5 Haziran 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm IV - Gyeongbokgung : Joseon Krallığı'na Zaman Yolculuğu

 Seul'deki ilk günümde birçok duyguyu peş peşe yaşayıp (ilk gün heyecanı, sokaklarda tek başıma kaybolacağım paniği, Namsan'a tırmanmanın yorgunluğu, şehri görmenin büyüleyiciliği, kartlarımın şoku, bankaya ve hayata büyük sinirlenme, öfkenin tepesinden mutsuzluğun dibine vurma, bunalıma düşüp sokaklarda avare dolanma, sonra yeniden şehrin güzelliğini görüp kendine gelme), bir de o kadar yorulunca ikinci gün uyanamadım tabi. Defter üstündeki planıma göre ikinci gün hanbok kiralayıp, önce Gyeongbokgung'a, sonra Changdeokgung'a Jongmyo Shrine'a gidecek, arada Bukchon Hanok Köyü'nde gezecektim. Saraylar açılmadan kapılarında bitecek, ilk ben girecektim.

Gözlerimi zar zor açtığımda 8 buçuğu geçmişti. Üstüme bulduklarımı geçirdim, nasıl olsa hanbok giyeceğim için bunları çıkaracağım diye düşündüm. Saçımı yataktan kalktığım gibi ellemedim, hanbok kiralama yerinde saçımı da yapacaklardı. Odadan fırladığım gibi asansöre bindim, haritama bakınca dedim kesin yetişemeyeceğim. Lobide inip, otel görevlisine doğru koşturdum, nefes nefese bana taksi lazım nereden nasıl binebilirim dedim. Üstü başı dağınık, saçları dağınık, nefes nefese ve terlemiş, sırt çantalı bir kız yarım yamalak ingilizceyle taksi diyor. Görevli çocuk ne gülmüştür içinden. Sevimliydi de ha. Hep böyle denk gelirim zaten.

Daha önceki yazılarda bahsetmiştim ya, otel cahilliğimden, hah işte o sabah da o cahilliği bir kere daha yaşadım. Ben taksi durağı nerede olur nasıl binerim diye sorunca görevli dedi ki bir dakika siz bekleyin hemen çağırıyorum. Gözlerim kocaman açılmış halde bakakaldım. İçimdeki ses devreye girdi, doğru ya a gerizekalı, otellerde sana taksi çağırabilirler. Ben ilerideki koltukta oturdum, beş dakika falan bekledim. Resepsiyonist çocuk beni çağırdı sonra, taksini gelmiş dedi, elime bir kağıt uzattı, üstünde taksinin numarası falan yazıyordu, şuradan bineceksiniz buna dedi. Ben daha da şaşkın baktım çocuğa, aaa diye ağzım açılmış gerçekten mi şimdi taksi hazır mı taksiye mi bineceğim dedim. O da aynı şaşkınlıkla bana baktı, gülümsedi. Sonra neyse ki acele ettiğim aklıma geldi, fırladım.

Taksici 50li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir amcaydı. Saraya değil de önce hanbok kiralayacağım yere gideceğim için ve orası da ara sokakta bir yer olduğu için gps ten baktı, sonra ben telefonumdan gösterdim, böyle ingilizce konuşmayarak da olsa anlaşarak keyifli bir yolculuk yaptık. 9'u on geçe falan indim taksiden. Beni özellikle kiralama yerinin tam girişinde bırakmaya çabalamıştı taksici amca ama ben o kadar panik içinde salağım ki görmedim bile. Taksiden inip, bir de on dakika bir güzel gideceğim yeri aradım. Aynı binanın bir o köşesinden saptım, bir bu köşesinden. Bu arada taksi 3,31 km için 7400 won tuttu. Kartım geçmedi, cihazda denedik baya, sonra bunu da nakit ödedim.

Hanbok kiralamak için gitmeden önce internetten baya bir araştırıp, birçok yerin web sitesine bakmıştım. Sarayların etrafındaki alanda yer alıyor genelde kiralama yerleri. Hanbok ne bilmeyenler için söyleyeyim, geleneksel Kore kıyafeti. Seul'deki saraylara bu kıyafeti giyip, giderseniz bilet almadan direkt içeri girebiliyorsunuz. Hem kültürü tanıtma açısından hem de aslında maddi açıdan çok mantıklı bir uygulama bulmuşlar. Saraylara giriş ücreti normalde ortalama 3000 won civarında iken bu kıyafeti kiralamaya daha çok para ödüyorsunuz aslında. Ben araştırdığım yerler arasında hem konumu ile gezeceğim ilk saraya daha kolay giderim diye, hem de uygulamasını ve kıyafet çeşitlerini beğendiğim için "Hanbok Girls"e gitmeye karar vermiştim. Gyeongbokgung'un girişinin hemen sol tarafında, Jahamun-ro 2 gil'de yer alıyor. Girişin bir kat üstünde. Web sitesi-->Hanbok Girls. Burada kredi kartım geçti bu arada, çok mutlu oldum çünkü giysime tüm gün kiralama için 48000 won, saçımın yapılması için de 4800 won ödemiştim. Ben apar topar içeri daldığımda bir baktım, hemen önümde sol tarafta aynaların önünde oturmuş kızların saçlarını süslüyorlar. Sağ taraftan itibaren tüm alanı asılmış kıyafetler kaplıyor. Kıyafet denizini geçip, en sona ulaştığınızda da bu sefer giyinme kabinleri var. Giyinme kabinlerinin yanında tuvalet, onun yanında da bir minik odada eşya kilitleme dolapları var. İçeri ışık hızıyla dalıp, önce bir yuvarlak çizdim, sonra burası bu saatte nasıl kalabalık olabilir ne oluyor diye hayıflanırken saç yapan kıza ben ne yapmalıyım gibisinden baktım. Fark ettim ki Korelilerle yüz ifadelerimle anlaşabiliyorum. Etekliğimi seçmemi söyledi. Hanbok temelde bir etek ve bir üst kısımdan oluşuyor kadınlar için. Erkekler için üst kısım ve pantolon kısmından. Diğer kiralama yerlerinde nasıldır bilemiyorum ama benim gittiğim yerde etek kısmını seçiyorsunuz, ona uygun üstü onlar bulup, veriyor (tabiki beğenmezseniz o kısmı da kendiniz bulabilirsiniz aslında). Sıra sıra etekler arasında dolaşmaya başladım şöyle bir ama saraya çok kaldım telaşı da içinde olduğumdan kendimi vererek, hayal ettiğim gibi uzun uzun inceleyerek bakamadım. Döndüm dolaştım, mekana ilk girdiğimde bir yuvarlak çizdim demiştim ya, o sırada gözüme ilk takılan eteğin başına geri geldim. Bu arada şunu demeliyim etekler dizaynlarına göre fiyatlandırılmışlar. Ben ne seçtiğime pek dikkat etmeden, o ilk vurulduğumu aldım elime. Alışverişe gittiğimde de böyle oluyor, ilk ne görürsem ona takılıyorum, öyle uzun uzun alışveriş yapamıyorum. Hangi dizayn çeşidine giriyordu bilmiyorum, elimde etekle kıza geri gidince kız dedi ki deneme kabinine gidebilirsin. Kabinlerin orada ahjummalar vardı, onlar giydiriyor. Eteğimi aldı, kabine astı, dolap anahtarı verdi, eşyalarını bırak dedi. Eşyalarımı bırakıp kabine geri gelince yine aynı ahjumma üstünü çıkar ben geliyorum dedi. Kabine girdim, tişörtümü çıkardım, pantolonuma yöneliyordum ki teyze geri geldi, Yok yok o dursun dedi (ben böyle dedi falan diyorum ama karşımdakilerin korece konuşmasını benim de onlara ifadelerimle cevap verip anlaştığımız diyalogları kastediyorum yani), kabinin perdesinin içine yarı yarıya girdi, kocaman bir tarlatanı üstüme geçirmeye başladı. Hayatım boyunca o şeyden giyeceğimi hiç düşünmemiştim. Sonra seçtiğim eteği geçirdi. En son da eteğime uygun seçip getirdiği üst kısmı giydirdi. Kabinden çıkınca diğer kızlarla birlikte saç yapım sırasına girdim ama kendimi o kadar değişik, o kadar mutlu hissediyordum ki. Mutlu mesut ve kimseyi sallamadan, dünyayı zerre umursamadan ingilizce muhabbet eden bir grup kız vardı ki böylelikle hemen amerikalı olduklarını anladım. Aynaya bakmamıştım daha, benim dışımdaki kızların giysilerine bakıp bakıp aaa çok güzel olmuşsun diye her gördüğüme iltifat etmekle meşguldüm. Saçlarınızı nasıl yaptıracağınıza göre de fiyatlar çeşitleniyor, aynanın etrafındaki resimlerden seçebiliyorsunuz. Aksesuarlar arasından da yine bu şekilde seçim yapabiliyorsunuz. Ben dizilerde sıklıkla gördüğüm, tam daha orta Joseon dönemi gibi düşündüğüm arkadan tek örgü şeklindeki stili istedim. Saçınız bitince yan taraftaki asılı çantalar arasından kendinize çanta seçebiliyorsunuz, çantamı seçmem biraz uzun sürdü, karar veremedim. En son da kasada ödemeyi yapıyorsunuz. Ödemeyi yaparken bir çocuğun elinde kılıç gördüm, görevli kıza kılıç var mı ben de istiyorum dedim. Kılıç yerine baktı, kalmamış dedi. Sonra dedi ki saat 10'a geliyor, nöbetçi değişim törenine yetişmek istiyorsan acele et. Bunu tamamen unutmuştum, kızdan kartımı fişimi alıp, dükkandan nasıl fırladığımı hatırlamıyorum. Hanbok Girls'ten Gwanghwamun'a (ana giriş kapısı) kadar saray duvarlarının dibinde etekliğimi tutarak koşmaya başladım. Aceleden bir türlü aynada kendime doğru düzgün bakamamıştım, nasıl göründüğüm hakkında bir fikrim yoktu henüz. Koştururken karşıdan gelen insanlar bana gülümsemeye başladı, bir teyze çok güzel olmuşsun diye seslendi peşimden, dönüp teşekkür ettim, koşmaya devam ettim. Ama bir yandan da şaşkındım, benim gibi hanbok giymiş kızların, grupların yanından geçiyordum, bana niye böyle demişlerdi?

Tüm haşmetiyle Gwanghwamun - ama içeriden

Gwanghwamun'dan içeri yıldırım gibi daldım, tören çoktan başlamıştı. Gwanghwamun ile Heungryemun arasındaki avluda ipler çekmişlerdi, insanlar o iplerin gerisinde kalabalık bir şekil oluşturmuş izliyordu. Ortada kalan boş alana davul sesleriyle birlikte Joseon dönemi kıyafetleri içinde saray muhafızları gelmeye başladı. Koşup, bir boşluk aradım, insanların kafaları üzerinden hemen videoya almaya başladım. Yaklaşık 20 dakika sürdü tören, bu alandaki muhafızların değişimi töreni günde iki kez bir saat 10'da bir de 14'te yapılıyor. Ben 10'dakine yetişmek için koştum yani. Saat 11'de ve 13'te ise Gwanghwamun'u koruma töreni gibi bir isme sahip bir tören daha yapılıyor, o da 10 dakika falan sürüyor. Hyeopsaengmun'un hemen dışında ise saray muhafızlarının eğitimi gibi bir tören yapılıyor 09:35 ve 13:35'te. Bu "mun" ile biten isimlerin hepsi saray kapılarını ifade ediyor bu arada. Gwanghwa kapısı gibi düşünün yani. Bu arada o kalabalıkta muhafızları izlerken ister istemez bir şeyleri fark ettim. Bir boşluk bulup, izlemeye çalıştım dedim ya, kolayca buldum mesela. Benim de görmeye çalıştığımı fark edince insanlar açıldı, kimse kimsenin önüne atlamaya, önünü kapatmaya çalışmıyordu. Kimse öne atlamaya çalışmadı, en önde ben olacağım diye yırtınmadı. Kimse kimseyi itmedi, rahatsız etmedi. Dünyanın pek çok yerinden gelmiş, çok farklı yaşlardaki pek çok insan, orada o toprak alanda çekilmiş iplerin gerisinde hep beraber aynı etkilenmişlikle, aynı keyifle, birbirimize tamamen saygı göstererek dikildik, töreni izledik. Bu kadar küçük şeyler o kadar büyük ve önemli geliyor ki bu yaşamak zorunda kaldığım b.k çukuru ülkeden sonra. Çocukluğumdan beri bana hep özenti seni, yabancı özentisi, ülkesini sevmeyen olur mu ne biçim insansın, nasıl hainsin diyen o kadar çok insanla karşılaştım ki. Anlatamadım bir türlü, o kadar körü körüne bağlılar ki var olmayan bir şeye. Bir töreni izlerken kimsenin üstüme çıkmamasının, insanların birbirine küfrederek birbirine girmemesinin, insan gibi bir şeylerin keyfini çıkarabilmenin nasıl bir his olduğunu bilmeyen, bilmek istemeyen, bu hayvanlıkla doğup büyüyüp, bunda bir sorun görmeyen insanlardan oluşuyor bu ülke. O yüzden nefret ediyorum işte, o yüzden özeniyorum her gördüğüm ülkeye. Neyse, o gün orada hissettiğim o ferah mutluluğa gölge düşürmeyeceğim. Bu tören 1996'dan itibaren bu şekilde yeniden canlandırma şeklinde yapılmaya başlanmış. Sarayın kapalı olduğu Salı günleri dışında her gün yapılıyor. İlk davul sesleriyle birlikte kapıdaki görevi devralacak birim, kapıya doğru yürüyor. İkinci davul sesleriyle askerler kapının dışına doğru gidiyor. Görevi biten muhafızların şefi, devralacak muhafız şefi ile kimlik tahtalarını karşılaştırıyor, birbirlerini kontrol etmiş oluyorlar. Ardından görevi biten askerlerin şefi askerlere talimat veriyor, o birim kapıdan içeri geçiyor. Üçüncü davul sesleriyle birlikte şef, askerlerine kapı bölgesini terk etmelerini söylüyor. 

Muhafız töreni bitince kalabalık yavaşça dağılmaya başladı. Hanbok giydiğim için bedava gireceğimi biliyordum ama yine de elimde bir bilet olması gerek diye düşünmüştüm. Bu yüzden bilet gişelerine yöneldim. O sırada insanlar bana bakmaya devam ediyordu, kesin koşturmaktan saçımı başımı bir şeylerimi dağıttım allahım bir yerimde bir şeyler var herhalde sümüğüm mü görünüyor diye panik içinde başımı önüme eğerek yürüyordum. Bir çift yanaştı, fotoğraf çekebilir miyiz çok güzel olmuşsun dedi. Tabi çekebilirim dedim, kadına doğru yöneldim, elinden telefonu alacaktım. Ama baktım kadın çekmek için pozisyon alıyor, adam da yanımda dikilmeye çalışıyor. İngilizcemde kesin sorun var diye düşündüm bir an, daha da kötüsü bu insanlar böbreklerimi çalmak istiyor olabilir miydi, bunca insan arasında en mal ben görünüyor olmalıydım kesin beni dolandıracaklardı. O an aklımdan geçen onca düşüncenin suçlusu da Türkiye'de yaşamak, farkındasınız değil mi? Neyse. Tiplerinden Güney Asyalı'ymışlar gibi görünüyorlardı (ırkçılık değildir bu değil mi sadece genel geçer insan görüntülerine göre konuşuyorum). Çok tatlılardı, gülümsüyorlardı, ben de gülümsedim ama bir yandan kesin beni kesecekler diye düşünüyordum. Benimle neden fotoğraf çekilmek istesinlerdi ki? Adamla birlikte dikilip, kameraya poz verdim. Bana çok teşekkür edip, gittiler. O fotoğrafta az sonra kaçırılacakmışım gibi şok içinde baktığıma eminim, artık ne düşündüler bakınca kim bilir. Hayır sonradan aklım açılıyor, ben de deseydim ya ben de sizinle çekilebilir miyim, nereden geldiniz, napıyorsunuz falan muhabbet etsene. Ama işte dedim ya, tamamen durumun şoku içindeydim. Hayatım boyunca görmediğim bir deneyimle yüz yüze gelmiştim. Bazı insanlar için ya da ne bileyim diğer ülkelerde yaşayan insanlar için çok normal olabilecek şeyler benim gibiler için o kadar yabancı şeyler oluyor ki.

O şokun ardından bir o yana bir bu yana adımlar attım. Kendi etrafımda daireler çizdikten sonra bilet gişesine gittim, insanlar sıraya girmeye başlamıştı, ben de girdim. Beklemeye başlayacaktım ki bir görevli bilet almanıza gerek direkt girebilirsiniz dedi. Bilet gişesinin yanındaki audioguide gişesinden haritamı ve kulaklıklı cihazı aldım, gişedeki görevli nasıl yapılacağını anlattı. Sonra emin adımlarla sarayın bir iç kapısına, Heungryemun'a yöneldim. Bilet kontrolü bu kapının girişinde yapılıyor, hanboklu iseniz şuradan geçebilirsiniz diye yönlendiriyorlar.

Gyeongbokgung, parlaklık ve talih sarayı demek kelime anlamı ile. 1392 yılında Joseon Hanedanlığı kurulduktan 3 yıl sonra bu saray yapılmış. Başkent ilk zamanlarda şu an Kuzey Kore sınırları içinde olan Gaesong'muş, Joseon Hanedanlığı ile birlikte Seul'e taşınmış, o zamanlarki adı Hanyang'mış şehrin. Bugaksan'ı (bugak dağı) arkasına alan bir alanda 415 bin metrekarelik bir alanı kaplıyor saray. 1592-98 arasındaki Japon işgalleri sırasında tüm saraylar yakılıp yıkılırken Gyeongbokgung da 1592'de kocaman bir yangınla yok olmuş. İşgal bitince Changdeokgung yeniden inşa edilmiş ve saray ahalisi oraya taşınmış. 1867'de veliaht prensin emriyle yeniden inşa edilene kadar Gyeongbokgung atıl durumda kalmış. 1905'te Eulsa Anlaşması ile Kore'nin, Japon himayesine girmesi ve 1910'da da Japonya'nın Kore'yi resmen işgal etmesiyle birlikte sarayın büyük kısmı yıkılmış ve tam önündeki kısma Japon sömürge yönetimi binaları inşa edilmiş. 1990'dan beri sarayın yeniden ortaya çıkarılıp, inşa edilmesi ve korunması çalışmaları devam ediyor. Ben gittiğimde de Gwanghwamun'un önündeki alan tamamen kazı yapılıyor haldeydi mesela. Önce 16.yy.daki Japon işgaliyle, sonra 1900lerin başındaki Japon işgaliyle, ardından 1950lerdeki Kore Savaşı ile pek çok kez yakılıp, yıkılan, neredeyse temeli bile zor buluna tüm bu yapıları bu kadar güzel, bu kadar özenle yeniden yapmışlar ki, gezerken bir yandan hem içim acıdı, hem de takdir ettim. (Gyeongbokgung web sitesi-->burada)


Kore saraylarının genel yapısı, bir ana kapıdan girdikten sonra orta bir avlu, başka bir kapı yapısı, o da diğer bir avluya açılıyor gibi devam ediyor. Kapı yapılarıyla birbirinden ayrılan alanlarda genelde tek katlı (bazen de iki katlı) binalar yer alıyor yan yana. Ben haritada gördüğünüz 1-4-5-6 kısımlarını gezdim önce. 5'e gelene kadar büyük bir hevesle ve azimle geziyordum, her gördüğüm binaya merakla bakıyordum ama 5'e geldiğimde artık bir bıkkınlık oluşmaya başlamıştı. Çünkü önceki gün doğru düzgün hiçbir şey yememiştim, sabahtan beri tek lokma ağzıma atmamıştım ve yataktan fırladığımdan beri koşturuyordum. Ayrıca o gün şansıma hava güzeldi ama güneş beynimi yakmaya başlamıştı. İlk kısımlarda çok kalabalıktı saray. Henüz sosyal fobim ile başa çıkmaya çalışıyordum, binaları çektim usul usul çoğunlukla. Sonra sonra baktım insanlara, onlar yapıyor, ben de yapabilirim dedim ve tripodumu bulduğum yerlere koyup, kendimi çekmeye başladım yapılarla. Sonra insanlar azalmaya başladı. Hatta dolaştıkça tamamen boş yerlere denk gelmeye başladım. O anlarda işte resmen zaman yolculuğu yapmışım gibiydi. Üstümde hanbok, etrafta kimse yok, sesler uzak, ağaçlar hışırdıyor, toprak zemin ayaklarımın altında. Etekliğimi kaldırarak merdivenlerden çıkıp, iniyordum. Binaların içine giremiyordum ama olsun. Odaların önünde oturulabilen minik uzantılar oluyor, oralara oturup, uzun dakikalar boyunca düşündüm. Mutluydum. Hayatımda belki de ilk defa, uzun yıllar sonra ilk defa mutlu hissediyordum. Mutlu ve güzel. Bu o kadar tuhaf ve o kadar yabancıydı ki. 14 yaşımdan beri ilk defa güzel hissediyordum. Bunun için neredeyse 17.yy. tarzı bir elbise giymem gerekmişti ama olsun. Güzeldim. Bunun neden ve ne kadar önemli olduğunu size anlatabilmem mümkün değil. Ben 14 yaşımdan sonra bir daha kendimi ne güzel, ne de zerre akıllı hissedemedim. O noktadan sonra böyle yıllar içinde adım adım gökyüzünden düştüm gibi hissettim. Her bir adımla birlikte kendimden, kendim olduğumu sandığım kişiden bir şeyler kaybederek yaşadım. Zekamı, güzelliğimi, kendime güvenimi, akıl sağlığımı, beden sağlığımı kaybede kaybede sonunda dibe vurup, tamamen kayboldum. Her şeyi, kendimi yeniden inşa ederken o gün orada, bir zaman yolculuğuyla kendimi yeniden, ilk defa mutlu, bir bütün gibi hissettim.

Heungryemun'un önünde ben

Gyeongbokgung'a Gwanghwamun'dan girdim, muhafız töreninin yapıldığı geniş avludan ilerleyip, Heungryemun'a geldim. Bu kapıdan da geçince girdiğim avluda Kore saraylarının mimari özelliklerinden biri olan yapıyla karşılaşmış oldum ama bunu Changdeokgung'da öğrenecektim. Gyeongbokgung'da dikkatimi çekmemişti. Şöyle ki, her saraya girişte önce bir nehir üzerinden geçen bir köprüden geçiliyor ki arınarak saraya, kutsal bir yere girilmiş oluyor. Gyeongbokgung'da da bu ikinci avluda bu şekilde bir köprü yer alıyor. Ardından Geunjeongmun (bir başka kapı)dan geçtim ve sarayın aslında ana yapısı olan Geunjeongjeon'a ulaşmış oldum. Burası sarayın ana taht odası, kelime anlamı çalışkan/gayretli yönetim. Taç giyme törenleri, kabine toplantıları, elçilerin kabul edilmesi gibi devlet işlerinin yapıldığı yer burası olduğundan en görkemli yapı da burası. (Bu arada kelimelerin sonlarındaki parçalara dikkatinizi çekmek istiyorum bir kere daha: "Mun" kapı demek, "Gung" saray ve "Jeon" da salon anlamında.)

Geunjeongmun

O aşamada ileri doğru ilerlemek yerine bir de yana doğru bir geçit var, orada ne varmış diyerek sola girdim. Sujeongjeon'a çıkmış oldum. 1867'de yeniden inşa edildikten sonra ayakta kalan tek saray yapısı burası. 1867'deki inşasından önce aynı alanda yer alan Jiphyeonjeon, meşhur kral Sejong'un şimdiki Kore alfabesini icat ettiği yer.

Sajeongjeon kısmına giriyoruz

Geri gelip, büyük taht salonunun olduğu yere çıktım. Buranın hemen arkasında Sajeongjeon yer alıyordu. Burası Joseon yöneticilerinin ana meclis salonu olmasının yanı sıra günlük görevlerini yerine getirdikleri yer. Joseon hükümdarları, en yüksek rütbeli memurlarıyla günlük sabah toplantılarını ve devlet meseleleri üzerine oturumlarını bu salonda yapmışlar. Burası aynı zamanda sarayın gezerken artık kalabalıkların azalmaya başladığı noktaydı.

Gangnyeongjeon ve Gyotaejeon bölümlerinden

Gangnyeongjeon ve Gyotaejeon bölümlerinden

Buradan ilerleyince Gangyeongjeon'a gelmiş oldum. İşte bu kısımlar tam böyle sakince, çok diğer insanlarla artık karşılaşmadan gezebileceğiniz kısımlar. Kralın özel daireleri, yaşam alanı, yatıp uyuduğu, devlet işleri dışında günlük aktivitelerini yaptığı yer.

Bu kısmın hemen arkasında ise kraliçenin özel yaşam alanlarının yer alması çok normaldi. Bu kısmın ismi Gyotaejeon, kraliçenin saray işlerini ve sarayda yaşayan kadınlarla ilgili meseleleri idare ettiği yer burası. Bu noktada hemen hemen kimseciklere rastlamıyorsunuz. Çünkü bu kısmın arkasından başlayarak sağ taraftaki saray mutfakları kısmı da dahil olmak üzere restorasyon çalışması altındaydı. Giriş yasaktı, Gyotaejeon yapısının hemen arkasında yer alan Amisan bahçelerinin o güzelim çiçekli teraslarının yalnızca az bir kısmını ve bahçedeki bacaları görebiliyordum. Baca deyip geçmeyin, üstlerinde çok güzel süslemeler var. Burada dolaşırken iki kadınla karşılaştım, fotoğraflarını çekmemi istediler. Saraya girerkenki şaşkınlığımı atabilmiş olduğumdan (bir de bunlar benim fotoğrafımı değil, kendilerini çekmek istediklerinden) nereli olduklarını falan sorup, muhabbet edebildim. Singapurlularmış.

Cafe Layered'daki kahvaltı+öğle yemeğim :)

İşte Cafe Layered Bukchon - şu kalabalığı görüp de vazgeçmedim ya, kendimi takdir ediyorum

Saat 11:45'e geldiğinde artık tükenmiştim. Yalnızca 2 saattir geziyordum ama bana sanki artık 10 saat olmuş gibi geliyordu açlıktan. Bir de tarlatanla tuvalete gitmenin zorluğu beni strese sokuyordu. Dedim ki nasıl olsa hanboklayım, çıksam da geri yine bedava girebilirim (ah bu türk olmak, her an her durumda parayı düşünmek). Yan taraftaki kapıyı bilmiyorum ya, gerisingeri girdiğim Gwanghwamun'a yürüdüm. Oysa Geonchunmun'un yakınındaydım, hemen çıksam kolayca Bukchon Hanok Köyü'nün olduğu bölgeye denk gelip, oradaki bir dolu kafe restauranta rastlayabilirdim. İnsan her şeyi sonradan öğreniyor. Gwanghwamun'dan geri çıkıp, kendimi karşıdan karşıya geçmek için bekleyen kalabalığın içinde buldum. Karşıya geçip, Yulgok-ro boyunca yürümeye başladım. Önce acayip utanıyordum, üstümde hanbokla sarayın dışında, sokaklarda yürümek ayıpmış gibi. Ahh çünkü sosyal fobi...Yürüdükçe alıştım, içimden I must not fear, fear is the mind killer diye tekrarlaya tekrarlaya yürüyordum. Zaten Anguk tarafına yaklaşıkça baktım oralarda da benim gibilere denk geliyorum. İyice kendime güvenim arttı, haritamda işaretlediğim kafelerden birine doğru yöneldim. Bir cumartesi öğlesinde, bu turistik ve kafelerle dolu bölge tabiki aşırı kalabalıktı. Cafe Layered'ın Boukchon şubesini 30 kere önünden geçip, anlayamayıp sonunda buldum. İçeri daldım, her yer dolu. Ama hanbok giymişim, sokaklarda yürümüşüm, tripodla kalabalıklar arasında kendimi bile çekmişim, vazgeçmeyeceğim. Sosyal güvenimin zirvesindeydim, içeride ilerledim, tüm o keklere pastalara çöreklere baktım, inceledim. Bir yandan da sistemi çözmeye çalışıyorum, kendimin üç katı genişliğindeki etekliğimle insanların arasında yol almaya çalışıyorum. Gençler arkadaşlarıyla gelmiş, turist sayısı yok denecek kadar, genelde koreli gençler arkadaşlarıyla buluşmaya gelmiş. Büyük ana caddenin aksine buradaki tek hanbok giymiş, tek turist benim. Elim ayağım titremeye başlamadan kendime gaz verip durdum. Yaparsın dedim, hadi be koçum dedim, kaplansın sen dedim (öyle ya çin burcum kaplan sonuçta yalan da değil). Baktım şu taraftan bir tepsi alıyoruz, oradan tabak, sonra pastaların böreklerin arasından istediğimizi seçip, kasaya ilerliyoruz. Kasanın orada çatal bıçak var. Çalışanlar hep genç, güzel. Kasadaki çocukla yüz yüze geldim, allahım bu da kdramadan fırlamış gibi, pek yakışıklı. Ama ben bir yandan kasanın önündeki peçetelikten peçete alıp alıp yüzümü boynumu siliyorum, ter fışkırıyor. İçerisi aşırı gürültülü, hiçbir şey duyamıyorum. Çocuk aldıklarımın fiyatını söyledi, içecek aldınız mı falan dedi. Anlayamadım ki. 3 kere tekrarlattım. Yakışıklı çocukları kendimden nefret ettirmeye azmettirmişim gibi. Sonunda kahveyi söyleyebildim, bir pasta, bir de scone benzeri bir şey aldım tuzlu olduğunu umarak. Orada da kredi kartım geçmedi, nakit ödedim ama oranın fişini kaybetmişim nasıl olduysa. Ne kadar ödediğimi bilemiyorum o yüzden. (Cafe Layered'ın Instagramı-->şurada)

Fotoğraf LadyIronChef'ten.
Ben buradaki Dark Choco Sound
olan kahveyi aldım

Cafe Layered'ın minik taburelerinde o kocaman etekliğimle oturmaya çalıştım. Seçtiğim pasta güzeldi ama scone gibi olan şey beklediğimin aksine tuzlu değildi. Midem zaten henüz kendine gelmemişti yolculuk sonrası. Sırf tereyağı yiyormuşum gibiydi. Onu yarım bıraktım mecburen. Kahvesi yalnız hakikaten güzeldi. Bu söyleyeceğim size biraz şımarıkça ya da ne bileyim saçma gelebilir ama pek çok ülkede içtiğim sade kahvelerin tadı gerçekten güzel geldi şimdiye kadar. En gözden uzak sokak arasındaki bir kahveciye girip, öylesine aldığım bir kahvenin bile lezzetini yıllar geçse de hatırlıyorum mesela. Oysa Türkiye'de yalnızca bir kere, bir çikolatacının kahvesini içilebilir bulmuştum ki ona da sonra aynı hevesle ikinci kere gidince, ilk seferindeki lezzetin tamamen tesadüf olduğunu gördüm. Bunca yıldan ve bunca ülkeden sonra artık eminim ki Türkiye'de ya kahve yapmayı gerçekten bilen bir allahın kulu yok ya da hakikaten aşırı kötü kahveler geliyor bu ülkeye hep.

Kafeden saat 1 gibi kalkıp, geri saraya doğru aynı büyük cadde üstünden yürümeye başladım. Gördüğüm bir GS25'e (hani bahsetmiştim ya convenience storelardan biri) girip, şu meşhur muzlu sütten aldım. Hani dizilerde filmlerde, sevdiğimiz idollerin elinde gördük ya bunca yıldır, hah işte ondan. Bir de yolumun üstünde kocaman Woori Bank binası vardı, bulmuşken kaçırmayayım dedim, oradan da para çekmeyi denedim (bu da başarılıydı). Saraya bu sefer, yukarıda dedim ya keşke oradan çıksaymışım dediğim taraftan, Geonchunmun'dan girdim. Tam da yine yukarıda bahsettiğim, saray muhafızlarının eğitim törenine denk gelmişim ama tuvalete gitmek zorunda olduğumdan doğru dürüst yakalayamadım. O tartlatanla tuvalete gitmek gerçekten bir kabus.


Gyeonghoeru

National Folk Museum of Korea da bu tarafta, güya onu da gezecektim aklımdaki planda. Saat ikiye gelmişken ben daha Gyeongbokgung'u bitirememiştim. Bu ikinci girişimde bu sefer bahçeli kısımları, haritada gördüğünüz 3 ve 12 numaralı kısımları gezdim. 3'te Gyeonghoeru Pavilion'u var, böyle ağaçların arasında bir göl, gölün ortasında bir kameriye. Kalabalık turist topluluklarını görmezden gelebilirseniz aslında çok huzurlu, çok şahane bir ortam. Hakikaten burada yaşamanın güzelliğini hayal edebiliyor insan (bu arada saraydan bahsetmeye başladığımdan beri her bir binadan, tarihinden, olaylardan bahsetmemek için kendimi çok zor tutuyorum, yoksa yazı 3 ay sürecek). Bu gölün etrafında azcık yürüdüm, sonra oturup sütümü içtim. Güneşli hava aslında çok güzeldi ama yorgunluktan ve kafama güneş geçiyor olmasından ötürü söylenmeye başlamıştım. Son bir çabayla kendimi kaldırıp, 12 numaralı bölüme doğru yürüdüm. Öğleden sonra artık herkes benim gibi kendini bir yerlere atmış oturuyordu. Çimenlerde, banklarda, orada burada. Bu bölümde kralın kütüphanesi var, Taewonjeon. Gerçekten de içinde oturup, okunabilecek kitaplar raflarda duruyor. İçeriye girilebilen tek bina da bu sanırım sarayda. Girişte ayakkabıların çıkarıldığını gördüğümde beni yine aldı bir Türklük, cami önü gerginliğime ulaştım, ulan 72 milletten insan var, alır giderler ya ayakkabıları diye. Girişte öylece dikilip, yere bırakılmış ayakkabılara, raflara konmuş şemsiyelere baktım. Kimse ellemiyordu, kimse sallamıyordu. Bizde olsa elinden çekip alırlardı, burada herkes çok rahattı. Korka korka ayakkabılarımı çıkarıp, kütüphaneye girdim.

İşte Jibokjae - kütüphane

Kütüphanenin tavanı

Kütüphaneden çıktıktan sonra artık sadece öylesine yürüyor gibiydim sarayın içinde. Baktım, o dizilerde hani çatıda terasta bahçede falan böyle alçak bir dikdörtgen ya da kare yükselti olur ya tahtadan, kahramanlarımızın onun üstünde bağdaş kurup, oturur yemek yer, bazen uzanır yıldızları seyreder, hah işte ondan var bahçenin içinde. Dosdoğru gittim, kendimi üstüne attım sırt üstü. Tabi tarlatan da havaya fırladı, kafam aşağıda tarlatan yukarıda yatar halde buldum kendimi. Etraftakiler bana baktı, ben ayağa fırladım. Vazgeçip, oturmaya çalıştım ama. Bu arada bilmeden de olsa o gün tam olarak hanbok için giyilebilecek en iyi giysileri seçmişim. Altımda beyaz, bileğimi örtmeyen pantolonum vardı, eteğin altından hem görünmüyordu hem de korumuş oluyordu bacaklarımı. Beyaz sneakerlarımı giymiştim, hanbokun altına olabilecek en normal görünüm buydu.

Saat 3'ten sonra artık diğer turistlerin hepsi gibi baygınlık geçirmek üzereydim. Onlar oturuyordu bahçelerde ama benim sorunum tuvaletimin gelmesiydi. Tuvalete gidemiyordum etekle. Terlemiştim, çok yorulmuştum. Dudağımı bükerek, sonsuza kadar bu sarayda yaşamak istemekle gidip yatma isteği arasında bocalayarak saraydan çıktım. Hanbok Girls'e geri dönüp, hanboku teslim ettim. Hem çok terlediğim için rahatlamıştım, hem de hiç çıkarmak istemiyordum. Bir dahakine kesinlikle uzun uzun bakıp, seçip, sonra da akşama kadar üstümden çıkarmamaya karar verdim. Bunda da tüm gündü planım, öyle kiralamıştım ama yalnızca 4-5 saat kadar giyebildim.

Saat 4'e gelmek üzere olduğundan planladığım gibi diğer saraylara ya da shrine'a gidemezdim. Bukchon Hanok Köyü'nde de yürümeyi gözüm yemiyordu. Zaten öğlende yediğim bir dilim pastadan ve kahveden başka tüm gün bir şey girmeyince mideme, yemek yemeye gitmeliydim. Ama kendimde bir restaurant bulup, gidecek uğraşacak enerjiyi bulmaya çalışıyordum. Kendimi zorlayıp, metroya bindim, Myeongdong'a gittim. En azından orada çok fazla aramadan bir yerlerle karşılaşabilirdim. Ama Myeongdong'a geldiğimde tüm o sokak yemekleri standlarıyla karşılaşınca dedim tamam. Bu, bu deneyimi edinmem için bir işaret. Daldım aralarına, önce büyük bir açlıkla teriyaki soslu tavuk şişinden aldım. Artık çok mu açtım ondan mı bilemedim, çok lezzetli geldi. Tabi gazı alınca devam ettim, her şeyi yerim ben böyle diyerek. Şişe geçirilmiş peynirler vardı bu sefer, aklımda tuzlu tuzlu erimiş kaşar var. Ama adam vermeden hemen önce üstüne bir sos dökmesin mi, böyle açık beyaz, şeffafımsı. Tatlıymış o sos, bir de peynir de tuzsuzmuş zaten. Sırf para verdim diye zorladım kendimi ama kusacaktım, sonra atacak yer aradım. Zaten buradaki bu tezgahların en büyük sorunu bu, aldığınız şeyi kalabalığın içinde birine geçirmeden yemeye çalışmak ve sonra çöpünüzü atacak çöp bulabilmek. Peynirle birlikte iştahım kaçtı, midem zaten pamuk ipliğine bağlıydı. Tezgahlar arasında her şeye sulanarak ama bir türlü cesaret edip alamayarak dolandım. Sonunda cesaretimi toplayıp, mochi aldım. En merak ettiğim yiyeceklerden biriydi çünkü internette dolaşırken gördüğünüzde sanki müthiş güzel bir şeymiş gibi geliyor. Şeftalili aldım, çünkü en sevdiğim şey şeftali. İlk ısırıkla birlikte ne kadar saçma olduğunu da anladım. Bu da iştahıma son noktayı vurdu. Eh gene karnımı doyuramadan bir günü noktalıyorum dedim, en azından biraz vitamin girsin bünyeme diye portakal suyu aldım. Hemen tezgahta sıkıyor, poşete koyup, pipet geçirip eline tutuşturuyorlar. O iyiydi işte.

Gitmeden önce bu yemek tezgahlarına bakarken, insanların videolarını izlerken falan hep her şey aşırı lezzetli geliyordu, hep gidersem her şeyi yiyeceğim, her şeyden deneyeceğim diyordum. Gerçekte her şey çok farklı oldu. Hayal ettiklerimin onda birini ancak deneyebildim. Bu arada bu tezgahlarda nakit ödüyorsunuz, fiyatlar 1000 ile 10000 won arasında değişiyor.

Bu hiç de planladığım gibi gitmeyen ikinci günün sonunda da Myeongdong'da şöyle bir dolaşıp, elimdeki yarısı ısırılmış mochiye hüzünlü hüzünlü bakarak otelin yolun tuttum.

28 Mayıs 2023 Pazar

Bir Seul Macerası Bölüm III - Namsan Kulesi, Myeongdong, Sungnyemun, Ikseondong

Odamdan ilk sabah manzarası, azcık gri Seul

 Seul'deki ilk sabahımda erkenden uyandım. Bu yolculuğa çıkmadan önce kendimi zorlamayacağım, yormayacağım diye karar vermiştim ya, ilk günlerin heyecanıyla onu biraz unutmuş olabilirim. Ama güzel ve derli toplu görüneceğim, hazırlanmadan odadan çıkmayacağım kararımı unutmadım çok şükür. 7 buçuk gibi uyandığımda gökyüzü önce bir griydi. Seul'deki havanın hemen hemen hep böyle olduğunu böylece ilk sabahımdan görmüş oldum. Sanki buradaki o açık, berrak gökyüzü hiç oluşamıyor gibi hava ne kadar güneşli olursa olsun. Aç bile hissetmiyordum, zaten ilk 3-4 gün kendimi hiç aç hissedemedim. Yeni bir ülkeye, yeni bir şehre her ayak bastığımda oranın kendine özgü kokusunu alırım hep. O ilk anda aldığım koku ile kazınır o şehir beynime. Seul'de de aynı şey oldu. New York'ta aldığıma çok benzer bir koku karşıladı beni. Gene de tam olarak NY ile aynı değildi, daha dayanılabilirdi. Kötü değildi yani aslında, NY'daki ciddi ciddi kötü bir kokuydu benim için (Avrupa'dan hiç bahsetmiyorum bile, direkt sidik kokuyor bence hangi şehre gitseniz). Büyük ihtimalle bu koku ve yolculuğun heyecanı, stresi ilk günler midemi alt üst etmiş olabilir. Yolculuk boyunca çantama attığım şeyleri otelde atıştırarak yaşadım o günlerde. O ilk sabah da biraz uçak ekmeği kemirdim, önceki gece check-in yaparken otelin hediyesi olan yakwhadan yedim. Güzelce hazırlandım, saçlarımı yaptım, yüzüme bir şeyler sürdüm, takım giydim. Heyecanlı hissetmiyordum, korkmuş olacağımı düşünürdüm ama hiç bir şey hissetmiyordum. Sanki hep orada yaşıyormuşum, dışarı çıkacakmışım gibi bir hava vardı üzerimde.

T-money kartım

9 buçuğa doğru otelden çıktım. Otelin Hangang-daero'ya bakan kapısından çıktığım yerde solumda hemen bir CU gördüm, hani 24 saat açık olan market-bakkal tarzı "convenience store"lardan biri. Kapıda dokunmak için bir yer var, ona dokununca kendiliğinden açılıyor. İçeri girdim, Kore'de girdiğim ve gördüğüm convenience store minicikti. Kasada gençten bir kız vardı, T-money kart istediğimi söyledim. Hemen arkamı işaret etti, sıra sıra asılı kartlardan bir tanesini aldım. Kartın kendisi 4000 won=60 lira. İçine 50000 won yükleyeyim dedim, yaklaşık 754 lira. Kartın parasını kredi kartıyla ödeyebiliyorsunuz ancak içine yüklenecek parayı nakit vermeniz gerekiyor. Bu ilk günkü ilk alışverişimde nasıl olsa naktim var diyerek hepsini nakit ödedim. Kasiyer kız çok tatlıydı, girerken falan Korece merhaba demiştim, kartı falan aldıktan sonra dedim ki doğru telaffuz edebiliyor muyum? Süper söylüyorsun dedi.

Sokağa çıktığımda karşılaştığım Seul

Başladım Namsan'a doğru yürümeye. Hangang-daero üzerindeydim önce. Bir gökdelenden çıkmıştım zaten, yürüdüğüm cadde boyunca yine gökdelenler vardı. Solumda akan trafiğe baktım, sağımdaki tepesini göremediğim binalara baktım. Çok farklı hissedeceğimi düşünmüştüm, çok yabancı, çok değişik gelecek diye düşünmüştüm ama yürürken hiç de öyle hissetmedim. Hiç yabancı bir yerde gibi değildim. Alakası yoktu görüntüyle ama Türkiye'de yürüyormuşum gibi bir hisle yürüdüm. Hava hafif serin bir rüzgarla üşütüyordu, aslında gökyüzünde bulutların arasında gidip gelen güneş vardı. Huam-ro'ya dönmem gereken yerde önce bir şaşırdım, bir gökdelene girecek gibi oldum. Bu ilk günlerde harita ve yollar ile baya bir cebelleştim. Çok basit olmasına rağmen bir türlü anlayamadım. Saat daha 10 olmamıştı ama sanki ofislerinden çıkan, ellerinde kahvelerle sohbet ederek yürüyen ofis çalışanı kılıklı insanlar vardı yolda hep. Huam-ro'ya dönüp, yokuş yukarı çıkmaya başladım. Bu yol üzerinde minik restaurantlar ve kafelerin önünden geçiyordum. Daha çok erken olduğu için kimsecikler yoktu ama kokuları alabiliyordum, midem yine bulanmaya başladı. Kötü olduğu için değil, o yabancılık ve tuhaflık hissini beynimle değil midemle algılıyordum belli ki. Huam-ro'dan Suwol-ro'ya çıktım. O noktada Namsan parkının yeşillikleri ve sur duvarlarının bir kısmı görünür oldu. Parkın girişinden patikaya daldım. Çiçeklerin ağaçların düzenlenmesiyle uğraşan görevliler vardı, onların arasından geçtim. Çiçeklerin güzelliğine ağzım açık bakakaldım. Sonraki günlerde de gezerken gördükçe anladım ki estetik duygusu, temizlik, düzenlilik, derli toplu olmak hep özen göstermenin sonucu. Ankara'da çiçek yok mu, yol kenarlarına parklara dikmiyorlar mı? Dikiyorlar. Ama daha dikerken bile bir özen olmadığı için bu ülkede hiçbir şey güzel görünmüyor. Hiçbir şey insana zevk vermiyor. Böyle çirkinlik içinde, yok etmek için yaşıyormuşuz gibi.

Yi Si Yeong'un Namsan Parkı'ndaki heykeli

Patikadan çıkmaya başladıkça sanki hayatımda ilk defa yeşillik, ağaç, çiçek görüyormuşum gibi hayran hayran yürümeye devam ettim.Bu erken saatte köpeğiyle gezenler, spor kıyafetlerini geçirmiş nineler dedeler ile karşılaştım bol bol. Genişçe bir düzlüğe ulaştığımda iki heykel gördüm. Sağ taraftakinin önünde kalabalık bir genç grubu kahkahalarla oturuyordu. Önce sol taraftakine yöneldim. Bu heykel, Yi Si Yeong'a aitti (이시영). 1868-1953 arasında yaşamış, 1948'den 1951'e kadar Güney Kore'nin başkan yardımcılığını yapmış ki bu vesileyle ilk başkan yardımcısı olmuş oluyor.

Namsan Parkı'ndaki Kim Gu heykeli

Sonra biraz çekinerek sağdaki heykele doğru yürüdüm. Sosyal fobimi üstümden atma amacıyla tek başıma çıktığım bu gezide daha ilk günde o kadar da dışa dönük olamayabilirdim değil mi? Çok yanaşamadan uzaktan baktım bu heykele o yüzden. Bu heykel ve çevresi daha büyüktü. Kim Gu, diğer adıyla Baekbom'a aitti. 1876-1949 arasında yaşamış çok önemli bir isim Kim Gu. Japon işgali döneminde bağımsızlık hareketinin önderlerinden biriymiş ve 1926-1927 arasında geçici hükümetin başkanlığını yapmış, neredeyse tüm hayatı boyunca Kore'nin bağımsızlığı için savaşmış, hapse atılmış, işkence görmüş, 26 yılını Çin'de sürgünde geçirmiş. Ancak tabi görüşleri herkes tarafından sevilmemiş olacak ki 1949'da Koreli bir teğmen tarafından öldürülmüş. O teğmeni 90larda Kim Gu'nun hayranı olan bir otobüs şöförü öldürmüş gerçi. Tarih aslında acayip zevkli bir şey, çünkü mesela sonradan ortaya çıkan gizli belgelere göre de bu teğmen Amerikan gizli servisinin bir ajanıymış. Oysa ki ilk sorgulamalarda tek başıma hareket ettim demiş, yıllar sonra ise Kim Gu'dan hemen sonraki başkanın emriyle yaptığını bulmuşlarmış. Olaylara gelin olaylara.

üzerinde yazanların neden yazdığını ve
burada neden durduğunu çözemediğim kaya

Kim Gu'nun heykelinden uzaklaşınca önce büyük büyük taşların olduğu bir minik alana geldim. Taşların üzerinde uzun uzun Korece metinler vardı. En büyüğündekini Google Lens ile çevirmeye çalıştığımda "Human Mind Connection Theory" yazdı. Bunun ne ile ilgili olduğuna ve neden oraya kocaman bir kaya parçasının üzerinde yazılı olduğuna dair bir şey bulamadım. Taşların olduğu noktadan sağa bakınca ise başka bir heykel karşıladı beni, arkasında bir de müzesiyle. Heykeli görür görmez aa ama ben tanıyorum bu insanı diye yavaş yavaş yaklaştım, sonra altındaki ismi görünce ışıklar yandı kafamda. Meşhur Ahn Jung Geum'dan başkası değildi bu, bu seyahatten döndükten sonra II. Ankara Kore Film Festivali'nde açılış filmi olarak izleyecektim hayatını. 1879-1910 arasında yaşamış bir Kore bağımsızlık savaşçısı olarak 1909'da Japon başbakanına suikast düzenleyip öldürmüş, sonucunda yakalanıp, ertesi yıl idam edilmiş. Yukarıda bahsettiğim Kim Gu da bir dönem Ahn'ın babasının evinde kalmış.

Ahn Jung Geum heykeli

Ahn Jung Geum heykelinden itibaren asıl tırmanışım başladı. İlk günkü ilk hedefin Namsan Kulesi'ne ya da diğer adıyla N-Seul Kulesi'ne çıkıp, önce şehri bir kuşbakışı bütünüyle seyredip, ardından Myeongdong gibi turistik yerlerine gitmek, Cheonggyeoncheon boyunca yürümek ve ilk günde neredeyse tüm şehri yürüyerek gözden geçirmekti. Evet ilk gün için oldukça hevesli ve aç gözlü düşünmüşüm. Kulenin olduğu tepeye doğru tırmanmaya başladığımda bile daha yolun başında çoktan terlemiş, nefes nefese kalmıştım. E haliyle Ankara'daki yaşantımın geneli bilgisayar başında oturmaktan oluşuyor. Saçlarım nemden ve esintiden Hagrid'e dönmüştü. Terlediğim için üstümdeki ceketi çıkarıp, elime aldım, cekette ter lekesi oluşmasın diye. Bu sefer de terden ıpıslak olduğum için üşümeye başladım. Tepeye doğru bir dolu merdiven ve patika çıktım. Manzara şahaneydi, orman, park şahaneydi. Gökyüzü güzel görünüyordu, ceketli gömlekli ofis çalışanlarına da rastlıyordum, batonlarıyla ninelere de. Benim gibi turistler de vardı tek tük, çocuk grupları da. Söylene söylene çıkmaya devam ettim, mutluydum gerçi, tatlı bir söylenmeydi bu. Suyum bitmişti bu arada, hemen sol tarafta içecek otomatları gördüm. Kore'deki teknoloji ile ilk imtihanımda başarısızdım, su alamadım otomatlardan. Neyse kimse görmedi rezil olmadım diyerek hiçbir şey olmamış gibi uzaklaştım. Azcık yukarıda hemen bir kafe gördüm neyse ki. Oradan yine nakit 1000 won vererek suyumu aldım. Bu sırada o meşhur aşk kilitlerini görmeye başlamıştım. Merdivenlerin bir yanında minik minik gözetleme çıkıntıları (denize uzanan iskeleler gibi hani) yapılmış, o iskelelerde tüm demirler, her yer kilitlerle ve not kağıtlarıyla dolu. İnsan fotoğraflarda görünce o kadar da etkili gelmiyormuş, gerçeğini görünce manyaklığın derecesini anlıyorsunuz. Ki bu rastladıklarım asıl aşk kilitleri asma noktası bile değildi. Kuleye çıkan yolun her bir yerinde, kulenin etrafındaki en ufak en saçma yerlerde bile kilitler asılıydı.

Namsan İşaret Tepecikleri

İşaretçi askerlerle

Ben tepeye çıkar, kuleye falan da çıkarım da sonra inerken Beacon Mound Lightning Ceremony'sine bakarım diyordum kafamda. Beacon Moundlara ulaşmam bir saat sürdü tabi. Namsan Kulesi'nin hemen eteğinde işaret tümsekleri var, beacon moundlarla kast ettiğim bu. Joseon Hanedanlığı döneminde, başkent bugünkü Seul'e taşındıktan sonra 1394'te Kral Taejo zamanında Namsan'daki bu işaret tepecikleri kurulmuş. Şehri istilalar korumak için bir çeşit mesaj sistemi bu. Gündüzleri bu tepeciklerden duman, geceleri ateş görününce diğer noktalardakiler de haber alıyor ve şehrin orasından burasına at üstünde ulak yollamaktan daha hızlı haber verilmiş oluyor. Şehrin 4 ana dağına - Bugaksan, Ingwangsan, Naksan ve Namsan - yapılıyor bu tepecikler. Normal zamanlarda bir tane ateş, bir düşman ufukta göründüğünde iki ateş, düşman sınıra yaklaştığında 3, düşman sınırı geçtiğinde 4 ve sınırda düşmanla çarpışma başladığında 5 ateş yakılıyormuş. Namsan'daki bu beaconlar 1894'e kadar kullanılmış. Namsan'ın 5 ayrı yerinde yer alan bu tepecik grupları zaman içinde yok olmuş. Benim seremonisini izlediğim beaconlar 1993'te aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. 2007'den beri pazartesiler haricinde her gün 12'de bu eski zaman geleneği yeniden canlandırılıyor turistler için. Ben o noktaya ulaştığım saat 11'e 5 falan vardı. Önce bir amca geldi elinde çantalarla. Hopörlör yerleştirdi, ses sistemini ayarladı, ardından Joseon askerleri gibi giyinmiş askerler geldi, amca ses kaydını açtı. Törenden bahseden kayıtla birlikte askerler yerlerini aldı. Önce bunu izledik, sonra amca dedi ki kalabalığa resim çektirebilirsiniz askerlerle. Hemen önce atladım, amca askerle resmimi çekti. Asıl ateş yakıp, duman çıkarma töreni 12'de olacaktı, o yüzden kuleye doğru devam ettim.

Namsan'dan Seul'u dinliyorum gözlerim açık

Namsan (N-Seul) Kulesi

Namsan Kulesi'nin etrafındaki oturma yerleri

Kulenin etrafından önce bir pavilion karşıladı beni. Altında insanlar oturmuştu, onu geçip devam edince bir yanda ince uzun Namsan Kulesi göğe uzanırken onun önü sıra boyunca alabildiğine şehir manzarası vardı. Şehre karşı oturma yerlerinde insanlarla birlikte oturdum. Gökyüzü çok da berrak değildi, manzaram griydi ama mutluydum. Bir orada oturdum, bir burada, Etrafta yürüdüm, her şeyin fotoğrafını çektim. Kafelere baktım, kulenin girişine baktım her şey çok karmaşık geliyordu. Beacon törenine yetişmeliyim diye kuleye çıkmamaya karar verdim, gerçekte aç ve yorgun olduğum için üşenmiştim. Hem de planıma göre Namsan'da günün yarısını geçirmemiş olmalıydım, geri kalıyordum. Saat 12'ye gelmişti, hemen beconların yanına indim. Asıl töreni izledim, sonra geri inmeye başladım. Ama o çıktığım dağı inemeyeceğimi biliyordum. Neyseki inişe geçtiğim noktada cable car biniş yerine rastladım. Teleferik işte. İnsanlar sıraya girmiş, biniyordu. Bileti nereden alıyorum diye görevli çocuğa sordum, hemen yandaki makineyi gösterdi. Ahh hayır dedim yine mi makine. Bilet makinesiyle de cebelleştim bir süre. Ödeme için kartımı çıkarmak için cüzdanı açtığımda kredi kartımı otelde bıraktığımı fark ettim. Maaş kartımla denedim, makine korece yazılar çıkardı, hata verdi. Allah allah dedim, herhalde ben beceremedim. Neyse nakit alayım, nakitle biletimi aldım iniş için. 11000 won=166 lira. Teleferiğin içi baya geniş, herhalde 20 kişi bindik. Cama yapışıp, manzarayı izleyerek indim. 5 dakika bile sürmedi sanırım, içeride bir de güzel k-pop şarkıları çalıyor tabiki.


Teleferikten indiğim noktada bir miktar daha merdiven indim, asansör de vardı yanda ama sıra beklemek istemedim. Oradan yürüyerek mi metroyla Myeongdong'a gittiğimi hatırlayamıyorum. Myeongdong şehrin neredeyse en turistik yeri. Tüm bilindik mağazalar sıralanıyor bu sokaklarda, ortada da o meşhur sokak yemekleri standları. Tam öğle vaktiydi, acayip bir kalabalıkla birlikte girdim Myeongdong'a. Açlıktan ve yorgunluktan bayılacak gibi olduğumdan ilk hedefim en turistik yerdi, Isaac Toast'tan tost alıp yiyecektim. Bu tostçuya şehrin hemen hemen her noktasında rastlıyorsunuz, tabi ilk günden bunu bilmiyordum, çok değişikti benim için. Hevesle ara sokaktaki bu minicik yeri buldum. Önce kasada siparişi söyleyip, ödeyip, sıra numarası alıyorsunuz, sonra sıra numaranızı sesleniyorlar tostunuzu alıyorsunuz. Burada da önce maaş kartımı uzattım, kasadaki kız denedi denedi olmadı. Burası çok ufak, büfe gibi bir yer ya herhalde ondan dedim, nakit verdim gene. Chili Shrimp seçtim menüden(4600 won=69 lira), madem buradayım benim için en değişik olabilecek şey deniz ürünü diye düşündüm. Diğer insanlarla birlikte ara sokakta, duvara yaslanarak bekledim. Tostun görünüşü lezzetli bir kere onu söyleyeyim, ama sosu falan çok. Ekmek ıslanıyor, bir kağıt içinde, poşete koyuyorlar yemek çok zor. Zaten sokakta ayakta dikilerek yiyorsunuz, ekmek olmuş hamur, sos her yere bulaşıyor. Lezzeti de yedikçe anlıyorsunuz ki çok da aman aman bir şey değil. Az ileride birkaç basamak gördüm, oraya çöküp, yemeye çalıştım ben ama üstümü başımı batırmadan mümkün değildi. Bir de midem hala alt üst durumdaydı, büyük bir açlık ve hevesle ısırdım tostu ama iki üç ısırıktan sonra poşete geri koydum. Dedim ki terledim zaten, kredi kartımı da bırakmışım, bu maaş kartı herhalde ayarı olmadı yurtdışında geçmiyor. Metroyla kolayca otele dönebilirim, üstümü değiştiririm, tipimi düzeltirim, tostumu yerim döke saça, kartımı alırım geri çıkarım.

Hevesle otele döndüm. Saat 3'e falan gelmişti. Aklımda kredi kartımı odada alıp, öğlenden sonra yapacaklarımın heyecanıyla, sabahtan beri maaş kartımın hiçbir yerde geçmemiş olmasının rahatsız edici düşüncesi dolu halde asansöre bindim. Başka bir katta kapı açıldı, 40lı yaşlarında olabilecek 180 boylarında bir adam bindi. Adam selam verdi, nerelisin falan diye sordu. O Miami'denmiş, haa dedim ben de Orlando'ya gitmiştim dedim adama. Artık nasıl bakıyorsam kafamda tüm o düşüncelerle Merak etme benden sana zarar gelmez benimle güvendesin gibi bir şeyler dedi, ikimiz de asansörün birer köşesindeydik. Gülümsemeye çalıştım, allah allah diye adama bakıyorum. Kısa süre içinde katıma geldim zaten indim asansörden. Odamda güzelce tostu yemeye çalıştım, gene midem kabul etmedi. Üstümü başımı düzelttim, kredi kartımı aldım, aynı hevesle ve umutla fırladım. Metronun altından otelin girişine gökdelenin bodrum katından geçiyordum ya, hah işte oralardaki kafelerden birine daldım. Kartımı denemek için. Su istedim bir tane, önce kredi kartımı verdim. Olmadı, çekemedi kasiyer. Sonra bir umut maaş kartımı uzattım, tabiki gene olmadı. Sonunda nakit verip, suyu aldım ama titriyordum. Hem sinirden hem şaşkınlıktan hem de umutsuzluktan. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü resmen. Gerisingeri odama çıktım. Her şey bitti diye düşünüyordum. Bu kadarmış. Havalimanında bozdurduğum para burada 10 gün ancak su alıp, yürümeme yeter, 10 gün boyunca bu odadan çıkmayayım bari dedim. Uçak bileti bakayım dedim, dönüş biletimi hemen yarına çekebilir miyim diye planlamaya başladım. Tüm dünya üzerime yıkıldı tabiki. Ben böyle en ufak elime kıymık batsa kolum kopmuş gibi şalteri indiriyorum çünkü. Hayat bana bunu neden yapıyordu, lanetler okumaya başladım. Hem kendime, hem kaderime, hem Vakıfbank'a. Bu sene içinde Vakıfbank'ın başına bir şey gelmezse iyidir, o kadar beddua ettim. Türkiye'ye küfrettim, kendime küfrettim. Orada o öğleden sonra otel odasındaki masada oturup, lanetler ettim. Durup iki saniye düşünmedim. Çözüm bulmaya çalışmadım. Bankayı aramam gerekiyordu, ama Kore hattımda dışarı arama yoktu. Güya Vodafone'u kullanmayacak, o parayı vermeyecektim. Mecburen Vodafone hattımı geri taktım, Vakıfbank'ı aradım. Müşteri hizmetleri görevlisi sistemde bir hata mesajı görünmediğini, bu yüzden de bir şey yapılamayacağını söyledi. Şimdi düşününce o da haklıydı diyorum çünkü cidden karttan işlem yapmaya çalıştığımda hata oldu diye mesaj düşmüyordu, sadece Kore'deki o pos cihazlarından işlem olmuyordu yani. Görevliye tekrar tekrar dedim ki bakın ben şu an başka bir ülkedeyim, hadi elimde hiç para yok, ne yapacağım ben şimdi? Onun yapabileceği bir şey yoktu. Yakınmak için kızlara mesaj attım, önerdikleri her şeye umutsuzlukla baktım. O arada abim aramıştı, tam da tutturdu, o haldeyken konuşmam büyük hataydı çünkü. O da bir şeyler önerdi, onun da moralini bozdum. Peşi sıra annem de arayınca salıverdim. Anneme ağladım, bağırdım, onu da üzdüm bir dolu. Herkes beni oh nihayet mutlu olacağı bir şey yaptı, bir yere gitti diye yol edip, aynı umutla görmeyi bekleyerek aramıştı ama ben Türkiye'de neysem orada da o olmuştum. Annemin telefonunu kapatıp, oturdum ağladım. İçim dışıma çıktı ağlamaktan. Gözlerim yumruk yemiş gibi şişti, kan çanağına döndü. Sonunda kendimi toplayıp, dışarı çıktım. Kızlar para çekmeyi dene demişti, onu yapmaya karar verdim ama zerre umudum olmadan.

Önce farkında olmadan sabahki çıktığım kapıdan çıkmışım, solumda CU'yu görünce ayıldım. Kaybedecek neyim var diye daldım CU'ya, bu sefer kasada  sabahki kız yoktu, yaşlı bir amca vardı. Yanında da başka bir genç kız. Bir su aldım, kasaya geldim. Yüzüm ağlamaktan şiş ve kızarık, kafam allak bullak. Nereden kaçtı bu demişlerdir. Kartımı uzattım korka korka. Amca pos cihazına tuttu, cihaz bir şeyler dedi, ekranında bir şeyler yazdı. Aha dedim bu da olmuyor, niye denedim ki. Sonra amca ekrana kartın kenarıyla çizikler attı, bastı etti. Suyumla kartımı verdi. Olmadı mı dedim, şaşırdı, yoo oldu al bakalım dedi. O an amcanın boynuna atlamamak için çok büyük savaş verdim kendimle. Yüzümden anlamış olabilir, o da gülümsedi. Nefesim kesilmiş halde CU'dan çıktım. Amcanın sihirle bir şeyler yapıp, kartı çalıştırdığına emindim, başka açıklaması olamazdı. O zaman dışarıda dolaşır dolaşır gelir bu CU'dan bir şeyler alır yerim diye kafamda planlar hayaller oluşmaya başladı.

Yine de bir atm bulup, para çekmeyi denemeliydim. Dolaşırken gördüğüm en yakın atmler metronun altındakilerdi. Hiç ihtiyacım olacağını düşünmediğim için bakmamıştım bile. Metronun altına girdim, labirent gibi zaten. Yürümeye başladım rastgele, o gördüğüm atmlerden biri denk gelecekti mutlaka. Sonunda bir tane göründü, hemen denedim. İngilizce seçsem bile dili, yine de ne kast ettiğini anlamak mümkün değildi cihazın. Güç bela çözüp, çekmeye çalıştığımda hata verdi. Birkaç kere deneyip aynı hatayı alınca gene ağlamaklı oldum, yürümeye devam ettim. İkinci atmde de aynı şeyler oldu. Üçüncüde de. Metronun altında manyak gibi her atmden para çekmeye çalışıp, ağlamaklı suratıyla yürüyen bir manyak. Sonunda bir tanesinden çekmeyi başarabildim. Sanırım Nonghyup (NH) Bank'ın atmsiydi. 50000 won çektim, 4800 won da işlem ücreti aldı. Yürüdüm, başka bir tane NH atmsine daha denk geldim, ondan da denedim. Yine aynı miktarı çekebildim. Daha fazlasına izin vermiyordu. En azından bu şekilde idare edebilirdim, sevinmem gerekirdi. Ama kafamda belirli bir hayalle yola çıktım ve o hayalin ortasına hiç hesap etmediğim bir şeyler düşmüş oldu ya, hala onun mutsuzluğu içindeydim. Çok paraya ihtiyacım olmayacağını ya da hesabımda çekecek param olduğunu biliyordum. Bundan önceki tüm yurtdışı seyahatlerimde öyle bir şeyler almış, alışveriş yapmış bir insan da değildim. Gittiğim yerlerde hep daha çok bir şeyler yaşamak, görmek düşüncesiyle geziyordum. En fazla yediğime içtiğime para harcamışımdır yani diğer ülkelerde, eve döndüğümde bavulumu boşaltınca aklıma gelir o kadar yer gezdim hiçbir şey almamışım diye. Seul'e de bir şeyler almak için gitmemiştim sonuçta, yaşamayı hissetmek için gitmiştim. Tek bir şeye söz vermiştim yalnızca, en sevdiğim albümü alacaktım. Kendim için bir tek bunu yapacaktım. E böyle baktığımda, atmlerden nakit çekerek 10 gün geçirebilirdim gayet de normal bir şekilde. Ama işte o kredi kartının elimde olmasına o kadar alışmışım ki bunca yıl, her nakit para uzattığımda bir yerde sanki tüm hesabımı boşaltıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki nakit harcarsam para bitecek, kart kullanırsam bitmeyecekmiş gibi geliyor. Paranın bitmesi mevzusundan da çok aslında yine zincirlere vurulmuşum, iplerle bağlanmışım gibi hissediyor olmaktı sorun. Ben her nefes almaya, özgür olmaya çalıştığımda bir şeyler beni bağlıyor, suyun altına geri çekiyor gibi hissettiriyordu. Bu ülkede doğup büyümenin bana kazandırdığı sayısız şahane duygudan yalnızca biri işte. İliklerime kadar işleyip, ne yapsam, ne kadar uzağa gitsem de kurtulamadığım.

Sungnyemun (Namdaemun)

Neyse yine de somurtarak metronun altından çıktım. Amaçsızca yürümeye başladım. Seul'deymişim, tatile gelmişim, ne kadar şanslıymışım...hiçbiri yoktu aklımda. Somurtarak, kederimin içinde yuvarlanarak yürümeye başladım. Sejong-daero boyunca yürüdüm. Cadde büyüktü, boştu, arabalar akıyordu. Yürüdüm. Sonra ileride, tablo gibi bulutların altında Sungnyemun'u gördüm. O anda o olduğunu bilmiyordum tabi, muhteşem bir şey belirdi diye ağzım açık bakakaldım. Kore'nin 1 numaralı milli hazinesi olan bu kapı, 2008'deki yangına kadar ülkenin en eski ahşap yapısıymış. Şehir surlarında Joseon döneminde inşa edilen 8 geçit kapısından biri. Diğer bir adıyla Namdaemun. "Mun" kapı demek Korecede. Namdaemun, büyük güney kapısı anlamına geliyor, bence güneyde yer almıyor ama varmış bir bildikleri herhalde diyorum. Sungnyemun ise özel onurlandırma, sahibini onurlandırma kapısı gibi bir anlama geliyor, tam çeviremedim. 1398'de inşa edilmiş, hani yukarıda da bahsettim ya Kral Taejo zamanında. Alt kısmı taş örme, üstünde pagoda tarzında ahşap bir yapı var. O saate kadar yalnızca gökdelenleri, büyük caddeleri, turistik ara sokakları ve Namsan'ı görmüştüm. Beni bu ülke ile ilgili asıl cezbeden şeye - tarihe - dair bu derece direkt bir şey görmemiştim. O an orada bu kocaman kapı, o renkler, o taşlar bana neden burada olduğumu hatırlattı. Ne için geldiğimi, neden burayı seçtiğimi.



Etrafında dolaşıp, sonra olduğu yere geçtim. Girişinden geçip, içinde dolaşabiliyorsunuz. Ücretsiz olarak gezilebiliyor, bir tarafta görevli de var, audioguide da alabiliyorsunuz. Ben tabi gittiğimde 5'i geçmişti saat. Pazartesiler haricinde sabah 9 akşam 6 arasında açık. Dolaşıp, hayran hayran bakıp nihayet kendime gelince yürümeye devam ettim. Sejong-daero üzerinde dümdüz devam ettim, insanlar belirmeye başlamıştı, işten çıkanlar, gezmeye başlayan turistler...Yol üstünde sokak satıcıları da yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Bir bungeoppang (붕어빵) büfesi gördüm, hiç düşünmeden yanaştım. Bungeoppang dediğim şey şöyle: Pankek hamuru düşünün, ona balık şekli veriyorsunuz, içine bir harç malzemesi dolduruyorsunuz, sonra da waffle makinesinde pişiriyorsunuz. İç malzemesi geleneksel olarak kırmızı fasülye ezmesi oluyor ama başka başka da olabiliyor. Ben mesela bir tane kırmızı fasülyeli aldım, diğer iki tanesini beyaz muhallebi gibi bir dolgusu olandan aldım. Bir tane istediğimi söyledim, bungeoppangların büyüklüğünü görünce. Elimden büyüklerdi amcanın yaptıkları çünkü, hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. Amca yeni yaptım 3 tane al gibi bir şeyler dedi, yok dedim bir tane istiyorum. Sonunda 3 tane aldım, çünkü amca 3 tane almalısın mı dedi yoksa tek satılmıyor 3lü satılıyor mu demeye çalıştı ısrarla ve ben mi anlamadım bilmiyorum. Anlaşamadık çünkü, anlaşmış gibi yaptık. Elimde 3 tane kocaman bungeoppangın olduğu kağıt keseyle yürümeye devam ettim. Bir yandan yemeye başladım ama ne fayda. Midem o kadar güzel bir şeyi bile kabul etmiyordu, zorladım, bir tanesini bitirip, diğerini de ısırdım.


Bungeoppanglarımı yiyerek ve insanları inceleyerek yürümeye devam ettim. Bu sefer de haritamda işaretlediğim başka bir turistik yerde buldum kendimi: Cheonggyeocheon. Burası şehrin ortasında, böyle yaklaşık 11 km boyunca akan bir nehir aslında. İki yanı düzenlenip, oturulacak, gezilecek turistik bir hale sokulmuş. Üzerinde tam 22 köprü var, etrafında bir dolu gezilecek mekan yer alıyor. Pek pembe planıma göre bu ilk günümde Myeongdong'da yemek yedikten hemen sonra bu nehir boyunca yürüyecektim. Bunu hatırlayıp kendi kendime güldüm, sonra nehrin kenarına indim. Fotoğraflardaki kadar etkileyici görünmüyordu. Belki akşamları ışıklandırmayla güzel olurdu. Önce biraz yürüdüm, sonra baktım insanlar kenarındaki taşlara oturuyor, ben de bir yer bulup oturdum. Güneş batmak üzereydi, insanlar yürüyordu, oturmuş muhabbet ediyorlardı. Bungeoppanglarımdan ısırdım, nehre bakındım. Çok romantik olabilecek bir haldeydim ama minik sinekler her yerdeydi, rüyalarımdan sıyrılıp, kalktım. Nehir kenarında ancak birkaç köprü boyunca yürüyebildim, çünkü biraz aşağıda kalıyor nehir normal yola göre, böyle koyuğa girmişim gibi hissetmeyi sevmiyorum. Bir dolu yer işaretlemiştim bu nehrin kenarında, hiçbiri aklıma gelmedi. Yukarı çıkıp, yürümeye devam ettim. Hava kararmaya yakındı, nereye gittiğime bakmadan yürüyordum. Nasıl ve nereden yürüdüm bilmiyorum, bir anda resmen o dizilerde izlediğim gibi bir yerlere düştüm. İnsanlar işten çıkmış, yol kenarında muşamba ile örtülü minik yemek büfelerine oturuyorlar. O muşambaları, o höpürdeterek yenilen noodleları gördüm ya, gerçeklikle tüm bağım koptu. Gülümseyerek aralarında dolaşmaya başladım, 2016'dan beri hayata biraz olsun katlanmamı sağlayan o dizilerde, o hikayelerin içindeydim.


Sonra nasıl olduysa bir ara sokağa döndüm ve yine o dizilerdeki, internette bol bol fotoğrafları dolaşan kafelerle dolu minik labirent gibi sokaklarda buldum kendimi. Haritaya bakmıyordum, sadece yürüyor ve kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Ama o an düştüğüm yer o kadar güzeldi ki artık neredeyim diye bakmamın vakti gelmişti. Meğer bir başka turistik cennete, Ikseondong'a gelmişim yürüye yürüye. Böyle labirent gibi daracık sokaklar düşünün, her bir karışında tek katlı birbirine bitişik kafeler, mekanlar var. Renkler ışıklar sevimlilikler birbirine karışmış. İnsanlar tek sıra halinde çoğu zaman, her gördüğüm şeye bakmak, her kafeye girmek istedim. Ama çok tuhaf ve çalkantılı bir gün olmuştu, sabahtan beri yürüyor, tırmanıyordum. Odada bir minik ekmek parçası kemirmiş, chili shrimp tostun üçte birini yemiş, iki tane de bungeoppang yemiştim akşamın 7'sine kadar. Bir yere oturmaya karar verdim, haritamda işaretlediğim bir yerler vardı mutlaka buradan. Şu meşhur içinde tren yolu olan kafe var ya, Nakwon, madem ona gireyim dedim. 30 kere dolaştıktan sonra o minicik sokaklarda, sonunda bina numaralarını tek tek kontrol ederek bulabildim. İçeri girmek mümkün değildi, herkes durmuş kafenin ortasından geçen raylarda poz vermeye çalışıyordu. İnsanları yararak içeri daldım, oturacak yer yok gibi görünüyordu. Kendi kendine dolanan pasta dilimlerinden oluşan bandın arkasından çalışanlara sesimi duyurmaya çalıştım, nasıl sipariş veriliyordu diye. Oturuyormuşum önce, onlar geliyormuş herhalde öyle demeye çalıştı. Etrafıma bakındım, bu kalabalıkta kimse gelmezdi, oturamazdım da. Hayalkırıklığıyla çıktım. Hava kararmak üzereydi, dar sokaklarda gerisin geri yürümeye başladım, belki de otele dönsem daha iyi olurdu. CU'dan ramyeon alır, odamda yer, ne kadar salak bir gün geçirdiğime hayıflanırdım. Sonra bir camın ardından sehpaların etrafına bağdaş kurup oturmuş iki kız gördüm, karşılarındaki sehpa boştu. Direkt içeri daldım. Tam da hayal ettiğim gibi yerde bağdaş kurup, oturacaktım. Sikmul Cafe&Bar diye bir yere girmişim, bakmamıştım ismine falan. İçerisi aşırı güzeldi. Dekorasyon acayip hoşuma gitti. Cam kenarındaki o yere gözüm takılmamış olmasaydı, oturacak çok hoş noktaları da vardı ama o cam kenarında oturup, dışarıyı izlemek istedim. Çalışanların sıcak karşılamasına güvenerek anksiyetemi kenara itebildim ve nasıl sipariş verildiğini sordum. Önce çok anlamadım ama sonra kafam uyandı. Kasanın yanındaki menüden alıyorum, yerime geçiyorum. Menüden karar verince kalkıp, kasadan sipariş veriyorum. Saatlerce baktım menüye bir türlü karar veremedim, canım hem her şeyden istiyor hem de midem istemiyordu. Sonunda sıcak bir Wedding Imperior çayı istedim, bir de scone. Scone'u doğru düzgün yiyemedim gene gerçi de, çok lezizdi ya. Midem öyle olmasa vallahi de çok iyiydi. Ve bunları da kartımla ödeyebildim. Çay 7000 won=105 lira, scone 5500 wondu=83 lira.

Sikmul Cafe&Bar'da pek İngiliz scone'umla ve Wedding Imperial çayımla

Orada öyle bağdaş kurup, çayımla sconeumla oturdum. Hava karardı, gece ışıltılarıyla turistleri izledim camdan. Karşı sehpadaki iki kızı dinledim, ne dediklerini anlamıyordum. K-pop hevesiyle gelmiş iki Hintli kıza benziyorlardı. İçerisi çok loştu, tüm günün yorgunluğu, duygusal iniş çıkışları, açlık hepsi üstüme çökmüş halde uzunca bir süre oturdum. Neredeyse serilmiş uyuyacaktım. Üstüme acayip bir uyku çöktü. Biraz uyukladım ama sonra aklıma yabancı bir ülkenin yabancı bir şehrinde olduğum, tanıdığım hiç kimse olmadığı geldi. Hoş, tanıdığım bir şehirde tanıdıklarım olduğunda bile gelin beni alın eve götürün diyebilen bir insan değilim. Otele yine kendim dönmeliydim. Hiç istemeyerek çıktım Sikmul'dan, o kadar hoş bir mekandı ve o kadar rahat etmiştim ki. Ikseondong'dan çıkmaya yakın bir fal yeri gibi bir şey gördüm. Böyle sokakta duvar boyunca burçların simgelerini koymuşlar, altlarında para atılacak yerler var. Para atıp, duvardan top çıkarıyorsunuz. O topun içinden de falınız çıkıyor. Bir yanda zodyak burçları bir yanda çin burçları var. Aynısından Namsan'da da görmüştüm sabah ama ne kadar atacağımı nasıl atacağımı çözememiştim, soracak kimse de yoktu. Bu sefer azimle bakındım ve çözdüm. Parayı atıp, fal topumu aldım. Çin burcumunkini aldım tabiki, oralara kadar gitmişim kim ne yapsın zodyak burcunu. Google ile çevirmeye çalışınca evlere şenlik oluyor kağıtta yazanlar, Papago ile daha metin gibi oluyor ama gene de ne dediği belli değil.


Metroya doğru yürürken sokaklar insan kaynıyordu. Cuma akşamıydı, her yer ışıl ışıldı. Cidden herkes sokaklar boyunca sıralanmış o muşambalı yerlerde yiyor, içiyordu. Bir gün biraz daha cesur ve biraz daha gerçek içimdeki ben olabildiğimde bunu da deneyeceğim diye kendime söz vererek otele döndüm.

27 Mayıs 2023 Cumartesi

yine Tom'lu rüyalar

 Dün gece yine Tom vardı rüyamda. Bu sabah demek doğru gibi aslında. Çünkü rüyadan uyandım ve sabah olmuştu. Tom'lu rüyaları burada yalnızca çok eski olanlar bilebilir. Onunla konuştuğum, konuşmadığım, görüştüğüm, görüşmediğim tüm yıllar boyunca düzenli aralıklarla rüyalarımda belirmeye devam etmişti hep birlikte hatırlarsak. Sonra uzunca bir süre gelmedi, çünkü ben iyileştiğimi hissediyordum. Kendiliğinden, öylece (hayatımdaki herkesi hayatımdan çıkarmamın ve pandeminin ortasına düşmemizin de etkisini yadsıyamam). Ardından böyle ara ara, ufak, eğlendirici bile olabilecek şekillerde belirdi rüyalarımda. İyileşmemin ardından, rüyalarım da iyileşmişti. Böyle ayda yılda bir geliyordu artık, hiç etkilemiyordu. Ama tüm bu zaman boyunca anlamıştım, bilinçaltım bana hep onunla mesajlar gönderiyordu. Onun şekline bürünüp, kendimle konuşuyordum rüyalarımda. Bazen o ilk haline dönüveriyordu, onu ilk tanıdığım haline. Okul merdivenlerini tırmanıyorduk mesela, mutlu uyanıyordum. Anlıyordum ki o ara hayatımda mutlu hissetmeye ihtiyacım var. Büyük hali beliriyordu mesela bazen, dövüp, kızıp, tüm hıncımı çıkarabiliyordum. Anlıyordum ki o ara bir şeyler birikmiş içimde, rahatlamaya ihtiyacım var. Artık oymuş gibi bile gelmiyordu rüyalarımda beliren, onun görüntüsünde başka bir şey.

Dün geceki oydu ama. Birlikte dolaştık orada burada. En iyi olduğunu düşündüğüm halinde değildi görüntüsü; büyümüş, o biraz vazgeçmiş biraz ne yapacağım telaşlarındaki haliydi. Benden çok uzak artık diye hissetmeye başlamamdan hemen öncesindeki hali. Yürüdük, konuştuk, etrafa bakındık. En sonunda dedim ki ona...Gerçek hayatımızda sesli olarak söyleyemediğim ama bir keresinde elini geri koyarak söylemeye çalıştığım şeyi açık seçik söyledim. Çünkü tam da o zamandaki gibiydi durumu rüyamda da. Yani bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, hikayenin bize direkt söylemediği, dış sesin karışmadığı ama bildiğimiz, bir şekilde bildiğimiz bir gerçek vardı. Rüyada da biliyorduk işte. Çünkü gerçeğinde de o, o halinde, o yaşındayken durum oydu. Ama senin...var dedim. Karşımda durdu, dondu, gözlerimin önündeki görüntü yavaşladı, dalgalanmaya başladı, rüya etrafımda dönmeye başladı ve pat diye uyandım. Kötü hissederek. Uzun zaman sonra yine rüyamda belirip, beni önce çok iyi, sonra da çok kötü hissettirdiğini bilerek.

Seul'den döndükten hemen sonra da görmüştüm. Yani görmemiştim bile aslında. Rüyamda kendisi yoktu, görüntüsü yoktu. Seul'den yeni döndüğüm için tabiki bu sefer rüyamın seti bir geleneksel kore evi, sarayı tarzında bir yerdi. Şu Alchemy of Souls'daki Lee Jae Wook var ya, onun dizideki hali bir masada oturuyor, fırçayla kağıda bir şeyler yazıyordu. Ben de önünde dikiliyor, konuşmasını bekliyordum. Onunla yaşayabileceğimi söyledi o evde, konumuz oydu. Rüyaların hep ortasından dalıyorum ben genelde. Yani rüyayı görmeye başladığımda sanki bir hikaye çoktan başlamış ve geçmişi varmış da ben hikayenin 8.bölümünde falan diziyi izlemeye başlamışım gibi oluyor. Neyse işte, onunla yaşayabileceğimi ama önce annesiyle konuşması gerektiğini söyledi. Odadan çıktım, evdeki başka biriyle konuşmaya başladım. Onun annesi de pek şeydir falan diye anlatmaya başladı, annesinin ismini söyledi Lee Jae Wook'un. Annesinin ismi, benim Tom'un annesinin ismiydi. O ismi duyunca benim rüyada yine bir şey koptu, etraf dalgalanmaya, ben de rüyadan uçmaya başladım. Nefes nefese uyandım, annesinin ismini duymak bile beni şoka sokmuştu.

Tüm bunlar bu ara neden oluyor bilmiyorum. Bilinçaltım ne söylemeye çalışıyor bu sefer bilmiyorum. Sanki artık her mutlu hissettiğim, ne kadar mutsuz olduğumu unutup, bir akıntıya kapılmışım gibi yaşadığım zamanlarda beliriyor özellikle. Beynimde bir tür fren mekanizması gibi hareket ediyor. Birkaç gün mutlu olduk ooo, olmaz, o zaman hemen bizim şu eski Tom frenini ortaya çıkarmalıyız ki kendimize gelelim gibi. Ruh halimiz bir süredir baya stabil, olmaz, böyle devam edemeyiz, çıkarın Tom'u! Gibi.

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm II - Yola Çıkmanın Korkutuculuğu

“Time to leave now, get out of this room, go somewhere, anywhere; sharpen this feeling of happiness and freedom, stretch your limbs, fill your eyes, be awake, wider awake, vividly awake in every sense and every pore.” diye yazmış Stefan Zweig "Postacı Kız" kitabında (kitap oldukça karanlık ve üzücü bir hikayeyi anlatıyor ama biz bu satırlara odaklanalım). Evin kapısından her çıkışımda bu duyguyla doluyorum sanırım. O eşikten adımımı attığım anda tüm varlığımla alarm durumuna geçiyorum bir yandan da. Yolculuğun yorgunluğunun büyük bir kısmı da aslında bu alarmda olma durumundan geliyor, her an her şeye dikkat kesilme, her an tetikte olma, her şeyi görmeye, her şeye karşı kendini savunmaya çalışma. Bu yüzden de mutluluk benim için her zaman büyük bir panik ve diken üstünde olma hissiyle ele ele geliyor. Evin dışına çıktığımda mutluyum ama hep endişeli ve tetikteyim.

19 Nisan sabahı da aynı panik duygusuyla çıktım evden. 7 ay önce aldığım için biletleri sanırım aklıma getirmemeye çalışmıştım ne kadar uzak ve ne kadar yabancı bir yere doğru yola çıkıyor olduğum gerçeğini. Gitmeme son birkaç gün kala vurdu gerçek, sonsuz bir panik duygusuyla işin içinden sıyrılmaya dair planlar dönmeye başladı kafamın içinde. Biletleri iptal edebilir miydim, oteller zaten ödenmemişti iptal edebilirdim, vize de yoktu zaten masraf yapmamıştım. Her şeyi iptal eder, hiçbir şey olmamış gibi yapabilirdim. Tıpkı biletlerini alıp, sonra akşam olup hava karardığı ve anksiyetem tavan yaptığı için evden çıkamayıp gitmediğim tiyatro oyunlarında olduğu gibi (hay allahım bir de taksitlendirmişim aylarca gitmediğim oyunların biletlerini ödedim). O son birkaç gün, resmen dağın tepesinden itilmiş bir taş parçası gibi serbest düşüşle yuvarlandım yolculuğa doğru.
Çarşamba sabahı aslında işe gitmek üzere çıktım evden görünüşte. İşe gittim zaten. Yine 6'da kalkıp, işe gittim. Tek farkı yanımda bu sefer boyum kadar bavulum vardı. Servise bavulla bindim, tüm gün bavul odada yanı başımda durdu. Planım öğle yemeğinden sonra çıkıp, Aşti'ye gitmekti, oradan Havaş'a binecektim. Ama tabiki işler yoğundu, bir türlü çıkamadım. Bir de odadakiler niye bu kadar erken gidiyorsun, uçağın akşam değil mi, bir saat önceden gitsen yetişirsin diye dırdır etti. Kendimi beğenmişlik yapmak istemiyorum ama gerçekten hislerim iyidir. Bir şeyi nasıl yapmam gerektiği aklımda beliriyorsa, o genellikle doğrudur. Öyle yapmam gerekir. Başka türlü yapmak zorunda kalırsam kesin sorun çıkar. Hele hele İNSANLARI DİNLERSEM KESİN SORUN ÇIKAR. Bunca yıllık hayatımın özeti işte bu: Herkesin hayatıma karışması. Herkesin fikirlerini üstüme üstüme dürtüklemesi. Dedim ki bakın buradan çıkacağım Aşti'ye gideceğim, bu bir. Aşti'de Havaş bulacağım, o kalkmak için bekleyecek, sonra havalimanı 3 günlük mesafede zaten (abartıyorum tabiki, normalde yarım saat kadar sürüyor 40 km yol), önümüz bayram tatili herkes yola çıkıyor. Bavul benim kadar var, iki santim itebilmem bile 10 dakikamı alıyor, tüm o güvenlikleri geçip, teslim edip, kapıyı bulacağım. Beni salın. Yok. İşte burada benim yine people pleaserlığım hortluyor, kimse kolumu bağlamadı, yok yok yetişirsin dur sen dur sen biz bırakırız deyip durdukça durdum. Öğlende çıkarım dediğim ofisten 4'ten sonra ancak çıkabildim. Havaş'ta zar zor yer bulabildiğimde saat 5'e gelmişti (Bu arada Havaş bileti 37 lira. Artık pos cihazıyla geziyor görevli, kartla ödeyebiliyoruz). En son boş koltuğa koşup ben oturdum, hemen arkamdan gelenler ayakta kaldı koridorda. İçerisi tıklım tıkıştı. Yola bir çıktık, arabalar ilerlemiyor, trafik arap saçı olmuş. Saat 6 buçukta havalimanındaydım. Havaş'ta yanımda oturan çocuk uçağını kaçırdı mesela. 


Bir de Havaş'ta o kadar vakit geçirirken aklıma saçmasapan bir şey takıldı. Daha önceki yolculuklarımda Havaş, havalimanına gelince önce Dış Hatlar'da inecekleeer diye bağırıyordu sürücü, Dış Hatlar kapısının önünde duruyorduk. Beş dakika daha gidip, bu sefer İç Hatlar diye bağırıyordu, orada da İç Hatlar'a gidecek yolcular iniyordu. En son yurtdışına 2019'da gittim ya, kafamdan tamamen silinmiş. Aklıma takılmasın mı ben hangisinde ineceğim diye. Tamam önce Ankara'dan İstanbul'a giden uçağa bineceğim ama sonuçta biletimi Ankara-Seul olarak aldım. Bazen gerçekten bu dünyada nasıl tek başıma yaşayabildiğime hayret ediyorum. Mucize. Yaşayacak parayı da koskoca bir kurumun tüm bir ağ bağlantısını yöneterek kazanıyorum, bu daha büyük bir sır. Durup, Havaş'ta saatlerce oturduğum yerde hangi kapıda ineceğim diye panik yaptım. Bir zamanlar diferansiyel denklemleri çözmüş bu beynimle, havalimanında iç hattan mı gidiyorum dış hattan mı diye panik içinde çözüme ulaşmaya çalıştım. O arada kızlara mesaj atıp sormuştum, Gönül'ü dinlemeye karar verdim. Sonuçta aramızda gerçek bir çocuk doğurup büyüten tek kişi olarak onun sözü daha bu dünyaya uygun olmalıymış gibime geldi. İç hatlarda inerim pekala dedim. Ama sonra Havaş, bir yerde durdu. Eskisi gibi dış hatlar iç hatlar diye bağırmadı. Herkes indi. Bir baktım, dış hatlar kapısı iki santim ötede, iç hatlar da önümde. Bu dünya benim gibi saflar için çok zor bir yer.
Bavulumu verdiğim check-in kısmında, önce o minik kiosklardan görevlinin yardımıyla - ki çok tatlı bir kızdı - check-in yapmaya çalıştım. Kiosk sapıttı, ekran falan dondu. Panikle asıl bavul verilen kısma koştum. Neyse ki kiosktan koltuk seçme işini yapabilmişim. Normalde hep koridor tarafında otururum, çünkü hem çok tuvalete gidiyorum, hem de zor çıkabildiğim yerleri sevmem. Ama işte o an durumun heyecanıyla Seul uçağında cam kenarı seçtim, görevli kızın da etkisiyle. Bavul teslimindeki görevli diğer kızlar da çok sevimliydi, çok yardımcı oldular, Seul'e gittiğimi görünce bizim yerimize de gez eğlen dediler.

Bu sırada yoldayken o kadar içimden söylenmiş olmalıyım ki evrene delice mesajlar göndermişim, uçağım bir saat rötar yaptı diye ekranlarda yazmaya başladı ben her şeyi halledip, kapıların olduğu kısma girdiğimde. Bir yandan delirdim, İstanbul'da inip, Seul uçağına yetişmem için daha az zaman kalıyor diye. Kendimi sakinleştirmeye çalışıp, önce D&R'da biraz kitap bakındım. İlk defa görünce direkt üstüne atladığım Hilary Wilson'ın "Hiyeroglifleri Anlamak" kitabını aldım (ki ilk defa görmem çok normal aylardır doğru düzgün kitap bakmıyorum, yıllardır da neredeyse yılda bir tane kitap okuyorum). Bir de tam bu yolculuğa denk gelmesi kader gibi olan bir kitap buldum: Hong Gildong'un Hikayesi. Joseon Hanedanlığı döneminden bir halk kahramanı gibi biri, onun yarı masal yarı destan gibi olan halk öyküsü. Havalimanındayken hep böyle çok kitap okuyasım gelir, sanki oturup uçakta bir dolu kitap okuyabilecekmişim gibi bir hisle dolarım ama tabi hiç okuyamam. Bunlara da öyle oldu nitekim. Hong Gildong'un 37 sayfasını ancak okuyabildim. (Bu arada yolculuk masraf sayacımıza eklemek için için: Kitaplar 100 lira)

Rötar bitsin diye beklemek için bir kafenin içine oturdum sonra. Bir çay aldım, 40 lira. Bir su aldım, 27 lira. Oturduğum yerin ismi Bomonti'ydi sanırım. Çantamda önceki günden kalma kandil simitleri vardı, onu açtım yemeye başladım. Bir yandan güneşin batışını izledim. Rötardan dolayı bekledim de bekledim. Genelde kimsenin olmadığı yerleri ararım oturmak için, insanlar burunlarını çekip duruyorlar çünkü (burun çekmek kadar tiksindiren çok az şey var beni). Bu yüzden birkaç kere yer değiştirmek zorunda kaldım. Bazı kafelerde olduğu gibi prizli çalışma masaları tarzında yerler yapmışlar havalimanında da bu arada, onları ilk defa gördüm.
Ramazan paketi

Ramazan paketinin içindekiler: sandviç, hurma-zeytin, hazır çorba

Sonunda İstanbul'da havalimanında uçaktan inip, dış hatlara aktarma yaptığımda saat gece yarısına gelmişti. Üç sıralı, kocaman uçakla geldim ilk defa Ankara'dan İstanbul'a. Sanırım zenginlik böyle bir şey diye düşünmeden edemedim, öyle ya normalde hep en ucuz bileti bulmaya çalıştığımdan Anadolu Jet ile ya da Pegasus'la yolculuk ediyorum. THY ile uçunca böyle oluyormuş vay be dedim (kendime sözlerim arasına bir yenisini daha ekliyorum, bir gün kesinlikle businessta da yolculuk edeceğim). Bir de o uçak bile tıklım tıkıştı, tek bir boş yer yoktu. Koridor tarafında oturdum, yanımda ilkokul çağındaki oğluyla bir kadın vardı. Koltukların arkasındaki ekranlarda izleyebilecek, dinleyebilecek çok seçenek vardı (işte yine zenginlik :p ). Evde National Geographic'ten takip ettiğim Antik Mısır'ın Kayıp Hazineleri'ni buldum, bir bölüm ona bakmaya çalıştım.
İndiğimizde uçaktan fırlayıp, geç kalacağım çok kalabalık olur sıra olur diyerek koşturdum. Pasaport kontrolünden geçen bir ben vardım, her yer boştu. Bu arada yurtdışı uçuşuna giderken biliyorsunuzdur inanılmaz derecede saçma bir ayrıntı var: Yurtdışı Çıkış Harcı. Bunun mantığını gerçekten bilen varsa açıklayabilir mi? Hani pasaport alıyoruz tamam, ona bir de vize alıyoruz o da tamam ama bir de kendi ülkemiz bizden son dakikada dur doyamadım azcık daha para kopartacağım senden diyerek bir de bunu alıyor ya. Hah işte, ilk defa ödediğim miktar 15 lira falandı yüzyıllar önce. Şimdiki 150 liraydı. Tabiki ben yine aylar öncesinden internetten ödemiştim, ne olur ne olmaz bunların sistemine güvenmiyorum diye de çıktısını almıştım yanıma. (Şuradaki Harç ve Değerli Kağıt Bedeli linkinden ödeyebiliyorsunuz.)

İstanbul inanılmaz kalabalıktı, o saatte o kocaman havalimanında iğne atsam yere düşmüyordu. Kapı numaram da henüz belli olmadığından oturacak yer arayarak dolandım. Bu arada sabah 6'da kalkıp, tüm gün ofiste çalışıp, bir de uçak yolculuğu yaptığım için artık enerjimin son kırıntılarındaydım. Sarhoş gibi dolanıyordum. Ankara-İstanbul uçağında ramazan paketi diye bir kutu vermişlerdi. İçinde sandviç, hurma gibi bir şeyler vardı. Canım istememişti, o çantamda duruyordu. Yorgunluktan ve uykusuzluktan bayılacak gibiyken Starbucks'ın önündeki alanda uyuklayan uzanan insanları gördüm. Direkt oraya yöneldim, normalde Starbucks gitmeyi tercih ettiğim bir yer değil günlük yaşantımın içinde (çünkü kendi ülkesinde uygun bir şekilde kahve alınabilen bir kahveci zinciri, bu ülkeye gelince saray kahvecisi gibi olmuş durumda). Ama bu yolculuğum sırasında yolum hep bir şekilde ona düştü maalesef. Bir boş masa bulup, oturdum. Uyuklarken off aman bir şeyler içeyim ne olacaksa olsun dedim. Bir cesaret kalkıp, bir kahve aldım. Bu arada cüzdanımı ve telefonumu elime almıştım ama çantamı masada bırakmıştım. İki adım ötede bile olsa yine de kahvemi beklerken içim içimi yedi, gözüm hep masadaydı. Çünkü Türkiye'de yaşamak böyle bir şey, bu ülkede büyümek böyle bir şey. Her an o çanta oradan kaybolabilir ve kimse de hesabını soramaz, her an birileri birilerine saldırabilir mesela ve sonra elini kolunu sallaya sallaya gidebilir. Bu ülkede her gün, her an böyle hissederek yaşıyorum.
İşte o mocha :(

Kahveyi aldım, ama tam 175 lira ödedim. Kasada kartımı uzatırken içimden kendime küfrederken uykum da açıldı birazcık. Kapı numarası belli olunca baktım ki kapıma en uzak noktayı seçmişim oturmak için. Havalimanında bir baştan bir başa yürüdüm gecenin bir yarısı. Her yer ışıl ışıl, her yer insanla dolu. Havalimanında değil de sanki Manhattan'ın en ışıklı caddesinde yürüyorum. Mağazalar, kafeler, her milletten insan...Uçağın olduğu kapıya geldiğimde karşılaştığım manzara, bu yolculuğun gerçekliğini ilk defa bu denli açık bir şekilde yüzüme vurdu. Oturma yerlerindeki herkes Koreli'ydi. Amcalar teyzeler, çocuklar, herkesin Korece konuşmaları kulaklarımdayken orada panik içinde oturdum. Ne yapıyorum ben dedim içimden defalarca. Ne yapıyorum ben?
Uçak yine - tabiki - üç sıralı devasa uçaklardandı. Dedim ya yukarıda, bir heves, sanki kendimi bilmiyormuşum gibi, cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Koridor tarafında Koreli bir amca vardı, ortamız ne büyük şans ki boş kaldı. Amcayla çoğunlukla işaretleşerek anlaştık, ilk başta ortadaki koltuğa ikimiz de eşyalarımızı koymak üzere anlaştık mesela. O koydu, bana işaret etti, ben de koydum. Kulaklığı nereye takacağıma eblek eblek bakarken o gösterdi. Ben bir çok şeyi panikle yapmaya çalışırken, kurcalarken ya da ne bileyim yemeklerle içeceklerle savaşırken hep yardım etti. İnince kontrol edilecek kağıtları dağıttıklarında kalemini verdi ben hiç sormazken, doldurayım diye (ben hala o kalemin nasıl uçakta olduğunu düşünüyorum gerçi, çünkü bildiğim kadarıyla kalem gibi şeyleri sokmuyorlar, hatta ben de o yüzden alamıyorum hep). Aslında yerimiz de çok iyiydi, tam orta kısımda acil çıkış kapılarının olduğu koltukların bir arkasıydı. Hemen önümüzde tuvaletler vardı. Bu amcanın valla hakkını ödeyemem, tüm gece tuvalete gittim. Tüm gece adamı iki dakika uyutmadım. İkide bir omzuna dokunup, uyandırdım. 10 saatlik uçuşu adama eziyete çevirdim. Cidden çok utanıyorum ama yapacak bir şey yok. Salak gibi aklıma da gelmedi, gel amca yer değiştirelim bak ben uyutmayacağım seni demek. Ben zaten uyumuyorum. Mümkün değil. Bu yaşıma kadar hiç bir otobüs yolculuğunda bile uyumadım.

Bu uçuşta da yine zengin hissettiğim anlar vardı tabi. Önce bir menü kağıdı dağıttılar mesela. Oradan yemek tercihimizi yaptık, ona göre yemek aldık. Fotoğraflarını çekmeye çalıştım ama çok karanlıktı. Tepemde ışık olduğu, ekranda fener olduğu falan hiç aklıma gelmedi tabiki. Ne yediğimi hatırlayamıyorum. Sabaha doğru da kahvaltı servisi olduğunu hayal meyal hatırlıyorum çünkü uykusuzluğum neredeyse 30 saate doğru koşturuyordu. Tüm uçuş boyunca böyle hayalle gerçek arasındaki çizgide dolandım durdum. Hiçbir şey izleyemedim, bir 37 sayfa kitapta okuyabildim o kadar. Açıkçası tam bir eziyetti Çok uykum var ama uyuyamıyorum. Hiçbir şeyle oyalanamıyorum. Koltuktayım, rahat edemiyorum. İçerisi havalandırmadan dolayı buz gibi, bulduğum her şeyi üstüme giydim. Neyse ki bu üşüme huyumu bildiğimden yanıma üç tane ceket mont gibi şey almıştım. Hepsini giydim. Bir de bu uçuşlarda THY battaniye ve yastık veriyor. Onlar biraz teselli oluyor neyse ki. Daha önce New York'a uçarken çok güzel bir metal kutuda verdikleri malzeme setini ise bu sefer makyaj çantası tarzında bez bir torbada verdiler. İçinde çorap, göz bandı, diş fırçası macunu, dudak balmı vardı.
Uçaktan indiğimde artık tam sarhoştum. Uykusuzluk, yorgunluk, evin dışında alarm halinde geçirilmiş 30 saat. Seul saatiyle akşam 6, buraya göre 20 Nisan öğlen 12 civarındaydı. Uçaktan inip, kocaman koridorda herkesle birlikte yürümeye başladım. O ilk koridorda yer yer görevliler durmuş, elimizdeki, uçakta doldurmamız için verdikleri kağıtlardan bir tanesine, sanırım covid ile ilgili olana bakıyorlardı. Bavulda bulamadığıma göre o noktada o kağıdı bizden almış olmalılar, hiç hatırlamıyorum çünkü verdim mi. Şu an bakınca kağıt yığınına masamın üstündeki, bir tek Arrival Card yazan küçük sarı kağıt benimle geri gelmiş. Oradaki görevlilere yaklaşırken Amerikalı olduğunu düşündüğüm bir amca bu iş bitti bitti pandemi sona erdi diye anlatmaya çalıştı görevlilere, eşi de yok dur aman ne yapıyorsun diyerek kolundan çekiştirdi.

O adımı atlatınca sanırım pasaport kontrolüne girdim. Nispeten sıra beklemedim fazla, orada pasaportu ve K-ETA'yı gösterdim, bu kısımda hiç sorun yaşamadım. Bavulumu biraz fazla bekledim, bir de gelmeyecek kesin karıştı başka şehre gitti ya da Ankara'da kaldı diye panik yaptım. Bavulu alıp, nihayet çıkış kapısına geldiğimde bu sefer başka bir görevli sırası daha vardı. Orada da başka bir kağıda bakıyorlardı sanırım. Doldurduğum kağıtları çantamdan çıkarırken hepsini yere saçtım, eşyalarımı da saçtım, görevli aman aman yeter ki geç de boşver diye yol etti beni. Bu sırada yerden neleri toplamışsam artık, şu an kağıtların arasında Benjamin Meltzer diye birinin American Airlines bileti ve bavul etiketi var. Dallas'tan Incheon'a gelmiş görünüyor :)
Bavulla birlikte kapıdan çıkmadan hemen iki adım ötede Exchange yazısını gördüm o anda. Planım o aşamada çevirmek değildi ama yazıyı görünce ani karar verdim. Görevli kız bezgindi, önce 100 doları uzattım. Çevirip verdi, 126900 won. Sonra ne olur ne olmaz dedim diğer 100 doları da uzattım. Böylece cebimde 253800 won ile havalimanının ortasına çıktım. Çıkar çıkmaz da bu sefer telefon hattı yerleriyle yüz yüze geldim. Daha önceki yazıda bahsettiğim o hatların hepsi yan yanaydı. Önü ana baba günü gibiydi. Zar zor yanaşıp, benimkinin görevlisine kırık İngilizcemle ama ben internetten almıştım ben de mi sıra bekleyeceğim dedim (çünkü Türk kafası, bir yerde sıraya girersem kesin beni ezerler, kesin herkes önüme geçer, kesin ortamın tek salağı ben olurum). Kız bana soğukça yandaki kiosktan numara alacaksınız dedi (herkes bana gülümseyemez ama değil mi). Bu ilk edindiğim izlenimin Koreliler hakkında yanılmama sebep olduğunu daha sonraki günlerde anladım. Bana soğuk gelen bu ilk halleri, aslında konuşmaya ve yardım istemeye başlayınca ne kadar sıcak oldukları gerçeğiyle değişiyor. O kızda da mesela, sıram gelip hattımı verirken aynı şey oldu. Aslında o ilk konuşması soğuk değildi, sadece ben biraz fazla hassasım.

Kiosktan sıra numarası alıp, bekledim. Beklerken havalimanının wifi'ına baktım, bağlandım, gayet de güzel çalışıyordu. Bir minik poşeti içinde sim kart, telefonu açmak için bu iphoneların falan minik iğnesi oluyor ya ondan, bir de hediyelik Seul magneti geldi sıram gelince. Kız tarif etti, bunu böyle tak, iki kere kapat aç telefonu, hemen burada dene ki sorun çıkarsa bakalım. Zar zor anladım. Yeminle. Ben İngilizce'yi de unutmuşum. Kenara geçip, telefona takıp denedim. Bu aşamada şunu söylemem gerekiyor, telefonunuzun yurtdışında kullanım için olan ayarlarını açmanız gerekiyor. Kızın dediği gibi iki kere yeniden başlatmadan kart kendine gelmedi. Sonra gayet güzel çekti ve 10 gün boyunca işimi çok iyi gördü.

Sim kartı da aldıktan sonra tek iş AREX'i bulmak kalmıştı. Hızlı treni yani. İşaretleri aradım, yazılara baktım. 31 saat olmuştu uykusuzluk. Aslında çok da açık olan yolu zor buldum. Alt kata iniyorsunuz temelde. Bu alt kata inince ilk defa Seul'de olduğumu hissettim, duvarlardaki ekranlarda K-pop idollerinin ışıltılı videoları dönüyordu, ağzım açık bakarak bavulumu sürükledim. Sonunda AREX yazan yeri bulduğumda saate baktım, akşam 7 civarıydı. Ben internetten 21:48'deki trene bilet almıştım. Çünkü pasaportta falan saatlerce bekleyeceğimi, havalimanının içinde yolumu bulamayacağımı düşünüyordum. Güvenlik gibi olan bir görevliye nereden bineceğimi sordum, sonra da bileti nasıl değiştirebileceğimi. Önce kiosklardan yapabileceğimi anlatmaya çalıştı, sonra baktı ki ben çok perişandım, beni kendisi bilet görevlisinin olduğu yere götürdü. Görevlinin yeri boştu, güvenlik gitti onu da buldu. Bilet görevlisi telefondaki maile baktı (biletin olduğu), iki saniye içinde yeni bilet çıkarıp, verdi. Hemen 10 dakika sonrasına olan tren için. Haydi koş koş diye yol etti beni. Biletimdeki QR kodunu bilet cihazına okutup, turnikeden geçtim, alt kata indim. 19:28 treni bekliyordu, bindim. Bavulu vagonların girişindeki yerlere bırakıyorsunuz. Sonra yerimi bulup, oturdum. AREX'te de wifi vardı bu arada ama tabiki benim süper hattım takılıydı. 20:11 civarında Seul merkezindeki istasyona varmıştım. İstasyonda gerçekten bocaladım. Trenden inince herkesin gittiği çıkış yönüne doğru gitmeye çalıştım. Önce istasyon binasının tam ortasına çıktım. Sonra Naver Maps'i açtım, otele gidişe baktım. Çok kısa bir yürüme mesafesi, zaten oteli bunun için seçmiştim. Ama bir saat istasyondan çıkamadım. Elimde harita, bir oraya bir buraya yürüdüm. Ortada bir information desk vardı, oradaki görevliye sordum haritayı göstererek, oteli göstererek. Güzelce anlattı ama o İngilizce kelimeler bana Çince gibi geldi, adamın suratına bakıp durdum. Bir daha bir daha tekrar eder misiniz dedim her defasında, hiçbirinde de anlamadım. Sonunda ayıp olmasın diye anlamış gibi yapıp, çıkışların birine yöneldim. Saat artık akşam 9'a gelmişti. Naver Maps'i sonraki günlerde anlayacaktım. Aslında çok da açık, çok da basit şekilde her şeyi gösteriyor tarif ediyor. Ama o ilk akşamda bunları anlamaktan acizdim. İstasyondan çıktım, hava kararmıştı. Kafamı kaldırıp, etrafıma baktım. İşte o an, Dorothy'nin sesi kafamın içinde yankılandı, Toto we are not kansas anymore...Bir bilim kurgu filminin, bir ütopik hikayenin içine düşmüş gibiydim. Şehir kocamandı, gökdelenler ışıltılar içinde karşımdaydı. Bir dolu insan koşturuyordu, yürüyen merdivenlerden inenler çıkanlar, mağazalara girenler çıkanlar ve o kocaman binalar, gecenin kopkoyu karanlığı içinde ışıl ışıl. Bavulu durdurdum, olduğum yerde çakılı kaldım. İlk defa ve sanırım son defa, korktum.
Kendimi toparlayıp, oteli bulmaya zorladım. Ne yöne gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. İleride iki görevli amca gördüm yine, onlara yanaşıp, sormaya çalıştım. Tek kelime İngilizce bilmiyorlardı, gerçi zaten İngilizce anlatan görevlininkini de anlamamıştım ya. Bu iki amca konuşamamalarına rağmen bana tarif etmeye, yardımcı olmaya çalıştılar. Asansöre binip, aşağı inmem gerektiğini anladım. İstasyondan çıkmıştım, metronun altına girmem gerekiyordu. Gerekiyormuş yani, bir türlü algılayamıyordum. Otel hemen şurada görünüyordu haritaya göre, neden gidemiyordum? Aşağı inince, yürümeye başlayınca fark ettim metronun altına girdiğimi. Çok karmaşık geldi o akşam, bir ton yol yürüdüm bavulu sürükleye sürükleye. Meğerse metronun altından direkt otelin olduğu gökdelene aşağıdan bağlanan bir giriş varmış. Bir dolu yerden geçip, sonunda otelin ismini gördüm bir tabelada. Birkaç tabela ve birkaç kalın cam kapı, bir dolu koridor, koridorlar boyunca sıralanmış restaurant kafe ve mini golf oyunu alanı sonrası otele çıkan asansörlere ulaştım. Lobiye çıktığımda artık tükenmiştim. Lobideki görevlilerden biri kız, biri erkekti. İkisi de çok şık, çok özenli görünüyordu. Erkek olan görevli işlemimi yaptı, halime gülümsedi, bana her şeyi tane tane anlatmaya çalıştı. Gene anlamadım. Yani böyle ruhum bedenimden çıkmış, iki milim havada duruyor, konuşulan şeyin İngilizce olduğunu ve ne söylendiğini anlıyor ama yerde duran bedenime anlamsız geliyordu. Aslında onu dinlemiş ve anlamış olsaydım ya da en azından verdiği kağıda bakmak aklıma gelseydi, oteldeki 5 günüm çok daha anlamlı geçebilirdi. Neyse. Oda kartımla birlikte hediye olarak iki minik yakwha da verdi, tadına bayılıyorum bu bisküvilerin.

Sonunda odama çıkıp, kendimi yatağa attığımda hiçbir şeyin farkında değildim. Odaya doğru düzgün bakamamıştım bile. Baygın gibi yattım. Ertesi sabah 7'de gözlerimi açana kadar her şey bir hayal olarak göründü gözüme.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...