10 Temmuz 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VI - Kafelerde mutlulukla

 


Pazar gününde bugün nehir kenarında avarelik edeceğim yürümeyeceğim diye otelden çıkıp, gün sonunda toplamda 22888 adım atınca, Pazartesi günü olduğunda yataktan kalkamadım haliyle. Zaten pazartesi dedim, müzelerin sarayların genelde kapalı olduğu gün. Herkesler de işe gitmiştir, okula gitmiştir dedim. Hongdae'ye doğru giderdim diye düşündüm. Şöyle aheste brunch yapar, dükkan falan gezerim. İşaretlediğim yerlerden açık olan varsa da denk gelirse gezerim dedim. Saat on bir buçuğa doğru ancak çıktım otelden, otobüse atlayıp, seyrede seyrede kahvaltı için aşırı merak ettiğim mekana gittim. Buttermilk adında minicik bir pankekçiydi aradığım. Kendisi minicik ama internette ünü pek büyük. Bir de yalan yok, pankekleri çok güzel görünüyordu, böyle görünen şeyler kesin lezzetlidir hissi veriyordu.

Böyle durak
 isimleri vardı mesela :D

İki otobüs değiştirerek gidebildim Buttermilk'in olduğu yere. Otobüsten indikten sonra da bir miktar yürüdüm. Şehrin bu bölgesine doğru görüntü de, atmosfer de, verdiği his de değişti yavaş yavaş. Böyle daha genç, daha kendimi uzaylı gibi hissettiren bir hava. Önceki üç gün boyunca gördüğüm, rastladığım bölümlerinden biraz daha değişikti. Alçak yan yana binaların sıralandığı dar sokaklar, sıkı sıkıya binaların katlarının biraz daha artmaya başladığı caddelere açılıyordu. Durakların çoğunun ismi üniversiteydi, inenler binenler de genellikle 20li yaşlarındaydı. Hava ilk günlerdeki kadar ılık olmasa da hala biraz güneş vardı tepede, bulutların arasında. Kafam rahat, Buttermilk'e yürüdüm.

Ara sokaktan çıkıp, geniş caddede ilerleyince buldum pankekçiyi. Önündeki uzuuun sıra olmasa bulamayacağım kadar küçük bir yeri kaplıyor, fark edilmiyor bile. Ama yanaşıp, sıranın önünde durup, insanlara baktım. Gerçek anlamda yuh dedim, sesli, dışımdan. İnsanlar güldü, bu kez içimden bence kendinize gülün bu ne hal dedim. Yani tamam lezzetli falan olabilir de sonuçta bir pankek için minicik dükkanın önünde 40-50 kişi bekleşiyorsunuz. Sıradakilere baktım, onlar bana baktı. Buttermilk için bekliyorsunuz değil mi dedim, evet dediler. Peki o zaman hadi size iyi günler diyerek ne yöne gittiğime bakmadan yürümeye devam ettim.

Neyse ki çok da yürümeden haritama bakmayı akıl edebildim. Yakınlarda başka işaretlediğim bu tür bir yer var mı diye baktım, Moment Cafe'yi görünce oraya gitmeye karar verdim. Ama oraya da başka bir otobüsle gidiliyordu, saat 12 buçuğa gelirken ancak buldum orayı da. Önceki gün en son akşam 7 gibi yediğim yemekten beri açtım. O kadar aç olmasam o an kafenin sevimliliğini daha da çok takdir edebilirdim. Ama hakikaten çok sevimli bir yerdi. Böyle dar bir binanın en alt katında, önüne arabalar falan park etmiş, Japonya'daki geleneksel restaurantlar gibi ön cama yarı boya kadar bir bez örtülmüş (bunun bir anlamı var aslında), içerisi ağırlıklı olarak ahşapla döşenmiş, türlü sevimlilikler ekmekler pastalar kekler çörekler...Off bu şehirdeki her şey neden böyle bu kadar özenli, düşünülmüş, keyifli? Ankara'da da kafe yok mu, var ama böyle değil işte. Bunlar gibi olmanın yanına bile yanaşır yerler yok. Tek sorunumuz tekdüze ve lezzetsiz kafelermiş gibi oldu şimdi böyle söyleyince ama asıl yara başka. Neyse.

Moment Coffee 2nd Branch

Moment'ın bu güzelliğine bayıla bayıla içeride ilerleyip, kasaya yanaştım. Kahvaltılık bir şeyler istiyorum ama neler var dedim direkt. Çalışan (belki de sahibidir de) kadın aşırı soğuk görünüyordu, bana kızarmış gibi bir ifadesi vardı, bu yüzden sorarken biraz çekindim bile. Ama konuşmaya başlayınca çok da sevimliydi. Yan duvarda brunch/kahvaltı setlerinin yer aldığı çizimler vardı, onları gösterdi, bunlardan verebilirim dedi. İlk gözüme çarpanı istedim. Herhalde bir 12-13000 won kadardı. Yanına da siyah çay istedim, bunu genelde anlamakta biraz güçlük çekiyorlar, sonraki günlerde de birkaç tekrarın ve tarifin ardından istediğimi alabildim. Earl Grey ya da English Breakfast demek gerekiyor, yoksa çay deyince direkt yeşil çay vermek eğilimde oldukları gibi çay isteme olasılığınız da çok tuhaf geliyor onlara. Ne yani kahve dışında bir şey mi istiyor diye bakıyorlar insanın yüzüne.


Elime yine bir zırlayan minik cihaz verildi tabi. İçeride hazırlayıp, çağırınca elime bir tepsi tutuşturdu önce. Minik, bu Koreli veya Japon youtuberların videolarında gördüğüm tek ocaklık piknik tüplü ocak. Üstünde ızgarası. Yanında minik ama puf puf bembeyaz dilimlenmiş bir ekmek (8 dilim olmuş bir baton yani). Dünyanın en sevimli tabak çanağına konmuş iki çeşit reçel, whipping cream. Çocukluğum çok eski dehlizlerinde hatırası kalmış bir yumurtalık içinde üst kısmı açılmış, kayısı kıvamlı yumurta. Bu kadar sevimliliği nasıl yiyebilirim diye bakındıktan sonra gözüm ızgaraya ve ocağa takıldı. Teknoloji ile aramın nasıl da güzel olduğunu hesaba katınca yutkundum. Tepsiden bir de ocağı nasıl kullanıp ekmekleri kızartacağıma dair rehber kağıdı çıkmıştı ama gene de o kadar denememe rağmen ocağı yakmayı beceremedim. Şaşırmamıştım. Tam önümde, ilerideki bir masada oturmuş ders çalışan bir kız dışında kimse yoktu mekanda. Utancımdan sıkıla sıkıla ızgaramla birlikte kasaya geri gittim, yine sinirli görünen kadına sordum. Ocağımı o yaktı, geri verdi. Yerime oturunca bu sefer de ekmekleri ızgaranın neresine koyacağımı çözmeye çalıştım. Allahım bir yandan çok mutluyum böyle ilginç şeylerle karşılaştığım için, her şey çok sevimli olduğu için falan ama elim ayağım birbirine dolaşmış durumda, sanki 300 yıldır mağarada yaşıyormuşum da beni yeni salmışlar dışarı gibiyim. Önce içine sokmaya çalıştım tellerin, arasına yani, sonra neyse ki üstüne koymayı akıl edebildim ekmek dilimini. Ateşi çok açma diye heyecan yaptı zaten çalışan kadın, hakikaten düğmeyi azcık çevirince çılgın horr diye yanıyor ocak. Ocak yanıyor hopluyorum, ekmek dilimleri elimde masanın altına üstüne kalkıp oturuyorum. Kadın demiştir allahım bunu bana bu saatte sınav diye mi yolladın. Sonunda yarım yamalak da olsa bir dilimi kızartım, yemeye başladım ama aklımda da direkt bariz olan soru, ben bunlarla doyar mıyım? Normal bir Türk kahvaltısını düşününce küfür gibi bir şey bunlar çünkü, bir yumurta, iki kaşık atsam bitecek iki reçel, kahvaltıda ne alaka diye bakacağımız krema. Haa bir de tereyağı. Bir parmak kalınlığında, kağıda sarılı sevimli bir tereyağı.  Tabiki peynir yok, zeytin yok. PEYNİR YOK. Allahım tuzlu şeyleri dünyanın bu köşesine bilerek mi getirmedin yaşlanmasınlar tansiyon hastası olmasınlar diye.

Tabiki bu saydıklarımı göz açıp kapayana kadar bitireceğimi bildiğimden yavaş yavaş yemeye çalıştım. Ekmekleri kızartma işi ile de oldukça uğraştığımdan uzun sürdü orada oturmam. Ekmekleri kızartırken bir yandan etrafımdaki her şeyi çekmeye çalıştım. Etrafımdakilere daldığım için bir dilimi yaktım, yanık kokuları kadına da ulaştı. Diğer masadaki kız istifini bozmadan ders çalışmaya devam ediyordu. Kahvaltım bittikten sonra da oturmaya devam ettim, hiç kalkasım yoktu. Sonradan bir erkekle bir kız geldi, sonra iki kız daha geldi oturdu. Sonra bir grup genç kız geldi, güle kıkırdaya. Bir süre de onları izledim. Kafenin hediyelik eşya rafları da vardı bir dolu, bakılacak çok şey vardı yani ama neden onları o kadar incelemedim ki? Tek tek baksana hepsine. Bir şey de almadım, neden almadım ki? Çok güzeldi her şey. Yani öyle bir çekingenlik tutuyor ki bazen yok yere. Hesabı ödeyip, tepsiyi verip, çok oyalanmadan çıktım. (Moment Coffee'nin instagramı)

Bu o cartoon temalı kafe - Cafe Layered
Teyzem de foto çekiyor :p

Moment Coffee'den çıkınca hava çok güzel gibi görünüyordu, yürüyeyim madem buralar Hongdae dedim. Ama yine kafam basmamış, haritaya baksam göreceğim aslında asıl görülecek sokakların hemen önümde yer aldığını. Onun yerine yürümüş olurum baka baka diyerek, yukarıdaki kafelere doğru gitmeye karar verdim. World Cup buk-ro 4-gil boyunca yürüdüm dar sokaktan, sonra Donggyo-ro'ya çıktım. Seongmisan-ro'ya dönüp, oradaki şu meşhur cartoon-temalı kafeye gideyim diye düşündüm (Greem Cafe yani). Onun önüne gelince durdum, bir baktım yan tarafında işaretlediğim bir başka kafe vardı. O an o kadar güzel göründü ki gözüme. Sadece görüntü de değil, bir his işte. Oraya dışarıdan bakınca bile mutlu oldum o an ki içeride çok, çok daha mutlu hissettim. Adı Cong Caphe, bir Vietnam kafesi. Vietnam temalı kafe yani. Saat ikiye gelmişti, içeri girince zıplayarak allahım allahım çok güzel çok sevdim diye bağırarak koşacaktım. Her yere, her bir detaya, her bir köşeye bakmak istedim. En sevdiğimden, her yer yine tahta ama mesela Moment'taki gibi temiz sevimli görünümlü tahtalardan değil, bu kez böyle eskimiş, gıcırdayan, hani Bağıran Baraka tarzında. Müzikler çok güzel, oturma yerlerinde eski minderler var, masalar minik sehpalar falan. Girince sağdaki büyük masada bir amca oturmuş, önünde laptopu, bir şeyler yazıyordu. Ara kısımda böyle ayrılmış gibi, kameriye gibi bir oturma yeri vardı, orada belli ki date'e çıkmış bir çift vardı. Gerisi boş, bana ayrılmış gibi. Kasaya gittim sipariş vermek için, ne alacağım hakkında, burada ne tür şeyler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece burada olmalıydım, oturmalıydım onu hissediyordum. Kasadaki resimlere bakıp, şundan alayım dedim. Bir tür kahve. Ama içinde ne vardı, hiçbir fikrim yoktu, yazılar Korece ve Vietnamca gibiydi. İki kız vardı kasada, onlar da bomboş kafede öyle takılıyorlar gibiydi. Ulan o zaman o Buttermilk'in önünde niye tüm Seul toplanmıştı?
İşte Cong Caphe - üstteki o teras gibi yer açık değildi ben gittiğimde, orası da çok güzel olabilirdi

Cong Caphe'de oturduğum yer

Üzerinde sevimli minik bir çiçek olan, cam kenarındaki bir masaya oturdum. Masa dediğim de böyle dizlerimin boyutunda bir sehpa. Ama allahım, her şey çok güzeldi. O cam kenarında, içinde ne olduğunu bilmediğim buzlu kahvemi keyifle yudumlayarak oturdum saatlerce (coconut condensed milk coffee imiş içtiğim şey, şimdi fişime bakarak öğrendim, tadı pek güzeldi). Dışarıdak sokağı izledim, sokaktan geçenlere baktım, bulutların arasından arada göz kırpan güneşe baktım, bilgisayarıyla oturan yazar kılıklı adama baktım, onu görünce ben de gaza geldim, tüm gezi boyunca çantamda saksı gibi taşıdığım ama bir türlü yazamadığım defterimi açtım, iki sayfa yazdım. Birkaç kere tuvalete gittim, çünkü tuvaletler de pek bir ilginçti. Böyle eski pirinç borular, metal lavabo, kapılar ahşap minicik. İçeride dolaşıp, her yere baktım, dekorun her bir parçasını inceledim. Duvarlarda asılı olan aile fotoğraflarına, anlamadığım Vietnamca yazılara, eski bir evdeymişim hissi veren tüm o eşyalara...Sabah Moment'ta da çok mutlu oldum, ortam pek bir sevimliydi, beğendim falan ama Cong Caphe'de hissettiklerim çok farklıydı. Bilmiyorum, abartıyor muyum, saçmalıyor muyum, görmemiş teki miyim. Ama ben orada çok mutlu hissettim. Hiçbir yere yetişmeye çalışmadan, habire bir şeyler yapmam gerekiyor diye kendimi darlamadan. Sanki gerçekten de, daha güzel bir gerçeklikte, orada, o kentte yaşıyormuşum, günlerimi kafelerde gezip, yazı yazarak, hayatın küçük anlarının mutluluklarının tadını çıkararak yaşıyormuşum gibi hissettim. Birkaç saatliğine de olsa diğer hiçbir şeyin önemi kalmadan, o cam kenarında gerçek ben oldum. (Cong Caphe'nin instagramı)

Cong Caphe'nin tuvaletinde, mutlulukla

Cong Caphe'de her şeyi incelerken

Cong Caphe'den kalkayım artık dediğimde 3'e geliyordu herhalde saat. Niye kalkayım dediğimi de bilmiyorum. Otur işte demi madem mutluysan. Bir şeyler daha iç. Biraz da öbür masalarda otur, ne bileyim önceki günlerde ne yaptığını yazmayı bitir deftere falan değil mi? Çıkıp biraz da yandaki kafede otur, orası da ilginç. Ahh ama işte hep o içimdeki dürtü, haydi haydi koş başka yerler göreceksin. Kafeden çıkıp, ara sokaklarda dolaşa dolaşa Yanghwa-ro'ya çıktım. Bu sokaklarda yine pek çok sevimli ve özenli minik dükkanlar ile kafelere rastladım. Sokaklarda hemen hemen hiç kimse yok gibiydi. Bu dükkanların falan fotoğraflarını çektim, sonraki günlerde gelirim diye. O anda neden hiçbirine girmedim, nasıl bu kadar salak olabildim hala düşünüyorum. Sonraki günlerde gidemedim tabiki. Seul'deki günlerim, beni önlerine katarak sel misali yürüdü gitti.

Yürürken geçip durduğum sevimlilikler

Bu büyük cadde üzerine çıkmamın sebebi, orada işaretlediğim bir k-pop dükkanının olmasıydı. 30larımda olabilirdim ama en azından böyle saçma bir yeri görmeden Seul'den gidecek değildim. Dükkanın ismi With Muu (web sitesi burada), böyle içinde k-popla ilgili incik cincik bir sürü şey var, ayrıca albümler lightstickler falan da var. Ama benim bilemediğim bu dükkanın bir avmnin içinde yer alıyor olduğuymuş. İsmi Ak Plaza olan (sen kalk kmlerce öteye git yine de kurtulama) bu avm öyle pek de bizim alışkın olduklarımızdan (ya da Gangnam'da gördüklerimden) değildi. Böyle bir bina normal apartman gibi ama içine girince ayrı ayrı dükkanlar yok, böyle orta alanda ayrı ayrı kendi açık alanlarında herkes. Ne güzel anlatamadım, neyse. Alt kattan ilk girince böyle hemen kırtasiye malzemeleri ve züccaciye gibi bir dolu şeyin olduğu raflarla karşılaştım. Normalde okul hayatım boyunca bile tek bir siyah kalemle yazdığım için öyle pek bir kırtasiye meraklısı değilimdir, çok dalmadım oralara ama insan o ülkede ona bile heves ediyor. İlerleyince Marvel ürünleri satan bir dükkana rastladım, pek düzgün ve sevimli görünüşlü bir genç bakıyordu. Ben hala bir ergen olduğum için kafamın içinde birkaç kere dükkanın önünden geçip, içeri bakamadım. Neyden utanıyorsam, çocuğum yaşındadır herhalde. Neyse sonunda cesaret edip, ürünlere tüm hevesimle baktım. Çok güzel şeyler vardı ama yine kredi kartımın beni heder edip etmeyeceğini bilemediğimden bir kulaklık kabı almaya yeltendim. Kaptan Amerikalı kap buldum ama pek de bendeki kulaklığa uymuyordu, satıcı gençle birlikte içine oturtup, birbirimize oldu oldu böyle idare eder diyerek anlaştık.

Benim dükkan üst kattaydı, oraya çıkarken kendimi her şeye bakmamak için zor tuttum. Böyle tüm dükkanlar parlak pastel renklerde, böyle ortam Alice Harikalar Diyarı gibi. Dayandım dayandım ama sonunda üst katta metrelerce alana yayılan etiket dükkanında yolumu kaybettim. İnternette, dizilerde gördüğüm tüm o sevimli çeşit çeşit etiketler karşımdaydı. Dolandım durdum. Sonunda hatıra olsun bir tane alayım dedim, bu sefer de onu seçemedim dakikalarca. Asıl gideceğim dükkanda bu kadar durmadım yani. Kendimi etiketçiden kurtarıp nihayet With Muu'ya girdiğimde bu sefer daha da utanıyordum. Herkes ergen, herkes kız. Tüm grupların idollerin oyuncakları resimleri kartları, bir yanda albümler, bir dolu idollerle ilgili eşya...Bakmaktan bile utandım. Deli miyim ya, baksana kimden utanıyorsun. Albümlere şöyle bir baktım, gelirken aklıma koyduğum, alacağım tek albümü bulamadım. Zaten bu dükkan öyle çok albüm odaklı gibi değil gibiydi, daha çok son çıkan ve popüler şeyler vardı. Sonunda BTS bölümünde utana sıkana biraz bakınıp, kendime bir anahtarlık aldım. Lightstick bölümüne de cesaretimi toplayıp baktım çıkmadan, belki olsa cidden almaya ikna edebilirdim kendimi Army Bomb'dan. Ama bu dükkan sanırım biraz da turist tuzağıydı, yurtdışında bilinen grupların hepsini lightsticklerine kalmadı yazıyordu. Daha çok yeni jenerasyon ve Kore'de bilinen gruplarınkiler vardı raflarda. (With Muu'nun instagramı)

Avmnin içindeki minik restoranları görünce acıktığım aklıma geldi. Yanghwa-ro boyunca yürümeye başladım, bir şeyler bulurum diyerek. Burası büyük bir caddeydi, tabi orada burada restoranlara denk geldim ama bir türlü girmeye cesaret edemedim. Bir Olive Young dükkanı görünce hevesle oraya daldım. İlk kez giriyordum bu dükkanlardan birine, Olive Young Kore'de bir çeşit Gratis-Watsons-Eve gibi bir zincir. Acayip kalabalıktı, herşeye bakasım geldi ama yazıların hepsi Korece olunca pek de bir şey anlamıyordum. Ancak elime alıp, inceleyince minik ingilizce yazıları bulabilince ya da Papago'ya resimden çevirttirince anlayabiliyordum ne olduklarını. Gene de iki maske seçebildim kendime. Mutluydum. Ama yaptığım şeyleri neden yaptığım ve yapmadıklarımı neden yapmadığım bir türlü çözemiyorum. Mesela kırışıklıklar için patch gibi bir şeyler görmüştüm o gün orada, aa çok iyiymiş bunlardan alayım ama bir dahaki sefere dedim. Bir daha bir Olive Young bulup da girdiğimde kalmamıştı. Yani hiçbir mantığı yok hareketlerimin.

Öyle aç bilaç ama mutlu ilerlerken haritamda işaretlediğim bir yerin yakınında olduğumu fark ettim: 9 3/4 Kings Cross isimli bir kafe. Caddeden ara sokaklara daldım, kafeye giderken. Bu ara sokaklar yine dizilerdeki sokaklardandı, iki üç katlı eski binalar, birbirine dolanan sokaklar, minik restoranlar, birbirini tanıyan ve muhabbet eden esnaf...Ben tam da bir dizinin içinde miyim havasına girmişken önüme çıktı aradığım yer. Bakın burada Ankara'da da var Harry Potter temalı yerler, kafeler. Son birkaç senede açıldılar ama sonuçta varlar yani. 20 yıl önce hayal bile edemezdik bu kadarını. Ama Seul'de girdiğim o yer, inanılmazdı. Orlando'daki Universal'ın içindeki Harry Potter dünyasını iki üç gezdim ben, ona rağmen çok güzel buldum bu kafeyi yani. Tam böyle Hogwarts'ın içine girmiş gibiydi. Loş, duvarlar Ortaçağ kaleleri gibi, her yerde ayrı bir detay. Girince ilk solda sipariş verebildiğiniz yer var, çok çeşitli olmasa da yemekler ve tatlılar ile kahveler içecekler var menüde. Sağda direkt yukarı çıkan ahşap merdivenler var. 4-5 kat kadar var yukarısı. Böyle her katta ayrı bir dekor. Bazı katlarda uzun, ortak salondaki gibi sıralar ve masalar var, büyük şamdanlar, mumlar. Bazı katlarda bağdaş kurup oturabileceğiniz sofralar. Şömine başında sallanan sandalyeler. Her şey sadece Harry Potter temalı değil, Harry Potter evreninin temel motiflerini de barındırıyor, cadılık, ortaçağ, ingiliz kırsalı gibi. (9 3/4 Kings Cross Instagram şurası)

9 3/4 Kings Cross'ta o manzara

O pazartesi günü sabahki mutluluklarım ve o saate kadarki seçimlerinden bir şekilde memnundum. Tam da hah bugün bir salaklık yapmadan günümü geçirdim, güzel bir gezi oldu bugün diyordum kendi kendime. Hele bu girdiğim kafe en yüksek noktaydı diye düşündüm, mükemmel bir yer buldum, bir kahve içerim sonra da yemek yiyecek bir yer bulurum ama ahh bu kafe aşırı güzel diyordum. Ama tabiki benimle tek bir gün en azından bir tane salaklık olmadan geçmez. 30 yıldır bunu anlamış olmam gerekirdi. Sipariş vermek için kasanın orada dikilip, menüye baktım. Aslında gitmeden önce burayı işaretlerken azcık instasına google'ına bakmış olsaydım bir fikrim olabilirdi. Ama yoktu fikrim. yiyecekleri görünce aa burada karnımı doyurabilirim dedim hiç düşünmeden. İçerisi o kadar güzeldi ki kafam bulanmıştı tabi. Tek kişilik food seti gördüm, turkey leg yazıyordu. Hindi butu gibi düşündüm, tavuk yemiş gibi olurum hem iyi oh oh karnım doyar dedim. Yanına da wizard butter istedim, kaymakbirasını dünyanın her yerinde denemeye kararlıydım. Siparişi verince elime o öten şeylerden verdiler, yukarı katları dolaşmaya başladım. Her katta lunaparkı ilk kez görmüş bir çocuk gibi koşturup duruyordum. O arada annem aradı, onunla konuşmaya başlarken sipariş hazır oldu diye cihaz ötmeye başladı. Elimde telefon koşa koşa merdivenlerden indim. Annem hep en olmadık zamanlarda arar zaten. Suçlamak gibi demiyorum ama belki o sırada onunla konuşuyor olmasaydım aklım daha net çalışabilirdi. Kasaya bir indim, elime kocaman bir tepsi verdiler. Kafam kadar bir bacak, tamamen et. Yanında kızarmış ekmekler, turşular, soslar. Bir yandan anneme laf yetiştirmeye çalışıyorum, bir yandan şok içindeyim bu ne diye. Elimde tepsi yukarıda çantamı bıraktığım kata çıktım. Bir yandan annem bir şeyler anlatıyor, bir yandan bir salaklık mı yaptım ben ama anneme belli etmemeliyim diye kendimi toplamaya çalışıyorum. Sonunda mala dönmüş suratımdan annem anladı, noldu dedi. Dedim yemeğim çok büyük. Ama içimden domuz mu bu, allahım önüme domuzu bütün halinde oturtmuşlar mı ama turkey yazıyordu diye geçiriyorum son hızda. Hayır sanki daha önce gezdiğim bir çok şehirde birçok kere bir şeylerin içinde yemedim mi, kesin yedim. Ama böyle kocaman, kıpkırmızı halde önümde direkt görünce bir tuhaf oldum diye düşünüyordum. Anneme domuz galiba diyemedim tabi, çok büyük bitiremem diye şaşırdım dedim. Annem de dedi inip geri götür, sor paket yaparlar mı diye dedi. Sadece bu kadar konuşmadı tabi, ne kadar karıştığını onu ancak tanıyanlar bilebilir. O, o kadar karışmasa telefonda aslında yine de o kadar saçmalamayabilirdim. Güç bela kapattım telefonu çünkü bir de kapatmıyor normalde. Aldım tepsiyi gerisingeri aşağı inip, kasadaki çocuklara dedim ki bu doğru mu? Ben bunu nasıl yiyeceğim? Domuz değil, değil mi diyemedim de. Paket yapabiliyor musunuz bitiremezsem dedim. Tabi dediler. Yine aynı mallıkla yukarı çıktım elimde tepsi. Masadan kocaman bacak bana bakar halde bir süre oturdum. Sonra tamam dedim bu hindi ya, öyle yazıyordu. Hem et yani, ne güze doyur karnını. Kendimi ikna etmeye çalışıp, bir parça kestim. Ağzıma attım ama tadı değişik, zaten kıpkırmızı görünüyor. Çiğneyip yutmaya çalıştım. Kötü değildi, güzeldi bile hatta şimdi düşününce ama kafam o kadar bulanık ve bir düşünceye odaklanmıştı ki yok dedim bu kesin domuz. Göz göre göre de yemeyeyim. Hay allahım ya. Sanki böyle beynime refleks olarak işlenmiş gibi. Ekmekleri yiyip, kahvemi içtim. Somurtarak bir süre oturdum. Oysa tüm günüm ne de güzel geçiyordu diye kendime kızdım. Tüm kafenin keyfini çıkartıp, her yerinde fotoğraf ve video çekecektim güya. Hiçbirini yapmadan, elimde tepsiyle aşağı indim. Ben bunu yemeyeceğim paket de istemiyorum alın dedim. Öylece çıktım kafeden. Mallığıma doymayayım.

Itaewon'daki Ankara Picnic

Gene surat astığım için otele geri döndüm. Açtım, midem kazınıyordu ama bugün en azından bir şeyler daha görmeliyim diye kendimi zorladım. Itaewon'a gitmeye karar verdim, en azından orayı da göreyim diye. Hava pek soğumuştu benim bünyeme göre, bir de açtım tabi. Üstümü değiştirip, kışlık montumu falan giyip, kendimi dışarı attım. 7 buçuğa doğru Itaewon metrosundan çıkmıştım. Hava kararmıştı, buz gibiydi ve sokaklar hiç de beklediğim gibi görünmüyordu. Burası o internette gördüğüm Itaewon muydu gerçekten de? Kimsecikler de yoktu. Görülecek bir şey de. Sonra hiç beklemediğim bir anda baklavaların olduğu camekanlar görmeye başladım. Sırasıyla dönerciler, türk restoranları tatlıcıları belirdi gözümün önünde. Nolur burada diye bakakaldım. Itaewon'u çok araştırmamışım, meğerse Türkler buraya toplanmış. Ankara Picnic yazan minik bir dönerciye girdim. Ülkeden çıkınca hiçbir şekilde bildiğim yemeklerden yememeye çalışıyorum yıllardır. Bir İtalya'da mecburen öğrencilikten, en ucuz yerler de dönerciler olduğundan dürüm yiyordum arada bir. O akşam da amaan artık yapacak bir şey yok dedim. Itaewon bomboştu, gece çökmüş gibiydi. Şehrin başka bir köşesine gidip, yerel bir restoran arayacak enerjim de hevesim de yoktu. Girdim Ankara Picnic'e. Kasadaki gençlere bir baktım, Türk de olabilirlerdi ama olmayabilirlerdi de. Salaklık yapma dedim kendime, ingilizce konuştum siparişimi verirken. Tabiki dürüm ve meyve suyu istedim. Ödemek için kartımı uzatırken genç çocuk bir şeyler söyledi. Allahım o kadar mutsuzum ki şu an, ingilizceyi de anlamamaya başladım dedim içimden. Eblek eblek bakınca ben çocuk kartımı aldı, ödemeyi alırken herhalde kartın vakıfbank'ını görünce Türkçe konuştu bu sefer. Aa dedim ee niye. O da bir niye Türkçe konuşmadın o zaman oldu. Az önce ne dedin anlamadım dedim. Rusça konuşmuş. Beni RUS ZANNETMİŞ. BENİ. Bir buçuk metre boyunda, montumu burnuma kadar çekmiş, hagrid saçlı beni. Hangi Rus bahar havasında alaska'da gibi dolaşır ki? Buraya Ruslar çok geliyor, bir de gözleriniz Ruslara benziyor dedi. Peki dedim. Dürümümü alıp, oturdum. Ama hiç de lezzetli gelmedi o dürüm o akşam. O kadar açtım ama mutsuzdum ya. Aklım hala saatler önceki salaklığımdaydı. Tüm günü boşa geçirmişim gibi hissediyordum.

Aa DDP böyle bir şey miymiş :p

Itaewon'un ana caddesi boyunca yürüyüp, kapalı mekanlara, dükkanlara baktıktan sonra Dongdaemun Desing Plaza'ya vardım. Son bir gayretle, orayı da göreyim diye düşünüyordum. Ama o kadar üşümüştüm ki DDP'nin önünde haa burası da böyleymiş o zaman diyerek dikildikten sonra otele geri döndüm. Dönerken metronun altına girdiğimde bir Nature Republic dükkanına denk geldim. Günlerdir görüp, hiç bakmadığım bu dükkana da o saatte o anlamsız yerde bir şans vereyim dedim. Kimsecikler yoktu, çok da anlamadım yine ürünlerin ne işe yaradığını. Elime alıp, okudum, evirdim çevirdim. Sonunda şeftalili olduğunu gördüğüm bir şeyleri fark ettim, ne oldukları önemli değildi, şeftaliliydi sonuçta. Ben de Nature Republic'ten bir şeyler almış olmak istiyordum. Görevli kız İngilizce bilmiyordu, ben de o saatte çok konuşabiliyor değildim. Çoğunlukla anlaşamadık, sonunda o da beni yolcu ettiğine çok sevinmiş görünüyordu, ben de dükkandan çıktığıma.

Yalnız bu hızla yazmaya devam edersem bir 10 yıl sürecek. Bu tür gezileri de her 10 yılda bir yaptığıma göre sorun yok :)

3 yorum:

  1. Sonu harika bitti. Umarım 10 sene değil önce 5, sonra da 1 yıla düşer. Ben de -yani konudan biraz bağımsız olarak- bu kadar güzel hissetmeyi çok seviyorum. Müthiş zevk veriyor bana insanların bir şeylere duyduğu o yoğun duygular.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de 1 yıla düşmesini acayip umuyorum ama kısmet :D

      Sil
    2. Güzel güzel anlatımınızın yanında, Cong Caphe nin tuvaletine de bayıldım hocam :p Bence çok haklısınız, ben olsam on defa falan giderdim :D Bayılıyorum yaa yazılarınızı okumaya. Gerçek bak. Hep yaz valla bolca okurum ben.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...