Önceki gün hem çok yorulmuş, hem de bir o kadar mutlulukla yatağa girmiştim. Geldiğimden beri doğru düzgün bir şeyler yemeyi başaramamıştım henüz ama olsundu. Böyle yarı aç gezmeye devam edemezdim ya, midem bir noktada bir şeyleri kabul etmeye başlayacaktı. Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, yiyecekler kötü veya çok yabancı gibi şeylerden dolayı böyle yazmıyorum. Aksine her şey alabildiğine iştah açıcı ve güzel görünüyordu. Zaten gitmeden önce de planımın büyük çoğunluğunu bir yerlerde bir şeyler yemek, değişik şeyleri denemek, kafe kafe gezmek oluşturuyordu. Gerçeğinde de gidip gördüğümde hakikaten insan bu şehirde habire bir şey yemeden nasıl durabilir diye düşünmedim değil. Ama sorun bendeydi. Yolculuktan, stresten, heyecandan bende böyle bir tür iştah kapanması olur hep. Bir festivale gittiğim bir yaz tatilinde mesela 4 gün hemen hemen hiçbir şey yememiştim, birkaç ısırık alıp bırakmıştım önüme gelen her şeyi. Sadece su içerek geçirdiğimi hatırlıyorum o 4 günü. Seul'de de işte aynı şey oldu ilk günlerde. Midemin açlıktan acımaya başladığını hissediyordum ama kendimi aç hissetmiyordum. Yiyecekleri görüyordum, restaurantların önünden geçiyordum, her şey acayip renkli ışıltılı ve iştah açıcı görünüyordu, meraktan ölüyordum ama ne zaman önlerine geçip, hah alayım bir tane desem midem yooo hayır yok yok deyiveriyordu. Ama bu durumu işte o gün aşabilecektim.
Şehirdeki 3.günümde kendimi çok zorlamadan ama çok da geç kalmadan çıktım otelden. Önceki gün sarayda 20 bin adımın üstünde atınca haliyle biraz zorlanıyordum. Otelden direkt Hangang-daero üzerine çıktım ve yürümeye başladım. Hava önceki gün kadar güneşli ve sıcak değildi, sonraki günlerimin ipuçlarını taşıyordu aslında ama ben henüz saftım. Ara ara bulutlanıyordu, yine de mavi gökyüzünün altında mutlu mutlu yürüdüm o sabah. Saat 10 buçuk civarındaydı, bu kocaman cadde doğruca Han Nehri'ne kadar sürüyordu. Yürürken pek çok restaurantın, iş yerinin önünden geçtim, benim gibi Koreli olmayan sabah yürüyüşündeki insanlarla karşılaştım. Ayrıca bu cadde üstünde, Seul'de sonraki günler boyunca da gördükçe şok geçirmeme sebep olacak büyüklükteki binalarla da karşılaştım. Sanırım ilk bu caddede yürürken noluyor bea demeye başlamıştım, Manhattan'da bile böyle hissetmedim ben. Zaten bu 10 günün sonunda Manhattan'ın Seul'ün yanında köy olarak görülebileceğine emin olmuştum.
Masal evi gibi değil mi ya |
Hangang-daero üzerinde yürüyüp, Yongsan civarında içeri, minik arasokaklara daldım. Hedefim, instada nette fotoğraflarını videolarını gördükçe içine düştüğüm Dotori'ye gitmekti (Dotori'nin instagramı-->şurada). Burası Studio Ghibli filmleri temalı bir kafe. Umarım yanlış bir şey söylemiyorumdur çünkü hiç Ghibli filmi izlemedim (Hala animasyonları izlemeye elim gitmiyor ama üstünde çalışıyorum bu kötü özelliğimin). Studio Ghibli'yi biliyorsunuzdur diye düşünüyorum, benim dışımda herkes izlemiş gibi görünüyor. Bu kafede de böyle sevimli, çizgi film gibi bir ortam ve hava var. Normalde sevimli şeyleri beğenmeye yatkın biri değilim ama burası ayrıca güzel geldi.
İçeri girmeden zaten ağzım açık bakakaldım. Böyle mavi, masmavi çerçeveli bir masal evi gibi duruyor dışarıdan. İçeriye girdiğimde de tavandan, oradan buradan sarkan otlar, süsler, sol tarafımda sıra sıra dizilmiş hamur işleri, pastalar çörekler...Her şey ahşap, her yer adım attıkça gıcırdıyor...Mutluluktan çığlık çığlık koşturmak istedim içeride. Çok dolu değil gibiydi ama boş da değildi o saatte. Çoğunlukla Koreli gençler vardı, önlerinde pastaları kahveleri, herkes eğlenceli muhabbetlere dalmış gibi görünüyordu. Kasaya yönelip, nasıl sipariş vereceğimi sordum, oradaki menüden seçip, söyledim, ödedim (yine kartım geçti, olley). Evimde, bilgisayarımın başında oturup, hayaller kurarak izlerken Caricakes'in videolarında görmüştüm, buranın mantar çorbasını önermişti. Kafama kazımıştım, o sabah direkt mantar çorbası ve tuzlu ekmek aldım, bir de şeftalili yoğurtlu bir içecek. Çorba 10500 won, ekmek 2500 won, içecek de 7500 wondu. Siparişimin hazır olduğuna dair bir minik öten titreyen cihaz verdiler, kendime masa bulmak için içeriye doğru ilerledim. Giriş katta, arka bahçe gibi olan yerde bir masa buldum ve Kore'deki ilk güven testimi gerçekleştirdim. Çantamı, eşyalarımı masaya bırakıp, mekanı keşfe çıktım. Ama içimde bir panikle, gene de bir inanamamazlıkla. Öyle ya Türkiye'de bırakın masada bırakıp gitmeyi, çantamı otururken yanımdan, kolumdan aşırmaları bile çok normalken, burada böyle hakkında o kadar videolar çekilen durumu aklım hafsalam almıyordu. Ama bu 10 gün benim için hem Seul'ü hem de kendimi ve dünyayı keşif yolculuğuydu, merak ettiğim şeyleri denemeye korkmayacaktım. Çantayı bıraktım, kafenin her bir köşesini gezmeye başladım.
Dotori'deki kahvaltım |
Üst kata çıkan merdivenler, ayağımın altında gıcırdarken çok mutluydum. Bu katta kimse yoktu, erkendi sanırım henüz, bir de pazar günüydü yani. Tüm camlar pencereler açık olduğundan ortalık esiyordu, çok soğuktu. Yoksa o kat aşırı güzeldi, orada oturmak istemiştim. Alt katta çantamı bıraktığım masada oturdum en son mecburen. Çok beklemedim sayılır, üst katı ve etrafı dolaşıp, masama geri geldim, 10 dakika falan oturdum, yiyeceklerim hazırdı. Elimde zırıldayan aletle kasaya koştum, tepsimi alırken tahta sütuna çarptım o heyecanla. Tepsimi veren çocuk şok içinde baktı, ehehe diye gülmeye çalıştım. Bana bir şey mi oldu diye bakma bakışı değil gibiydi yüzündeki, daha çok bir yerleri kırdı galiba bakışıydı ama olsun.
Saat 11 buçuğu geçerken kalktım Dotori'den. Yediğim çorba da ekmek de çok lezzetliydi. Doğru düzgün yiyebildiğim ilk öğün de bu oldu Seul'de. Şimdi düşününce neden çorbam bitince bir de kalkıp o meşhur pastalardan keklerden çöreklerden alıp da yemedim diye merak ediyorum. Bir yarım saat daha oturabilirdim, yetişmem gereken bir yer yoktu. Bir Pazar günüydü, güneşliydi, önceki iki gün çok yorulduğum için o gün Han Nehri kenarında bisiklet sürerim, piknik yaparım diye karar vermiştim. Yani tüm gün aslında yan gelip yatmaktı planım, önümde manzara ile. İşte o içimdeki salak. Yemeğim bitince kalktım. Ama şeyi düşündüğümü hatırlıyorum, ahh bu kekler ekmekler çok güzel, acaba paket mi yaptırsam da nehir kenarında yerim. Peşisıra da şöyle düşünüp, kendimi vazgeçirmiştim: E ama burayı denemiş oldum, nehrin kenarında belki başka bir yer görürüm oradan alırım başka bir yer de denemiş olurum. Aferin bana. Çünkü günün geri kalanının nasıl geçeceğini bilsem, o öğlen Dotori'den dışarı adımımı bile atmazdım.
Dotori'nin olduğu ara sokaktan Hangang-daero üzerine geri dönmek üzere yürürken Yongsan'ın bu minik sokaklarında en az Dotori kadar sevimli, ilginç kafelerle karşılaştım. Hepsi de gençlerle doluydu. Bu keyifli kalabalıkların yanından öylece yürüyüp geçerken kendimi ansızın çok yalnız hissettim. Yalnız, bağsız, öyle kendi kendine ortalarda amaçsız. Bu kocaman ve her köşesi ilginçlikle dolu şehirde hayatları olan insanlardı onlar. Bir pazar gününü arkadaşlarıyla güzel bir kafede (gerçekten güzel ama) muhabbet ederek geçiren insanlar. Ben de orada yaşıyor olmak istedim, arkadaşlarım, bir hayatım olsun, Türkiye'deki gibi dertlerim olmasın istedim.
Hangang-daero o ara sokaklara göre bomboştu. Yürüyüp, nehre iyice yaklaştım. Bu sırada haritamda gezmek üzere işaretlediğim birkaç müzenin de yanından geçmiş oldum. Ama planıma uyacaktım, o gün kendimi yormayacaktım. Hatta şansıma birkaç ay önce kapanan Hybe Insight'ın da önünden hüzünlenerek geçmek zorunda kaldım.
Hangang köprüsünden nehre bakıyorum, hüzünlüyüm |
Sonunda hedeflerimden birine gelmiştim, kiralanacak bisikletlerin sıralandığı bir noktadaydım. Belediyenin Bike Seoul diye kiralama hizmeti var. Telefonunuza uygulamasını indiriyor, onun içinden kiralayıp, o şekilde gezebiliyorsunuz. Bisikletlerin yanında uygulamayı indirdim, ingilizce desteği var gibi görünüyordu ama çok da işlevsel değil yani. Neyse kiralama aşamalarını yaptım, tam kredi kartı numarası girip, son aşamaya gelince ekranda korece bir hata veriyor, işlem başa dönüyordu. Defalarca kere denedim. Ekranda yazan mesajı çevirdim, işlemi yapmak için geç kaldınız süre bitti gibi bir şeyler diyordu. Ama süre falan geçmiyordu, kredi kartımı girmek iki saniye bile almıyordu. Maaş kartımı denedim, sanal kartımı denedim, yok. Sonunda bisikletlerin önünde durduğu kocaman binanın taş duvarına oturdum ve yine kartlarımın azizliğine uğradığımı kabul etmek zorunda kaldım. İçimde kalan son bir umudu da şehirdeki son gün Tourist Information Center'daki görevli ile her yolu denedikten sonra kartımda sorun olduğunu söylemesiyle kaybedecektim.
Sinirden ve mutsuzluktan orada öylece taşın üstünde oturdum. Seyahatim ile ilgili planları yaparken, bu şehre gelmeyi ilk hayal ettiğim zamandan beri aklımda ilk beliren düşüncelerden birini yine bu gerizekalı kartlarım yüzünden yapamayacağımı anladığımda tüm moralim çöktü. Sinir içinde yürümeye başladım. Güneş tepeme dikilmişti, günün geri kalan kısmında kaybolup dönmeyecek olan güneş, ben sırf o sinirle yürüyorum diye tepemdeydi. Hangang Köprüsü'nü, Nodeul Adası'nı falan hep güneşin altında yürüyerek geçtim. Aşırı uzun bir mesafe değil belki ama insanlar yanımda vızır vızır bisikletle geçerken ben saatlerce yürüdüm. Daha da kötüsü, karşı tarafa ulaşınca bir de baktım ki nehrin kenarına ulaşabilmek için daha da çok yürümek, aşağılara inmek gerekiyor. Yine yanımdan bisikletleri üzerinde insanlar aşağı doğru son gaz geçince tepem attı. Yola çıkıp, ilk gelen otobüse bindim. Nehir hattı üzerinde hep gezerim dediğim yerlerin hepsinin yanından otobüsle geçip, şehirlerarası otobüs terminali gibi olan yere gittim. Çünkü orada bir değişik görünümlü Starbucks olduğunu nerede görüp, not almışsam, bari ona gideyim oturup sinirimi düzelteyim tatlı bir şeyler yiyerek dedim. Ama inip, not aldığım yerde dolanıp durmama rağmen hiç öyle bir şey bulamadım. Naver map'e açıp baksana e akıllı! Yok sinirliyim ve inat ediyorum, terminalin etrafında dolaştım, içeri daldım. Gördüğüm en ilginç yerlerden biriydi aslında terminal de. Keşke o kafada ve ruh halinde olmadığım bir zamanda denk gelseydi. Oradan da daha büyük bir sinirle ve bıkkınlıkla çıkıp, bu sefer Han Nehri'nin bu güney kısmındaki kocaman caddelerde başıboş yürümeye başladım. Pek az insan vardı. Kuzeydeki turistik yerlerden biraz daha farklı bir yapısı ve havası vardı şehrin bu kısmının. Yüksek yüksek siteler gibi binaların oluşturduğu yaşam alanlarının arasından geçiyor gibiydim, parklar vardı aralarda ama tam da böyle, nasıl desem...Aslında bir bakıma Eryaman gibi bir havası vardı o kısmın. Soğuk. Samimiyetsiz.
Böyle saçma yerler |
Sonra kendi kendime böyle sokaklarda napıyorum dedim neyse ki. Şuralarda bir art center tarzı bir şey vardı, haritadan hatırlıyordum, oraya gidip oturayım da nehri en azından öyle göreyim dedim. Bahsettiğim yer Seoulwave Art Center. Hemen nehrin üstündeki bir iskele tarzı bir şeyin üstüne yapılmış bir ilginç görünümlü bir bina gibi düşünün. Naver Maps'i açtım bu sefer, oraya doğru yürümeye başladım. Hava bana inat bozdu, bulutlarla kaplandı, grili toz rengi karışımı bir şey oldu. O bahsettiğim kocaman, yüksek, site site tarzı binaların arasından minik yollardan geçerek sonunda böyle çimenlikli bir nehir kenarına ulaştım. Herkes çimenlere sermiş bezlerini, piknik yapıyor. Türk tarzı piknik değil ama yanlış anlamayın, ne mangal ne ateş ne çöp dağları, ne atletli dayılar...Ortam mis. Bisikletle peş peşe giden aileler, köpekleriyle gezenler...Beni yine aldı mı bir hüzün. Ben de istiyordum. Ben de böyle yaşamak istiyordum. İnsanlara hüzünlü gözlerimle bakarak yürüdüm aralarından. Nehir kenarına gelince bir süre manzaranın keyfini çıkarmak istedim. Üşümeye başlıyordum ama mutlu olacak şeyler çoktu yine de. Seul'deydim. Han Nehri'ni kendi gözlerimle görebiliyordum. Daha önümde 7 koca gün vardı bu şehirde yaşanacak, istediğimi yapabilirdim, beni tutan hiçbir şey yoktu. Kendimden başka.
Art Center'a doğru ilerledim. Sallanan bir köprüden keyifle geçerek ulaştığım bu binada hemen karşıma iki yanlı Starbucks çıktığı için orada oturacaktım. İçeri bir girdim, tek boş yer yok, kaynıyor. Kafam çalışmadı, zaten henüz bu ülkenin bu güvenli halini de bir türlü bünyem kabul etmiyordu. Tepsimi aldıktan sonra fark edecektim ki insanlar masalara sadece birer telefon bırakıp, gelip kasada sıraya giriyorlardı. O telefonlar da onlar gelene kadar saatlerce o masalarda duruyordu. Kimse ellemiyordu. Ben masaların yanından geçerken panik atak geçirdim her defasında bir şey olacak bu telefonlara aman yarabbi gitti telefon diye. Onlar rahattı. Herkes. Tabi bir de sinir oldum, oturacak yer bulamamıştım. Bir de zaten sıradayken hemen önümdeki aldığı için bana o istediğim pastadan kalmamıştı. Sonunda tatlı patatesli pasta aldım, benim dışımda da kimse yemez onu yani öyle bir şey. Elimde tepsiyle katlar arasında dolandım durdum. Şaka gibiydi. Buraya gelirken cam kenarında oturur, nehri izleye izleye kahvemi yudumlarım diyordum. Camı bıraktım, ayakta dikilecek yer bile yoktu içeride. Sonunda orta kısımdaki laptopluların toplaştığı masada bir sandalye boşaldı, koştum. İnsanların arasına omuzlarımla yer açarak oturdum. Han Nehri'ne değil, önümdeki adamın bilgisayarının kapağına bakıyordum. Arka masadakiler ailece foşur foşur burunlarını çekiyordu. Bugün gerçekten çok güzel geçiyordu. (Bu starbucksta early greyli latte gibi bir şey ve dediğim tatlı patatesli kek-pastaya 6100+5900=12000 won ödedim.)
K-Star Road |
Haliyle orada çok durmadım. Haritadan işaretlediğim yerlerden en yakın olanına gitmeye karar verdim. Gangnam tarafındaki K-Star Road. Yani plan yaparken evde, çok mantıklı gelmemişti burasını gezmek. Çünkü aslında ünlü markaların mimari harikası mağazalarının olduğu lüks bir caddede ünlü K-pop gruplarının neredeyse bir insan boyutundan büyük oyuncak bebeklerinin sıralandığı bir yol sonuçta. Dinlediğim grupların konserlerine gidemedikten sonra bu bebekleri görmemde ne fayda olabilir diye düşünüyordum. Ama o gün, o rotada en mantıklı şey o gibi göründü gözüme. Sanırım 18 tane grubun Gangnamdoll'ları yer alıyor o caddede.
Sanırım en başından, Apgujeong Rodeo metro girişinin olduğu yerden başladım yürümeye. O kadar bezmiştim ki günün gidişatından çok da dikkatli değildim. Halbuki kafamı azcık sola çevirsem Gangnam Doll Haus'u görebilirmişim. Orada en azından bu bebeklerin satıldığı dükkanda da eğlenebilirmişim. Onun yerine bozan ve soğuyan havayla birlikte bebeklerin yanından yürümeye başladım. İlk Super Junior'ınki vardı, ilerledikçe gördüğüm gruplara ve bebeklerine gülümsemeye başladım. Çünkü oldukça eski gruplar sıralanıyor aslında burada, insana eski günleri hatırlatıyorlar. Apgujeong-ro üzerinde baya bir yürüdükten sonra BTS'in bebeğiyle karşılaşabildim. Ben gittiğimde hemen hemen kimse yoktu sokakta. Ama gene de utandım bu bebeklerle fotoğraf falan çekinmeye. Aslına bakarsanız yolun iki yanına sıralanmış lüks mağazalar ve onların önünde ara ara denk geldiğim FBI ajanı tipli çalışanlar, lüks arabalar falan daha çok ilgimi çekti. Neredeyse tamamen farklı bir dünyaydı burası. Los Angeles'ta da böyle caddeden geçmiştik sanırım ama orasının havası böyle değildi. Burası daha değişik bir his veriyor insana. Tuhaf, böyle mermerde yürüyormuşsunuz gibi. Bir de etrafı bomboş olmasının etkisi de olabilir bilmiyorum, LA'de kalabalık ve gürültülüydü, curcunalıydı geçtiğimiz o cadde.
Moonbin'in Fantagio binası önündeki taziye çiçekleri |
Bu entertainment şirketlerinin binalarına çok dikkat etmemiştim yürürken, bu yol üzerinde onlar da var aslında. Aklıma bile gelmemiş, bir ara böyle çiçeklerin, notların, minik hediyelerin yığıldığı bir bina önüne denk geldim. Yan tarafındaki otoparkta haber ajanslarının, tvlerin arabaları, muhabirler duruyordu. Tamamen şaşkın bakınarak yaklaştım çiçeklere, o anda aralara serpiştirilmiş bir fotoğraf gördüm. Moonbin. Astro grubundaki Moonbin. Tam benim yola çıktığım gün ölen Moonbin. Instada görünce haberini, hiç dinlediğim bir grup olmasa bile Astro, bir tuhaf olmuştum. Öyle durup dururken, genç bir insanın öldü diye haberini karşınızda görünce ister istemez tuhaf oluyorsunuz. Tanımıyor olsanız bile. Orada o çiçeklerin arasında fotoğrafını görünce hatırladım, birkaç yıl önce tesadüfen youtube'da görünce böyle birkaç saat içinde çerez gibi izleyip bitirdiğim mini web dizisinde gördüğüm çocuktu bu (2020 yapımı Mermaid Prince diye bir dizi). Onun denizden çıkan rüya gibi görüntüsünün gazıyla izlemeye başlamıştım diziyi. Sonra da başka yerde görmemiştim. Tuhaf oldum. Orada, o öğleden sonra, o çiçeklerin önünde dikilirken, bir tuhaf oldum. Demek ki böyle oluyormuş dedim, burada, genç bir şarkıcı, oyuncu her defasında evinde ölü bulunduğunda, ben de öyle bir internet sitesinde, bir instagram gönderisinde haberine rastladığımda, aslında gerçeğinde böyle oluyormuş. Bir şeyler sizin başınıza gelmediğinde ya da yakınınızda olmadığında, gerçekliğini o kadar da algılayamıyorsunuz sanırım.
Boğazımda düğümle, iyice soğuyan havada titremeye başlayarak Samseong-ro üzerinde ilerledim. Önümdeki bölgede şu meşhur kitap raflarının olduğu avm'nin olduğunu görünce haritamda, orayı görmeye karar verdim. Yoksa niye gidip avm'ye gireyim diye düşünüyordum. Bongeunsa-ro'ya döndüm, biraz ilerleyince Bongeunsa'nın (Bongeun Tapınağı'nın yani) kenarına denk geldiğimi fark ettiğimde ayaklarım acıyordu artık. Oysa en çok görmek istediğim yerlerden biriydi bu tapınak. Kenarındaki parkın bir bankına çöküp kaldım. Park bile hoştu, tapınağın etrafındaki bahçe kim bilir ne kadar güzel olurdu ama saat 5'e geliyordu zaten. Hava kara bulutlarla kaplanmıştı, yapabileceğim tek şey avm'ye girmek gibi görünüyordu. Hemen önümdeki kocaman bir alanı kaplayan avm'nin girişini, yani benim görmek istediğim Starfield Library girişini bulabilmem, hatta yanından yürüyüp durduğum o koca koca binaların hangisinin avm olduğunu anlayabilmem bir saatimi aldı neredeyse. Hepsiymiş avm, ucu bucağı yok. Ankara'daki gibi açık bir alanda, genelde etrafında başka hiçbir şey olmadan dikilen büyük yerler şeklinde olmayınca algılayamadım ben neresi avm, neresi insanların gökdeleni. Seul'de hakikaten her adımda kendimi ne kadar dünyaya kapattığımı, Ankara'da ne kadar ufak bir fanusun içinde yaşadığımı fark edip durdum.
COEX Mall böyle kocaman bir alanda, bitişik, bir dolu bina gibi bir avm. Kare gibi göründü bana ama görmek de çok kolay değildi hani. Bir dolu birimden, kısımdan oluşuyor, pek çok değişik ilginç yeri kapsıyor. Ben orta kısım gibi bir yerinde olan Starfield Library bölümüne gittim. Yerden göğe kadar kitap raflarında kitaplar olan bir yer düşünün, aralara serpiştirilmiş oturma yerleri, birkaç kafe, masa ve ortada her bir metrekarede en değişik instagram fotosunu çekmeye çalışan onlarca insan. Bir kütüphane gibi görünüyor ilk bakışta ama aslında kitapçı yani burası, bu kitaplar satılıyor. Neyse, sonunda girişini bulabildiğimde söylene söylene içeri daldım ben. Mutlu olsam bile yorulduysam söylenirim, bu kuraldır. Kapıdan girdiğim anda ise ağzım açık kaldı, söylenmeyi kestim otomatik olarak. Fazlaca fotoğrafını gördüğüm için ne kadar etkileyici olabilir ki diye düşünüyordum. Sadece benim de orada fotoğrafım olmadan geri kalmayayım diye girmiştim içeri. Gerçekten etkileyiciymiş. O kadar insanla kaynıyor olmasa daha da etkileyebilirdi gerçi de, o haliyle bile gözlerim kocaman açılmış halde içeriye bakakaldım. Benim girdiğim kapıdan ilk rastladığınız manzara kenarlardaki oturma bankı gibi yerlere oturmuş muhabbet eden insanlar oluyor. Biraz daha ilerleyince aşağıya doğru inen yürüyen merdivenlerin başına geliyorsunuz ve bam! Yürüyen merdivenlerin başında öylece dikilip kalıyorsunuz. Aşağısı böyle şelale gibi görünüyor.
Aşağı inip, raflara bakınayım dedim ama kendimi fotoğraf çekmek için türlü hallere giren turistlere bakıp kıkırdarken buldum uzun bir süre. Sonunda vazgeçtim, raflara da yanaşamıyordum zaten insanlardan. Hemen karşıda, yukarıdaki oturma yerlerine çıkıp, bir süre oturup etrafı, insanları izledim. Bir planım yoktu, yorgundum, akşam olmuştu, açtım. Gene de kafamda bir şey yoktu. Aslında yola çıkmadan önce (Seul'e gelmeden önce) düşündüğüm şeyi yapıyordum, kendimi zorlamadan, öylece bu şehirde takılıyordum.
Böyle oturup kaldım, geri otele falan döneyim olmadı diyerek yerimden kalkıp, alt katta yürürken bir yazı gördüm: Food Court. İyi peki ne olacak dedim. Zaten dışarıda kendi kendime bir yer bulup da adamakıllı yemek yemiyorum zaten, bir hamburger bir şey yerim dedim. Çünkü o yazıyı görünce benim gözümde mesela Cepa'nın falan üst katı gibi bir yer canlandı, fast food dükkanlarıyla dolu kalabalık bir yer. Ama avm'nin benim girdiğim bölümünde, böyle zeminde, arka taraflara doğru bir koridordu burası. Ve hiç de beklediğim fast foodcular yoktu. Aksine, benim günlerdir dışarıda dolaşırken gördüğüm ve bir türlü kendimi (anksiyetemi) girmeye ikna edemediğim geleneksel restaurantlar vardı. Bir köşede ramenci, onun yanında deniz ürünler, onun yanında sırf kimbap falan yapan bir yer şeklinde sıralanıyorlardı. Önlerinde dolandım, bir baktığım yere birkaç kere daha baktım. En sonunda çekingenliğimi yenip, aman artık ne olacaksa olsun diyerek bir tanesine daldım.
Burası sonradan menünün üstünde adını 소풍 (sopung - piknik demek) olarak göreceğim bir yerdi. Bir avmnin içinde yer alıyor olabilirdi ama tam da o seneler boyu dizilerde izlediğim mekanların tıpkısının aynısı bir görünüşe ve atmosfere sahipti. Sanırım şans arada bana da gülüyordu. Yaşlıca bir nine karşıladı beni, mutfakta bir başka yaşlı nine daha, ondan az daha genç. Tahta masalar sıralanmış, solda yukarıda tepeye asılmış bir tvde haberler açık. Geride tek başına yemek yiyen bir adam, öbür yanda bir başka birileri...En ortadaki masaya oturdum. Halmeoni gülümseyerek menüyü getirdi, masada bir kağıt destesi ve kalem vardı. Menüden seçtiğimi o kağıtta işaretlemem gerekiyordu. Sonra halmeoni de gelip, o kağıdı alıyor, böylece sipariş vermiş oluyordum. Halmeoni kağıdımı alırken ne istediğimi de söylemeye çalıştım, onun hoşuna gitti, yan masamda iki kız vardı, birisi dönüp bu sana çok acı gelmesin dedi. Bu sırada siparişimi yapmak üzere halmeoni içeri gitmişti. Kız dedi ki hani yabancılara yemeklerimiz çok acı geliyor, emin misin, istersen üstüne peynir de söyle acısını hafifletir, istersen halmeoni'ye ben söyleyebilirim senin yerine falan dedi (halmeoni haliyle ingilizce bilmiyordu). Yok ben severim acıyı sorun olmaz dedim, bir yandan da ulan acaba gerçekten çok pis mi acı yiyemezsem gene acı acına otele mi döneceğim diye düşünüyordum içimden. Çünkü Ankara'da birkaç kere böyle acıdan yiyemediğim olmuştu. Düşünün gerçek memleketinde değil de başka bir ülkedeki restaurantında yiyemedim. Ay iyice karıştı diyeceklerim. Şöyle anlatayım, Ankara'da Mogo diye bir Kore restaurantı var. Orada bir keresinde bibimbap yemiştim. Çok acı olduğundan yiyememiştim. Ama böyle isot acısı gibi değildi, lezzetsiz bir acıydı. Orada, o akşam da aynı şey geldi aklıma, ya öyle olursa diye. Yan masadaki kıza İngilizcem elverdiği kadar, Türkiye'de de acı Kore yemekleri yediğimi, dahası Türk mutfağında da pek çok derece acının olduğunu anlattım. Onun da bir Türk arkadaşı varmış, bir keresinde Kore yemeği yerken ağlamış acıdan. Diyecektim o annesinin kuzusudur o halde ama demedim tabiki, yok genel olarak Türkiye'de yaşayınca zaten acı eşiği diye bir şey kalmıyor demeye çalıştım. Yemeğim gelene kadar da, yemek yerken de yan masadaki bu iki kız benimle sohbet edip, yalnızlığımı birazcık olsun hafiflettiler. Hayal ettiğim gibi bir geleneksel tarzda yere gelmiş sayılırdım, o yüzden olabilecek en bilindik yemeklerden birini yedim orada. İçinde ramen, tteobokki falan olan o yemekten. Sevimli halmeoni önce banchanları getirdi masama, bir klasik lahana kimchisi, bir de beyaz turp kimchisi. Tabiki olmazsa olmaz olduğunu sonraki günlerde keşfedeceğim balık çorbası bir bardakta yanlarındaydı. Hemen öbür yanda da çocukluğumdan hatırladığım çelik bir bardakta su beliriverdi. Yan taraftaki su sebilinden doldurup vermişti halmeoni. İçimden kahkahalar atıyordum, tam olarak izlediğim dizilerin içindeydim o an. Çubukları kaşıkları da masanın çekmecesinde bulursam tamamdı. Ki oradalardı, çekmecede. Kocaman gülümseyerek çubuklarımı alırken halmeoni de şaşkındı, ne çok sevindi bu böyle kaşığı çubuğu bulduğuna diye. O bardaktaki sarımsı suyun - balık çorbası - ne olduğunu tabiki bilmiyordum. Kızlara sordum, bu ne sos falan mı yemeğe mi dökeceğim diye. Kız açıklamaya çalıştı, çünkü direkt balık çorbası değildi aslında. Bu ançüez gibi şeyleri kaynatıyorlar dedi, onun suyunu süzüyorlar, bu su o su dedi. Bu tariften anladığımla çok sıcak bakmadım bardağa ama bu yaşıma kadar önüme gelen her şeyi denemiştim, bunu da denemeden bırakmayacaktım. Tadı oldukça keskin ve tuzlu, balık kokuyor ama tam da değil. Gene de sıcak sıcak, vitaminlidir diye de düşünüp, çorba niyetine içmeye çalıştım. Bu arada o çorba dışında tüm yemeğimi silip, süpürdüm. Ki çok sevinmiştim. Hem doğru düzgün yemek yiyebildiğime günler sonra, hem de böyle bir ortamda böyle hayal ettiğim gibi bir yemek yiyebildiğime. Açlıkla yemeğimi yerken bir yandan anlamadığım haberleri izledim merakla, restauranttaki diğerleriyle. Kızlar benden önce kalktı, en son ben kalmıştım içeride. Halmeoni'yle birbirimize bol bol gülümseyerek vedalaştık. (Burada yediğim şeyin ismine ingilizce menüde stir-fried rice cake yazmışlar sanki ama tam okuyamadım, 5000 wondu)
Avmden çıkmadan hemen önce orta bir alanda BTS'in Dynamite lego setinden yapılmış bir yere de rastladım bu arada. Aslında resturanta giderken de aynı yerden geçmiştim ama o açlıkla görmemiştim demek ki. Akşam olmuştu, karnım doymuştu, sabah kahvaltım çok güzeldi, sokaklarda öyle avare dolaşmıştım. Hava aşırı soğumuştu, avmden çıkıp, Teheran-ro üzerinde yürümeye başladım. Aslında COEX içerisinde ve etrafında görmek istediğim bir dolu şey vardı, deneyebileceğim etkinlikler, değişik galeriler...Daha vaktim olur dedim, daha önümde günler var, gene gelirim Gangnam'a gündüz gözüyle görürüm dedim. Ağzım açık, etrafımdaki şatafatlı gökdelenlere, zenginlikten bayılan insanlara, parıltılı ışıklara baka baka Samseong metro girişine yürüdüm. Bugün de böyle olsundu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder