Çarşamba günü oteldeki son günümdü. Perşembe günü kalacağım diğer yere, geleneksel bir Kore evi - hanok - tarzındaki diğer yere geçecektim. O yüzden çarşamba gününe çok dolu dolu bir şeyler planlamadım. Hatta hiçbir şey planlamadım. Aslında gitmeden önce çiziktirdiğim ilk planlarda çarşamba günü önce müze gezme günüydü. Çünkü her ayın son çarşambası Seul'deki müzelere giriş bedavaydı diye okumuştum müzelerin sayfalarında. O saflıkla ooo kalkarım erkenden şu müzeye giderim, oradan çıkar öbürüne, sonra öbürüne...derken bir gün içinde 4-5 müze gezerim diye planlar hayal ediyordum. Sonra gel zaman git zaman biraz daha mantıklı düşünebilir hale gelince, bir günde o kadar müze gezemeyeceğimi kendime hatırlatmıştım. Sonraki planlamalarda ise bu sefer dağa tırmanma günü olmuştu çarşamba. Çünkü Seul'de bu dağlarla tırmanmayla ilgili bir yer var, neydi adı şimdi unuttum, hiking organization mı bir şey işte. Orası her ay bir dağın bir rotası ile ilgili etkinlik yapıyor. Bu etkinlikler de her çarşambaları oluyor. Nisan ayında da Bukhansan'a tırmanış etkinliği vardı, onu görünce sayfalarında pek heveslenmiştim. Tırmanış dediysem öyle Jimmy Chin ayarında değil canım, turistler için böyle başlangıç seviyesinde, önce hepimiz tanışalım, sonra usul usul yürüyelim, bir noktada mola verip yemek yiyelim falan tarzında bir etkinlik. Bu dediğim yerde tırmanış giysileri, ayakkabıları ve ekipmanları falan kiralanabiliyor. Sanki haftanın beş günü iş yerinde bilgisayar başında kıpırdamadan oturan, sonra haftasonları da iki gün kanepede yatay halde günü geçiren ben değilmişim gibi acayip gaza gelmiştim. Çarşamba planı buydu. Gidene kadar.
Kenti gezerken 5 gün boyunca anlamıştım ki tabiki bu tırmanış işini yapamayacaktım. En azından bu yorgunluk ve soğuk havada. Evet hava soğuktu, bana göre soğuktu. Soğuk havada moralim bozuluyor, yapacak bir şey yok. Biz kriptonlular sarı güneşle şarj olduğumuz için hava 30 derecenin altında düştüğü an ben huysuz şirine dönüyorum. O yüzden çarşamba günü buz gibi caddeye adım attığım anda aklıma sadece gidip bir kafede oturmak, sonra müze gezmek geldi.
Gitmek istediğim ve ilginç görünen bir dolu kafe işaretlemiştim doğru ama mesela ilginç dekorasyonlara sahip Starbuckslar da işaretlemiştim. Türkiye'de kapısının önünden geçmeye gerek olmayan bu kahvecinin uzakdoğu ülkelerindeki şubeleri inanılmaz cıngıllı oluyor çünkü. Gerçi pazar günkü Starbucks maceramı da yazdım ya, Seul Artwave Center'daki. Güzel değildi ama çarşamba günü gitmeye heveslendiğim dükkanı gayet ilginçti. Resimlerinde ve açıklamasında 1960lardan kalma bir fabrika/atölye binasının içinin kahveci olarak düzenlendiği görüp, okumuştum. Böyle opera koltukları gibi adım adım yükselen yerlerde oturuyorlardı. Kocamandı. Gideyim, saat zaten 11'e geliyor, kahvaltı hazırlanacak diye çok beklememiş olurum, tanıdığım bildiğim çaydan kahveden içer, güzel birşeyler yer, enerji toplar müze gezerim dedim.
Sandviç soğuk soğuk güzel değil de, o pasta var ya o pasta, aman yarabbi... |
Ama yine salaklığım tutmuştu. Elim ayağım tek dostum olan Naver Map'i açmak yerine, aceleyle Google Map'i açtım, oradan bulmaya çalıştım o Starbucks'ı. Biliyordum Google'ın hiçbir şekilde burada kullanılmaması gerektiğini, 5 gündür geziyordum şehri. Ama olacağı var ya, o sabah üşüdüğüm için aceleyle otobüse attım kendimi, google'a baktım, iyi tamam dedim. Otobüs yola devam edip, 5 gündür gezdiğim gördüğüm şehirden çok daha farklı kısımlara doğru ilerledikçe işkillenmeye başladım. Resimlerini gördüğüm türden bir Starbucks'ın böyle görünen bir çevrede olması imkansızdı. Şöyle diyeyim, Ankara'da Panora'nın olduğu yerden Tunalı'ya doğru iniyorsunuz, sonra devam edip Kızılay'ı görüyorsunuz. Kızılay'dan Ulus'a geçince bir hımm diyorsunuz ama asıl sonra sanayinin siteler denen yerin oraya doğru devam edip, bir de Mamak'a doğru yol alınca şoka giriyorsunuz ya, hah işte aynen öyleydi. Binalar çirkinleşti, renkleri soldu, sokakların o temiz görüntüsü gitti ve dışarıda yürüyenler son moda giyinmiş gençler ve turistler yerine herhangi bir gettoda yaşayan orta yaş ve üstü, sinirli suratlı insanlara dönüştü. Otobüsten inip inmemek konusunda kararsız kaldım, inmesem daha da şehrin dışına doğru gidiyor gibiydi. Sonunda google'ın kahvecinin olduğunu söylediği yerde indim ve baktım. Tamamen başka bir bina vardı ama yine de o sabah salaklığım üstümdeydi, inat ettim yaklaşıp etrafına öbür yanlarına bakacaktım. Karşıdan karşıya geçerken kaldırımda 5 gündür ilk defa dilenci gördüm, bir bacağı kopmuş, üstünde yırtık giysilerle. Karşıya geçince kendimi birden bir pazar yerinde buldum, ne olduğunu anlamadan içeri girmiştim. Bir önceki gün Gwangjang Market'e kokuyor demiştim ya, hiçbir şey görmemişim. Burası inanılmaz derecede kötü kokuyordu. Etrafımda her yerde ömrümde ilk defa gördüğüm, hatta herhalde bilim kitaplarında ancak görebileceğim deniz canlıları, böcekler, haşereler, kökler tezgahlardaydı. Herkes ama herkes 70 yaşın üstündeydi ve bir tek turist-yabancı bile yoktu. Nineler dedeler bana bakıyordu, ben herkese kusacak gibi bakıyordum. Allahım neredeyim dedim ya. Sadece koku ya da yaşlılar değildi sorun, ortam hakikaten ilginç bir şekilde güvensiz geldi bana. Seul'de. İlk defa. Sonunda kendimi pazar yerinden dışarı atmayı başarıp, Naver Map'i açtım. Jegidong Traditional Medicine Market diye bir yere gelmişim meğerse.
Çok düşünmeden haritamdan başka bir kafe bakıp, oraya gideyim diye otobüse atladım. O otobüsün içinde bir süre gittikten sonra aa acaba şuraya mı gitsem diye indim, başka bir otobüse bindim. O otobüsteyken de yok yok şuraya gideyim diye inip, başka bir otobüse bindim. O sabah öyle bir salaklık vardı üstümde, hala çözemiyorum. Sonunda ilk geldiğim cuma akşamı bilinçsizce yürüdüğüm caddelerin oraya benzer bir yerlere geldim. Jongno-ro taraflarına gelmişim. Otobüsten inip, surat asarak yürümeye başladım. Belki yine Ikseondong'un minik sokaklarında sevimli bir kafeye girerim diye. Ama o kadar bile enerjim kalmamıştı. Dün gece pazarda yediğim tteokbokkilerden beridir hiçbir şey yememiş, sabah beri de eblek eblek dolaşmıştım. Sonunda caddenin ilerisinde bir Starbucks yazısı gördüm, kendimi içeri attım. Öyle her yerde olan minik Starbuckslardan biriydi. Kasadaki çocukla tam anlaşamadım, yine de bir yumurtalı sandviç, bir kek/pasta bir de kahve isteyebildim ve üst kata çıktım.
Tapgol Park |
Öğleden sonra olmuş ancak karnımı doyurmayı başarmıştım ama dışarıda dolaşabilecek hava yoktu bana göre. Aslında derecesine bakınca hava tam da herkesin dışarıda takılmak isteyeceği hava gibi görünüyordu. Ama ben çok pis üşüyordum işte günlerdir. Hasta da değildim, karnımı da bir şekilde doyuruyordum. Anlamadım. Neyse, Jongno3-ro'daki Starbucks'tan çıkıp haritamda önüme ilk çıkan müzelere girmeye karar verdim. Bir kimchi müzesi vardı mesela, haritaya göre yürüdüm, aradım taradım bulamadım. Sonra başka bir minik müze işaretlemiştim, onu da bulamadım. O arada Tapgol Park'ın önünde bulmuştum kendimi, dışarıdan çok güzel ve ilgi çekici görünüyordu benim için - girişinde parkın tarihine ilişkin kocaman bir plaka vardı çünkü. Park, Seul'de modern tarzda yapılan ilk park olma özelliğini taşıyor. Aslında yerinde Wongaksa adını taşıyan bir tapınak varmış, tapınak Joseon dönemi kralı Sejo'nun hükümranlığının 13.yılında yapılmış. Ancak park zaman içinde yok edildikten sonra, 1897'de Kral Gojong'un danışmanı olan İngiliz John Mcleavy Brown demiş park yapalım. Parkın yapıldığındaki ilk ismi Pagoda Parkı'ymış. Wongaksa'nın 10 katlı pagodasını içerdiği için bu ismi almış olmalı. 1992'de ismi şimdikine dönüşmüş. Tarih içinde ev sahipliği yaptığı ve sahne olduğu pek çok şeyden izler taşıyor. Kore tarihinde önemli yeri olan 1 Mart Bağımsızlık Hareketi'nin de başlangıç noktası bu park.
İşte o neresi olduğunu bilemediğim sokaktaki dükkanlar |
Boya falan dediğim dükkanlardan |
Büyük bir hevesle ve mutlulukla parkın içine daldım ama sadece bir 10 dakika bakınabildim etrafa. Dedim ya üşüyordum o günlerde, kendimi bir an önce müzeye, içeriye bir yere atmaya çalışıyordum. Sonraki günlerde daha güzel bir havada geleceğim buraya diye kendimi avutup, parktan çıktım, gitmeye karar verdiğim SeMA'ya doğru ilerledim. Bu arada neresiydi, ne sokağıydı bilemedim ama turistlerin dolu olduğu, iki yana dükkanların sıralandığı bir sokağa girmiş bulundum. Hala emin değilim nerede olduğundan. Orada gördüğüm dükkanlarda çok güzel şeyler vardı. Binbir çeşit boya kalemi ve kağıdının olduğu bir dükkan gördüm mesela, çok güzel el işlemesi minik çantaların ve sevimli turistik eşyaların olduğu dükkanlar gördüm. Ama o acelemde neredeyim diye bakmayı akıl edemediğimden bir daha o sokağa gidemedim.
Binanın dışı güzel, içi normal dekorasyon |
SeMA dediğim yer Seoul Museum of Art - Seul Sanat Müzesi. Bir ara sokaktan girişini zor bulup, kendimi bahçesine atabildim. Ana binasını güzelliğinden tanıyıp yaklaştığımda binanın ön tarafında insanların kıvrım kıvrım sıraya girmiş, bekliyor olduklarını gördüm. Önlerinde bilet gişeleri vardı ama onlar bilet gişelerine de yanaşmadan öylece orta kısımda bekliyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalışır halde insanlara baktım, onlar da bana baktı. Gözlerimle ne iş dedim, onlar da hiiç dediler. Hala bir fikrim yok neden öyleydi.
Bilet gişelerine doğru yaklaşırken bir görevli buldum o arada. Dedim bu insanlar neden bekliyor, bir şeyler dedi ama anlamadım. Ben de sıraya gireyim mi dedim, yok sizin girmenize gerek yok dedi. Sanırım sabit sergiye giriş için sıraya girmek gerekiyordu ve o sergi ücretsizdi, ben öyle anladım. Geçici sergi kısmında Edward Hopper sergisi vardı, ona girmek istiyorsam direkt bilet gişesinden bilet alıp, sergiye girebilirdim. Görevli kızın İngilizcesi'ni anlamaya o kadar odaklanmıştım ki her şeye olur evet evet öyle diye kafa salladım, gişeye gittim, bilet aldım, bir anda kendimi ana müze binasının kapısında buldum. Görevliye biletimi gösterdim, bileğime sergiye girdiğime dair kağıttan bir bileklik taktı, hani festivallere girerken falan takılıyordu ondan. Bileğimdeki kağıda bakar halde içeri adım attım ve o anda ilk defa düşündüm, ben Edward Hopper sevmem ki diye. Doğru dürüst bildiğim eseri tabiki Nighthawks'tı ve o resim beni çok rahatsız eder. Neyse geldik, gezelim dedim. Yapacak bir şey yok.
Hemen karşımda görevli bir çocuk gördüm. Çocuk diyorum, cidden çünkü bu müzede etrafta dolaşıp, işleri yapan görevliler hep sanki böyle üniversite çağında, part-time ya da gönüllü olarak buraya gelmiş gibi duran gençlerdi. Çocuğa dedim o eblekliğimle, nereden nereyi nasıl gezeceğim. Çocuk da şaşırdı eblekliğime gerçi de, sevindi de, kimse onlara bir şey sormuyor gibiydi çünkü. Bu arada aşırı kalabalıktı sergi ama oraya geleceğim. Bu broşür/kitapçıktan verdi, şu katta böyle bu katta böyle şuradan başlayabilirsiniz falan diye tarif etti güzelce. Tarife göre girişin üstündeki kattan başlamam gerekiyordu. Merdivenlerden çıktım, kalabalığa şaşırarak. Bir de bu kalabalığın neredeyse tamamı yerliydi, benim gibi çok az turist vardı, hatta yoktu. Sergi kronolojik olarak gittiği için haliyle Hopper'ın ilk yıllarından başlıyordu. Benim bildiğim resimlerinden çok farklı çizimlerle, hayatının hikayesiyle karşılaştım bu katta. Sanırım sanat konusundaki önyargım ve cahilliğim yine önüme çıkmıştı. Aynı şeyi Barcelona'daki Picasso müzesinde yaşamıştım. Picasso'nun bildiğimi halinde resimlerini hiç sevmem. Hiiiç benlik değil. Ama o müzede o kadar farklı bir Picasso ile karşılaşmıştım ki ağzım açık, çok beğendiğim resimlerle bayram etmişti gözlerim. Hopper'da da böyle oldu, bildiğimden farklı bir sanatçıyla karşılaştım.
Dedim ya aşırı kalabalıktı diye. Resimlerin önüne zor yanaştım, genelde kalabalığın arasına dalıp, ay durun azcık şuradan bakayım diyerek bakabildim. Her yaştan Koreli vardı, çok yaşlı nineler, genç ve podyumda gezer gibi giyinmiş gelmiş insanlar, çocuklarıyla çiftler...Herkes bir aktivite olarak sanat müzesi mi geziyor nedir diye düşünmedim değil. İlk başlarda hevesle fotoğraflar çektim, çok beğendiğim çizimler vardı çünkü. Sonra bir ara görevli bir çocuk arkamdan yanaşıp, Korece bir şeyler dedi. Kafamı çevirip, saf saf baktığımı görünce aaa dedi İngilizce tekrarladı söylediklerini. O katta fotoğraf çekmek yasakmış maalesef. Alt katta çekebilirmişim ama. Beynimde bir ışık yandı, haa dedim aşağıda girişteki çocuk da bunları söylemiş olmalıydı, onu da anlamamışım.
Mesela işte, bilir miydim ki ben Edward Hopper böyle resimler yapmış olsun. |
İkinci kattan sonra üçüncü katı da gezip, girişin altına indim. Girişin altındaki katta ayrıca müzenin hediyelik eşya dükkanı vardı. Haa bu arada üçüncü katta bir oda gibi bir yer yapıp, içini bir tablodaki gibi dekore etmişler. Tablonun bir parçası olarak fotoğraf çekilebiliyorsunuz. Çok güzeldi, çok iyi düşünülmüştü. Ben odaya bakarken üç arkadaş birbirlerini çekiyordu. Bekledim, onlar gidince yerimi aldım ama o anda kafama dank etti, beni kim çekecekti? Herkes sergiye birileriyle gelmişti. Tam tripodumu koysam da kumandası ile mi çeksem diye aklımdan saniyelik düşünceler geçerken o odada da o genç görevlilerden birinin olduğunu görünce hiç düşünmeden beni de siz çeker misiniz deyip, telefonumu kızın eline tutuşturdum. Böyle şeyleri, detayları anlatıyorum ya garip geliyor olabilir normal insanlar için. Siz de okurken allah allah ne var bunda şimdi niye birine çektirdiğini söylüyor diyebilirsiniz. Ama bunun gibi şeyler benim için o kadar zordu ki yaşadığım 35 yıl boyunca, normal bir insan gibi olabilmeyi bebek adımlarıyla öğreniyorum. Alt katta da başka bir oda gibi yerde duvara yansıtılan görüntüler eşliğinde, Hopper'ın bir röportajından ses kaydını oturup dinleyebildik. Önceki günkü müze için de demiştim ya, işte müze dediğimiz böyle olmalı diye. Hah işte Seul'de gördüğüm müzelerde - ki çok azdı tonlarca müze olmasına rağmen vakit bulamadım - bu şekilde ilgimi çeken bir dolu şey vardı. Yani sadece duvarlara resimler asılmış, biz de bakıyoruz geçiyoruz değil. Bir dolu değişik etkileşim kurabileceğiniz, inceleyebileceğiniz, sergiyle ilgili deneyimler edinebileceğiniz şeyler yapmış olmaları çok güzel. Ulusal Müze'de de bu şekilde birçok şey vardı, mesela bir yerde sanal olarak bir mezarın içine girdiğimiz ve tüm galaksinin önümüze serildiği bir kısımda ağlıyordum neredeyse.
SeMA'dan da bu duygular içinde ayrıldım. Çok büyük tereddütle girip, çok keyif almış olarak çıktım. Normalde bakın öyle bir kalabalıkta sinirlenirdim, insanların arasında küfrederek ilerleyen bir sinir tomarına dönüşürdüm. Ama o gün o müzeyi gezerken, kalabalıkla sadece mutluydum.
Tüm sergiyi bitirince çıkmaktan başka çarem kalmamıştı. Açık havaya hiç çıkmak istemiyordum ama mecburdum. Yine de iyi ki çıkmışım, müzeden çıkınca kendimi birden tıpkı dizilerde izlediğim gibi bir yolda buldum. Müzenin bahçesinden çıkıp sağa dönünce Deoksugung'un dış duvarlarının arasından uzanan ağaçlıklı bir yola çıkıyorsunuz. O anda tabi sarayın yanında olduğumu bilmiyordum, allahııım tıpkı o sahnede gibiyim diye hoplaya zıplaya yürümeye başlamıştım. O sahne dediğim yani dizilerde kahramanlarımız böyle bir duvarın yanından yürürler, konuşurlar, bazen biri önde diğer arkada onu takip eder. Ben de oradaydım işte, tepemdeki bulutların arasından güneş ışığı süzülüyor, saçlarım rüzgarda usul usul savruluyordu ve kulaklarımda bir soundtrack dönüp duruyordu.
Yemek yediğim yer |
O yoldan kendi kendime klip çekermiş gibi yürüdükten sonra yolun sonunda tam ana caddeye çıkan kısımda bir dükkanın önünde uzunca bir sıraya denk geldim. Wafflecı gibi görünüyordu, bir süre sıraya baktım. Bekleyen herkes Koreli'ydi, hımm o zaman aşırı iyi bir şey herhalde ben de mi alsam dedim. O anda wafflecının hemen yanında geleneksel bir restaurant olduğunu gördüm, minicik bir dükkan. Dışarıdan şöyle bir yemeklerin resimlerine bakıp, amaaan hadi be kaplansın sen yaparsın dedim kendi kendime, içeri daldım.
Burası sanırım birkaç yerde daha şubesi olan Halmeoni Kalguksu diye bir yermiş. İçeri girdiğimde bilmiyordum, sonradan araştırınca gördüm. Benim içeri girdiğimde gördüğüm, tam da o Kore'ye geldim dizilerdeki gibi yemek yemek istiyorum manzaralarından biriydi. Tezgahın arkasındaki teyzelere siparişleri imuuu diye seslenerek ileten 30lu yaşlarındaki kadın karşıladı beni. Masalarda su sürahisi ve metal bardaklar hazırdaydı yine. Çubuklar masanın çekmecesindeydi. Söylediğim yemeğin önünden banchan olarak kimchiler ve balık çorbası geldi. Bu seferki çorba tastaydı ve içinde en incesinden noodlelar yüzüyordu. Dakgalbi istemiştim büyük bir cesaretle ama içerdeki imular yok dedi. Kimchi bokkeumbap aldım onun yerine. Kocaman bir tasta dolu dolu yemeğimi yine kendimi bir hikayenin içinde düşünüp, oynayarak yedim.
Kimchi bokkeumbap'ım |
Yemeğimi yiyip çıkınca bile waffle sırası azalmamıştı. Vazgeçtim. Otele dönerim, yavaştan bavulu toplarım dedim. Yol üstünde bir Daiso'ya rastladım ve 5 günden sonra ilk defa bir Daiso'ya girmiş oldum. Burası da böyle ıvır zıvır her şeyin olduğu dükkan zinciri. Her şeye şöyle bir göz gezdireyim derken hiç bir şey almak aklımda yoktu. Ama o da ne, yemek videolarında gördüğüm o gyeran mari yaptıkları tavalardan! Bildiğiniz omlet tavasının dikdörtgen olanı işte ya, bakmayın siz heyecanıma. Elimde dikdörtgen bir tava ile Daiso'dan çıkıp, mutlu mesut otele yürüdüm. (Tavayı görüntülü konuşurken gören annem çok beğenince, ona da bir tane aldım sonra. Bavulumda iki dikdörtgen tava ile uçağa bindim, ne gülmüştür x-ray'den bakan görevliler.)
Otele gidip, odamdaki son akşamımın keyfini çıkardım. Aşağıdaki kafeden kocaman bir siyah çay aldım, convenience store'dan abur cuburlar aldım. Camın kenarındaki masama oturup, şehrin manzarası eşliğinde çay içip, onları yedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder