sahip olduklarına inanılıyor (ki serinin geçtiği evrende öyle.). Şimdiki Hayalet Gregory senelerdir kendisine çırak arıyor. Her Hayalet, kendisinden sonra yerini alacak kişiyi önce bir 5 sene eğitip, öyle işini devrediyor çünkü. Gregory'nin çıraklarının hiçbiri henüz testleri geçememiş, ya hayatlarını kaybetmişler ya da bırakmışlar. O da büyük kardeşi Jack, onun karısı Ellie, anne ve babasıyla bir çiftlikte yaşamakta olan Thomas Ward'u almaya geliyor en son. Tom 13 yaşında, bir yedinci oğlun yedinci oğlu. Çiftlik ve işleri hep en büyük kardeşe bırakıldığından ve diğer kardeşlerin de kendilerine birer meslek bulup, evden ayrılmaları gerektiğinden Tom'un da bir meslek sahibi olması ve eve yük olmaktan kurtulması gerekiyor. Hatta annesi şöyle diyor bir yerde ona:
"'Yalnız mı?' diye sordu annem, ama sesinde anlayış yerine öfke vardı. 'Kendini nasıl yalnız hissedebilirsin? Kendin varsın ya...Ancak benliğini kaybettiğin zaman yalnız kalırsın. Ayrıca şikayet edip durmayı bırak. Koskoca adam oldun, çalışman gerekiyor. Dünya kurulduğundan beri insanlar sevmedikleri işleri yaptılar. Bu durum senin için neden farklı olsun ki? Sen, yedinci oğlun yedinci oğlusun ve yapmak için doğduğun iş bu!' "
Tom çaresiz evinden ayrılıp, Hayalet'in çıraklığını yapmaya başlar. Aslında bir yandan çiftlikten ayrılmak hoşuna gider, çeşit çeşit yer görmeyi, gezmeyi sever ama yaptığı iş korkutucu ve tehlikelidir. Ayrıca annesine anlatmaya çalıştığı gibi, hayalet olmak demek yalnız bir hayata mahkum olmak demektir. İnsanlar hayalete ihtiyaç duysalar da onun etrafta olmasından hoşlanmazlar, yaptığı işten tiksinirler.
Serinin birinci kitabı Hayalet'in Çırağı'nda Thomas Ward'la ve Hayalet Gregory ile tanışıyoruz. İşi öğreniyoruz, Tom'un çıraklık macerasına başlamasına şahit oluyoruz. Delaney'nin yazdıkları okuması son derece keyifli ama konu açısından oldukça ürkütücü ve karanlık bir hikaye oluşturuyor. Dilinin sadeliği ve basitliği (kötü anlamda bir basitlik değil bu, aksine tam da olması gerektiği gibi) seriyi 12+ çocuk ve gençlik kitapları kategorisine soksa da, konusu ve içeriği fantastik-gerilimlere taş çıkartacak cinsten. Belki tam da bu yüzden Sergey Bodrov'un yönettiği bir fantastik filme çevriliyor şu sıralarda.
Bodrov ekibe Jeff Bridges, Ben Barnes ve Julianne Moore gibi isimleri katarak, haberi yaz ortasında yapılan Comic-Con'daki panelde verdi. Bridges, Barnes ve Alice rolündeki Alicia Vikander'in de olduğu panelde filmden görüntüler ve resimler gösterdiler. Ki videosu şöyle:


Kitaptaki 13 yaşındaki Thomas Ward'ın 30 yaşındaki Ben Barnes'ın bünyesinde nasıl vücuda getirileceğini bilemiyorum şimdilik. Gerçi hikaye çeşitli açılardan değiştirilmişe benziyor bu haliyle.
Kitapların burada şimdilik 5.si olan Hayaletin Hatası yayınlandı Tudem tarafından. Basımları oldukça güzel ve özenli. Tıpkı kitapta anlatıldığı gibi, Thomas'ın çıraklık günlerinin hikayesini tuttuğu deri kaplı defter şeklinde tasarlanmış kitapların ilki örneğin. Karton kapaklı da olsa sade deri cilt görüntüsü insanın hoşuna gidiyor. Ön kapakta kitabın ismi ve yazarın ismiyle birlikte sade bir hayalet kabartması var.
İnternette de oldukça tutulmuş olduğunu serinin görebiliyorsunuz. Tüm dünyadan okurlar kitaplar hakkında çok güzel şeyler söylüyorlar. Ayrıca Delaney'nin yarattığı dünya internet ortamında çeşitli interaktif eğlencelere de malzeme olmuş durumda.
Kayıp Rıhtım'dan 5 kitabın incelemesi : http://www.kayiprihtim.org/portal/kitaplar/wardstone-gunlukleri/
Fragmanı ve haberleri gösteren site : http://film-sinema-fragman.com/film/the-seventh-son/
2013'te gösterime girecek olan "The Seventh Son" filmi : http://www.imdb.com/title/tt1121096/
Spook's World : http://www.spooksworld.co.uk/
Thomas Ward'un günlüğü : Harper Collins Books
Spook's Books : http://www.spooksbooks.com/apprentice.html

5 Ekim 2011 Çarşamba

"New Girl" Neredeyse Gülecektik

Bu Zooey Deschanel gerekli şeyleri yaparak, kendini çok güzel, çok sevimli, çok mucizevi gösterebilen o nadir insanlardan. Bunca senedir izledim, dinledim, baktım, sonunda çözdüm. Deschanel ailesi kadınları olarak tamam, belli bir güzellik ve yetenek silsilesiyle kutsanmış durumda orası ayrı. Ama bunların üstüne acayip şeyler katıp, kendini mükemmele yakın hale getirdi. Bizzat gördüm, takip ettim, şahidim yani.
Eh haliyle herşeyinin zirvesindeyken de tvye bir adım atmasa olmazdı. "New Girl"ün ekranlara geleceği haberi yaz başından beri ortalıkta dolanmaktaydı. Sonunda merkezine Zooey'yi almış, 20 dakikalık komedinin ilk üç bölümü yayınlandı.
İlkokul öğretmeni (anaokulu muydu ki, neyse) olan Jess, Deschanel'in şahsında vücut bulduğundan dolayı haliyle şahsına münhasır, ilginç bir adet kızımız. Biraz saf, biraz kaçık, kendine ve her duruma şarkılar uydurup söyleyen bir insan. Bir süredir birlikte olduğu ve aynı evi de paylaştığı sevgilisi Spencer'a bir gün romantik-seksi bir sürpriz yapmak üzere, günün ortasında evin salonunda çıplak bir halde beliriyor. Ama tam da bu sırada Spencer yeni bulduğu bir kızla birlikte olduğundan, Jess bir nevi onları basmış oluyor. Gayet gözyaşı ve salya sümük dolu bir ayrılıktan sonra Jess ilanlardan kendine ev arıyor. Kız olduklarını sanarak görüşmeye gittiği üç kişi, Schmidt, Nick ve Coach, erkek çıkıyor. Bu üçü evlerine bir dördüncü ararken Jess'in bu yeni ayrılmış-yarı çılgın-yarı depresif haline acıyıp falan evlerine kabul ediyorlar onu. Sonrası 3 erkekle yaşamaya başlayan bir deli manyak kızın maceraları.
Esasında eğlenceli, gayet ilginç bir hali var dizinin ama nedense insanda çok fazla güleceğiz, obaa şimdi ne matrak olacak hissi uyandırmasına rağmen çok orta seviyede ilerliyor. Bazı yerlerde tıkanıyor, çoğu yerde anlamsız kalıyor. Hem de o anlamsız ama tam da bu yüzden komik olan şekillerde değil. Zaten Jess'in eve kabul edilmesi ve erkeklerin onu o kadar önemseyecek kadar alışması tamamen üstünkörü geçildiğinden, hiçbir şey anlamıyoruz. Altı doldurulsa, sonrasında gelen özenli sahnelerin üstümüzdeki etkisi tam da yerinde olacakken, oralara bir anlam veremediğimiz için güzelim sahneler de boşa gidiyor. Zooey'nin sesinden delice şarkılar dinlemek gene de güzel oluyor bu arada. Erkek tarafını oluşturan kadro ilk bölümde uyumlu görünürken, ikinci bölümden itibaren Coach gidiyor, yerine Winston geliyor. Bunu da açıklamadılar yeterince mesela.
Bilemiyorum, dizi şimdilik idare eder. 20 dakikalık bölümler sonuçta, iki dakika açıp gülüyoruz. Ama çoktan birinci ikinci sezonunu garantilemiş bir dizinin daha fazla birşeyler göstermesi gerek. Sadece Zooey'nin şirinliğe güvenerek 10-20 bölüm yazmamışlardır umarım.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...