22 Temmuz 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VII - Pankekli kahvaltı, Kore Ulusal Müzesi ve Gwangjang Market


 Önceki gün Buttermilk'e girememiş olmanın verdiği inatla, Salı günü erkenden kalkıp yola düştüm. Saat 9'da çoktan otobüsteydim. 10'da açılıyor, ilk ben girerim diye kendimle gurur duyar halde yol alıyordum. Yalnız o gün hava iyiden iyiye bozmuştu, bir yandan soğuk, bir yandan usul usul yağmur çişeliyordu.

Buttermilk'in içinde



Buttermilk'in önüne yaklaştığımda saat 9 buçuk olmamıştı. Bir de ne göreyim? Çoktan insanlar sıraya girmiş, artık neredeyse sulu kara dönmekte olan yağmurun altında, o minicik mekanın önünde oturuyor. 3 kişilik minik bankta 3 kadın oturuyordu. Hemen dibindeki tabureye kendimi attım ben de. Çünkü hemen peşimden iki üç kişi daha sıraya girdi, tabureyi kapmam gerekiyordu. Şaka gibiydi, minik bir pankekçinin önünde, açılmasına yarım saat varken sıraya girmiştik.

Tam yarım saat titreyerek oturdum orada. Kendime bir yandan kızıyordum, ne işim var bir dolu kafenin restaurantın olduğu bu devasa şehirde böyle bir sırada diye. Bir yandan da inadım tutmuştu. Yiyeceğim işte burada bana ne diye. Hava karardı bulutlarla, soğudu, sıradaki insanlar arttı. Ben dördüncülükteki yerimi korudum. Tam 10'da içeriden bir teyze çıktı, tek tek içeri almaya başladı bizi. Yine tam da o sırada sıranın sonlarından bir kız geldi yanıma, benim boylarımda, ince, çekik gözlü, gözlüklü, teyzeden hemen önce, teyzeyi görünce. Sen de tek misin dedi, birlikte oturabilir miyiz dedi. İlk başta anlam veremedim, yazık tek başına yemek mi istemiyor diye saniyelik bir düşündüm. Öyle ya, bende bu sosyal girişkenliğin zerresi olmadı hayatım boyunca. Sonraki saniyede düştü jetonum, kız sıranın çok gerisindeydi, içeri ilk olarak 6 kişi alınacaktı ve o 6 kişiden çıkan olmadıkça dışarıdakiler beklemeye devam edecekti. Olur tabi dedim, benim gibi birinden aksini düşünemeyiz zaten. Sıra bize gelince teyze birlikte misiniz dedi, evet dedik, bizi de içeri aldı.

Buttermilk'teki ricotta pankeklerim

Hemen girince camın kenarına yakın olan iki kişilik masaya oturduk. Benim gibi doktor tarafından onaylı sosyal fobisi ve anksiyetesi olan biri için oldukça zorlayıcı bir durumdu aslında. İlk defa gittiğim bir şehirde, dünyanın öbür ucunda, kendi başıma, hiç tanımadığım bir insanla, ilk defa gittiğim bir ortamda bir şeyler yiyorum. Ciddi ciddi titriyordum. Panik içindeydim. Teyze menüyü getirdi, ikimiz de baktık. Sanki kırk yıldır arkadaşmışız, oraya da birlikte gelmişiz gibi sen hangisinden alacaksın ben de şundan alırım falan gibi muhabbet et kız benimle. Benim ne alacağımız ne yapacak acaba diye kocaman açılmış gözlerimle bir elimdeki menüye bir kıza bakıyordum. En son yurtdışına 4 yıl önce çıktığımdan, uzaylı gibi hissediyordum, bu "yurtdışılılar" da herhalde böyle mi oluyordu neydi diye düşünüyordum. Ben ricottalı olan menüden aldım, o sadesinden aldı. Pankeklerimiz gelene kadar da pankekleri yerken de üç beş muhabbet ettik. Önce kendimi dediğim gibi panik ve endişe içinde hissediyordum, konuşmalıyım galiba, bir şeyler söylemeliyim falan filan gibi. Ama sonra durdum, mantıklıca bir düşün dedim kendime. Hiçbir şeyin zorunda değilsin. Sonuçta o geldi seninle oturmak istedi, bunu da bir an önce yiyebilmek için istedi. Seninle muhabbet etmek için veya senin kara kaşına kara gözüne değil. Burada sessizce oturup, etrafına baksan da sorun yok. O karşında oturmuyor olsaydı da yapacağın şeyleri yapıp, oturacağın şekilde oturabilirsin. Dedim kendi kendime, elimden geldiğince içimdeki "people pleaser"ı ikna etmeye çalışarak. Etrafa baktım, mekanı çektim, inceledim gözlerimle. Arada kız birşeyler sorduğunda konuştum, benim de aklıma bir şeyler gelince ben de sordum, konuştum. Pankeklerimizi mesela bir süre ikimiz de keyif aldığımız için, lezzetlerine gömüldüğümüz için sessizce yedik. Adını hatırlayamıyorum şu an mesela kızın, Hong Kongluymuş. Çalıştığı şirket böyle arada iş için Seul'e yolluyormuş. Birkaç günlüğüne işleri halledip gidiyormuş. Geldiğinde de mutlaka Buttermilk'te pankek yiyormuş senelerdir. Bir kafe daha önerdi mesela, gezilecek bir mahalleden bahsetti. En son kalktığımızda, dışarı çıkınca vedalaşırken cesaretim geldi, bir fotoğraf çekinelim mi dedim. Olur dedi, instadan da ekleştik. Sonra ayrıldık, ben sola gittim, o sağa gitti. Ama sonra nasıl olduysa bindiğim otobüsteymiş, otobüsten inerken gördüm. Bu arada pankek tabağında iki parça pankek, bir miktar salata, bir kaşık patates püresi, bir miktar çırpılmış yumurta ve bir dilim mi ne bacon vardı. Her biri hakikaten lezzetliydi (bacon'ı sen yer misin ben yemeyeceğim diyerek kıza verdim gerçi şimdi onu bilemeyeceğim). Bu tabağa ve bir kocaman kupa siyah çaya 13800 won ödedim. Ama azdı yahu. Yemek miktar olarak. Az geldi yani. O tabaktan en az üç tane yerdim ben kahvaltı diye. Bu ülkede doğup, büyüyünce insana dünyada başka hiçbir yerin kahvaltısı kahvaltı gibi gelmiyor. Yani öğlende akşam yemeklerinde ne yerlerse yesinler, ne kadar dolu olsa da tabakları, ne kadar fazla olsa da çeşitleri, o kahvaltıyı çoğu ülke yok sayıyor geri kalanı da böyle uyduruk geçiştiriyor ya, üzüyor insanı.


Buttermilk'ten 11'i geçerken kalkıp, dosdoğru National Museum of Korea'ya gittim (Kore Ulusal Müzesi yani). Hava öyleyken dışarıda olmayı gözüm yememişti. Saat 12'ye geldiğinde müzenin metro durağındaydım. Bu şehirdeki her şey mi böyle güzel, düzgün? Metrodan direkt müzenin bahçesine çıkıyorsunuz. Uzunca bir koridor, koridor boyu dekorasyon. Yerde halı. Çünkü dışarıda yağmur var. Müzenin bahçesine bir çıktım, gepgeniş bir alan, muhteşem renklerde çiçekler, ağaçlar, her yerde okuldan gelmiş öğrenciler, lise çağında, ilkokul çağında. Yağmurdan ıslanıyordum ama her şeyi çekmek istedim. Müzeye girmeden daha, her şeyi çok sevmiştim.

İlerleyip, merdivenlerden çıkınca müthiş bir manzara karşıladı beni. Müzenin iki binasının ortasından, böyle çerçeve içine alınmış gibi Namsan görünüyordu. Öylece büyülenmiş halde bakakaldım. Sonra sonra toparlanıp, sağdaki binaya girdim. Ama her yer çok geniş ve çok büyüktü, yürü yürü bitmiyordu. Binaya girdiğimde minik çocukların oradan oraya koşturduğu girişle karşılaştım. Sol taraftan ilerleyince eşyalarınızı bırakabileceğiniz kilitli dolaplar var, oraya yükümün bir miktarını bıraktım. Bedavaydı. Bunu neden özellikle belirtmem gerekiyormuş gibi hissediyorum, bu neden önemli değil mi? Türkiye gibi bir ülkeden sonra önemli çünkü. İnsanların her an her yerde bir şeyler çalmaya çalıştığı, paranın din olduğu bir ülkede hayatta kalmaya uğraşınca bir şeylerin bedava olması alerji yaratıyor bünyemde. Dolaplarda bozuk para atacak bir yer aradım mesela. Olamazdı ya, bedava olamazdı. Dolapların arasında su sebili de vardı sonra, o da bedavaydı. Olamazdı. Orada o su bedavaydı ve kimse gelip damacana dayamıyordu ya, mümkün olamazdı. Ya da bozulmuş olmalıydı o sebil, kesin bedava diye bozmuşlardı. Mümkünatı yoktu çünkü. Çekine çekine yanaştım sebile, biten su şişemi elime aldım. Çok algılamaz halde bakmış olmalıydım ki yanımdan geçen bir teyze tarif etmeye çalıştı. Daha da ilginci, müzenin gezilecek kısmına gittiğimde sağ tarafta camekanlı kısımda görevliler oturuyordu, bilet almak üzere yanaştığımda bedava dediler, bileti verdiler. Tekrar ettim, bedava mı dedim, evet dedi kadın. Elimde para vermediğim bilet, x-ray cihazına yöneldim. Cihazın yanında da görevli bekliyordu, hah dedim bu kesin bilet soracak, ona da para vermedim, bir b.kluk var bu işte. Ben şaşkınlıkla tereddütle adımlar atıp, adama bakarken o da aynı şaşkınlıkla bana baktı.


Müzeyi aşırı beğendim bu arada. Çok ama çok. Hacettepe'de yarım bıraktığım o ilk yüksek lisans denememde müzecilik diye bir ders almıştım, hocasından çok tırsıyordum ama o derste aslında baya keyifli şeyler vardı. Müze falan tasarlamıştım sıfırdan, ödev olarak, tüm çizimleri falan yapmıştım. O dersten ne anladıysam, o derste aslında ne anlatılmaya çalışıldıysa, bu müze oydu. Şimdiye kadar gezdiğim şehirlerin hepsinde en azından ikişer müzeye gitmiştimdir. Hemen hemen her çeşit konuda müzeye gittim büyük ihtimalle. Met'i, Louvre'u bile gördüm diyebiliyorum gururla ama burası...Olması gereken bu dedim gezerken. Anlatım, düzen, işleyiş her şey çok iyiydi. Tamam Louvre'da dünyanın en muhteşem şeyleri var, tam olarak gezmek belki aylar alıyor ve binanın kendisi bile olağanüstü mesela ama tam bir çorba. Her şey Fransızca, eserlerin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Kronolojiyi anlamak dert, kim nerede bulmak zor, bir noktadan sonra vazgeçtim oynamak istemiyorum diye bir yerde çöküp ağlamak istiyorsunuz ya da ilk bulduğunuz camdan kendinizi bahçeye atmak çünkü ikeadan daha kötü bir yerleşim var boğulacak gibi oluyorsunuz. Oysa Kore Ulusal Müzesi'nde her şey açık seçik, anlaşılır, gezmesi de anlaması da keyifli. Kore yarımadasının tarihöncesinden başlıyor, adım adım her bir döneme ilerliyorsunuz. Her dönem anlaşılır bir İngilizce ile yazılmış, her bölümün sonunda önemli eserlerin replikası var mesela elinizle dokunup, tecrübe edebiliyorsunuz. Sadece Kore yarımadasından eserlerle de kalmıyor tabiki, Japonya'dan Çin'den ve hatta Mezopotamya'dan bölümler var. Benim gezdiğim bu asıl kalıcı sergi diye geçiyor, o yüzden bedava. Sanıyorum diğer kısımda yer alan geçici sergilere girişlerde belirli ücretler var.

Saat iki buçuğa kadar, hevesle, büyük bir ilgiyle dolaştım. Bir ara sergi odalarının ara kısmında bir dinlenme yeri gibi bir yer yapmışlardı orada oturdum. Böyle alanın bir tarafı sırf cam, bahçeye bakıyor. Ortada büyük bir ahşap masa, hani ortaçağ kalelerindeki yemeklerde olur ya onlar gibi. Kenarda banklar gibi taş yerler vardı, ben oraya iliştim. Büyük masada oturan üç beş turiste ve gelip geçenlere baktım bir süre. O arada başka bir turist kadın, kenarda duran robota bir şeyler sormaya çalışıyordu. Hani haberlerde de gösteriyorlar ya, Kore'de o yardımcı robotlardan cidden görmüş oldum müzede. Tuvaleti soruyormuş kadın, robot sesli bir şekilde, sesi tüm müzeyi doldurarak tuvalet bu tarafta peşimden gelin dedi. Kadın bir an utandı, hepimiz ona baktık, o da bize baktı, hep beraber güldük. Kadın da gülerek robotun peşinden koşturdu.

İşte Sikhye'm

Çay evi manzaram

Kendi kendime ülkenin tarihini öğrenmeye çalışırken kitaplarda gördüğüm, makalelerde önüme çıkan eserlerin pek çoğuna rastlayarak yürümeye ve öğrenmeye devam ettim sonra. Ama yorulmuştum haliyle, içeride oturacak soluklanacak kafe benzeri bir yer var mı diye bakınmaya başladım. Bu arada ilk giriş katını bitirmiştim. Bu katın sonunda restaurant vardı. Gayet de güzel gözüküyordu, girişte menüyü de koymuşlardı, içinde pek çok geleneksel Kore yemeği var gibi görünüyordu. Bir an girmeye yeltendim, düzgünce oturup yemek yerim sonra üst katları gezmeye devam ederim dedim. Ama durdum sonra, hani ben buraya gelmeden önce ne düşünmüştüm. Dizilerde izlediğim o geleneksel ara sokaklardaki ahjummaların önüme bir dolu banchan koyacağı yerlerde yiyecektim hani öğünlerimi? Geleli 5 gün olmasına rağmen henüz böyle bir şey yapamamıştım ama umutluydum o noktada yine de. Girmedim müzenin restaurantına. Kafe arayarak üst katlara çıktım. İkinci katta cidden bir kahveci vardı ama hani tiyatrodaki gibi falan böyle çok da bir şey yok havası verip, kalabalık olan bir yerdi. Bir üst kata daha çıkınca aradığımı bilmediğim o yeri buldum. Geleneksel Kore içeceklerinin servis edildiği bir çay evi vardı. Orası da kalabalık görünüyordu ama aşağıdaki kafe gibi hıncahınç bir havası yoktu, daha huzurluydu. Oturacak yer yoktu ilk bakışta, en kötü ihtimal alırım bir çay koridorda otururum dedim. Girişinde kiosk gibi bir cihaz vardı, siparişimi oradan verip, ödemeyi de cihaza yapmam gerekiyordu. Bunu anladığımda hayır dedim içimden, hayır hayır hayır. Kredi kartım yine çalışmayacak diye. Neyseki korktuğum başıma gelmedi, içeceklerin arasından daha önce sadece adını duyduğum sikhye'yi seçtim ve içeri adımımı attım. O anda da şans yüzüme güldü, tam cam kenarındaki masa boşaldı. Özel dizayn edilmiş minik bir teras bahçesine ve onun ilerisindeki dağlara bakan manzaramla huzur içinde oturdum orada. Sikhyemi aldıktan sonra tabi. İçeceğimi alana kadar panik içindeydim. Çünkü kiosktan sipariş verince bir sıra numarası veriyor cihaz. İçecekleri hazırlayan görevliler de numaraları Korece sesleniyordu. Korece sayıları tanıyorum tamam, söylenişlerini de az buçuk biliyorum üç basamaklıların o da tamam. Ama aksanlarını ve hızlıca söylemelerini anlamayabilirdim. Diken üstünde bir beş on dakika oturduktan sonra yine şanslıydım, kendi sayımı tanıdım, hazırlayanlarla da göz göze geldik zaten. Sonraki yaklaşık yarım saat dediğim gibi huzurla, mutlulukla oturdum çay evinde sikhyemi içerek.

Sikhye (식혜) dediğim içecek aslında temelde pirinçten şerbetle frozen arası bir şey. Hafif kırık beyaz bir suyun içinde buzlaşmış pirinç topakları yüzüyor. Benim müzenin çay evinde içtiğim çok aşırı tatlı değildi, şekeri böyle normal seviyede, tadı da hoştu. Üzerinde süs olarak çam fıstıkları ve çiçek yaprakları gibi bir şeyler vardı. Sikhye normalde fermente olmuş arpa suyu ve pirinçten oluşuyor. Ülkenin değişik bölgelerinde değişik versiyonları olsa da temel malzemeler bunlar. Koreliler'e göre pek çok faydası var ve ama genelde sindirime ve midenizi kötü hissettiğinizde iyi geldiği söyleniyor. Ben de son birkaç yıldır midemle uğraştığımdan özellikle dikkatimi çekmişti rastladığımda internette. O yüzden o gün oradaki onca değişik ve ilginç çay arasında onu denemek istedim. (Burada içtiğim bu sikhyenin fiyatı 5000 won idi.)

Japonya bölümünden

Sikhyemi bitirmek üzereyken bir kadın yanaştı masama ve sizin için sakıncası yoksa kalkacağınız zaman biz oturabilir miyiz dedi çok kibar ve utangaç bir şekilde. Aa tabiki dedim, zaten bitirdim kalkacaktım dedim. Çok da oyalanmadan müzeyi bitireyim diye düşünüyordum. Ama yazık kadın onun yüzünden kalkmaya başladığımı düşündü, özürler dilemeye başladı, yok yok dedim ikna etmeye çalıştım ben kalkıyordum buyrun gelin diye.

Eski dostum Gudea bile oradaydı

Çay evinden kalkıp, ikinci kata indim. Oradaki sergiler diğer ülkeleri kapsıyordu. Özellikle Japonya eserlerinden oluşan sergiye bayıldım. Bu kısımda çünkü, çok keyifli sergileme yöntemleri kullanmışlardı. Oturup tüm günümü geçirebileceğim bir geleneksel Japon evi odası tarzında bir kısım vardı mesela, usul usul yağan yağmur sesi ve görüntüsü yapmışlar ekrana, dışarısı böyle yemyeşil orman manzarası...Sanal tabi bu kısım da, güzel sonuçta.

patatesle ilk bakışma

yağmurlu ve soğuk, yürüyorum

işte o tatlı patates

İkinci katı bir şekilde bitirebildiğimde ayaklarım biz yokuz demeye başlamıştı. Yine de üçüncü kata şöyle bir bakındım. İçeriye adım atışımdan yaklaşık 4-5 saat sonrasında nihayet müzeden çıkmaya ikna edebildim kendimi. Aslında tüm bahçesini, havuzu falan görmek ve bahçenin diğer tarafındaki Hangeul Müzesi'ni de gezmek istiyordum ama o günlük enerjim tükenmişti. Metroya binip, Dongdaemun tarafına gittim. Dongdaemun durağında inip, dümdüz büyük cadde boyunca Gwangjang Market'e doğru yürümeye başladım. O sırada kaldırımda bizdeki gazete büfeleri gibi olan büfelerden bir tanesi dikkatimi çekti. İçerisinde neredeyse dizilerde gördüğüm normal ahjummalar gibi bir teyze vardı. Benim dikkatimi çeken asıl şey tatlı patates satıyor oluşuydu. Kore dizisi-filmi izleyenler en az bir defa rastlamıştır bu sahneye. Genellikle soğuk kış günlerinde kahramanlarımız bir sokak satıcısından kumpir tarzı pişirilmiş bir tatlı patates alır, kabuğunu döndüre döndüre soyarak, sıcağından ağzı haşlanarak yerler. Onlar o patatesi öyle yerken acayip lezzetli, keyifli bir şeymiş gibi gelir. Ben de o gün o büfede o patateslerden görünce attım kendimi bir dizi hikayesinin içine, hava soğuktu, üşümüştüm, sokaklarda yürüyordum. Aslında yemek yemeye gidiyordum Gwangjang'a ama bu atıştırmalıktı sonuçta. Bir tane patates istedim ahjummadan, biraz suratsızdı ama olsundu. Paramı çıkarıp, uzatmaya çalışırken büfenin ön kısmındaki her şeye çarptım, yerlere döktüm. Ahjumma bir minik poşete koyduğu patatesi elime tutuşturmaya çalışırken, ben yıktığım şeyleri geri koymaya çalışıyordum. Düzeltmeye çalışırken daha çok karışıklık çıkardım, teyze kafayı yiyecekti, poşet ikimizin ortasında havada, ben bir yandan özür dileyerek yerlere eğiliyorum, o bir yandan haydi al da git al da git diye söyleniyordu. Poşeti alıp, caddede koşturmaya başladım. Baya bir ilerledikten sonra açabildim poşeti. İçinde benim patates vardı, bir ucundan biraz açılmış, bir de minik plastik bir kaşık konulmuş. Elimdeki şey hiç de dizilerde izlediklerime benzemiyordu. Kabuğunu soyarak değil de bu kaşıkla yemek gerekiyordu. İlk kaşıkla ağzıma gelen böyle krema gibi bir patates püresiydi. Tadı vardı ama yoktu. Tatlı patatese normalde ben evde tavada fırında yaptığımda bir dolu baharat koyarım, üstüne de sos yaparım bazen. Bunda böyle hiçbir şey yoktu, dümdüz tatlı patates. Sıvılaşmış gibi. Kaşığı içine daldırıp daldırıp yedim yürürken. Yağmur yağıyordu, caddede hemen hemen kimsecikler yoktu. Elimde patates, ağzımda kaşık markete doğru yürüdüm. Patates aslında kötü değildi, hatta şimdi düşününce lezzetli bile geliyor ama o anda orada patatesin kendisini değil de o dizilerde izlediğim deneyimin kendisini bekliyormuşum gibi içten içe, umduğumu bulamamıştım.

Teyzelerden aldığım jeon

Gwangjang Market'in girişine yaklaşırken bir trafik ışığında bekledim. Orada, bu şehirde 5 gündür ilk defa birinin ışığı beklemeden, yol boş diye karşıdan karşıya geçtiğine tanık oldum. O ana kadar çünkü, herkes her yerde, yol bomboş da olsa ışık yayaya yeşil yanana kadar azimle bekliyordu. Marketin girişinin, beklediğim gibi bir giriş olmamasından ötürü bu arada, geldiğimi tam anlamadım. Birden kendimi tepede asılı bir dolu ülkenin bayrağının altında bulunca haa dedim, gelmişim. Burası videolarda gördüğüm o yer. Nereye gideceğimi bilemedim, her şeye bakmak, her şeyi görmek istiyordum. Klasik bir market yemeği deneyimi de yaşamak istiyordum. Ama pazarda ilerledikçe manyak kokular sarmaya başladı etrafımı. Midem bulandı bir yandan, karnım aç diye canım da bir şeyler çekiyordu ama kokudan hiçbir şey de çekemiyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Ben girdiğimde henüz o kadar kalabalıklaşmamış gibiydi, daha dolaşılabilir gibi duruyordu. Bir o yana bir bu yana sapıp, incelemeye çalıştım ne var ne yok ne yiyebilirim nerede yiyebilirim, dizi izlerken kafamda canlanan o görüntülerin aynısının içine nasıl düşebilirim...Orta kısımda önce iki teyzenin işlettiği bir jeon standına denk geldim. Dışarısı yağmurluydu ya, o gelenek aklıma geldi, yağmurlu havada kızarmış jeon tarzı şeyler yenirdi. Bir tane istiyordum dedim yanaşıp, teyzenin yaşlı olanı standın dışında satışı yapıyordu, daha genç gibi duranı içinde jeonları pişiriyordu. Baktım iki çeşit var, sebze olanından istiyorum demeye çalıştım muhteşem Korecem ile. Yaşlı teyze anladı gene de ama sonrası tam bir karmaşaydı. Bir tanesini ikiye böldü, bardağa koydu, bir tanesini poşete koydu, elime bir dolu jeon tutuşturdu. Bir de öyle küçük de değiller, kocaman kocaman. Meğersem bir tane isteyince bu kadar çok veriliyormuş, ben bunları yiyemem alın dedim. Yok yok diyorlar almıyorlar, çünkü algılayamıyorlar nasıl yiyemem? Teyzem para sorun değil sen al bu poşettekini, başkasına satın diyorum, yok al al diyorlar. O hengame içinde tamamen ne yaptığımı bilmez halde içgüdüsel davrandım. Standa yanaşan iki kız vardı, birisinin eline tutuşturdum poşeti, alın siz yiyin bana çok bu hediyem olsun dedim, kız da ne olduğunu anlayamadan tüydüm, pazarın diğer koridoruna doğru bir elimde bardak içinde jeonumla.

Bu arada aldığım jeon, gamjajeon'muş, yani patates mücveri gibi bir şey. Ama diğer her şey gibi bunda da zerre tuz olmadığı için iki lokmadan sonra allahım neden neden diyerek dolaştım. Bir de zaten kızarmış yağın kokusu da midemi kaldırdı, yağlı tuzsuz patates rendesi yiyordum hayal edin işte. İkiye bölünmüş jeon'un bir parçasını bile bitiremedim, kenarda köşede çöp aradım o da yoktu, sonunda çantama attım, çantam birkaç gün kızartma koktu ama o akşam o pazarda üstüme ve giysilerime sinen kokuların yanında bir hiç kaldı tabi.

işte Gwangjang Market'teki yemeğim

Oturduğum yemek standı, yemeğini yediğim teyze

Sonunda ortadaki yemek standları tam olarak açılmış gibi görünmeye başlayınca, kendimi ikna edip, tüm utangançlığıma rağmen boş gördüğüm bir tanesine oturdum. Tezgahın hemen kenarına oturuyorsunuz hani, tezgahın içinde bir teyze oluyor, yemekleri pişirip, önünüze koyuyor. Aynen izlediğim gibi bir yere oturdum, aynen izlediğim teyzelerden biri vardı tezgahın gerisinde. Set halindeki menüden birini seçtim. Tteokbokki ve 3 parça kızarmış bişiler olan ilk combo menüden istedim (6000 won görünüyordu). Önce hangi üç kızarmış yiyecekten istediğimi sordu, bir dolu ilginç şey vardı, tek tek gösterdi, ben de tek tek sordum aa o ne oo o ne diyerek. Tam hatırlayamıyorum, resimlere bakınca da tam anlaşılmıyor ama sanırım şey seçmiştim. Bir o dilim dilim edilen gimbapları bir de kızartıyorlar ya ondan. Diğer iki seçtiğim şey ise sanırım sebzelerin kızartmasıydı. Hiç emin değilim. Dikdörtgen bir alüminyum tabağa onlardan koydu, sosuyla birlikte tteokbokkiden koydu. Bunu önüme koyduktan sonra bir de tabiki olmazsa olmaz balık keklerinin suyundan bir bardağa doldurdu, onu da önüme koydu. Ben de içecek olarak tabiki gazoz istedim. Ben oturduğumda sağ tarafımda bir çift vardı kadınla erkek. Onlar da yeni oturmuştu. Benden sonra sol tarafıma da iki ahjussi geldi, işten yeni çıkmışlar üstlerinde takım elbiseleri. Sağımdaki çift combo menüden balık kekli olan bir şeyler istediler. Ahjussilere ise yemekçi teyze bir şişe makgeolli ve iki tane tas verdi. Onlar doldurup içmeye başlarken de kızartılmış atıştırmalıklardan önlerine koydu. Onlar keyifle muhabbet etmeye başladı, seslice, gülerek şakalaşarak. Çift de ooo aşırı lezzetli diye konuşarak sesler çıkararak yemeye başladı. Hemen önlerindeki balık keklerinin içinde durduğu çorbadan kepçe kepçe doldurarak içmeye devam ettiler. O çorbanın özelliği bu, bittikçe doldurup bardağınıza içebiliyorsunuz. Pazar günü gittiğim restauranttaki ilk deneyimimde bu balık kokulu sıvı çok tuhaf gelmişti ama o gün orada tteokbokki ile birlikte ben de yuvarladım valla. Bir o kızartılmış şeylerimi bitiremedim, kokular hala midemi karıştırıyordu. Ben yemeye devam ederken etraf kalabalıklaştı, tezgaha bir dolu insan geldi. Çiftin öbür tarafında çocuklarıyla kocaman bir aile ayakta durdu yedi, benim arkamda durup bir grup genç paket yaptırdı aldı gitti. Tezgahın içindeki teyze harıl harıl hiç durmadı. O kaotik ortamda, o bin tane kokunun içinde yanımdan kollar uzanırken kafamın üstünden yemekler el değiştirir, ben de o minicik tezgah kenarında yanımdaki ahjussiye neredeyse değecek şekilde oturdum, yedim. Mutluydum. Kendimi tam da o izlediğim hikayelerin içinde bulmuş gibiydim çünkü. Anlatmaya çalıştığım bu işte. Kore değil aslında ilgimi çeken, içten içe. Ya da Kore çok iyi bir yer değil, çok güvenli bir yer de olmayabilir, her şeyin normal olduğu bir yer de değil. Dünyanın en güzel yeri değil, dünyanın en iyi insanlarına da sahip değil. Ama şey gibi düşünün, Harry Potter kitaplarını okurken hissettiğim mutluluk mesela. Sanki gidip gerçekten de bir süpürgeye binip, uçarak Hogwarts'a gitmiştim gibi. Mutlu olduğum yerin gerçeğine kavuşmuşum gibi. O dizileri izlerken hissettiğim mutluluğun aynısını Seul sokaklarında yemek yerken, kafelerde camdan bakarken hissetmemin sebebi de bu işte. Ben de o izlediğim hikayenin içine girmişim gibi hissediyordum. O hikayeler beni mutlu ediyordu, mutlu olduğum yerde oluyordum. Gerçek hayatımın aksine, iyilerin kazandığı, tesadüflerin hep güzel yerlere çıktığı, masum ve saf kahramanımızın başına iyi şeylerin geldiği, çiftlerin kavuştuğu, işlerin başarıya ulaştığı, alınan derslerin mutlu sonlara ulaştırdığı o hikayelerin içindeymişim gibi hissedebiliyordum Seul'de işte.

Yemeğimi büyük bir iştahla ama utanarak yedim bir süre. Tuhaf geliyordu hala bu şekilde yemek yemek ama sonunda alıştım ve etrafımı dinleyerek, izleyerek yemeye devam ettim. Hiç kalkmak istemiyordum ama bitince daha fazla oturamazdım. Kalkıp, pazarın geri kalanını gezmeye çalıştım. Diğer taraflarına doğru gittikçe tuhaf tuhaf otlarla köklerle dolu koridorlara rastladım. Binbir çeşit deniz ürününden kaçarak oraya buraya daldım. Jeon aldığım teyzelerin standından birkaç kere başımı eğerek uzaklaştım. Sonunda gidip şöyle tavşan kanı bir siyah çay anca paklar bu kızartmaları diyerek otele koşturdum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...