22 Temmuz 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VII - Pankekli kahvaltı, Kore Ulusal Müzesi ve Gwangjang Market


 Önceki gün Buttermilk'e girememiş olmanın verdiği inatla, Salı günü erkenden kalkıp yola düştüm. Saat 9'da çoktan otobüsteydim. 10'da açılıyor, ilk ben girerim diye kendimle gurur duyar halde yol alıyordum. Yalnız o gün hava iyiden iyiye bozmuştu, bir yandan soğuk, bir yandan usul usul yağmur çişeliyordu.

Buttermilk'in içinde



Buttermilk'in önüne yaklaştığımda saat 9 buçuk olmamıştı. Bir de ne göreyim? Çoktan insanlar sıraya girmiş, artık neredeyse sulu kara dönmekte olan yağmurun altında, o minicik mekanın önünde oturuyor. 3 kişilik minik bankta 3 kadın oturuyordu. Hemen dibindeki tabureye kendimi attım ben de. Çünkü hemen peşimden iki üç kişi daha sıraya girdi, tabureyi kapmam gerekiyordu. Şaka gibiydi, minik bir pankekçinin önünde, açılmasına yarım saat varken sıraya girmiştik.

Tam yarım saat titreyerek oturdum orada. Kendime bir yandan kızıyordum, ne işim var bir dolu kafenin restaurantın olduğu bu devasa şehirde böyle bir sırada diye. Bir yandan da inadım tutmuştu. Yiyeceğim işte burada bana ne diye. Hava karardı bulutlarla, soğudu, sıradaki insanlar arttı. Ben dördüncülükteki yerimi korudum. Tam 10'da içeriden bir teyze çıktı, tek tek içeri almaya başladı bizi. Yine tam da o sırada sıranın sonlarından bir kız geldi yanıma, benim boylarımda, ince, çekik gözlü, gözlüklü, teyzeden hemen önce, teyzeyi görünce. Sen de tek misin dedi, birlikte oturabilir miyiz dedi. İlk başta anlam veremedim, yazık tek başına yemek mi istemiyor diye saniyelik bir düşündüm. Öyle ya, bende bu sosyal girişkenliğin zerresi olmadı hayatım boyunca. Sonraki saniyede düştü jetonum, kız sıranın çok gerisindeydi, içeri ilk olarak 6 kişi alınacaktı ve o 6 kişiden çıkan olmadıkça dışarıdakiler beklemeye devam edecekti. Olur tabi dedim, benim gibi birinden aksini düşünemeyiz zaten. Sıra bize gelince teyze birlikte misiniz dedi, evet dedik, bizi de içeri aldı.

Buttermilk'teki ricotta pankeklerim

Hemen girince camın kenarına yakın olan iki kişilik masaya oturduk. Benim gibi doktor tarafından onaylı sosyal fobisi ve anksiyetesi olan biri için oldukça zorlayıcı bir durumdu aslında. İlk defa gittiğim bir şehirde, dünyanın öbür ucunda, kendi başıma, hiç tanımadığım bir insanla, ilk defa gittiğim bir ortamda bir şeyler yiyorum. Ciddi ciddi titriyordum. Panik içindeydim. Teyze menüyü getirdi, ikimiz de baktık. Sanki kırk yıldır arkadaşmışız, oraya da birlikte gelmişiz gibi sen hangisinden alacaksın ben de şundan alırım falan gibi muhabbet et kız benimle. Benim ne alacağımız ne yapacak acaba diye kocaman açılmış gözlerimle bir elimdeki menüye bir kıza bakıyordum. En son yurtdışına 4 yıl önce çıktığımdan, uzaylı gibi hissediyordum, bu "yurtdışılılar" da herhalde böyle mi oluyordu neydi diye düşünüyordum. Ben ricottalı olan menüden aldım, o sadesinden aldı. Pankeklerimiz gelene kadar da pankekleri yerken de üç beş muhabbet ettik. Önce kendimi dediğim gibi panik ve endişe içinde hissediyordum, konuşmalıyım galiba, bir şeyler söylemeliyim falan filan gibi. Ama sonra durdum, mantıklıca bir düşün dedim kendime. Hiçbir şeyin zorunda değilsin. Sonuçta o geldi seninle oturmak istedi, bunu da bir an önce yiyebilmek için istedi. Seninle muhabbet etmek için veya senin kara kaşına kara gözüne değil. Burada sessizce oturup, etrafına baksan da sorun yok. O karşında oturmuyor olsaydı da yapacağın şeyleri yapıp, oturacağın şekilde oturabilirsin. Dedim kendi kendime, elimden geldiğince içimdeki "people pleaser"ı ikna etmeye çalışarak. Etrafa baktım, mekanı çektim, inceledim gözlerimle. Arada kız birşeyler sorduğunda konuştum, benim de aklıma bir şeyler gelince ben de sordum, konuştum. Pankeklerimizi mesela bir süre ikimiz de keyif aldığımız için, lezzetlerine gömüldüğümüz için sessizce yedik. Adını hatırlayamıyorum şu an mesela kızın, Hong Kongluymuş. Çalıştığı şirket böyle arada iş için Seul'e yolluyormuş. Birkaç günlüğüne işleri halledip gidiyormuş. Geldiğinde de mutlaka Buttermilk'te pankek yiyormuş senelerdir. Bir kafe daha önerdi mesela, gezilecek bir mahalleden bahsetti. En son kalktığımızda, dışarı çıkınca vedalaşırken cesaretim geldi, bir fotoğraf çekinelim mi dedim. Olur dedi, instadan da ekleştik. Sonra ayrıldık, ben sola gittim, o sağa gitti. Ama sonra nasıl olduysa bindiğim otobüsteymiş, otobüsten inerken gördüm. Bu arada pankek tabağında iki parça pankek, bir miktar salata, bir kaşık patates püresi, bir miktar çırpılmış yumurta ve bir dilim mi ne bacon vardı. Her biri hakikaten lezzetliydi (bacon'ı sen yer misin ben yemeyeceğim diyerek kıza verdim gerçi şimdi onu bilemeyeceğim). Bu tabağa ve bir kocaman kupa siyah çaya 13800 won ödedim. Ama azdı yahu. Yemek miktar olarak. Az geldi yani. O tabaktan en az üç tane yerdim ben kahvaltı diye. Bu ülkede doğup, büyüyünce insana dünyada başka hiçbir yerin kahvaltısı kahvaltı gibi gelmiyor. Yani öğlende akşam yemeklerinde ne yerlerse yesinler, ne kadar dolu olsa da tabakları, ne kadar fazla olsa da çeşitleri, o kahvaltıyı çoğu ülke yok sayıyor geri kalanı da böyle uyduruk geçiştiriyor ya, üzüyor insanı.


Buttermilk'ten 11'i geçerken kalkıp, dosdoğru National Museum of Korea'ya gittim (Kore Ulusal Müzesi yani). Hava öyleyken dışarıda olmayı gözüm yememişti. Saat 12'ye geldiğinde müzenin metro durağındaydım. Bu şehirdeki her şey mi böyle güzel, düzgün? Metrodan direkt müzenin bahçesine çıkıyorsunuz. Uzunca bir koridor, koridor boyu dekorasyon. Yerde halı. Çünkü dışarıda yağmur var. Müzenin bahçesine bir çıktım, gepgeniş bir alan, muhteşem renklerde çiçekler, ağaçlar, her yerde okuldan gelmiş öğrenciler, lise çağında, ilkokul çağında. Yağmurdan ıslanıyordum ama her şeyi çekmek istedim. Müzeye girmeden daha, her şeyi çok sevmiştim.

İlerleyip, merdivenlerden çıkınca müthiş bir manzara karşıladı beni. Müzenin iki binasının ortasından, böyle çerçeve içine alınmış gibi Namsan görünüyordu. Öylece büyülenmiş halde bakakaldım. Sonra sonra toparlanıp, sağdaki binaya girdim. Ama her yer çok geniş ve çok büyüktü, yürü yürü bitmiyordu. Binaya girdiğimde minik çocukların oradan oraya koşturduğu girişle karşılaştım. Sol taraftan ilerleyince eşyalarınızı bırakabileceğiniz kilitli dolaplar var, oraya yükümün bir miktarını bıraktım. Bedavaydı. Bunu neden özellikle belirtmem gerekiyormuş gibi hissediyorum, bu neden önemli değil mi? Türkiye gibi bir ülkeden sonra önemli çünkü. İnsanların her an her yerde bir şeyler çalmaya çalıştığı, paranın din olduğu bir ülkede hayatta kalmaya uğraşınca bir şeylerin bedava olması alerji yaratıyor bünyemde. Dolaplarda bozuk para atacak bir yer aradım mesela. Olamazdı ya, bedava olamazdı. Dolapların arasında su sebili de vardı sonra, o da bedavaydı. Olamazdı. Orada o su bedavaydı ve kimse gelip damacana dayamıyordu ya, mümkün olamazdı. Ya da bozulmuş olmalıydı o sebil, kesin bedava diye bozmuşlardı. Mümkünatı yoktu çünkü. Çekine çekine yanaştım sebile, biten su şişemi elime aldım. Çok algılamaz halde bakmış olmalıydım ki yanımdan geçen bir teyze tarif etmeye çalıştı. Daha da ilginci, müzenin gezilecek kısmına gittiğimde sağ tarafta camekanlı kısımda görevliler oturuyordu, bilet almak üzere yanaştığımda bedava dediler, bileti verdiler. Tekrar ettim, bedava mı dedim, evet dedi kadın. Elimde para vermediğim bilet, x-ray cihazına yöneldim. Cihazın yanında da görevli bekliyordu, hah dedim bu kesin bilet soracak, ona da para vermedim, bir b.kluk var bu işte. Ben şaşkınlıkla tereddütle adımlar atıp, adama bakarken o da aynı şaşkınlıkla bana baktı.


Müzeyi aşırı beğendim bu arada. Çok ama çok. Hacettepe'de yarım bıraktığım o ilk yüksek lisans denememde müzecilik diye bir ders almıştım, hocasından çok tırsıyordum ama o derste aslında baya keyifli şeyler vardı. Müze falan tasarlamıştım sıfırdan, ödev olarak, tüm çizimleri falan yapmıştım. O dersten ne anladıysam, o derste aslında ne anlatılmaya çalışıldıysa, bu müze oydu. Şimdiye kadar gezdiğim şehirlerin hepsinde en azından ikişer müzeye gitmiştimdir. Hemen hemen her çeşit konuda müzeye gittim büyük ihtimalle. Met'i, Louvre'u bile gördüm diyebiliyorum gururla ama burası...Olması gereken bu dedim gezerken. Anlatım, düzen, işleyiş her şey çok iyiydi. Tamam Louvre'da dünyanın en muhteşem şeyleri var, tam olarak gezmek belki aylar alıyor ve binanın kendisi bile olağanüstü mesela ama tam bir çorba. Her şey Fransızca, eserlerin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Kronolojiyi anlamak dert, kim nerede bulmak zor, bir noktadan sonra vazgeçtim oynamak istemiyorum diye bir yerde çöküp ağlamak istiyorsunuz ya da ilk bulduğunuz camdan kendinizi bahçeye atmak çünkü ikeadan daha kötü bir yerleşim var boğulacak gibi oluyorsunuz. Oysa Kore Ulusal Müzesi'nde her şey açık seçik, anlaşılır, gezmesi de anlaması da keyifli. Kore yarımadasının tarihöncesinden başlıyor, adım adım her bir döneme ilerliyorsunuz. Her dönem anlaşılır bir İngilizce ile yazılmış, her bölümün sonunda önemli eserlerin replikası var mesela elinizle dokunup, tecrübe edebiliyorsunuz. Sadece Kore yarımadasından eserlerle de kalmıyor tabiki, Japonya'dan Çin'den ve hatta Mezopotamya'dan bölümler var. Benim gezdiğim bu asıl kalıcı sergi diye geçiyor, o yüzden bedava. Sanıyorum diğer kısımda yer alan geçici sergilere girişlerde belirli ücretler var.

Saat iki buçuğa kadar, hevesle, büyük bir ilgiyle dolaştım. Bir ara sergi odalarının ara kısmında bir dinlenme yeri gibi bir yer yapmışlardı orada oturdum. Böyle alanın bir tarafı sırf cam, bahçeye bakıyor. Ortada büyük bir ahşap masa, hani ortaçağ kalelerindeki yemeklerde olur ya onlar gibi. Kenarda banklar gibi taş yerler vardı, ben oraya iliştim. Büyük masada oturan üç beş turiste ve gelip geçenlere baktım bir süre. O arada başka bir turist kadın, kenarda duran robota bir şeyler sormaya çalışıyordu. Hani haberlerde de gösteriyorlar ya, Kore'de o yardımcı robotlardan cidden görmüş oldum müzede. Tuvaleti soruyormuş kadın, robot sesli bir şekilde, sesi tüm müzeyi doldurarak tuvalet bu tarafta peşimden gelin dedi. Kadın bir an utandı, hepimiz ona baktık, o da bize baktı, hep beraber güldük. Kadın da gülerek robotun peşinden koşturdu.

İşte Sikhye'm

Çay evi manzaram

Kendi kendime ülkenin tarihini öğrenmeye çalışırken kitaplarda gördüğüm, makalelerde önüme çıkan eserlerin pek çoğuna rastlayarak yürümeye ve öğrenmeye devam ettim sonra. Ama yorulmuştum haliyle, içeride oturacak soluklanacak kafe benzeri bir yer var mı diye bakınmaya başladım. Bu arada ilk giriş katını bitirmiştim. Bu katın sonunda restaurant vardı. Gayet de güzel gözüküyordu, girişte menüyü de koymuşlardı, içinde pek çok geleneksel Kore yemeği var gibi görünüyordu. Bir an girmeye yeltendim, düzgünce oturup yemek yerim sonra üst katları gezmeye devam ederim dedim. Ama durdum sonra, hani ben buraya gelmeden önce ne düşünmüştüm. Dizilerde izlediğim o geleneksel ara sokaklardaki ahjummaların önüme bir dolu banchan koyacağı yerlerde yiyecektim hani öğünlerimi? Geleli 5 gün olmasına rağmen henüz böyle bir şey yapamamıştım ama umutluydum o noktada yine de. Girmedim müzenin restaurantına. Kafe arayarak üst katlara çıktım. İkinci katta cidden bir kahveci vardı ama hani tiyatrodaki gibi falan böyle çok da bir şey yok havası verip, kalabalık olan bir yerdi. Bir üst kata daha çıkınca aradığımı bilmediğim o yeri buldum. Geleneksel Kore içeceklerinin servis edildiği bir çay evi vardı. Orası da kalabalık görünüyordu ama aşağıdaki kafe gibi hıncahınç bir havası yoktu, daha huzurluydu. Oturacak yer yoktu ilk bakışta, en kötü ihtimal alırım bir çay koridorda otururum dedim. Girişinde kiosk gibi bir cihaz vardı, siparişimi oradan verip, ödemeyi de cihaza yapmam gerekiyordu. Bunu anladığımda hayır dedim içimden, hayır hayır hayır. Kredi kartım yine çalışmayacak diye. Neyseki korktuğum başıma gelmedi, içeceklerin arasından daha önce sadece adını duyduğum sikhye'yi seçtim ve içeri adımımı attım. O anda da şans yüzüme güldü, tam cam kenarındaki masa boşaldı. Özel dizayn edilmiş minik bir teras bahçesine ve onun ilerisindeki dağlara bakan manzaramla huzur içinde oturdum orada. Sikhyemi aldıktan sonra tabi. İçeceğimi alana kadar panik içindeydim. Çünkü kiosktan sipariş verince bir sıra numarası veriyor cihaz. İçecekleri hazırlayan görevliler de numaraları Korece sesleniyordu. Korece sayıları tanıyorum tamam, söylenişlerini de az buçuk biliyorum üç basamaklıların o da tamam. Ama aksanlarını ve hızlıca söylemelerini anlamayabilirdim. Diken üstünde bir beş on dakika oturduktan sonra yine şanslıydım, kendi sayımı tanıdım, hazırlayanlarla da göz göze geldik zaten. Sonraki yaklaşık yarım saat dediğim gibi huzurla, mutlulukla oturdum çay evinde sikhyemi içerek.

Sikhye (식혜) dediğim içecek aslında temelde pirinçten şerbetle frozen arası bir şey. Hafif kırık beyaz bir suyun içinde buzlaşmış pirinç topakları yüzüyor. Benim müzenin çay evinde içtiğim çok aşırı tatlı değildi, şekeri böyle normal seviyede, tadı da hoştu. Üzerinde süs olarak çam fıstıkları ve çiçek yaprakları gibi bir şeyler vardı. Sikhye normalde fermente olmuş arpa suyu ve pirinçten oluşuyor. Ülkenin değişik bölgelerinde değişik versiyonları olsa da temel malzemeler bunlar. Koreliler'e göre pek çok faydası var ve ama genelde sindirime ve midenizi kötü hissettiğinizde iyi geldiği söyleniyor. Ben de son birkaç yıldır midemle uğraştığımdan özellikle dikkatimi çekmişti rastladığımda internette. O yüzden o gün oradaki onca değişik ve ilginç çay arasında onu denemek istedim. (Burada içtiğim bu sikhyenin fiyatı 5000 won idi.)

Japonya bölümünden

Sikhyemi bitirmek üzereyken bir kadın yanaştı masama ve sizin için sakıncası yoksa kalkacağınız zaman biz oturabilir miyiz dedi çok kibar ve utangaç bir şekilde. Aa tabiki dedim, zaten bitirdim kalkacaktım dedim. Çok da oyalanmadan müzeyi bitireyim diye düşünüyordum. Ama yazık kadın onun yüzünden kalkmaya başladığımı düşündü, özürler dilemeye başladı, yok yok dedim ikna etmeye çalıştım ben kalkıyordum buyrun gelin diye.

Eski dostum Gudea bile oradaydı

Çay evinden kalkıp, ikinci kata indim. Oradaki sergiler diğer ülkeleri kapsıyordu. Özellikle Japonya eserlerinden oluşan sergiye bayıldım. Bu kısımda çünkü, çok keyifli sergileme yöntemleri kullanmışlardı. Oturup tüm günümü geçirebileceğim bir geleneksel Japon evi odası tarzında bir kısım vardı mesela, usul usul yağan yağmur sesi ve görüntüsü yapmışlar ekrana, dışarısı böyle yemyeşil orman manzarası...Sanal tabi bu kısım da, güzel sonuçta.

patatesle ilk bakışma

yağmurlu ve soğuk, yürüyorum

işte o tatlı patates

İkinci katı bir şekilde bitirebildiğimde ayaklarım biz yokuz demeye başlamıştı. Yine de üçüncü kata şöyle bir bakındım. İçeriye adım atışımdan yaklaşık 4-5 saat sonrasında nihayet müzeden çıkmaya ikna edebildim kendimi. Aslında tüm bahçesini, havuzu falan görmek ve bahçenin diğer tarafındaki Hangeul Müzesi'ni de gezmek istiyordum ama o günlük enerjim tükenmişti. Metroya binip, Dongdaemun tarafına gittim. Dongdaemun durağında inip, dümdüz büyük cadde boyunca Gwangjang Market'e doğru yürümeye başladım. O sırada kaldırımda bizdeki gazete büfeleri gibi olan büfelerden bir tanesi dikkatimi çekti. İçerisinde neredeyse dizilerde gördüğüm normal ahjummalar gibi bir teyze vardı. Benim dikkatimi çeken asıl şey tatlı patates satıyor oluşuydu. Kore dizisi-filmi izleyenler en az bir defa rastlamıştır bu sahneye. Genellikle soğuk kış günlerinde kahramanlarımız bir sokak satıcısından kumpir tarzı pişirilmiş bir tatlı patates alır, kabuğunu döndüre döndüre soyarak, sıcağından ağzı haşlanarak yerler. Onlar o patatesi öyle yerken acayip lezzetli, keyifli bir şeymiş gibi gelir. Ben de o gün o büfede o patateslerden görünce attım kendimi bir dizi hikayesinin içine, hava soğuktu, üşümüştüm, sokaklarda yürüyordum. Aslında yemek yemeye gidiyordum Gwangjang'a ama bu atıştırmalıktı sonuçta. Bir tane patates istedim ahjummadan, biraz suratsızdı ama olsundu. Paramı çıkarıp, uzatmaya çalışırken büfenin ön kısmındaki her şeye çarptım, yerlere döktüm. Ahjumma bir minik poşete koyduğu patatesi elime tutuşturmaya çalışırken, ben yıktığım şeyleri geri koymaya çalışıyordum. Düzeltmeye çalışırken daha çok karışıklık çıkardım, teyze kafayı yiyecekti, poşet ikimizin ortasında havada, ben bir yandan özür dileyerek yerlere eğiliyorum, o bir yandan haydi al da git al da git diye söyleniyordu. Poşeti alıp, caddede koşturmaya başladım. Baya bir ilerledikten sonra açabildim poşeti. İçinde benim patates vardı, bir ucundan biraz açılmış, bir de minik plastik bir kaşık konulmuş. Elimdeki şey hiç de dizilerde izlediklerime benzemiyordu. Kabuğunu soyarak değil de bu kaşıkla yemek gerekiyordu. İlk kaşıkla ağzıma gelen böyle krema gibi bir patates püresiydi. Tadı vardı ama yoktu. Tatlı patatese normalde ben evde tavada fırında yaptığımda bir dolu baharat koyarım, üstüne de sos yaparım bazen. Bunda böyle hiçbir şey yoktu, dümdüz tatlı patates. Sıvılaşmış gibi. Kaşığı içine daldırıp daldırıp yedim yürürken. Yağmur yağıyordu, caddede hemen hemen kimsecikler yoktu. Elimde patates, ağzımda kaşık markete doğru yürüdüm. Patates aslında kötü değildi, hatta şimdi düşününce lezzetli bile geliyor ama o anda orada patatesin kendisini değil de o dizilerde izlediğim deneyimin kendisini bekliyormuşum gibi içten içe, umduğumu bulamamıştım.

Teyzelerden aldığım jeon

Gwangjang Market'in girişine yaklaşırken bir trafik ışığında bekledim. Orada, bu şehirde 5 gündür ilk defa birinin ışığı beklemeden, yol boş diye karşıdan karşıya geçtiğine tanık oldum. O ana kadar çünkü, herkes her yerde, yol bomboş da olsa ışık yayaya yeşil yanana kadar azimle bekliyordu. Marketin girişinin, beklediğim gibi bir giriş olmamasından ötürü bu arada, geldiğimi tam anlamadım. Birden kendimi tepede asılı bir dolu ülkenin bayrağının altında bulunca haa dedim, gelmişim. Burası videolarda gördüğüm o yer. Nereye gideceğimi bilemedim, her şeye bakmak, her şeyi görmek istiyordum. Klasik bir market yemeği deneyimi de yaşamak istiyordum. Ama pazarda ilerledikçe manyak kokular sarmaya başladı etrafımı. Midem bulandı bir yandan, karnım aç diye canım da bir şeyler çekiyordu ama kokudan hiçbir şey de çekemiyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Ben girdiğimde henüz o kadar kalabalıklaşmamış gibiydi, daha dolaşılabilir gibi duruyordu. Bir o yana bir bu yana sapıp, incelemeye çalıştım ne var ne yok ne yiyebilirim nerede yiyebilirim, dizi izlerken kafamda canlanan o görüntülerin aynısının içine nasıl düşebilirim...Orta kısımda önce iki teyzenin işlettiği bir jeon standına denk geldim. Dışarısı yağmurluydu ya, o gelenek aklıma geldi, yağmurlu havada kızarmış jeon tarzı şeyler yenirdi. Bir tane istiyordum dedim yanaşıp, teyzenin yaşlı olanı standın dışında satışı yapıyordu, daha genç gibi duranı içinde jeonları pişiriyordu. Baktım iki çeşit var, sebze olanından istiyorum demeye çalıştım muhteşem Korecem ile. Yaşlı teyze anladı gene de ama sonrası tam bir karmaşaydı. Bir tanesini ikiye böldü, bardağa koydu, bir tanesini poşete koydu, elime bir dolu jeon tutuşturdu. Bir de öyle küçük de değiller, kocaman kocaman. Meğersem bir tane isteyince bu kadar çok veriliyormuş, ben bunları yiyemem alın dedim. Yok yok diyorlar almıyorlar, çünkü algılayamıyorlar nasıl yiyemem? Teyzem para sorun değil sen al bu poşettekini, başkasına satın diyorum, yok al al diyorlar. O hengame içinde tamamen ne yaptığımı bilmez halde içgüdüsel davrandım. Standa yanaşan iki kız vardı, birisinin eline tutuşturdum poşeti, alın siz yiyin bana çok bu hediyem olsun dedim, kız da ne olduğunu anlayamadan tüydüm, pazarın diğer koridoruna doğru bir elimde bardak içinde jeonumla.

Bu arada aldığım jeon, gamjajeon'muş, yani patates mücveri gibi bir şey. Ama diğer her şey gibi bunda da zerre tuz olmadığı için iki lokmadan sonra allahım neden neden diyerek dolaştım. Bir de zaten kızarmış yağın kokusu da midemi kaldırdı, yağlı tuzsuz patates rendesi yiyordum hayal edin işte. İkiye bölünmüş jeon'un bir parçasını bile bitiremedim, kenarda köşede çöp aradım o da yoktu, sonunda çantama attım, çantam birkaç gün kızartma koktu ama o akşam o pazarda üstüme ve giysilerime sinen kokuların yanında bir hiç kaldı tabi.

işte Gwangjang Market'teki yemeğim

Oturduğum yemek standı, yemeğini yediğim teyze

Sonunda ortadaki yemek standları tam olarak açılmış gibi görünmeye başlayınca, kendimi ikna edip, tüm utangançlığıma rağmen boş gördüğüm bir tanesine oturdum. Tezgahın hemen kenarına oturuyorsunuz hani, tezgahın içinde bir teyze oluyor, yemekleri pişirip, önünüze koyuyor. Aynen izlediğim gibi bir yere oturdum, aynen izlediğim teyzelerden biri vardı tezgahın gerisinde. Set halindeki menüden birini seçtim. Tteokbokki ve 3 parça kızarmış bişiler olan ilk combo menüden istedim (6000 won görünüyordu). Önce hangi üç kızarmış yiyecekten istediğimi sordu, bir dolu ilginç şey vardı, tek tek gösterdi, ben de tek tek sordum aa o ne oo o ne diyerek. Tam hatırlayamıyorum, resimlere bakınca da tam anlaşılmıyor ama sanırım şey seçmiştim. Bir o dilim dilim edilen gimbapları bir de kızartıyorlar ya ondan. Diğer iki seçtiğim şey ise sanırım sebzelerin kızartmasıydı. Hiç emin değilim. Dikdörtgen bir alüminyum tabağa onlardan koydu, sosuyla birlikte tteokbokkiden koydu. Bunu önüme koyduktan sonra bir de tabiki olmazsa olmaz balık keklerinin suyundan bir bardağa doldurdu, onu da önüme koydu. Ben de içecek olarak tabiki gazoz istedim. Ben oturduğumda sağ tarafımda bir çift vardı kadınla erkek. Onlar da yeni oturmuştu. Benden sonra sol tarafıma da iki ahjussi geldi, işten yeni çıkmışlar üstlerinde takım elbiseleri. Sağımdaki çift combo menüden balık kekli olan bir şeyler istediler. Ahjussilere ise yemekçi teyze bir şişe makgeolli ve iki tane tas verdi. Onlar doldurup içmeye başlarken de kızartılmış atıştırmalıklardan önlerine koydu. Onlar keyifle muhabbet etmeye başladı, seslice, gülerek şakalaşarak. Çift de ooo aşırı lezzetli diye konuşarak sesler çıkararak yemeye başladı. Hemen önlerindeki balık keklerinin içinde durduğu çorbadan kepçe kepçe doldurarak içmeye devam ettiler. O çorbanın özelliği bu, bittikçe doldurup bardağınıza içebiliyorsunuz. Pazar günü gittiğim restauranttaki ilk deneyimimde bu balık kokulu sıvı çok tuhaf gelmişti ama o gün orada tteokbokki ile birlikte ben de yuvarladım valla. Bir o kızartılmış şeylerimi bitiremedim, kokular hala midemi karıştırıyordu. Ben yemeye devam ederken etraf kalabalıklaştı, tezgaha bir dolu insan geldi. Çiftin öbür tarafında çocuklarıyla kocaman bir aile ayakta durdu yedi, benim arkamda durup bir grup genç paket yaptırdı aldı gitti. Tezgahın içindeki teyze harıl harıl hiç durmadı. O kaotik ortamda, o bin tane kokunun içinde yanımdan kollar uzanırken kafamın üstünden yemekler el değiştirir, ben de o minicik tezgah kenarında yanımdaki ahjussiye neredeyse değecek şekilde oturdum, yedim. Mutluydum. Kendimi tam da o izlediğim hikayelerin içinde bulmuş gibiydim çünkü. Anlatmaya çalıştığım bu işte. Kore değil aslında ilgimi çeken, içten içe. Ya da Kore çok iyi bir yer değil, çok güvenli bir yer de olmayabilir, her şeyin normal olduğu bir yer de değil. Dünyanın en güzel yeri değil, dünyanın en iyi insanlarına da sahip değil. Ama şey gibi düşünün, Harry Potter kitaplarını okurken hissettiğim mutluluk mesela. Sanki gidip gerçekten de bir süpürgeye binip, uçarak Hogwarts'a gitmiştim gibi. Mutlu olduğum yerin gerçeğine kavuşmuşum gibi. O dizileri izlerken hissettiğim mutluluğun aynısını Seul sokaklarında yemek yerken, kafelerde camdan bakarken hissetmemin sebebi de bu işte. Ben de o izlediğim hikayenin içine girmişim gibi hissediyordum. O hikayeler beni mutlu ediyordu, mutlu olduğum yerde oluyordum. Gerçek hayatımın aksine, iyilerin kazandığı, tesadüflerin hep güzel yerlere çıktığı, masum ve saf kahramanımızın başına iyi şeylerin geldiği, çiftlerin kavuştuğu, işlerin başarıya ulaştığı, alınan derslerin mutlu sonlara ulaştırdığı o hikayelerin içindeymişim gibi hissedebiliyordum Seul'de işte.

Yemeğimi büyük bir iştahla ama utanarak yedim bir süre. Tuhaf geliyordu hala bu şekilde yemek yemek ama sonunda alıştım ve etrafımı dinleyerek, izleyerek yemeye devam ettim. Hiç kalkmak istemiyordum ama bitince daha fazla oturamazdım. Kalkıp, pazarın geri kalanını gezmeye çalıştım. Diğer taraflarına doğru gittikçe tuhaf tuhaf otlarla köklerle dolu koridorlara rastladım. Binbir çeşit deniz ürününden kaçarak oraya buraya daldım. Jeon aldığım teyzelerin standından birkaç kere başımı eğerek uzaklaştım. Sonunda gidip şöyle tavşan kanı bir siyah çay anca paklar bu kızartmaları diyerek otele koşturdum.

10 Temmuz 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VI - Kafelerde mutlulukla

 


Pazar gününde bugün nehir kenarında avarelik edeceğim yürümeyeceğim diye otelden çıkıp, gün sonunda toplamda 22888 adım atınca, Pazartesi günü olduğunda yataktan kalkamadım haliyle. Zaten pazartesi dedim, müzelerin sarayların genelde kapalı olduğu gün. Herkesler de işe gitmiştir, okula gitmiştir dedim. Hongdae'ye doğru giderdim diye düşündüm. Şöyle aheste brunch yapar, dükkan falan gezerim. İşaretlediğim yerlerden açık olan varsa da denk gelirse gezerim dedim. Saat on bir buçuğa doğru ancak çıktım otelden, otobüse atlayıp, seyrede seyrede kahvaltı için aşırı merak ettiğim mekana gittim. Buttermilk adında minicik bir pankekçiydi aradığım. Kendisi minicik ama internette ünü pek büyük. Bir de yalan yok, pankekleri çok güzel görünüyordu, böyle görünen şeyler kesin lezzetlidir hissi veriyordu.

Böyle durak
 isimleri vardı mesela :D

İki otobüs değiştirerek gidebildim Buttermilk'in olduğu yere. Otobüsten indikten sonra da bir miktar yürüdüm. Şehrin bu bölgesine doğru görüntü de, atmosfer de, verdiği his de değişti yavaş yavaş. Böyle daha genç, daha kendimi uzaylı gibi hissettiren bir hava. Önceki üç gün boyunca gördüğüm, rastladığım bölümlerinden biraz daha değişikti. Alçak yan yana binaların sıralandığı dar sokaklar, sıkı sıkıya binaların katlarının biraz daha artmaya başladığı caddelere açılıyordu. Durakların çoğunun ismi üniversiteydi, inenler binenler de genellikle 20li yaşlarındaydı. Hava ilk günlerdeki kadar ılık olmasa da hala biraz güneş vardı tepede, bulutların arasında. Kafam rahat, Buttermilk'e yürüdüm.

Ara sokaktan çıkıp, geniş caddede ilerleyince buldum pankekçiyi. Önündeki uzuuun sıra olmasa bulamayacağım kadar küçük bir yeri kaplıyor, fark edilmiyor bile. Ama yanaşıp, sıranın önünde durup, insanlara baktım. Gerçek anlamda yuh dedim, sesli, dışımdan. İnsanlar güldü, bu kez içimden bence kendinize gülün bu ne hal dedim. Yani tamam lezzetli falan olabilir de sonuçta bir pankek için minicik dükkanın önünde 40-50 kişi bekleşiyorsunuz. Sıradakilere baktım, onlar bana baktı. Buttermilk için bekliyorsunuz değil mi dedim, evet dediler. Peki o zaman hadi size iyi günler diyerek ne yöne gittiğime bakmadan yürümeye devam ettim.

Neyse ki çok da yürümeden haritama bakmayı akıl edebildim. Yakınlarda başka işaretlediğim bu tür bir yer var mı diye baktım, Moment Cafe'yi görünce oraya gitmeye karar verdim. Ama oraya da başka bir otobüsle gidiliyordu, saat 12 buçuğa gelirken ancak buldum orayı da. Önceki gün en son akşam 7 gibi yediğim yemekten beri açtım. O kadar aç olmasam o an kafenin sevimliliğini daha da çok takdir edebilirdim. Ama hakikaten çok sevimli bir yerdi. Böyle dar bir binanın en alt katında, önüne arabalar falan park etmiş, Japonya'daki geleneksel restaurantlar gibi ön cama yarı boya kadar bir bez örtülmüş (bunun bir anlamı var aslında), içerisi ağırlıklı olarak ahşapla döşenmiş, türlü sevimlilikler ekmekler pastalar kekler çörekler...Off bu şehirdeki her şey neden böyle bu kadar özenli, düşünülmüş, keyifli? Ankara'da da kafe yok mu, var ama böyle değil işte. Bunlar gibi olmanın yanına bile yanaşır yerler yok. Tek sorunumuz tekdüze ve lezzetsiz kafelermiş gibi oldu şimdi böyle söyleyince ama asıl yara başka. Neyse.

Moment Coffee 2nd Branch

Moment'ın bu güzelliğine bayıla bayıla içeride ilerleyip, kasaya yanaştım. Kahvaltılık bir şeyler istiyorum ama neler var dedim direkt. Çalışan (belki de sahibidir de) kadın aşırı soğuk görünüyordu, bana kızarmış gibi bir ifadesi vardı, bu yüzden sorarken biraz çekindim bile. Ama konuşmaya başlayınca çok da sevimliydi. Yan duvarda brunch/kahvaltı setlerinin yer aldığı çizimler vardı, onları gösterdi, bunlardan verebilirim dedi. İlk gözüme çarpanı istedim. Herhalde bir 12-13000 won kadardı. Yanına da siyah çay istedim, bunu genelde anlamakta biraz güçlük çekiyorlar, sonraki günlerde de birkaç tekrarın ve tarifin ardından istediğimi alabildim. Earl Grey ya da English Breakfast demek gerekiyor, yoksa çay deyince direkt yeşil çay vermek eğilimde oldukları gibi çay isteme olasılığınız da çok tuhaf geliyor onlara. Ne yani kahve dışında bir şey mi istiyor diye bakıyorlar insanın yüzüne.


Elime yine bir zırlayan minik cihaz verildi tabi. İçeride hazırlayıp, çağırınca elime bir tepsi tutuşturdu önce. Minik, bu Koreli veya Japon youtuberların videolarında gördüğüm tek ocaklık piknik tüplü ocak. Üstünde ızgarası. Yanında minik ama puf puf bembeyaz dilimlenmiş bir ekmek (8 dilim olmuş bir baton yani). Dünyanın en sevimli tabak çanağına konmuş iki çeşit reçel, whipping cream. Çocukluğum çok eski dehlizlerinde hatırası kalmış bir yumurtalık içinde üst kısmı açılmış, kayısı kıvamlı yumurta. Bu kadar sevimliliği nasıl yiyebilirim diye bakındıktan sonra gözüm ızgaraya ve ocağa takıldı. Teknoloji ile aramın nasıl da güzel olduğunu hesaba katınca yutkundum. Tepsiden bir de ocağı nasıl kullanıp ekmekleri kızartacağıma dair rehber kağıdı çıkmıştı ama gene de o kadar denememe rağmen ocağı yakmayı beceremedim. Şaşırmamıştım. Tam önümde, ilerideki bir masada oturmuş ders çalışan bir kız dışında kimse yoktu mekanda. Utancımdan sıkıla sıkıla ızgaramla birlikte kasaya geri gittim, yine sinirli görünen kadına sordum. Ocağımı o yaktı, geri verdi. Yerime oturunca bu sefer de ekmekleri ızgaranın neresine koyacağımı çözmeye çalıştım. Allahım bir yandan çok mutluyum böyle ilginç şeylerle karşılaştığım için, her şey çok sevimli olduğu için falan ama elim ayağım birbirine dolaşmış durumda, sanki 300 yıldır mağarada yaşıyormuşum da beni yeni salmışlar dışarı gibiyim. Önce içine sokmaya çalıştım tellerin, arasına yani, sonra neyse ki üstüne koymayı akıl edebildim ekmek dilimini. Ateşi çok açma diye heyecan yaptı zaten çalışan kadın, hakikaten düğmeyi azcık çevirince çılgın horr diye yanıyor ocak. Ocak yanıyor hopluyorum, ekmek dilimleri elimde masanın altına üstüne kalkıp oturuyorum. Kadın demiştir allahım bunu bana bu saatte sınav diye mi yolladın. Sonunda yarım yamalak da olsa bir dilimi kızartım, yemeye başladım ama aklımda da direkt bariz olan soru, ben bunlarla doyar mıyım? Normal bir Türk kahvaltısını düşününce küfür gibi bir şey bunlar çünkü, bir yumurta, iki kaşık atsam bitecek iki reçel, kahvaltıda ne alaka diye bakacağımız krema. Haa bir de tereyağı. Bir parmak kalınlığında, kağıda sarılı sevimli bir tereyağı.  Tabiki peynir yok, zeytin yok. PEYNİR YOK. Allahım tuzlu şeyleri dünyanın bu köşesine bilerek mi getirmedin yaşlanmasınlar tansiyon hastası olmasınlar diye.

Tabiki bu saydıklarımı göz açıp kapayana kadar bitireceğimi bildiğimden yavaş yavaş yemeye çalıştım. Ekmekleri kızartma işi ile de oldukça uğraştığımdan uzun sürdü orada oturmam. Ekmekleri kızartırken bir yandan etrafımdaki her şeyi çekmeye çalıştım. Etrafımdakilere daldığım için bir dilimi yaktım, yanık kokuları kadına da ulaştı. Diğer masadaki kız istifini bozmadan ders çalışmaya devam ediyordu. Kahvaltım bittikten sonra da oturmaya devam ettim, hiç kalkasım yoktu. Sonradan bir erkekle bir kız geldi, sonra iki kız daha geldi oturdu. Sonra bir grup genç kız geldi, güle kıkırdaya. Bir süre de onları izledim. Kafenin hediyelik eşya rafları da vardı bir dolu, bakılacak çok şey vardı yani ama neden onları o kadar incelemedim ki? Tek tek baksana hepsine. Bir şey de almadım, neden almadım ki? Çok güzeldi her şey. Yani öyle bir çekingenlik tutuyor ki bazen yok yere. Hesabı ödeyip, tepsiyi verip, çok oyalanmadan çıktım. (Moment Coffee'nin instagramı)

Bu o cartoon temalı kafe - Cafe Layered
Teyzem de foto çekiyor :p

Moment Coffee'den çıkınca hava çok güzel gibi görünüyordu, yürüyeyim madem buralar Hongdae dedim. Ama yine kafam basmamış, haritaya baksam göreceğim aslında asıl görülecek sokakların hemen önümde yer aldığını. Onun yerine yürümüş olurum baka baka diyerek, yukarıdaki kafelere doğru gitmeye karar verdim. World Cup buk-ro 4-gil boyunca yürüdüm dar sokaktan, sonra Donggyo-ro'ya çıktım. Seongmisan-ro'ya dönüp, oradaki şu meşhur cartoon-temalı kafeye gideyim diye düşündüm (Greem Cafe yani). Onun önüne gelince durdum, bir baktım yan tarafında işaretlediğim bir başka kafe vardı. O an o kadar güzel göründü ki gözüme. Sadece görüntü de değil, bir his işte. Oraya dışarıdan bakınca bile mutlu oldum o an ki içeride çok, çok daha mutlu hissettim. Adı Cong Caphe, bir Vietnam kafesi. Vietnam temalı kafe yani. Saat ikiye gelmişti, içeri girince zıplayarak allahım allahım çok güzel çok sevdim diye bağırarak koşacaktım. Her yere, her bir detaya, her bir köşeye bakmak istedim. En sevdiğimden, her yer yine tahta ama mesela Moment'taki gibi temiz sevimli görünümlü tahtalardan değil, bu kez böyle eskimiş, gıcırdayan, hani Bağıran Baraka tarzında. Müzikler çok güzel, oturma yerlerinde eski minderler var, masalar minik sehpalar falan. Girince sağdaki büyük masada bir amca oturmuş, önünde laptopu, bir şeyler yazıyordu. Ara kısımda böyle ayrılmış gibi, kameriye gibi bir oturma yeri vardı, orada belli ki date'e çıkmış bir çift vardı. Gerisi boş, bana ayrılmış gibi. Kasaya gittim sipariş vermek için, ne alacağım hakkında, burada ne tür şeyler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece burada olmalıydım, oturmalıydım onu hissediyordum. Kasadaki resimlere bakıp, şundan alayım dedim. Bir tür kahve. Ama içinde ne vardı, hiçbir fikrim yoktu, yazılar Korece ve Vietnamca gibiydi. İki kız vardı kasada, onlar da bomboş kafede öyle takılıyorlar gibiydi. Ulan o zaman o Buttermilk'in önünde niye tüm Seul toplanmıştı?
İşte Cong Caphe - üstteki o teras gibi yer açık değildi ben gittiğimde, orası da çok güzel olabilirdi

Cong Caphe'de oturduğum yer

Üzerinde sevimli minik bir çiçek olan, cam kenarındaki bir masaya oturdum. Masa dediğim de böyle dizlerimin boyutunda bir sehpa. Ama allahım, her şey çok güzeldi. O cam kenarında, içinde ne olduğunu bilmediğim buzlu kahvemi keyifle yudumlayarak oturdum saatlerce (coconut condensed milk coffee imiş içtiğim şey, şimdi fişime bakarak öğrendim, tadı pek güzeldi). Dışarıdak sokağı izledim, sokaktan geçenlere baktım, bulutların arasından arada göz kırpan güneşe baktım, bilgisayarıyla oturan yazar kılıklı adama baktım, onu görünce ben de gaza geldim, tüm gezi boyunca çantamda saksı gibi taşıdığım ama bir türlü yazamadığım defterimi açtım, iki sayfa yazdım. Birkaç kere tuvalete gittim, çünkü tuvaletler de pek bir ilginçti. Böyle eski pirinç borular, metal lavabo, kapılar ahşap minicik. İçeride dolaşıp, her yere baktım, dekorun her bir parçasını inceledim. Duvarlarda asılı olan aile fotoğraflarına, anlamadığım Vietnamca yazılara, eski bir evdeymişim hissi veren tüm o eşyalara...Sabah Moment'ta da çok mutlu oldum, ortam pek bir sevimliydi, beğendim falan ama Cong Caphe'de hissettiklerim çok farklıydı. Bilmiyorum, abartıyor muyum, saçmalıyor muyum, görmemiş teki miyim. Ama ben orada çok mutlu hissettim. Hiçbir yere yetişmeye çalışmadan, habire bir şeyler yapmam gerekiyor diye kendimi darlamadan. Sanki gerçekten de, daha güzel bir gerçeklikte, orada, o kentte yaşıyormuşum, günlerimi kafelerde gezip, yazı yazarak, hayatın küçük anlarının mutluluklarının tadını çıkararak yaşıyormuşum gibi hissettim. Birkaç saatliğine de olsa diğer hiçbir şeyin önemi kalmadan, o cam kenarında gerçek ben oldum. (Cong Caphe'nin instagramı)

Cong Caphe'nin tuvaletinde, mutlulukla

Cong Caphe'de her şeyi incelerken

Cong Caphe'den kalkayım artık dediğimde 3'e geliyordu herhalde saat. Niye kalkayım dediğimi de bilmiyorum. Otur işte demi madem mutluysan. Bir şeyler daha iç. Biraz da öbür masalarda otur, ne bileyim önceki günlerde ne yaptığını yazmayı bitir deftere falan değil mi? Çıkıp biraz da yandaki kafede otur, orası da ilginç. Ahh ama işte hep o içimdeki dürtü, haydi haydi koş başka yerler göreceksin. Kafeden çıkıp, ara sokaklarda dolaşa dolaşa Yanghwa-ro'ya çıktım. Bu sokaklarda yine pek çok sevimli ve özenli minik dükkanlar ile kafelere rastladım. Sokaklarda hemen hemen hiç kimse yok gibiydi. Bu dükkanların falan fotoğraflarını çektim, sonraki günlerde gelirim diye. O anda neden hiçbirine girmedim, nasıl bu kadar salak olabildim hala düşünüyorum. Sonraki günlerde gidemedim tabiki. Seul'deki günlerim, beni önlerine katarak sel misali yürüdü gitti.

Yürürken geçip durduğum sevimlilikler

Bu büyük cadde üzerine çıkmamın sebebi, orada işaretlediğim bir k-pop dükkanının olmasıydı. 30larımda olabilirdim ama en azından böyle saçma bir yeri görmeden Seul'den gidecek değildim. Dükkanın ismi With Muu (web sitesi burada), böyle içinde k-popla ilgili incik cincik bir sürü şey var, ayrıca albümler lightstickler falan da var. Ama benim bilemediğim bu dükkanın bir avmnin içinde yer alıyor olduğuymuş. İsmi Ak Plaza olan (sen kalk kmlerce öteye git yine de kurtulama) bu avm öyle pek de bizim alışkın olduklarımızdan (ya da Gangnam'da gördüklerimden) değildi. Böyle bir bina normal apartman gibi ama içine girince ayrı ayrı dükkanlar yok, böyle orta alanda ayrı ayrı kendi açık alanlarında herkes. Ne güzel anlatamadım, neyse. Alt kattan ilk girince böyle hemen kırtasiye malzemeleri ve züccaciye gibi bir dolu şeyin olduğu raflarla karşılaştım. Normalde okul hayatım boyunca bile tek bir siyah kalemle yazdığım için öyle pek bir kırtasiye meraklısı değilimdir, çok dalmadım oralara ama insan o ülkede ona bile heves ediyor. İlerleyince Marvel ürünleri satan bir dükkana rastladım, pek düzgün ve sevimli görünüşlü bir genç bakıyordu. Ben hala bir ergen olduğum için kafamın içinde birkaç kere dükkanın önünden geçip, içeri bakamadım. Neyden utanıyorsam, çocuğum yaşındadır herhalde. Neyse sonunda cesaret edip, ürünlere tüm hevesimle baktım. Çok güzel şeyler vardı ama yine kredi kartımın beni heder edip etmeyeceğini bilemediğimden bir kulaklık kabı almaya yeltendim. Kaptan Amerikalı kap buldum ama pek de bendeki kulaklığa uymuyordu, satıcı gençle birlikte içine oturtup, birbirimize oldu oldu böyle idare eder diyerek anlaştık.

Benim dükkan üst kattaydı, oraya çıkarken kendimi her şeye bakmamak için zor tuttum. Böyle tüm dükkanlar parlak pastel renklerde, böyle ortam Alice Harikalar Diyarı gibi. Dayandım dayandım ama sonunda üst katta metrelerce alana yayılan etiket dükkanında yolumu kaybettim. İnternette, dizilerde gördüğüm tüm o sevimli çeşit çeşit etiketler karşımdaydı. Dolandım durdum. Sonunda hatıra olsun bir tane alayım dedim, bu sefer de onu seçemedim dakikalarca. Asıl gideceğim dükkanda bu kadar durmadım yani. Kendimi etiketçiden kurtarıp nihayet With Muu'ya girdiğimde bu sefer daha da utanıyordum. Herkes ergen, herkes kız. Tüm grupların idollerin oyuncakları resimleri kartları, bir yanda albümler, bir dolu idollerle ilgili eşya...Bakmaktan bile utandım. Deli miyim ya, baksana kimden utanıyorsun. Albümlere şöyle bir baktım, gelirken aklıma koyduğum, alacağım tek albümü bulamadım. Zaten bu dükkan öyle çok albüm odaklı gibi değil gibiydi, daha çok son çıkan ve popüler şeyler vardı. Sonunda BTS bölümünde utana sıkana biraz bakınıp, kendime bir anahtarlık aldım. Lightstick bölümüne de cesaretimi toplayıp baktım çıkmadan, belki olsa cidden almaya ikna edebilirdim kendimi Army Bomb'dan. Ama bu dükkan sanırım biraz da turist tuzağıydı, yurtdışında bilinen grupların hepsini lightsticklerine kalmadı yazıyordu. Daha çok yeni jenerasyon ve Kore'de bilinen gruplarınkiler vardı raflarda. (With Muu'nun instagramı)

Avmnin içindeki minik restoranları görünce acıktığım aklıma geldi. Yanghwa-ro boyunca yürümeye başladım, bir şeyler bulurum diyerek. Burası büyük bir caddeydi, tabi orada burada restoranlara denk geldim ama bir türlü girmeye cesaret edemedim. Bir Olive Young dükkanı görünce hevesle oraya daldım. İlk kez giriyordum bu dükkanlardan birine, Olive Young Kore'de bir çeşit Gratis-Watsons-Eve gibi bir zincir. Acayip kalabalıktı, herşeye bakasım geldi ama yazıların hepsi Korece olunca pek de bir şey anlamıyordum. Ancak elime alıp, inceleyince minik ingilizce yazıları bulabilince ya da Papago'ya resimden çevirttirince anlayabiliyordum ne olduklarını. Gene de iki maske seçebildim kendime. Mutluydum. Ama yaptığım şeyleri neden yaptığım ve yapmadıklarımı neden yapmadığım bir türlü çözemiyorum. Mesela kırışıklıklar için patch gibi bir şeyler görmüştüm o gün orada, aa çok iyiymiş bunlardan alayım ama bir dahaki sefere dedim. Bir daha bir Olive Young bulup da girdiğimde kalmamıştı. Yani hiçbir mantığı yok hareketlerimin.

Öyle aç bilaç ama mutlu ilerlerken haritamda işaretlediğim bir yerin yakınında olduğumu fark ettim: 9 3/4 Kings Cross isimli bir kafe. Caddeden ara sokaklara daldım, kafeye giderken. Bu ara sokaklar yine dizilerdeki sokaklardandı, iki üç katlı eski binalar, birbirine dolanan sokaklar, minik restoranlar, birbirini tanıyan ve muhabbet eden esnaf...Ben tam da bir dizinin içinde miyim havasına girmişken önüme çıktı aradığım yer. Bakın burada Ankara'da da var Harry Potter temalı yerler, kafeler. Son birkaç senede açıldılar ama sonuçta varlar yani. 20 yıl önce hayal bile edemezdik bu kadarını. Ama Seul'de girdiğim o yer, inanılmazdı. Orlando'daki Universal'ın içindeki Harry Potter dünyasını iki üç gezdim ben, ona rağmen çok güzel buldum bu kafeyi yani. Tam böyle Hogwarts'ın içine girmiş gibiydi. Loş, duvarlar Ortaçağ kaleleri gibi, her yerde ayrı bir detay. Girince ilk solda sipariş verebildiğiniz yer var, çok çeşitli olmasa da yemekler ve tatlılar ile kahveler içecekler var menüde. Sağda direkt yukarı çıkan ahşap merdivenler var. 4-5 kat kadar var yukarısı. Böyle her katta ayrı bir dekor. Bazı katlarda uzun, ortak salondaki gibi sıralar ve masalar var, büyük şamdanlar, mumlar. Bazı katlarda bağdaş kurup oturabileceğiniz sofralar. Şömine başında sallanan sandalyeler. Her şey sadece Harry Potter temalı değil, Harry Potter evreninin temel motiflerini de barındırıyor, cadılık, ortaçağ, ingiliz kırsalı gibi. (9 3/4 Kings Cross Instagram şurası)

9 3/4 Kings Cross'ta o manzara

O pazartesi günü sabahki mutluluklarım ve o saate kadarki seçimlerinden bir şekilde memnundum. Tam da hah bugün bir salaklık yapmadan günümü geçirdim, güzel bir gezi oldu bugün diyordum kendi kendime. Hele bu girdiğim kafe en yüksek noktaydı diye düşündüm, mükemmel bir yer buldum, bir kahve içerim sonra da yemek yiyecek bir yer bulurum ama ahh bu kafe aşırı güzel diyordum. Ama tabiki benimle tek bir gün en azından bir tane salaklık olmadan geçmez. 30 yıldır bunu anlamış olmam gerekirdi. Sipariş vermek için kasanın orada dikilip, menüye baktım. Aslında gitmeden önce burayı işaretlerken azcık instasına google'ına bakmış olsaydım bir fikrim olabilirdi. Ama yoktu fikrim. yiyecekleri görünce aa burada karnımı doyurabilirim dedim hiç düşünmeden. İçerisi o kadar güzeldi ki kafam bulanmıştı tabi. Tek kişilik food seti gördüm, turkey leg yazıyordu. Hindi butu gibi düşündüm, tavuk yemiş gibi olurum hem iyi oh oh karnım doyar dedim. Yanına da wizard butter istedim, kaymakbirasını dünyanın her yerinde denemeye kararlıydım. Siparişi verince elime o öten şeylerden verdiler, yukarı katları dolaşmaya başladım. Her katta lunaparkı ilk kez görmüş bir çocuk gibi koşturup duruyordum. O arada annem aradı, onunla konuşmaya başlarken sipariş hazır oldu diye cihaz ötmeye başladı. Elimde telefon koşa koşa merdivenlerden indim. Annem hep en olmadık zamanlarda arar zaten. Suçlamak gibi demiyorum ama belki o sırada onunla konuşuyor olmasaydım aklım daha net çalışabilirdi. Kasaya bir indim, elime kocaman bir tepsi verdiler. Kafam kadar bir bacak, tamamen et. Yanında kızarmış ekmekler, turşular, soslar. Bir yandan anneme laf yetiştirmeye çalışıyorum, bir yandan şok içindeyim bu ne diye. Elimde tepsi yukarıda çantamı bıraktığım kata çıktım. Bir yandan annem bir şeyler anlatıyor, bir yandan bir salaklık mı yaptım ben ama anneme belli etmemeliyim diye kendimi toplamaya çalışıyorum. Sonunda mala dönmüş suratımdan annem anladı, noldu dedi. Dedim yemeğim çok büyük. Ama içimden domuz mu bu, allahım önüme domuzu bütün halinde oturtmuşlar mı ama turkey yazıyordu diye geçiriyorum son hızda. Hayır sanki daha önce gezdiğim bir çok şehirde birçok kere bir şeylerin içinde yemedim mi, kesin yedim. Ama böyle kocaman, kıpkırmızı halde önümde direkt görünce bir tuhaf oldum diye düşünüyordum. Anneme domuz galiba diyemedim tabi, çok büyük bitiremem diye şaşırdım dedim. Annem de dedi inip geri götür, sor paket yaparlar mı diye dedi. Sadece bu kadar konuşmadı tabi, ne kadar karıştığını onu ancak tanıyanlar bilebilir. O, o kadar karışmasa telefonda aslında yine de o kadar saçmalamayabilirdim. Güç bela kapattım telefonu çünkü bir de kapatmıyor normalde. Aldım tepsiyi gerisingeri aşağı inip, kasadaki çocuklara dedim ki bu doğru mu? Ben bunu nasıl yiyeceğim? Domuz değil, değil mi diyemedim de. Paket yapabiliyor musunuz bitiremezsem dedim. Tabi dediler. Yine aynı mallıkla yukarı çıktım elimde tepsi. Masadan kocaman bacak bana bakar halde bir süre oturdum. Sonra tamam dedim bu hindi ya, öyle yazıyordu. Hem et yani, ne güze doyur karnını. Kendimi ikna etmeye çalışıp, bir parça kestim. Ağzıma attım ama tadı değişik, zaten kıpkırmızı görünüyor. Çiğneyip yutmaya çalıştım. Kötü değildi, güzeldi bile hatta şimdi düşününce ama kafam o kadar bulanık ve bir düşünceye odaklanmıştı ki yok dedim bu kesin domuz. Göz göre göre de yemeyeyim. Hay allahım ya. Sanki böyle beynime refleks olarak işlenmiş gibi. Ekmekleri yiyip, kahvemi içtim. Somurtarak bir süre oturdum. Oysa tüm günüm ne de güzel geçiyordu diye kendime kızdım. Tüm kafenin keyfini çıkartıp, her yerinde fotoğraf ve video çekecektim güya. Hiçbirini yapmadan, elimde tepsiyle aşağı indim. Ben bunu yemeyeceğim paket de istemiyorum alın dedim. Öylece çıktım kafeden. Mallığıma doymayayım.

Itaewon'daki Ankara Picnic

Gene surat astığım için otele geri döndüm. Açtım, midem kazınıyordu ama bugün en azından bir şeyler daha görmeliyim diye kendimi zorladım. Itaewon'a gitmeye karar verdim, en azından orayı da göreyim diye. Hava pek soğumuştu benim bünyeme göre, bir de açtım tabi. Üstümü değiştirip, kışlık montumu falan giyip, kendimi dışarı attım. 7 buçuğa doğru Itaewon metrosundan çıkmıştım. Hava kararmıştı, buz gibiydi ve sokaklar hiç de beklediğim gibi görünmüyordu. Burası o internette gördüğüm Itaewon muydu gerçekten de? Kimsecikler de yoktu. Görülecek bir şey de. Sonra hiç beklemediğim bir anda baklavaların olduğu camekanlar görmeye başladım. Sırasıyla dönerciler, türk restoranları tatlıcıları belirdi gözümün önünde. Nolur burada diye bakakaldım. Itaewon'u çok araştırmamışım, meğerse Türkler buraya toplanmış. Ankara Picnic yazan minik bir dönerciye girdim. Ülkeden çıkınca hiçbir şekilde bildiğim yemeklerden yememeye çalışıyorum yıllardır. Bir İtalya'da mecburen öğrencilikten, en ucuz yerler de dönerciler olduğundan dürüm yiyordum arada bir. O akşam da amaan artık yapacak bir şey yok dedim. Itaewon bomboştu, gece çökmüş gibiydi. Şehrin başka bir köşesine gidip, yerel bir restoran arayacak enerjim de hevesim de yoktu. Girdim Ankara Picnic'e. Kasadaki gençlere bir baktım, Türk de olabilirlerdi ama olmayabilirlerdi de. Salaklık yapma dedim kendime, ingilizce konuştum siparişimi verirken. Tabiki dürüm ve meyve suyu istedim. Ödemek için kartımı uzatırken genç çocuk bir şeyler söyledi. Allahım o kadar mutsuzum ki şu an, ingilizceyi de anlamamaya başladım dedim içimden. Eblek eblek bakınca ben çocuk kartımı aldı, ödemeyi alırken herhalde kartın vakıfbank'ını görünce Türkçe konuştu bu sefer. Aa dedim ee niye. O da bir niye Türkçe konuşmadın o zaman oldu. Az önce ne dedin anlamadım dedim. Rusça konuşmuş. Beni RUS ZANNETMİŞ. BENİ. Bir buçuk metre boyunda, montumu burnuma kadar çekmiş, hagrid saçlı beni. Hangi Rus bahar havasında alaska'da gibi dolaşır ki? Buraya Ruslar çok geliyor, bir de gözleriniz Ruslara benziyor dedi. Peki dedim. Dürümümü alıp, oturdum. Ama hiç de lezzetli gelmedi o dürüm o akşam. O kadar açtım ama mutsuzdum ya. Aklım hala saatler önceki salaklığımdaydı. Tüm günü boşa geçirmişim gibi hissediyordum.

Aa DDP böyle bir şey miymiş :p

Itaewon'un ana caddesi boyunca yürüyüp, kapalı mekanlara, dükkanlara baktıktan sonra Dongdaemun Desing Plaza'ya vardım. Son bir gayretle, orayı da göreyim diye düşünüyordum. Ama o kadar üşümüştüm ki DDP'nin önünde haa burası da böyleymiş o zaman diyerek dikildikten sonra otele geri döndüm. Dönerken metronun altına girdiğimde bir Nature Republic dükkanına denk geldim. Günlerdir görüp, hiç bakmadığım bu dükkana da o saatte o anlamsız yerde bir şans vereyim dedim. Kimsecikler yoktu, çok da anlamadım yine ürünlerin ne işe yaradığını. Elime alıp, okudum, evirdim çevirdim. Sonunda şeftalili olduğunu gördüğüm bir şeyleri fark ettim, ne oldukları önemli değildi, şeftaliliydi sonuçta. Ben de Nature Republic'ten bir şeyler almış olmak istiyordum. Görevli kız İngilizce bilmiyordu, ben de o saatte çok konuşabiliyor değildim. Çoğunlukla anlaşamadık, sonunda o da beni yolcu ettiğine çok sevinmiş görünüyordu, ben de dükkandan çıktığıma.

Yalnız bu hızla yazmaya devam edersem bir 10 yıl sürecek. Bu tür gezileri de her 10 yılda bir yaptığıma göre sorun yok :)

13 Haziran 2023 Salı

Bir Seul Macerası Bölüm V - Dotori'de kahvaltı, Han Nehri üstünden üzgün geçiş, sokaklarda avarelik

 


Önceki gün hem çok yorulmuş, hem de bir o kadar mutlulukla yatağa girmiştim. Geldiğimden beri doğru düzgün bir şeyler yemeyi başaramamıştım henüz ama olsundu. Böyle yarı aç gezmeye devam edemezdim ya, midem bir noktada bir şeyleri kabul etmeye başlayacaktı. Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, yiyecekler kötü veya çok yabancı gibi şeylerden dolayı böyle yazmıyorum. Aksine her şey alabildiğine iştah açıcı ve güzel görünüyordu. Zaten gitmeden önce de planımın büyük çoğunluğunu bir yerlerde bir şeyler yemek, değişik şeyleri denemek, kafe kafe gezmek oluşturuyordu. Gerçeğinde de gidip gördüğümde hakikaten insan bu şehirde habire bir şey yemeden nasıl durabilir diye düşünmedim değil. Ama sorun bendeydi. Yolculuktan, stresten, heyecandan bende böyle bir tür iştah kapanması olur hep. Bir festivale gittiğim bir yaz tatilinde mesela 4 gün hemen hemen hiçbir şey yememiştim, birkaç ısırık alıp bırakmıştım önüme gelen her şeyi. Sadece su içerek geçirdiğimi hatırlıyorum o 4 günü. Seul'de de işte aynı şey oldu ilk günlerde. Midemin açlıktan acımaya başladığını hissediyordum ama kendimi aç hissetmiyordum. Yiyecekleri görüyordum, restaurantların önünden geçiyordum, her şey acayip renkli ışıltılı ve iştah açıcı görünüyordu, meraktan ölüyordum ama ne zaman önlerine geçip, hah alayım bir tane desem midem yooo hayır yok yok deyiveriyordu. Ama bu durumu işte o gün aşabilecektim.

Şehirdeki 3.günümde kendimi çok zorlamadan ama çok da geç kalmadan çıktım otelden. Önceki gün sarayda 20 bin adımın üstünde atınca haliyle biraz zorlanıyordum. Otelden direkt Hangang-daero üzerine çıktım ve yürümeye başladım. Hava önceki gün kadar güneşli ve sıcak değildi, sonraki günlerimin ipuçlarını taşıyordu aslında ama ben henüz saftım. Ara ara bulutlanıyordu, yine de mavi gökyüzünün altında mutlu mutlu yürüdüm o sabah. Saat 10 buçuk civarındaydı, bu kocaman cadde doğruca Han Nehri'ne kadar sürüyordu. Yürürken pek çok restaurantın, iş yerinin önünden geçtim, benim gibi Koreli olmayan sabah yürüyüşündeki insanlarla karşılaştım. Ayrıca bu cadde üstünde, Seul'de sonraki günler boyunca da gördükçe şok geçirmeme sebep olacak büyüklükteki binalarla da karşılaştım. Sanırım ilk bu caddede yürürken noluyor bea demeye başlamıştım, Manhattan'da bile böyle hissetmedim ben. Zaten bu 10 günün sonunda Manhattan'ın Seul'ün yanında köy olarak görülebileceğine emin olmuştum.

Masal evi gibi değil mi ya

Hangang-daero üzerinde yürüyüp, Yongsan civarında içeri, minik arasokaklara daldım. Hedefim, instada nette fotoğraflarını videolarını gördükçe içine düştüğüm Dotori'ye gitmekti (Dotori'nin instagramı-->şurada). Burası Studio Ghibli filmleri temalı bir kafe. Umarım yanlış bir şey söylemiyorumdur çünkü hiç Ghibli filmi izlemedim (Hala animasyonları izlemeye elim gitmiyor ama üstünde çalışıyorum bu kötü özelliğimin). Studio Ghibli'yi biliyorsunuzdur diye düşünüyorum, benim dışımda herkes izlemiş gibi görünüyor. Bu kafede de böyle sevimli, çizgi film gibi bir ortam ve hava var. Normalde sevimli şeyleri beğenmeye yatkın biri değilim ama burası ayrıca güzel geldi.

İçeri girmeden zaten ağzım açık bakakaldım. Böyle mavi, masmavi çerçeveli bir masal evi gibi duruyor dışarıdan. İçeriye girdiğimde de tavandan, oradan buradan sarkan otlar, süsler, sol tarafımda sıra sıra dizilmiş hamur işleri, pastalar çörekler...Her şey ahşap, her yer adım attıkça gıcırdıyor...Mutluluktan çığlık çığlık koşturmak istedim içeride. Çok dolu değil gibiydi ama boş da değildi o saatte. Çoğunlukla Koreli gençler vardı, önlerinde pastaları kahveleri, herkes eğlenceli muhabbetlere dalmış gibi görünüyordu. Kasaya yönelip, nasıl sipariş vereceğimi sordum, oradaki menüden seçip, söyledim, ödedim (yine kartım geçti, olley). Evimde, bilgisayarımın başında oturup, hayaller kurarak izlerken Caricakes'in videolarında görmüştüm, buranın mantar çorbasını önermişti. Kafama kazımıştım, o sabah direkt mantar çorbası ve tuzlu ekmek aldım, bir de şeftalili yoğurtlu bir içecek. Çorba 10500 won, ekmek 2500 won, içecek de 7500 wondu. Siparişimin hazır olduğuna dair bir minik öten titreyen cihaz verdiler, kendime masa bulmak için içeriye doğru ilerledim. Giriş katta, arka bahçe gibi olan yerde bir masa buldum ve Kore'deki ilk güven testimi gerçekleştirdim. Çantamı, eşyalarımı masaya bırakıp, mekanı keşfe çıktım. Ama içimde bir panikle, gene de bir inanamamazlıkla. Öyle ya Türkiye'de bırakın masada bırakıp gitmeyi, çantamı otururken yanımdan, kolumdan aşırmaları bile çok normalken, burada böyle hakkında o kadar videolar çekilen durumu aklım hafsalam almıyordu. Ama bu 10 gün benim için hem Seul'ü hem de kendimi ve dünyayı keşif yolculuğuydu, merak ettiğim şeyleri denemeye korkmayacaktım. Çantayı bıraktım, kafenin her bir köşesini gezmeye başladım.

Dotori'deki kahvaltım

Üst kata çıkan merdivenler, ayağımın altında gıcırdarken çok mutluydum. Bu katta kimse yoktu, erkendi sanırım henüz, bir de pazar günüydü yani. Tüm camlar pencereler açık olduğundan ortalık esiyordu, çok soğuktu. Yoksa o kat aşırı güzeldi, orada oturmak istemiştim. Alt katta çantamı bıraktığım masada oturdum en son mecburen. Çok beklemedim sayılır, üst katı ve etrafı dolaşıp, masama geri geldim, 10 dakika falan oturdum, yiyeceklerim hazırdı. Elimde zırıldayan aletle kasaya koştum, tepsimi alırken tahta sütuna çarptım o heyecanla. Tepsimi veren çocuk şok içinde baktı, ehehe diye gülmeye çalıştım. Bana bir şey mi oldu diye bakma bakışı değil gibiydi yüzündeki, daha çok bir yerleri kırdı galiba bakışıydı ama olsun.

Saat 11 buçuğu geçerken kalktım Dotori'den. Yediğim çorba da ekmek de çok lezzetliydi. Doğru düzgün yiyebildiğim ilk öğün de bu oldu Seul'de. Şimdi düşününce neden çorbam bitince bir de kalkıp o meşhur pastalardan keklerden çöreklerden alıp da yemedim diye merak ediyorum. Bir yarım saat daha oturabilirdim, yetişmem gereken bir yer yoktu. Bir Pazar günüydü, güneşliydi, önceki iki gün çok yorulduğum için o gün Han Nehri kenarında bisiklet sürerim, piknik yaparım diye karar vermiştim. Yani tüm gün aslında yan gelip yatmaktı planım, önümde manzara ile. İşte o içimdeki salak. Yemeğim bitince kalktım. Ama şeyi düşündüğümü hatırlıyorum, ahh bu kekler ekmekler çok güzel, acaba paket mi yaptırsam da nehir kenarında yerim. Peşisıra da şöyle düşünüp, kendimi vazgeçirmiştim: E ama burayı denemiş oldum, nehrin kenarında belki başka bir yer görürüm oradan alırım başka bir yer de denemiş olurum. Aferin bana. Çünkü günün geri kalanının nasıl geçeceğini bilsem, o öğlen Dotori'den dışarı adımımı bile atmazdım.

Dotori'nin olduğu ara sokaktan Hangang-daero üzerine geri dönmek üzere yürürken Yongsan'ın bu minik sokaklarında en az Dotori kadar sevimli, ilginç kafelerle karşılaştım. Hepsi de gençlerle doluydu. Bu keyifli kalabalıkların yanından öylece yürüyüp geçerken kendimi ansızın çok yalnız hissettim. Yalnız, bağsız, öyle kendi kendine ortalarda amaçsız. Bu kocaman ve her köşesi ilginçlikle dolu şehirde hayatları olan insanlardı onlar. Bir pazar gününü arkadaşlarıyla güzel bir kafede (gerçekten güzel ama) muhabbet ederek geçiren insanlar. Ben de orada yaşıyor olmak istedim, arkadaşlarım, bir hayatım olsun, Türkiye'deki gibi dertlerim olmasın istedim.

Hangang-daero o ara sokaklara göre bomboştu. Yürüyüp, nehre iyice yaklaştım. Bu sırada haritamda gezmek üzere işaretlediğim birkaç müzenin de yanından geçmiş oldum. Ama planıma uyacaktım, o gün kendimi yormayacaktım. Hatta şansıma birkaç ay önce kapanan Hybe Insight'ın da önünden hüzünlenerek geçmek zorunda kaldım.

Hangang köprüsünden nehre bakıyorum, hüzünlüyüm

Sonunda hedeflerimden birine gelmiştim, kiralanacak bisikletlerin sıralandığı bir noktadaydım. Belediyenin Bike Seoul diye kiralama hizmeti var. Telefonunuza uygulamasını indiriyor, onun içinden kiralayıp, o şekilde gezebiliyorsunuz. Bisikletlerin yanında uygulamayı indirdim, ingilizce desteği var gibi görünüyordu ama çok da işlevsel değil yani. Neyse kiralama aşamalarını yaptım, tam kredi kartı numarası girip, son aşamaya gelince ekranda korece bir hata veriyor, işlem başa dönüyordu. Defalarca kere denedim. Ekranda yazan mesajı çevirdim, işlemi yapmak için geç kaldınız süre bitti gibi bir şeyler diyordu. Ama süre falan geçmiyordu, kredi kartımı girmek iki saniye bile almıyordu. Maaş kartımı denedim, sanal kartımı denedim, yok. Sonunda bisikletlerin önünde durduğu kocaman binanın taş duvarına oturdum ve yine kartlarımın azizliğine uğradığımı kabul etmek zorunda kaldım. İçimde kalan son bir umudu da şehirdeki son gün Tourist Information Center'daki görevli ile her yolu denedikten sonra kartımda sorun olduğunu söylemesiyle kaybedecektim.

Sinirden ve mutsuzluktan orada öylece taşın üstünde oturdum. Seyahatim ile ilgili planları yaparken, bu şehre gelmeyi ilk hayal ettiğim zamandan beri aklımda ilk beliren düşüncelerden birini yine bu gerizekalı kartlarım yüzünden yapamayacağımı anladığımda tüm moralim çöktü. Sinir içinde yürümeye başladım. Güneş tepeme dikilmişti, günün geri kalan kısmında kaybolup dönmeyecek olan güneş, ben sırf o sinirle yürüyorum diye tepemdeydi. Hangang Köprüsü'nü, Nodeul Adası'nı falan hep güneşin altında yürüyerek geçtim. Aşırı uzun bir mesafe değil belki ama insanlar yanımda vızır vızır bisikletle geçerken ben saatlerce yürüdüm. Daha da kötüsü, karşı tarafa ulaşınca bir de baktım ki nehrin kenarına ulaşabilmek için daha da çok yürümek, aşağılara inmek gerekiyor. Yine yanımdan bisikletleri üzerinde insanlar aşağı doğru son gaz geçince tepem attı. Yola çıkıp, ilk gelen otobüse bindim. Nehir hattı üzerinde hep gezerim dediğim yerlerin hepsinin yanından otobüsle geçip, şehirlerarası otobüs terminali gibi olan yere gittim. Çünkü orada bir değişik görünümlü Starbucks olduğunu nerede görüp, not almışsam, bari ona gideyim oturup sinirimi düzelteyim tatlı bir şeyler yiyerek dedim. Ama inip, not aldığım yerde dolanıp durmama rağmen hiç öyle bir şey bulamadım. Naver map'e açıp baksana e akıllı! Yok sinirliyim ve inat ediyorum, terminalin etrafında dolaştım, içeri daldım. Gördüğüm en ilginç yerlerden biriydi aslında terminal de. Keşke o kafada ve ruh halinde olmadığım bir zamanda denk gelseydi. Oradan da daha büyük bir sinirle ve bıkkınlıkla çıkıp, bu sefer Han Nehri'nin bu güney kısmındaki kocaman caddelerde başıboş yürümeye başladım. Pek az insan vardı. Kuzeydeki turistik yerlerden biraz daha farklı bir yapısı ve havası vardı şehrin bu kısmının. Yüksek yüksek siteler gibi binaların oluşturduğu yaşam alanlarının arasından geçiyor gibiydim, parklar vardı aralarda ama tam da böyle, nasıl desem...Aslında bir bakıma Eryaman gibi bir  havası vardı o kısmın. Soğuk. Samimiyetsiz.

Böyle saçma yerler

Sonra kendi kendime böyle sokaklarda napıyorum dedim neyse ki. Şuralarda bir art center tarzı bir şey vardı, haritadan hatırlıyordum, oraya gidip oturayım da nehri en azından öyle göreyim dedim. Bahsettiğim yer Seoulwave Art Center. Hemen nehrin üstündeki bir iskele tarzı bir şeyin üstüne yapılmış bir ilginç görünümlü bir bina gibi düşünün. Naver Maps'i açtım bu sefer, oraya doğru yürümeye başladım. Hava bana inat bozdu, bulutlarla kaplandı, grili toz rengi karışımı bir şey oldu. O bahsettiğim kocaman, yüksek, site site tarzı binaların arasından minik yollardan geçerek sonunda böyle çimenlikli bir nehir kenarına ulaştım. Herkes çimenlere sermiş bezlerini, piknik yapıyor. Türk tarzı piknik değil ama yanlış anlamayın, ne mangal ne ateş ne çöp dağları, ne atletli dayılar...Ortam mis. Bisikletle peş peşe giden aileler, köpekleriyle gezenler...Beni yine aldı mı bir hüzün. Ben de istiyordum. Ben de böyle yaşamak istiyordum. İnsanlara hüzünlü gözlerimle bakarak yürüdüm aralarından. Nehir kenarına gelince bir süre manzaranın keyfini çıkarmak istedim. Üşümeye başlıyordum ama mutlu olacak şeyler çoktu yine de. Seul'deydim. Han Nehri'ni kendi gözlerimle görebiliyordum. Daha önümde 7 koca gün vardı bu şehirde yaşanacak, istediğimi yapabilirdim, beni tutan hiçbir şey yoktu. Kendimden başka.

Art Center'a doğru ilerledim. Sallanan bir köprüden keyifle geçerek ulaştığım bu binada hemen karşıma iki yanlı Starbucks çıktığı için orada oturacaktım. İçeri bir girdim, tek boş yer yok, kaynıyor. Kafam çalışmadı, zaten henüz bu ülkenin bu güvenli halini de bir türlü bünyem kabul etmiyordu. Tepsimi aldıktan sonra fark edecektim ki insanlar masalara sadece birer telefon bırakıp, gelip kasada sıraya giriyorlardı. O telefonlar da onlar gelene kadar saatlerce o masalarda duruyordu. Kimse ellemiyordu. Ben masaların yanından geçerken panik atak geçirdim her defasında bir şey olacak bu telefonlara aman yarabbi gitti telefon diye. Onlar rahattı. Herkes. Tabi bir de sinir oldum, oturacak yer bulamamıştım. Bir de zaten sıradayken hemen önümdeki aldığı için bana o istediğim pastadan kalmamıştı. Sonunda tatlı patatesli pasta aldım, benim dışımda da kimse yemez onu yani öyle bir şey. Elimde tepsiyle katlar arasında dolandım durdum. Şaka gibiydi. Buraya gelirken cam kenarında oturur, nehri izleye izleye kahvemi yudumlarım diyordum. Camı bıraktım, ayakta dikilecek yer bile yoktu içeride. Sonunda orta kısımdaki laptopluların toplaştığı masada bir sandalye boşaldı, koştum. İnsanların arasına omuzlarımla yer açarak oturdum. Han Nehri'ne değil, önümdeki adamın bilgisayarının kapağına bakıyordum. Arka masadakiler ailece foşur foşur burunlarını çekiyordu. Bugün gerçekten çok güzel geçiyordu. (Bu starbucksta early greyli latte gibi bir şey ve dediğim tatlı patatesli kek-pastaya 6100+5900=12000 won ödedim.)

K-Star Road

Haliyle orada çok durmadım. Haritadan işaretlediğim yerlerden en yakın olanına gitmeye karar verdim. Gangnam tarafındaki K-Star Road. Yani plan yaparken evde, çok mantıklı gelmemişti burasını gezmek. Çünkü aslında ünlü markaların mimari harikası mağazalarının olduğu lüks bir caddede ünlü K-pop gruplarının neredeyse bir insan boyutundan büyük oyuncak bebeklerinin sıralandığı bir yol sonuçta. Dinlediğim grupların konserlerine gidemedikten sonra bu bebekleri görmemde ne fayda olabilir diye düşünüyordum. Ama o gün, o rotada en mantıklı şey o gibi göründü gözüme. Sanırım 18 tane grubun Gangnamdoll'ları yer alıyor o caddede.


Sanırım en başından, Apgujeong Rodeo metro girişinin olduğu yerden başladım yürümeye. O kadar bezmiştim ki günün gidişatından çok da dikkatli değildim. Halbuki kafamı azcık sola çevirsem Gangnam Doll Haus'u görebilirmişim. Orada en azından bu bebeklerin satıldığı dükkanda da eğlenebilirmişim. Onun yerine bozan ve soğuyan havayla birlikte bebeklerin yanından yürümeye başladım. İlk Super Junior'ınki vardı, ilerledikçe gördüğüm gruplara ve bebeklerine gülümsemeye başladım. Çünkü oldukça eski gruplar sıralanıyor aslında burada, insana eski günleri hatırlatıyorlar. Apgujeong-ro üzerinde baya bir yürüdükten sonra BTS'in bebeğiyle karşılaşabildim. Ben gittiğimde hemen hemen kimse yoktu sokakta. Ama gene de utandım bu bebeklerle fotoğraf falan çekinmeye. Aslına bakarsanız yolun iki yanına sıralanmış lüks mağazalar ve onların önünde ara ara denk geldiğim FBI ajanı tipli çalışanlar, lüks arabalar falan daha çok ilgimi çekti. Neredeyse tamamen farklı bir dünyaydı burası. Los Angeles'ta da böyle caddeden geçmiştik sanırım ama orasının havası böyle değildi. Burası daha değişik bir his veriyor insana. Tuhaf, böyle mermerde yürüyormuşsunuz gibi. Bir de etrafı bomboş olmasının etkisi de olabilir bilmiyorum, LA'de kalabalık ve gürültülüydü, curcunalıydı geçtiğimiz o cadde.

Moonbin'in Fantagio binası önündeki taziye çiçekleri

Bu entertainment şirketlerinin binalarına çok dikkat etmemiştim yürürken, bu yol üzerinde onlar da var aslında. Aklıma bile gelmemiş, bir ara böyle çiçeklerin, notların, minik hediyelerin yığıldığı bir bina önüne denk geldim. Yan tarafındaki otoparkta haber ajanslarının, tvlerin arabaları, muhabirler duruyordu. Tamamen şaşkın bakınarak yaklaştım çiçeklere, o anda aralara serpiştirilmiş bir fotoğraf gördüm. Moonbin. Astro grubundaki Moonbin. Tam benim yola çıktığım gün ölen Moonbin. Instada görünce haberini, hiç dinlediğim bir grup olmasa bile Astro, bir tuhaf olmuştum. Öyle durup dururken, genç bir insanın öldü diye haberini karşınızda görünce ister istemez tuhaf oluyorsunuz. Tanımıyor olsanız bile. Orada o çiçeklerin arasında fotoğrafını görünce hatırladım, birkaç yıl önce tesadüfen youtube'da görünce böyle birkaç saat içinde çerez gibi izleyip bitirdiğim mini web dizisinde gördüğüm çocuktu bu (2020 yapımı Mermaid Prince diye bir dizi). Onun denizden çıkan rüya gibi görüntüsünün gazıyla izlemeye başlamıştım diziyi. Sonra da başka yerde görmemiştim. Tuhaf oldum. Orada, o öğleden sonra, o çiçeklerin önünde dikilirken, bir tuhaf oldum. Demek ki böyle oluyormuş dedim, burada, genç bir şarkıcı, oyuncu her defasında evinde ölü bulunduğunda, ben de öyle bir internet sitesinde, bir instagram gönderisinde haberine rastladığımda, aslında gerçeğinde böyle oluyormuş. Bir şeyler sizin başınıza gelmediğinde ya da yakınınızda olmadığında, gerçekliğini o kadar da algılayamıyorsunuz sanırım.

Boğazımda düğümle, iyice soğuyan havada titremeye başlayarak Samseong-ro üzerinde ilerledim. Önümdeki bölgede şu meşhur kitap raflarının olduğu avm'nin olduğunu görünce haritamda, orayı görmeye karar verdim. Yoksa niye gidip avm'ye gireyim diye düşünüyordum. Bongeunsa-ro'ya döndüm, biraz ilerleyince Bongeunsa'nın (Bongeun Tapınağı'nın yani) kenarına denk geldiğimi fark ettiğimde ayaklarım acıyordu artık. Oysa en çok görmek istediğim yerlerden biriydi bu tapınak. Kenarındaki parkın bir bankına çöküp kaldım. Park bile hoştu, tapınağın etrafındaki bahçe kim bilir ne kadar güzel olurdu ama saat 5'e geliyordu zaten. Hava kara bulutlarla kaplanmıştı, yapabileceğim tek şey avm'ye girmek gibi görünüyordu. Hemen önümdeki kocaman bir alanı kaplayan avm'nin girişini, yani benim görmek istediğim Starfield Library girişini bulabilmem, hatta yanından yürüyüp durduğum o koca koca binaların hangisinin avm olduğunu anlayabilmem bir saatimi aldı neredeyse. Hepsiymiş avm, ucu bucağı yok. Ankara'daki gibi açık bir alanda, genelde etrafında başka hiçbir şey olmadan dikilen büyük yerler şeklinde olmayınca algılayamadım ben neresi avm, neresi insanların gökdeleni. Seul'de hakikaten her adımda kendimi ne kadar dünyaya kapattığımı, Ankara'da ne kadar ufak bir fanusun içinde yaşadığımı fark edip durdum.

COEX Mall böyle kocaman bir alanda, bitişik, bir dolu bina gibi bir avm. Kare gibi göründü bana ama görmek de çok kolay değildi hani. Bir dolu birimden, kısımdan oluşuyor, pek çok değişik ilginç yeri kapsıyor. Ben orta kısım gibi bir yerinde olan Starfield Library bölümüne gittim. Yerden göğe kadar kitap raflarında kitaplar olan bir yer düşünün, aralara serpiştirilmiş oturma yerleri, birkaç kafe, masa ve ortada her bir metrekarede en değişik instagram fotosunu çekmeye çalışan onlarca insan. Bir kütüphane gibi görünüyor ilk bakışta ama aslında kitapçı yani burası, bu kitaplar satılıyor. Neyse, sonunda girişini bulabildiğimde söylene söylene içeri daldım ben. Mutlu olsam bile yorulduysam söylenirim, bu kuraldır. Kapıdan girdiğim anda ise ağzım açık kaldı, söylenmeyi kestim otomatik olarak. Fazlaca fotoğrafını gördüğüm için ne kadar etkileyici olabilir ki diye düşünüyordum. Sadece benim de orada fotoğrafım olmadan geri kalmayayım diye girmiştim içeri. Gerçekten etkileyiciymiş. O kadar insanla kaynıyor olmasa daha da etkileyebilirdi gerçi de, o haliyle bile gözlerim kocaman açılmış halde içeriye bakakaldım. Benim girdiğim kapıdan ilk rastladığınız manzara kenarlardaki oturma bankı gibi yerlere oturmuş muhabbet eden insanlar oluyor. Biraz daha ilerleyince aşağıya doğru inen yürüyen merdivenlerin başına geliyorsunuz ve bam! Yürüyen merdivenlerin başında öylece dikilip kalıyorsunuz. Aşağısı böyle şelale gibi görünüyor.

Aşağı inip, raflara bakınayım dedim ama kendimi fotoğraf çekmek için türlü hallere giren turistlere bakıp kıkırdarken buldum uzun bir süre. Sonunda vazgeçtim, raflara da yanaşamıyordum zaten insanlardan. Hemen karşıda, yukarıdaki oturma yerlerine çıkıp, bir süre oturup etrafı, insanları izledim. Bir planım yoktu, yorgundum, akşam olmuştu, açtım. Gene de kafamda bir şey yoktu. Aslında yola çıkmadan önce (Seul'e gelmeden önce) düşündüğüm şeyi yapıyordum, kendimi zorlamadan, öylece bu şehirde takılıyordum.

Böyle oturup kaldım, geri otele falan döneyim olmadı diyerek yerimden kalkıp, alt katta yürürken bir yazı gördüm: Food Court. İyi peki ne olacak dedim. Zaten dışarıda kendi kendime bir yer bulup da adamakıllı yemek yemiyorum zaten, bir hamburger bir şey yerim dedim. Çünkü o yazıyı görünce benim gözümde mesela Cepa'nın falan üst katı gibi bir yer canlandı, fast food dükkanlarıyla dolu kalabalık bir yer. Ama avm'nin benim girdiğim bölümünde, böyle zeminde, arka taraflara doğru bir koridordu burası. Ve hiç de beklediğim fast foodcular yoktu. Aksine, benim günlerdir dışarıda dolaşırken gördüğüm ve bir türlü kendimi (anksiyetemi) girmeye ikna edemediğim geleneksel restaurantlar vardı. Bir köşede ramenci, onun yanında deniz ürünler, onun yanında sırf kimbap falan yapan bir yer şeklinde sıralanıyorlardı. Önlerinde dolandım, bir baktığım yere birkaç kere daha baktım. En sonunda çekingenliğimi yenip, aman artık ne olacaksa olsun diyerek bir tanesine daldım.

Burası sonradan menünün üstünde adını 소풍 (sopung - piknik demek) olarak göreceğim bir yerdi. Bir avmnin içinde yer alıyor olabilirdi ama tam da o seneler boyu dizilerde izlediğim mekanların tıpkısının aynısı bir görünüşe ve atmosfere sahipti. Sanırım şans arada bana da gülüyordu. Yaşlıca bir nine karşıladı beni, mutfakta bir başka yaşlı nine daha, ondan az daha genç. Tahta masalar sıralanmış, solda yukarıda tepeye asılmış bir tvde haberler açık. Geride tek başına yemek yiyen bir adam, öbür yanda bir başka birileri...En ortadaki masaya oturdum. Halmeoni gülümseyerek menüyü getirdi, masada bir kağıt destesi ve kalem vardı. Menüden seçtiğimi o kağıtta işaretlemem gerekiyordu. Sonra halmeoni de gelip, o kağıdı alıyor, böylece sipariş vermiş oluyordum. Halmeoni kağıdımı alırken ne istediğimi de söylemeye çalıştım, onun hoşuna gitti, yan masamda iki kız vardı, birisi dönüp bu sana çok acı gelmesin dedi. Bu sırada siparişimi yapmak üzere halmeoni içeri gitmişti. Kız dedi ki hani yabancılara yemeklerimiz çok acı geliyor, emin misin, istersen üstüne peynir de söyle acısını hafifletir, istersen halmeoni'ye ben söyleyebilirim senin yerine falan dedi (halmeoni haliyle ingilizce bilmiyordu). Yok ben severim acıyı sorun olmaz dedim, bir yandan da ulan acaba gerçekten çok pis mi acı yiyemezsem gene acı acına otele mi döneceğim diye düşünüyordum içimden. Çünkü Ankara'da birkaç kere böyle acıdan yiyemediğim olmuştu. Düşünün gerçek memleketinde değil de başka bir ülkedeki restaurantında yiyemedim. Ay iyice karıştı diyeceklerim. Şöyle anlatayım, Ankara'da Mogo diye bir Kore restaurantı var. Orada bir keresinde bibimbap yemiştim. Çok acı olduğundan yiyememiştim. Ama böyle isot acısı gibi değildi, lezzetsiz bir acıydı. Orada, o akşam da aynı şey geldi aklıma, ya öyle olursa diye. Yan masadaki kıza İngilizcem elverdiği kadar, Türkiye'de de acı Kore yemekleri yediğimi, dahası Türk mutfağında da pek çok derece acının olduğunu anlattım. Onun da bir Türk arkadaşı varmış, bir keresinde Kore yemeği yerken ağlamış acıdan. Diyecektim o annesinin kuzusudur o halde ama demedim tabiki, yok genel olarak Türkiye'de yaşayınca zaten acı eşiği diye bir şey kalmıyor demeye çalıştım. Yemeğim gelene kadar da, yemek yerken de yan masadaki bu iki kız benimle sohbet edip, yalnızlığımı birazcık olsun hafiflettiler. Hayal ettiğim gibi bir geleneksel tarzda yere gelmiş sayılırdım, o yüzden olabilecek en bilindik yemeklerden birini yedim orada. İçinde ramen, tteobokki falan olan o yemekten. Sevimli halmeoni önce banchanları getirdi masama, bir klasik lahana kimchisi, bir de beyaz turp kimchisi. Tabiki olmazsa olmaz olduğunu sonraki günlerde keşfedeceğim balık çorbası bir bardakta yanlarındaydı. Hemen öbür yanda da çocukluğumdan hatırladığım çelik bir bardakta su beliriverdi. Yan taraftaki su sebilinden doldurup vermişti halmeoni. İçimden kahkahalar atıyordum, tam olarak izlediğim dizilerin içindeydim o an. Çubukları kaşıkları da masanın çekmecesinde bulursam tamamdı. Ki oradalardı, çekmecede. Kocaman gülümseyerek çubuklarımı alırken halmeoni de şaşkındı, ne çok sevindi bu böyle kaşığı çubuğu bulduğuna diye. O bardaktaki sarımsı suyun - balık çorbası - ne olduğunu tabiki bilmiyordum. Kızlara sordum, bu ne sos falan mı yemeğe mi dökeceğim diye. Kız açıklamaya çalıştı, çünkü direkt balık çorbası değildi aslında. Bu ançüez gibi şeyleri kaynatıyorlar dedi, onun suyunu süzüyorlar, bu su o su dedi. Bu tariften anladığımla çok sıcak bakmadım bardağa ama bu yaşıma kadar önüme gelen her şeyi denemiştim, bunu da denemeden bırakmayacaktım. Tadı oldukça keskin ve tuzlu, balık kokuyor ama tam da değil. Gene de sıcak sıcak, vitaminlidir diye de düşünüp, çorba niyetine içmeye çalıştım. Bu arada o çorba dışında tüm yemeğimi silip, süpürdüm. Ki çok sevinmiştim. Hem doğru düzgün yemek yiyebildiğime günler sonra, hem de böyle bir ortamda böyle hayal ettiğim gibi bir yemek yiyebildiğime. Açlıkla yemeğimi yerken bir yandan anlamadığım haberleri izledim merakla, restauranttaki diğerleriyle. Kızlar benden önce kalktı, en son ben kalmıştım içeride. Halmeoni'yle birbirimize bol bol gülümseyerek vedalaştık. (Burada yediğim şeyin ismine ingilizce menüde stir-fried rice cake yazmışlar sanki ama tam okuyamadım, 5000 wondu)


Avmden çıkmadan hemen önce orta bir alanda BTS'in Dynamite lego setinden yapılmış bir yere de rastladım bu arada. Aslında resturanta giderken de aynı yerden geçmiştim ama o açlıkla görmemiştim demek ki. Akşam olmuştu, karnım doymuştu, sabah kahvaltım çok güzeldi, sokaklarda öyle avare dolaşmıştım. Hava aşırı soğumuştu, avmden çıkıp, Teheran-ro üzerinde yürümeye başladım. Aslında COEX içerisinde ve etrafında görmek istediğim bir dolu şey vardı, deneyebileceğim etkinlikler, değişik galeriler...Daha vaktim olur dedim, daha önümde günler var, gene gelirim Gangnam'a gündüz gözüyle görürüm dedim. Ağzım açık, etrafımdaki şatafatlı gökdelenlere, zenginlikten bayılan insanlara, parıltılı ışıklara baka baka Samseong metro girişine yürüdüm. Bugün de böyle olsundu.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...