5 Haziran 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm IV - Gyeongbokgung : Joseon Krallığı'na Zaman Yolculuğu

 Seul'deki ilk günümde birçok duyguyu peş peşe yaşayıp (ilk gün heyecanı, sokaklarda tek başıma kaybolacağım paniği, Namsan'a tırmanmanın yorgunluğu, şehri görmenin büyüleyiciliği, kartlarımın şoku, bankaya ve hayata büyük sinirlenme, öfkenin tepesinden mutsuzluğun dibine vurma, bunalıma düşüp sokaklarda avare dolanma, sonra yeniden şehrin güzelliğini görüp kendine gelme), bir de o kadar yorulunca ikinci gün uyanamadım tabi. Defter üstündeki planıma göre ikinci gün hanbok kiralayıp, önce Gyeongbokgung'a, sonra Changdeokgung'a Jongmyo Shrine'a gidecek, arada Bukchon Hanok Köyü'nde gezecektim. Saraylar açılmadan kapılarında bitecek, ilk ben girecektim.

Gözlerimi zar zor açtığımda 8 buçuğu geçmişti. Üstüme bulduklarımı geçirdim, nasıl olsa hanbok giyeceğim için bunları çıkaracağım diye düşündüm. Saçımı yataktan kalktığım gibi ellemedim, hanbok kiralama yerinde saçımı da yapacaklardı. Odadan fırladığım gibi asansöre bindim, haritama bakınca dedim kesin yetişemeyeceğim. Lobide inip, otel görevlisine doğru koşturdum, nefes nefese bana taksi lazım nereden nasıl binebilirim dedim. Üstü başı dağınık, saçları dağınık, nefes nefese ve terlemiş, sırt çantalı bir kız yarım yamalak ingilizceyle taksi diyor. Görevli çocuk ne gülmüştür içinden. Sevimliydi de ha. Hep böyle denk gelirim zaten.

Daha önceki yazılarda bahsetmiştim ya, otel cahilliğimden, hah işte o sabah da o cahilliği bir kere daha yaşadım. Ben taksi durağı nerede olur nasıl binerim diye sorunca görevli dedi ki bir dakika siz bekleyin hemen çağırıyorum. Gözlerim kocaman açılmış halde bakakaldım. İçimdeki ses devreye girdi, doğru ya a gerizekalı, otellerde sana taksi çağırabilirler. Ben ilerideki koltukta oturdum, beş dakika falan bekledim. Resepsiyonist çocuk beni çağırdı sonra, taksini gelmiş dedi, elime bir kağıt uzattı, üstünde taksinin numarası falan yazıyordu, şuradan bineceksiniz buna dedi. Ben daha da şaşkın baktım çocuğa, aaa diye ağzım açılmış gerçekten mi şimdi taksi hazır mı taksiye mi bineceğim dedim. O da aynı şaşkınlıkla bana baktı, gülümsedi. Sonra neyse ki acele ettiğim aklıma geldi, fırladım.

Taksici 50li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir amcaydı. Saraya değil de önce hanbok kiralayacağım yere gideceğim için ve orası da ara sokakta bir yer olduğu için gps ten baktı, sonra ben telefonumdan gösterdim, böyle ingilizce konuşmayarak da olsa anlaşarak keyifli bir yolculuk yaptık. 9'u on geçe falan indim taksiden. Beni özellikle kiralama yerinin tam girişinde bırakmaya çabalamıştı taksici amca ama ben o kadar panik içinde salağım ki görmedim bile. Taksiden inip, bir de on dakika bir güzel gideceğim yeri aradım. Aynı binanın bir o köşesinden saptım, bir bu köşesinden. Bu arada taksi 3,31 km için 7400 won tuttu. Kartım geçmedi, cihazda denedik baya, sonra bunu da nakit ödedim.

Hanbok kiralamak için gitmeden önce internetten baya bir araştırıp, birçok yerin web sitesine bakmıştım. Sarayların etrafındaki alanda yer alıyor genelde kiralama yerleri. Hanbok ne bilmeyenler için söyleyeyim, geleneksel Kore kıyafeti. Seul'deki saraylara bu kıyafeti giyip, giderseniz bilet almadan direkt içeri girebiliyorsunuz. Hem kültürü tanıtma açısından hem de aslında maddi açıdan çok mantıklı bir uygulama bulmuşlar. Saraylara giriş ücreti normalde ortalama 3000 won civarında iken bu kıyafeti kiralamaya daha çok para ödüyorsunuz aslında. Ben araştırdığım yerler arasında hem konumu ile gezeceğim ilk saraya daha kolay giderim diye, hem de uygulamasını ve kıyafet çeşitlerini beğendiğim için "Hanbok Girls"e gitmeye karar vermiştim. Gyeongbokgung'un girişinin hemen sol tarafında, Jahamun-ro 2 gil'de yer alıyor. Girişin bir kat üstünde. Web sitesi-->Hanbok Girls. Burada kredi kartım geçti bu arada, çok mutlu oldum çünkü giysime tüm gün kiralama için 48000 won, saçımın yapılması için de 4800 won ödemiştim. Ben apar topar içeri daldığımda bir baktım, hemen önümde sol tarafta aynaların önünde oturmuş kızların saçlarını süslüyorlar. Sağ taraftan itibaren tüm alanı asılmış kıyafetler kaplıyor. Kıyafet denizini geçip, en sona ulaştığınızda da bu sefer giyinme kabinleri var. Giyinme kabinlerinin yanında tuvalet, onun yanında da bir minik odada eşya kilitleme dolapları var. İçeri ışık hızıyla dalıp, önce bir yuvarlak çizdim, sonra burası bu saatte nasıl kalabalık olabilir ne oluyor diye hayıflanırken saç yapan kıza ben ne yapmalıyım gibisinden baktım. Fark ettim ki Korelilerle yüz ifadelerimle anlaşabiliyorum. Etekliğimi seçmemi söyledi. Hanbok temelde bir etek ve bir üst kısımdan oluşuyor kadınlar için. Erkekler için üst kısım ve pantolon kısmından. Diğer kiralama yerlerinde nasıldır bilemiyorum ama benim gittiğim yerde etek kısmını seçiyorsunuz, ona uygun üstü onlar bulup, veriyor (tabiki beğenmezseniz o kısmı da kendiniz bulabilirsiniz aslında). Sıra sıra etekler arasında dolaşmaya başladım şöyle bir ama saraya çok kaldım telaşı da içinde olduğumdan kendimi vererek, hayal ettiğim gibi uzun uzun inceleyerek bakamadım. Döndüm dolaştım, mekana ilk girdiğimde bir yuvarlak çizdim demiştim ya, o sırada gözüme ilk takılan eteğin başına geri geldim. Bu arada şunu demeliyim etekler dizaynlarına göre fiyatlandırılmışlar. Ben ne seçtiğime pek dikkat etmeden, o ilk vurulduğumu aldım elime. Alışverişe gittiğimde de böyle oluyor, ilk ne görürsem ona takılıyorum, öyle uzun uzun alışveriş yapamıyorum. Hangi dizayn çeşidine giriyordu bilmiyorum, elimde etekle kıza geri gidince kız dedi ki deneme kabinine gidebilirsin. Kabinlerin orada ahjummalar vardı, onlar giydiriyor. Eteğimi aldı, kabine astı, dolap anahtarı verdi, eşyalarını bırak dedi. Eşyalarımı bırakıp kabine geri gelince yine aynı ahjumma üstünü çıkar ben geliyorum dedi. Kabine girdim, tişörtümü çıkardım, pantolonuma yöneliyordum ki teyze geri geldi, Yok yok o dursun dedi (ben böyle dedi falan diyorum ama karşımdakilerin korece konuşmasını benim de onlara ifadelerimle cevap verip anlaştığımız diyalogları kastediyorum yani), kabinin perdesinin içine yarı yarıya girdi, kocaman bir tarlatanı üstüme geçirmeye başladı. Hayatım boyunca o şeyden giyeceğimi hiç düşünmemiştim. Sonra seçtiğim eteği geçirdi. En son da eteğime uygun seçip getirdiği üst kısmı giydirdi. Kabinden çıkınca diğer kızlarla birlikte saç yapım sırasına girdim ama kendimi o kadar değişik, o kadar mutlu hissediyordum ki. Mutlu mesut ve kimseyi sallamadan, dünyayı zerre umursamadan ingilizce muhabbet eden bir grup kız vardı ki böylelikle hemen amerikalı olduklarını anladım. Aynaya bakmamıştım daha, benim dışımdaki kızların giysilerine bakıp bakıp aaa çok güzel olmuşsun diye her gördüğüme iltifat etmekle meşguldüm. Saçlarınızı nasıl yaptıracağınıza göre de fiyatlar çeşitleniyor, aynanın etrafındaki resimlerden seçebiliyorsunuz. Aksesuarlar arasından da yine bu şekilde seçim yapabiliyorsunuz. Ben dizilerde sıklıkla gördüğüm, tam daha orta Joseon dönemi gibi düşündüğüm arkadan tek örgü şeklindeki stili istedim. Saçınız bitince yan taraftaki asılı çantalar arasından kendinize çanta seçebiliyorsunuz, çantamı seçmem biraz uzun sürdü, karar veremedim. En son da kasada ödemeyi yapıyorsunuz. Ödemeyi yaparken bir çocuğun elinde kılıç gördüm, görevli kıza kılıç var mı ben de istiyorum dedim. Kılıç yerine baktı, kalmamış dedi. Sonra dedi ki saat 10'a geliyor, nöbetçi değişim törenine yetişmek istiyorsan acele et. Bunu tamamen unutmuştum, kızdan kartımı fişimi alıp, dükkandan nasıl fırladığımı hatırlamıyorum. Hanbok Girls'ten Gwanghwamun'a (ana giriş kapısı) kadar saray duvarlarının dibinde etekliğimi tutarak koşmaya başladım. Aceleden bir türlü aynada kendime doğru düzgün bakamamıştım, nasıl göründüğüm hakkında bir fikrim yoktu henüz. Koştururken karşıdan gelen insanlar bana gülümsemeye başladı, bir teyze çok güzel olmuşsun diye seslendi peşimden, dönüp teşekkür ettim, koşmaya devam ettim. Ama bir yandan da şaşkındım, benim gibi hanbok giymiş kızların, grupların yanından geçiyordum, bana niye böyle demişlerdi?

Tüm haşmetiyle Gwanghwamun - ama içeriden

Gwanghwamun'dan içeri yıldırım gibi daldım, tören çoktan başlamıştı. Gwanghwamun ile Heungryemun arasındaki avluda ipler çekmişlerdi, insanlar o iplerin gerisinde kalabalık bir şekil oluşturmuş izliyordu. Ortada kalan boş alana davul sesleriyle birlikte Joseon dönemi kıyafetleri içinde saray muhafızları gelmeye başladı. Koşup, bir boşluk aradım, insanların kafaları üzerinden hemen videoya almaya başladım. Yaklaşık 20 dakika sürdü tören, bu alandaki muhafızların değişimi töreni günde iki kez bir saat 10'da bir de 14'te yapılıyor. Ben 10'dakine yetişmek için koştum yani. Saat 11'de ve 13'te ise Gwanghwamun'u koruma töreni gibi bir isme sahip bir tören daha yapılıyor, o da 10 dakika falan sürüyor. Hyeopsaengmun'un hemen dışında ise saray muhafızlarının eğitimi gibi bir tören yapılıyor 09:35 ve 13:35'te. Bu "mun" ile biten isimlerin hepsi saray kapılarını ifade ediyor bu arada. Gwanghwa kapısı gibi düşünün yani. Bu arada o kalabalıkta muhafızları izlerken ister istemez bir şeyleri fark ettim. Bir boşluk bulup, izlemeye çalıştım dedim ya, kolayca buldum mesela. Benim de görmeye çalıştığımı fark edince insanlar açıldı, kimse kimsenin önüne atlamaya, önünü kapatmaya çalışmıyordu. Kimse öne atlamaya çalışmadı, en önde ben olacağım diye yırtınmadı. Kimse kimseyi itmedi, rahatsız etmedi. Dünyanın pek çok yerinden gelmiş, çok farklı yaşlardaki pek çok insan, orada o toprak alanda çekilmiş iplerin gerisinde hep beraber aynı etkilenmişlikle, aynı keyifle, birbirimize tamamen saygı göstererek dikildik, töreni izledik. Bu kadar küçük şeyler o kadar büyük ve önemli geliyor ki bu yaşamak zorunda kaldığım b.k çukuru ülkeden sonra. Çocukluğumdan beri bana hep özenti seni, yabancı özentisi, ülkesini sevmeyen olur mu ne biçim insansın, nasıl hainsin diyen o kadar çok insanla karşılaştım ki. Anlatamadım bir türlü, o kadar körü körüne bağlılar ki var olmayan bir şeye. Bir töreni izlerken kimsenin üstüme çıkmamasının, insanların birbirine küfrederek birbirine girmemesinin, insan gibi bir şeylerin keyfini çıkarabilmenin nasıl bir his olduğunu bilmeyen, bilmek istemeyen, bu hayvanlıkla doğup büyüyüp, bunda bir sorun görmeyen insanlardan oluşuyor bu ülke. O yüzden nefret ediyorum işte, o yüzden özeniyorum her gördüğüm ülkeye. Neyse, o gün orada hissettiğim o ferah mutluluğa gölge düşürmeyeceğim. Bu tören 1996'dan itibaren bu şekilde yeniden canlandırma şeklinde yapılmaya başlanmış. Sarayın kapalı olduğu Salı günleri dışında her gün yapılıyor. İlk davul sesleriyle birlikte kapıdaki görevi devralacak birim, kapıya doğru yürüyor. İkinci davul sesleriyle askerler kapının dışına doğru gidiyor. Görevi biten muhafızların şefi, devralacak muhafız şefi ile kimlik tahtalarını karşılaştırıyor, birbirlerini kontrol etmiş oluyorlar. Ardından görevi biten askerlerin şefi askerlere talimat veriyor, o birim kapıdan içeri geçiyor. Üçüncü davul sesleriyle birlikte şef, askerlerine kapı bölgesini terk etmelerini söylüyor. 

Muhafız töreni bitince kalabalık yavaşça dağılmaya başladı. Hanbok giydiğim için bedava gireceğimi biliyordum ama yine de elimde bir bilet olması gerek diye düşünmüştüm. Bu yüzden bilet gişelerine yöneldim. O sırada insanlar bana bakmaya devam ediyordu, kesin koşturmaktan saçımı başımı bir şeylerimi dağıttım allahım bir yerimde bir şeyler var herhalde sümüğüm mü görünüyor diye panik içinde başımı önüme eğerek yürüyordum. Bir çift yanaştı, fotoğraf çekebilir miyiz çok güzel olmuşsun dedi. Tabi çekebilirim dedim, kadına doğru yöneldim, elinden telefonu alacaktım. Ama baktım kadın çekmek için pozisyon alıyor, adam da yanımda dikilmeye çalışıyor. İngilizcemde kesin sorun var diye düşündüm bir an, daha da kötüsü bu insanlar böbreklerimi çalmak istiyor olabilir miydi, bunca insan arasında en mal ben görünüyor olmalıydım kesin beni dolandıracaklardı. O an aklımdan geçen onca düşüncenin suçlusu da Türkiye'de yaşamak, farkındasınız değil mi? Neyse. Tiplerinden Güney Asyalı'ymışlar gibi görünüyorlardı (ırkçılık değildir bu değil mi sadece genel geçer insan görüntülerine göre konuşuyorum). Çok tatlılardı, gülümsüyorlardı, ben de gülümsedim ama bir yandan kesin beni kesecekler diye düşünüyordum. Benimle neden fotoğraf çekilmek istesinlerdi ki? Adamla birlikte dikilip, kameraya poz verdim. Bana çok teşekkür edip, gittiler. O fotoğrafta az sonra kaçırılacakmışım gibi şok içinde baktığıma eminim, artık ne düşündüler bakınca kim bilir. Hayır sonradan aklım açılıyor, ben de deseydim ya ben de sizinle çekilebilir miyim, nereden geldiniz, napıyorsunuz falan muhabbet etsene. Ama işte dedim ya, tamamen durumun şoku içindeydim. Hayatım boyunca görmediğim bir deneyimle yüz yüze gelmiştim. Bazı insanlar için ya da ne bileyim diğer ülkelerde yaşayan insanlar için çok normal olabilecek şeyler benim gibiler için o kadar yabancı şeyler oluyor ki.

O şokun ardından bir o yana bir bu yana adımlar attım. Kendi etrafımda daireler çizdikten sonra bilet gişesine gittim, insanlar sıraya girmeye başlamıştı, ben de girdim. Beklemeye başlayacaktım ki bir görevli bilet almanıza gerek direkt girebilirsiniz dedi. Bilet gişesinin yanındaki audioguide gişesinden haritamı ve kulaklıklı cihazı aldım, gişedeki görevli nasıl yapılacağını anlattı. Sonra emin adımlarla sarayın bir iç kapısına, Heungryemun'a yöneldim. Bilet kontrolü bu kapının girişinde yapılıyor, hanboklu iseniz şuradan geçebilirsiniz diye yönlendiriyorlar.

Gyeongbokgung, parlaklık ve talih sarayı demek kelime anlamı ile. 1392 yılında Joseon Hanedanlığı kurulduktan 3 yıl sonra bu saray yapılmış. Başkent ilk zamanlarda şu an Kuzey Kore sınırları içinde olan Gaesong'muş, Joseon Hanedanlığı ile birlikte Seul'e taşınmış, o zamanlarki adı Hanyang'mış şehrin. Bugaksan'ı (bugak dağı) arkasına alan bir alanda 415 bin metrekarelik bir alanı kaplıyor saray. 1592-98 arasındaki Japon işgalleri sırasında tüm saraylar yakılıp yıkılırken Gyeongbokgung da 1592'de kocaman bir yangınla yok olmuş. İşgal bitince Changdeokgung yeniden inşa edilmiş ve saray ahalisi oraya taşınmış. 1867'de veliaht prensin emriyle yeniden inşa edilene kadar Gyeongbokgung atıl durumda kalmış. 1905'te Eulsa Anlaşması ile Kore'nin, Japon himayesine girmesi ve 1910'da da Japonya'nın Kore'yi resmen işgal etmesiyle birlikte sarayın büyük kısmı yıkılmış ve tam önündeki kısma Japon sömürge yönetimi binaları inşa edilmiş. 1990'dan beri sarayın yeniden ortaya çıkarılıp, inşa edilmesi ve korunması çalışmaları devam ediyor. Ben gittiğimde de Gwanghwamun'un önündeki alan tamamen kazı yapılıyor haldeydi mesela. Önce 16.yy.daki Japon işgaliyle, sonra 1900lerin başındaki Japon işgaliyle, ardından 1950lerdeki Kore Savaşı ile pek çok kez yakılıp, yıkılan, neredeyse temeli bile zor buluna tüm bu yapıları bu kadar güzel, bu kadar özenle yeniden yapmışlar ki, gezerken bir yandan hem içim acıdı, hem de takdir ettim. (Gyeongbokgung web sitesi-->burada)


Kore saraylarının genel yapısı, bir ana kapıdan girdikten sonra orta bir avlu, başka bir kapı yapısı, o da diğer bir avluya açılıyor gibi devam ediyor. Kapı yapılarıyla birbirinden ayrılan alanlarda genelde tek katlı (bazen de iki katlı) binalar yer alıyor yan yana. Ben haritada gördüğünüz 1-4-5-6 kısımlarını gezdim önce. 5'e gelene kadar büyük bir hevesle ve azimle geziyordum, her gördüğüm binaya merakla bakıyordum ama 5'e geldiğimde artık bir bıkkınlık oluşmaya başlamıştı. Çünkü önceki gün doğru düzgün hiçbir şey yememiştim, sabahtan beri tek lokma ağzıma atmamıştım ve yataktan fırladığımdan beri koşturuyordum. Ayrıca o gün şansıma hava güzeldi ama güneş beynimi yakmaya başlamıştı. İlk kısımlarda çok kalabalıktı saray. Henüz sosyal fobim ile başa çıkmaya çalışıyordum, binaları çektim usul usul çoğunlukla. Sonra sonra baktım insanlara, onlar yapıyor, ben de yapabilirim dedim ve tripodumu bulduğum yerlere koyup, kendimi çekmeye başladım yapılarla. Sonra insanlar azalmaya başladı. Hatta dolaştıkça tamamen boş yerlere denk gelmeye başladım. O anlarda işte resmen zaman yolculuğu yapmışım gibiydi. Üstümde hanbok, etrafta kimse yok, sesler uzak, ağaçlar hışırdıyor, toprak zemin ayaklarımın altında. Etekliğimi kaldırarak merdivenlerden çıkıp, iniyordum. Binaların içine giremiyordum ama olsun. Odaların önünde oturulabilen minik uzantılar oluyor, oralara oturup, uzun dakikalar boyunca düşündüm. Mutluydum. Hayatımda belki de ilk defa, uzun yıllar sonra ilk defa mutlu hissediyordum. Mutlu ve güzel. Bu o kadar tuhaf ve o kadar yabancıydı ki. 14 yaşımdan beri ilk defa güzel hissediyordum. Bunun için neredeyse 17.yy. tarzı bir elbise giymem gerekmişti ama olsun. Güzeldim. Bunun neden ve ne kadar önemli olduğunu size anlatabilmem mümkün değil. Ben 14 yaşımdan sonra bir daha kendimi ne güzel, ne de zerre akıllı hissedemedim. O noktadan sonra böyle yıllar içinde adım adım gökyüzünden düştüm gibi hissettim. Her bir adımla birlikte kendimden, kendim olduğumu sandığım kişiden bir şeyler kaybederek yaşadım. Zekamı, güzelliğimi, kendime güvenimi, akıl sağlığımı, beden sağlığımı kaybede kaybede sonunda dibe vurup, tamamen kayboldum. Her şeyi, kendimi yeniden inşa ederken o gün orada, bir zaman yolculuğuyla kendimi yeniden, ilk defa mutlu, bir bütün gibi hissettim.

Heungryemun'un önünde ben

Gyeongbokgung'a Gwanghwamun'dan girdim, muhafız töreninin yapıldığı geniş avludan ilerleyip, Heungryemun'a geldim. Bu kapıdan da geçince girdiğim avluda Kore saraylarının mimari özelliklerinden biri olan yapıyla karşılaşmış oldum ama bunu Changdeokgung'da öğrenecektim. Gyeongbokgung'da dikkatimi çekmemişti. Şöyle ki, her saraya girişte önce bir nehir üzerinden geçen bir köprüden geçiliyor ki arınarak saraya, kutsal bir yere girilmiş oluyor. Gyeongbokgung'da da bu ikinci avluda bu şekilde bir köprü yer alıyor. Ardından Geunjeongmun (bir başka kapı)dan geçtim ve sarayın aslında ana yapısı olan Geunjeongjeon'a ulaşmış oldum. Burası sarayın ana taht odası, kelime anlamı çalışkan/gayretli yönetim. Taç giyme törenleri, kabine toplantıları, elçilerin kabul edilmesi gibi devlet işlerinin yapıldığı yer burası olduğundan en görkemli yapı da burası. (Bu arada kelimelerin sonlarındaki parçalara dikkatinizi çekmek istiyorum bir kere daha: "Mun" kapı demek, "Gung" saray ve "Jeon" da salon anlamında.)

Geunjeongmun

O aşamada ileri doğru ilerlemek yerine bir de yana doğru bir geçit var, orada ne varmış diyerek sola girdim. Sujeongjeon'a çıkmış oldum. 1867'de yeniden inşa edildikten sonra ayakta kalan tek saray yapısı burası. 1867'deki inşasından önce aynı alanda yer alan Jiphyeonjeon, meşhur kral Sejong'un şimdiki Kore alfabesini icat ettiği yer.

Sajeongjeon kısmına giriyoruz

Geri gelip, büyük taht salonunun olduğu yere çıktım. Buranın hemen arkasında Sajeongjeon yer alıyordu. Burası Joseon yöneticilerinin ana meclis salonu olmasının yanı sıra günlük görevlerini yerine getirdikleri yer. Joseon hükümdarları, en yüksek rütbeli memurlarıyla günlük sabah toplantılarını ve devlet meseleleri üzerine oturumlarını bu salonda yapmışlar. Burası aynı zamanda sarayın gezerken artık kalabalıkların azalmaya başladığı noktaydı.

Gangnyeongjeon ve Gyotaejeon bölümlerinden

Gangnyeongjeon ve Gyotaejeon bölümlerinden

Buradan ilerleyince Gangyeongjeon'a gelmiş oldum. İşte bu kısımlar tam böyle sakince, çok diğer insanlarla artık karşılaşmadan gezebileceğiniz kısımlar. Kralın özel daireleri, yaşam alanı, yatıp uyuduğu, devlet işleri dışında günlük aktivitelerini yaptığı yer.

Bu kısmın hemen arkasında ise kraliçenin özel yaşam alanlarının yer alması çok normaldi. Bu kısmın ismi Gyotaejeon, kraliçenin saray işlerini ve sarayda yaşayan kadınlarla ilgili meseleleri idare ettiği yer burası. Bu noktada hemen hemen kimseciklere rastlamıyorsunuz. Çünkü bu kısmın arkasından başlayarak sağ taraftaki saray mutfakları kısmı da dahil olmak üzere restorasyon çalışması altındaydı. Giriş yasaktı, Gyotaejeon yapısının hemen arkasında yer alan Amisan bahçelerinin o güzelim çiçekli teraslarının yalnızca az bir kısmını ve bahçedeki bacaları görebiliyordum. Baca deyip geçmeyin, üstlerinde çok güzel süslemeler var. Burada dolaşırken iki kadınla karşılaştım, fotoğraflarını çekmemi istediler. Saraya girerkenki şaşkınlığımı atabilmiş olduğumdan (bir de bunlar benim fotoğrafımı değil, kendilerini çekmek istediklerinden) nereli olduklarını falan sorup, muhabbet edebildim. Singapurlularmış.

Cafe Layered'daki kahvaltı+öğle yemeğim :)

İşte Cafe Layered Bukchon - şu kalabalığı görüp de vazgeçmedim ya, kendimi takdir ediyorum

Saat 11:45'e geldiğinde artık tükenmiştim. Yalnızca 2 saattir geziyordum ama bana sanki artık 10 saat olmuş gibi geliyordu açlıktan. Bir de tarlatanla tuvalete gitmenin zorluğu beni strese sokuyordu. Dedim ki nasıl olsa hanboklayım, çıksam da geri yine bedava girebilirim (ah bu türk olmak, her an her durumda parayı düşünmek). Yan taraftaki kapıyı bilmiyorum ya, gerisingeri girdiğim Gwanghwamun'a yürüdüm. Oysa Geonchunmun'un yakınındaydım, hemen çıksam kolayca Bukchon Hanok Köyü'nün olduğu bölgeye denk gelip, oradaki bir dolu kafe restauranta rastlayabilirdim. İnsan her şeyi sonradan öğreniyor. Gwanghwamun'dan geri çıkıp, kendimi karşıdan karşıya geçmek için bekleyen kalabalığın içinde buldum. Karşıya geçip, Yulgok-ro boyunca yürümeye başladım. Önce acayip utanıyordum, üstümde hanbokla sarayın dışında, sokaklarda yürümek ayıpmış gibi. Ahh çünkü sosyal fobi...Yürüdükçe alıştım, içimden I must not fear, fear is the mind killer diye tekrarlaya tekrarlaya yürüyordum. Zaten Anguk tarafına yaklaşıkça baktım oralarda da benim gibilere denk geliyorum. İyice kendime güvenim arttı, haritamda işaretlediğim kafelerden birine doğru yöneldim. Bir cumartesi öğlesinde, bu turistik ve kafelerle dolu bölge tabiki aşırı kalabalıktı. Cafe Layered'ın Boukchon şubesini 30 kere önünden geçip, anlayamayıp sonunda buldum. İçeri daldım, her yer dolu. Ama hanbok giymişim, sokaklarda yürümüşüm, tripodla kalabalıklar arasında kendimi bile çekmişim, vazgeçmeyeceğim. Sosyal güvenimin zirvesindeydim, içeride ilerledim, tüm o keklere pastalara çöreklere baktım, inceledim. Bir yandan da sistemi çözmeye çalışıyorum, kendimin üç katı genişliğindeki etekliğimle insanların arasında yol almaya çalışıyorum. Gençler arkadaşlarıyla gelmiş, turist sayısı yok denecek kadar, genelde koreli gençler arkadaşlarıyla buluşmaya gelmiş. Büyük ana caddenin aksine buradaki tek hanbok giymiş, tek turist benim. Elim ayağım titremeye başlamadan kendime gaz verip durdum. Yaparsın dedim, hadi be koçum dedim, kaplansın sen dedim (öyle ya çin burcum kaplan sonuçta yalan da değil). Baktım şu taraftan bir tepsi alıyoruz, oradan tabak, sonra pastaların böreklerin arasından istediğimizi seçip, kasaya ilerliyoruz. Kasanın orada çatal bıçak var. Çalışanlar hep genç, güzel. Kasadaki çocukla yüz yüze geldim, allahım bu da kdramadan fırlamış gibi, pek yakışıklı. Ama ben bir yandan kasanın önündeki peçetelikten peçete alıp alıp yüzümü boynumu siliyorum, ter fışkırıyor. İçerisi aşırı gürültülü, hiçbir şey duyamıyorum. Çocuk aldıklarımın fiyatını söyledi, içecek aldınız mı falan dedi. Anlayamadım ki. 3 kere tekrarlattım. Yakışıklı çocukları kendimden nefret ettirmeye azmettirmişim gibi. Sonunda kahveyi söyleyebildim, bir pasta, bir de scone benzeri bir şey aldım tuzlu olduğunu umarak. Orada da kredi kartım geçmedi, nakit ödedim ama oranın fişini kaybetmişim nasıl olduysa. Ne kadar ödediğimi bilemiyorum o yüzden. (Cafe Layered'ın Instagramı-->şurada)

Fotoğraf LadyIronChef'ten.
Ben buradaki Dark Choco Sound
olan kahveyi aldım

Cafe Layered'ın minik taburelerinde o kocaman etekliğimle oturmaya çalıştım. Seçtiğim pasta güzeldi ama scone gibi olan şey beklediğimin aksine tuzlu değildi. Midem zaten henüz kendine gelmemişti yolculuk sonrası. Sırf tereyağı yiyormuşum gibiydi. Onu yarım bıraktım mecburen. Kahvesi yalnız hakikaten güzeldi. Bu söyleyeceğim size biraz şımarıkça ya da ne bileyim saçma gelebilir ama pek çok ülkede içtiğim sade kahvelerin tadı gerçekten güzel geldi şimdiye kadar. En gözden uzak sokak arasındaki bir kahveciye girip, öylesine aldığım bir kahvenin bile lezzetini yıllar geçse de hatırlıyorum mesela. Oysa Türkiye'de yalnızca bir kere, bir çikolatacının kahvesini içilebilir bulmuştum ki ona da sonra aynı hevesle ikinci kere gidince, ilk seferindeki lezzetin tamamen tesadüf olduğunu gördüm. Bunca yıldan ve bunca ülkeden sonra artık eminim ki Türkiye'de ya kahve yapmayı gerçekten bilen bir allahın kulu yok ya da hakikaten aşırı kötü kahveler geliyor bu ülkeye hep.

Kafeden saat 1 gibi kalkıp, geri saraya doğru aynı büyük cadde üstünden yürümeye başladım. Gördüğüm bir GS25'e (hani bahsetmiştim ya convenience storelardan biri) girip, şu meşhur muzlu sütten aldım. Hani dizilerde filmlerde, sevdiğimiz idollerin elinde gördük ya bunca yıldır, hah işte ondan. Bir de yolumun üstünde kocaman Woori Bank binası vardı, bulmuşken kaçırmayayım dedim, oradan da para çekmeyi denedim (bu da başarılıydı). Saraya bu sefer, yukarıda dedim ya keşke oradan çıksaymışım dediğim taraftan, Geonchunmun'dan girdim. Tam da yine yukarıda bahsettiğim, saray muhafızlarının eğitim törenine denk gelmişim ama tuvalete gitmek zorunda olduğumdan doğru dürüst yakalayamadım. O tartlatanla tuvalete gitmek gerçekten bir kabus.


Gyeonghoeru

National Folk Museum of Korea da bu tarafta, güya onu da gezecektim aklımdaki planda. Saat ikiye gelmişken ben daha Gyeongbokgung'u bitirememiştim. Bu ikinci girişimde bu sefer bahçeli kısımları, haritada gördüğünüz 3 ve 12 numaralı kısımları gezdim. 3'te Gyeonghoeru Pavilion'u var, böyle ağaçların arasında bir göl, gölün ortasında bir kameriye. Kalabalık turist topluluklarını görmezden gelebilirseniz aslında çok huzurlu, çok şahane bir ortam. Hakikaten burada yaşamanın güzelliğini hayal edebiliyor insan (bu arada saraydan bahsetmeye başladığımdan beri her bir binadan, tarihinden, olaylardan bahsetmemek için kendimi çok zor tutuyorum, yoksa yazı 3 ay sürecek). Bu gölün etrafında azcık yürüdüm, sonra oturup sütümü içtim. Güneşli hava aslında çok güzeldi ama yorgunluktan ve kafama güneş geçiyor olmasından ötürü söylenmeye başlamıştım. Son bir çabayla kendimi kaldırıp, 12 numaralı bölüme doğru yürüdüm. Öğleden sonra artık herkes benim gibi kendini bir yerlere atmış oturuyordu. Çimenlerde, banklarda, orada burada. Bu bölümde kralın kütüphanesi var, Taewonjeon. Gerçekten de içinde oturup, okunabilecek kitaplar raflarda duruyor. İçeriye girilebilen tek bina da bu sanırım sarayda. Girişte ayakkabıların çıkarıldığını gördüğümde beni yine aldı bir Türklük, cami önü gerginliğime ulaştım, ulan 72 milletten insan var, alır giderler ya ayakkabıları diye. Girişte öylece dikilip, yere bırakılmış ayakkabılara, raflara konmuş şemsiyelere baktım. Kimse ellemiyordu, kimse sallamıyordu. Bizde olsa elinden çekip alırlardı, burada herkes çok rahattı. Korka korka ayakkabılarımı çıkarıp, kütüphaneye girdim.

İşte Jibokjae - kütüphane

Kütüphanenin tavanı

Kütüphaneden çıktıktan sonra artık sadece öylesine yürüyor gibiydim sarayın içinde. Baktım, o dizilerde hani çatıda terasta bahçede falan böyle alçak bir dikdörtgen ya da kare yükselti olur ya tahtadan, kahramanlarımızın onun üstünde bağdaş kurup, oturur yemek yer, bazen uzanır yıldızları seyreder, hah işte ondan var bahçenin içinde. Dosdoğru gittim, kendimi üstüne attım sırt üstü. Tabi tarlatan da havaya fırladı, kafam aşağıda tarlatan yukarıda yatar halde buldum kendimi. Etraftakiler bana baktı, ben ayağa fırladım. Vazgeçip, oturmaya çalıştım ama. Bu arada bilmeden de olsa o gün tam olarak hanbok için giyilebilecek en iyi giysileri seçmişim. Altımda beyaz, bileğimi örtmeyen pantolonum vardı, eteğin altından hem görünmüyordu hem de korumuş oluyordu bacaklarımı. Beyaz sneakerlarımı giymiştim, hanbokun altına olabilecek en normal görünüm buydu.

Saat 3'ten sonra artık diğer turistlerin hepsi gibi baygınlık geçirmek üzereydim. Onlar oturuyordu bahçelerde ama benim sorunum tuvaletimin gelmesiydi. Tuvalete gidemiyordum etekle. Terlemiştim, çok yorulmuştum. Dudağımı bükerek, sonsuza kadar bu sarayda yaşamak istemekle gidip yatma isteği arasında bocalayarak saraydan çıktım. Hanbok Girls'e geri dönüp, hanboku teslim ettim. Hem çok terlediğim için rahatlamıştım, hem de hiç çıkarmak istemiyordum. Bir dahakine kesinlikle uzun uzun bakıp, seçip, sonra da akşama kadar üstümden çıkarmamaya karar verdim. Bunda da tüm gündü planım, öyle kiralamıştım ama yalnızca 4-5 saat kadar giyebildim.

Saat 4'e gelmek üzere olduğundan planladığım gibi diğer saraylara ya da shrine'a gidemezdim. Bukchon Hanok Köyü'nde de yürümeyi gözüm yemiyordu. Zaten öğlende yediğim bir dilim pastadan ve kahveden başka tüm gün bir şey girmeyince mideme, yemek yemeye gitmeliydim. Ama kendimde bir restaurant bulup, gidecek uğraşacak enerjiyi bulmaya çalışıyordum. Kendimi zorlayıp, metroya bindim, Myeongdong'a gittim. En azından orada çok fazla aramadan bir yerlerle karşılaşabilirdim. Ama Myeongdong'a geldiğimde tüm o sokak yemekleri standlarıyla karşılaşınca dedim tamam. Bu, bu deneyimi edinmem için bir işaret. Daldım aralarına, önce büyük bir açlıkla teriyaki soslu tavuk şişinden aldım. Artık çok mu açtım ondan mı bilemedim, çok lezzetli geldi. Tabi gazı alınca devam ettim, her şeyi yerim ben böyle diyerek. Şişe geçirilmiş peynirler vardı bu sefer, aklımda tuzlu tuzlu erimiş kaşar var. Ama adam vermeden hemen önce üstüne bir sos dökmesin mi, böyle açık beyaz, şeffafımsı. Tatlıymış o sos, bir de peynir de tuzsuzmuş zaten. Sırf para verdim diye zorladım kendimi ama kusacaktım, sonra atacak yer aradım. Zaten buradaki bu tezgahların en büyük sorunu bu, aldığınız şeyi kalabalığın içinde birine geçirmeden yemeye çalışmak ve sonra çöpünüzü atacak çöp bulabilmek. Peynirle birlikte iştahım kaçtı, midem zaten pamuk ipliğine bağlıydı. Tezgahlar arasında her şeye sulanarak ama bir türlü cesaret edip alamayarak dolandım. Sonunda cesaretimi toplayıp, mochi aldım. En merak ettiğim yiyeceklerden biriydi çünkü internette dolaşırken gördüğünüzde sanki müthiş güzel bir şeymiş gibi geliyor. Şeftalili aldım, çünkü en sevdiğim şey şeftali. İlk ısırıkla birlikte ne kadar saçma olduğunu da anladım. Bu da iştahıma son noktayı vurdu. Eh gene karnımı doyuramadan bir günü noktalıyorum dedim, en azından biraz vitamin girsin bünyeme diye portakal suyu aldım. Hemen tezgahta sıkıyor, poşete koyup, pipet geçirip eline tutuşturuyorlar. O iyiydi işte.

Gitmeden önce bu yemek tezgahlarına bakarken, insanların videolarını izlerken falan hep her şey aşırı lezzetli geliyordu, hep gidersem her şeyi yiyeceğim, her şeyden deneyeceğim diyordum. Gerçekte her şey çok farklı oldu. Hayal ettiklerimin onda birini ancak deneyebildim. Bu arada bu tezgahlarda nakit ödüyorsunuz, fiyatlar 1000 ile 10000 won arasında değişiyor.

Bu hiç de planladığım gibi gitmeyen ikinci günün sonunda da Myeongdong'da şöyle bir dolaşıp, elimdeki yarısı ısırılmış mochiye hüzünlü hüzünlü bakarak otelin yolun tuttum.

2 yorum:

  1. "Bir çift yanaştı, fotoğraf çekebilir miyiz çok güzel olmuşsun dedi. Tabi çekebilirim dedim, kadına doğru yöneldim, elinden telefonu alacaktım. Ama baktım kadın çekmek için pozisyon alıyor, adam da yanımda dikilmeye çalışıyor. İngilizcemde kesin sorun var diye düşündüm bir an, daha da kötüsü bu insanlar böbreklerimi çalmak istiyor olabilir miydi, bunca insan arasında en mal ben görünüyor olmalıydım kesin beni dolandıracaklardı. O an aklımdan geçen onca düşüncenin suçlusu da Türkiye'de yaşamak, farkındasınız değil mi?" Hocam, bu bölümü okurken koptum gülmekten yaa. Tam olarak kendi duygu durumumu okudum cümlelerinizde. Bende hep hayıflanırdım kendimce neden bu kadar paranoyak ve karamsarım diye ? Bu enfes hikayenizi okuyunca daha net anladım ki sizin gibi benim gibi bizim gibi bu ülkede insan olma erdemiyle yaşamaya çalışan kim varsa aynı durumda. Yani demem oki, böbreklerimizin ve ayakkabılarımızın her an çalınabilme ihtimalini :) düşünmemiz sizin de belirtiğiniz gibi doğrudan büyüdüğümüz ülkeyle alakalı. Hocam bu arada belirtmeden geçemeyeceğim çok güzelsiniz çok beğendim. Hani şu müthiş Kore senaryolarında gördüğümüz ve içimiz akarak izlediğimiz Koreli kızlardan biri sandım sizi ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim güzel sözler için. Bu ülkede insan olma erdemiyle yaşamaya çalışıyoruz ya ben artık ikisinden birinden kurtulmaya çalışıyorum: öncelikle bu ülkede yaşamaktan, olmazsa insan olma erdemiyle yaşamaktan :D

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...