13 Eylül 2017 Çarşamba

vincent

12 Eylül 2017 Salı

bayram dönüşü

İyi uzattım ama bayrama gidip gelmeyi, değil mi?
Yine, her defasında olduğu gibi, yeni ufak tefek bir şeyler öğrendiğim ya da farkına vardığım aralardan biri oldu bu. Köyde geçirdiğim her zaman dilimi, artık havasından mı suyundan mı yoksa hayatımın çoğunu geçirdiğim "büyük şehir" kafasından çok daha başka bir kafaya soktuğundan mı insanı, böyle oluyor. Farkına varmak falan deyince öyle yuh oha ne biçim bir şey öğrendim yok artık dünyanın sırrını önüme döktüler tarzında şeyler kastetmiyorum herhalde. Ufak, böyle minicik de olsa insanın kendi içinde keşfettiği, fark ettiği şeyleri diyorum. Bilmiyorum, belki bu seferki yolculuk kitabım Clarissa Pinkola Estes'in "Kurtlarla Koşan Kadınlar"ı olduğundandır. Kitabı okudukça bulabildiğim aralarda, etrafıma, diğer insanlara, kendime başka başka bakmaya başladım. Değişikti. İlginçti. Yer yer acı vericiydi. Ama kitap hala bitmedi. Dönüş yolculuğumda otobüste de okumaya devam ettim ama bir müddet ara vermem gerekiyor bence bu kitaba. Kalan 70-80 sayfayı bu kafayla okuyamayacağım. Yazarı da bir oturuşta okuyun diye kafamıza kafamıza dürtmüyor zaten de, bakmayın ben iştahıma yenilip kusana kadar yedim. Şu noktada ara verip, Cey'in önerisiyle Robert Jordan'ın Zaman Çarkı serisine başladım. "Dünyanın Gözü" şimdilik güzel bir ara olacak gibi.
Yeni şeyler öğrendim dedim ama çok da yeni değildi belki. İnsanın kendi kardeşine nasıl yabancılaşabileceğini gördüm mesela. Hiçbir zaman çok yakın değildik sanırım abimle ama farkında değilmişim. Ben hep çok yakınız diye düşünmüşüm. "Yakın" kardeşlerin ilişkileri gibi bir ilişkimiz hiç olmasa bile kendi "soğuk" tarzlarımızla yakınız diye yaşamışım hayal dünyamda demek ki. Tamam belki benim soğuk tarzımla. Soğuğum çünkü belki, ne bileyim. Ama abim değildir normalde. Canayakın derler. Aman neyse sorun o değil zaten. Sorun ben 12 yaşındayken önce okula, sonra kendi evine taşınan abimle birer yabancı oluşumuz. Dahası, onun olduğunu zannettiğim insandan çok farklı bir insana evrilmesi. Ve hayır yıllarla birlikte değil, evlendiği insanla birlikte. Onun yüzünden. Bizzat onun kişiliği ve kafa yapısı yüzünden. Abim tamamen başka bir insan haline gelmiş. Ve yapabileceğim hiçbir şey yok. Salaklık erkeklerin kromozomlarında yazıyor.
Kitapta kendimizden önceki kadınların, akrabalarımız olan, bizi oluşturan kadınların hatıralarına, bilgeliklerine, ruh olarak sahip oldukları bilgilere, deneyimlerine başvurmamızın, sahip çıkmamızın iyi olduğunu, onların bize karanlıkta yol gösteren birer meşale olduğunu söylüyor Estes. Aklıma Bene Gesserit'ler geldi okurken. Kumsolucanı zehri içip yaptıkları o tören. Ataları olan kadınların akıllarına, ruhlarına süzüldükleri, bir araya geldikleri o törenleri hatırladım. Belki o kadar da "hayal ederek" yazmamıştı Frank Herbert. Belki gerçekten de böyledir. Annelerimizin, onların annelerinin, bizi büyüten kadınların, bize bir şekilde dokunan her kadının bilgeliğinden parçalar taşıyoruzdur.
O yüzden daha dikkatli dinledim bu sefer "kadınlarımın" söylediklerini. Mezarlıklarda daha dikkatli baktım. Anneannemin hiç duymadığım hayatına dair şeyleri dinledim. Şimdiye kadar annemin gözlerindeki üzüntüyü göreceğimi bildiğim için hep bir annesi yokmuş gibi davrandım. Hatırlatmazsam, 21 yıl önceki ölümünü hatırlamaz gibi saçma sapan bir düşüncem vardı belki ne bileyim. Anneannemin ve dedemin mezarları başında anlatmaya başladığı hikayeye eve kadar devam etti annem. Zar zor hatırladığım anneannem o çamurlu köy yolu boyunca, yağmurun altında kanlı canlı, gerçekten yaşamış bir insana dönüştü zihnimde. Sonra güneşli bir öğleden sonra kek börek kokuları arasında mutfağındaki halam anlattı, ben dinledim. O kokuların arasında halam yeniden 20 yaşında kırmızı çoraplı, mini etekli bir genç kadına dönüştü zihnimde. Sonra önümde ince belli bardaktaki çayım, karşıdaki kanepede yengem anlattı, Doğu Karadeniz'in bir köyünde, kışın soğuğunda gencecik bir öğretmeni odun kesmeye çalışırken buldum.
Böyle böyle dinleyerek, öğrenerek, farkına vararak Ankara'ya döndüm. Daha bir dolu şeyden bahsedecektim, şahane bir levrek buğulamanın ve tadı damağımda kalan mezgit tavanın mekanından Derin Balık diye muhteşem lezzetli bir balık lokantasından, kumsala ve dağlara bakan ufacık bir mekanda Yosun Piknik'te yediğim lezzetli pidelerden, otobüsün mola yerinde yemek yiyeyim derken aksilik çıkaran kredi kartından (cihaz kağıdı çıkarmadı, kasiyer amcayı baya uğraştırdı, ben yemeğimi yedim caanım), yine aynı mola yerinde süt peynir dolabının kapağını bir kızın üstüne kapatmamdan falan bahsedecektim. Ama neyse, bu seferki döndüm yazısı da bu kadar olsun.

22 Ağustos 2017 Salı

Ağustosta Ankara Gezisi - 2

Önceki hafta sonu yaptığım - baya tehlikeli ve heyecanlı hale dönen - Ankara gezimden şurada bahsetmiştim. Sonunda da o kadar saçma ortamlara bir daha düşmemek adına bir daha da gezemem herhalde demiştim. Ama ev bu, insanı boğuyor, eh üstüne işsizlik güçsüzlük yalnızlık da eklenince bu hafta sonu da harita üzerinde işaretlediğim yerlerden birkaç tanesine daha uğrayabilir miyim acaba diyerek fırladım evden.
Pazar günü yine güneş, yine 30 derecenin üstünde ısıtırken öğleden sonra çıktım ve yine saat 2 buçuk civarında kendimi Sıhhiye'deki Adalet Sarayı'nın önünde buldum. Planım önce Etnografya Müzesi'ni, ardından Resim ve Heykel Müzesi'ni ziyaret ettikten sonra Vakıf Eserleri Müzesi'ne de uğrayıp, Gençlik Parkı'nın yanından otobüse binerek eve geri dönmekti. Üç müzenin de açılış kapanış saatlerini, günlerini falan kontrol etmeden gittim tabi, kafamda kabaca diyorum ki bir-bir buçuk saat ayırsam hepsine, saat 6-7 gibi kapansalar, herhalde yapabilirim. Adliyenin önündeki üst geçitten geçip, Kızılay Sokak'a daldım hemen. Burada karşınıza ilk Türk Tarih Kurumu çıkıyor ki kütüphanesinde önceki sene günleeer günleeer geçirdiğim için pek severim. Kurumun girişi Kızılay Sokak üzerinde ama ilk sola, Türkocağı Sokağı'na dalıp, az biraz ilerlediğinizde önce kütüphanenin girişi beliriyor sonra da kitap satış yerinin. Öyle güzel bir yer burası. Neyse o günkü hedefim müzeler olduğu için kendimi tutup, ilerlemeye devam ettim Türkocağı'nda. Bu sokakta ilerlerken manzara şu tabi bilmeyenler için anlatayım. Sağınızda hastanenin kafesi, girişi, acili, hastaneye gelenler, gidenler. Solunuzda TTK'yı geçtikten sonra ise önce Ankara Lisesi, sonra nihayet müzenin girişi. Biraz yürüyorsunuz tabi müze girişine ulaşabilmek için. Ben hemen karşıma çıkacak zannetmiştim.
Etnografya Müzesi
Ankara'da büyüyen her çocuk gibi buraya da okul gezisiyle geldiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Ama sadece Etnografya diye hatırlıyorum ki orası bile hiç kalmamış aklımda. Resim ve Heykel'e herhalde amaan ne olacak gezdireceğiz de nasıl olsa hiç birisi sanatçı olmayacak (olmasın hatta) kafasıyla gezdirmeye tenezzül bile etmemişler miydi yoksa benim üniversitenden önceki herşeyi silmeye meyilli beynim siliverdi de ilkokul-ortaokul öğretmenlerimin günahını mı alıyorum bu noktada, tabi artık kısmet. O yüzden gayet bodoslama gittim bu iki müzeye. Türkocağı Sokağı'ndaki giriş bir araba girişi ve bir araba çıkışından oluşuyor. Tabi yanıbaşında bulduğunuz aralıktan yaya olarak girebiliyor çıkabiliyorsunuz. Başka giriş yeri var mı ayrıca diye bakındım ama tam göremesem de sanırım bu sokağın Talat Paşa Bulvarı'na bağlandığı kısımda Resim ve Heykel'in diğer tarafına açılan bir kapı daha var ama gidip denemek lazım. Neyse bu sokaktaki kapıdan girerken ben hemen girişteki camlı kısımda olan görevlilerin oraya yanaşıp, dedim müzeye geldim. Gayet yardımsever bir biçimde açıklama yaptı görevli, solda Etnografya sağda da Resim ve Heykel Müzesi var, kartınızı girişte kontrol edecekler dedi. Tabi ben gene bodoslama gittiğimden önce Etnografya'ya yöneldim. Ama bu noktada belirtmem gereken bir detay: Resim Heykel 5'te kapanırken, Etno 7'de kapanıyor. Yani benim gibi sayılı zamanınız varsa önce Resim Heykel'e girmek daha mantıklı. Bir de Etno'da giriş ücreti (ya da müzekart) kontrolü varken Resim Heykel ücretsiz. İki müze de her gün açık. Tabi bu saatler yaz tarifesi. Kış için Etno'da 5 buçuk yazıyordu mesela.
ama ne heykel be!
Etnografya Müzesi'ne doğru yürüdüğünüzde önce karşınıza kocaman bir Ankara manzarası ve ona doğru yönelmiş, at üstünde heybetli bir Atatürk heykeli çıkıyor. Bu heykel hakikaten güzel. Ve bu ortam, bu manzara,...gözlerinizi nihayet heykelden alabildiğinizde şöyle bir arkanıza dönüyorsunuz ve bam! o nasıl bir binadır o ne muazzam güzellikte bir mimaridir...diye kalakalıyorsunuz. Çünkü burası Ankara, dünyada ne kadar yer gezmiş ne yapılar görmüş olursanız olun bu şehirdeki nalet görüntünün arasında bu kadarcık bir şey bile görünce neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz.
Merdivenlerle çıkılan girişinden geçtiğinizde önce bir avlu karşılıyor. Bu avlunun iki yanında sıralanmış sergi odaları var. Ama bu avlunun bir özelliği var ki binaya girdiğiniz anda karşınızda beliriyor: Burası Anıtkabir yapılana kadar Atatürk'ün naaşının durduğu yer. Şimdi de sembolik bir kabir olarak korunuyor.
Girişin sağında hemen görevlilerin yeri var. Oradan girişi biletinizi alabiliyor ya da müzekartınızı okutabiliyorsunuz. Ben broşür sordum o noktada ve görevliler arkadan çıkarıp verdi. Normalde yolunuzun üstünde bir yerde durmuyor, sormanız gerekiyor. Ardından hemen sağdaki ilk koridora dalıyorsunuz ve çılgınca saatler başlıyor :) Çünkü bu müzedeki eserler, konular çok güzel. Çok eğlenceli, çok bilgi ve kültür barındırıyor. Nihan'la NY'da kızılderili eserlerinin olduğu müzeye girdiğimiz zaman geldi aklıma Etnografya'da dolanırken. Oradaki gibi kültür bombardımanına uğramış gibi oldum çünkü. Broşürde Selçuklu döneminden günümüze Türk sanatının eserlerini barındırıyor diyor ama sergileri gezdikçe birçok değişik şey görebiliyorsunuz. Tabi bu belirtilen döneme hiç hakim değilim, o yüzden çok da laf etmesem yerinde olur. Yalnız her şeyin fotoğrafını çekmemek için kendimi zor tuttum. Çektiğim milyonlarca fotoğraftan az birazını size göstermeye çalışacağım aşağıda falan.
yalnız mankenler bir ilginç: en soldaki damat tıraşına bu ifadeyle bakan çocuk mesela ya da ortadaki mankenin saçının ürkünçlüğü ve hatta göz için delik açılmayan zırhıyla savaşçımız :p

düşünsenize havlu niyetine kullanılıyormuş bunlar

peki ya böyle bir sahneye biscolata erkeği mankeni oturtmak?!



sünnet odası. yalnız odanın tümden dekorasyonu, herşeyin ahşap olması...ah ahhh...




ama nolur sanki ben de bir gidebilsem şunların kursuna bir öğrensem ne olur

müzede dedim ya selçuklu'dan başlıyor diyor diye, böyle iki tane esere rastladım uygurlar'dan. yalnız o ne çirkin surat öyle yahu.



Gezmeye başladığınız ilk koridorda önce kültürel sergiler var. Türk kültürüne ait yöresel giysiler, sünnet odası, gelin odası, damadın berbere gidişi, kına yakılışı vb. gelenekler cansız mankenlerle falan oluşturulmuş, gayet başarılı. Bunların ardından materyal bazında sergiler gelmeye başlıyor. Madeni eserler, cam eserler, ahşap eserler gibi. Bu arada avlunun bir tarafındaki koridoru bitirip sembolik kabrin önünden geçip diğer koridora giriyorsunuz. Bir de ahşap eserler olağanüstü, demiş miydim? Silahlar kısmının ise tadı damağımda kaldı desem yeridir. Tüm müzeyi gezip bitirdiğinizde yalnız fark ediyorsunuz ki burası biraz ufak. Yani bir dolu malzeme görmüş, bir dolu çılgınca bilgi almış oluyorsunuz ama müze anlamında, ufak.
Etno'dan çıkıp, Resim ve Heykel'e bir iki dakikalık yürüme mesafesiyle ulaşılıyor. Aynı bahçe içindeler. Bu arada Etno'nun binasının kendi bahçesi içinde, etrafında yani binanın sanırım eski mezarlar var, mezar taşlarını şöyle bir gördüm ama en son çıkarken aklıma geldiği için incelemeyi unuttum ya da sorgulamayı. Orayı da görebiliyor muyuz, onlar nelerdir, bir dahakine gidersem umarım, soracağım görevlilere.
heyt bea! Resim ve Heykel Müzesi
Resim ve Heykel Müzesi deyince aklıma bu binanın da ağaçların arasına saklanmış alçakgönüllü güzelliği geliyor. "Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin içinde yer aldığı yapı, Namazgâh Tepesi’nde Yüksek Mimar-Mühendis Arif Hikmet Koyunoğlu (1888-1982) tarafından inşa edilmiştir. “I. Ulusal Mimarlık Dönemi”nin en güzel örneklerinden olan yapı Türk Ocakları merkez binası olarak projelendirilmiştir. Türk Ocakları, II. Meşrutiyet’ten sonra kurulmuş olup Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen, Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet yönetiminin erdemlerini kültürel yolla halka yayan, devletten yardım alan kuruluşlardı." diyor web sitesinde. Yine merdivenlerle çıktığınız girişinden geçtiğinizde yine bir görevli kısmı beliriyor bu sefer sol tarafınızda. Burada da broşür sordum ama kalmamıştı. Yukarıya çıkan merdivenleri gösterip, burada gezmeye başlıyorsunuz dediler. Yalnız içeriye girince o merdivenleri falan görünce insan bir kendini değişik hissetmeye başlıyor. Öyle bir bina ki sanki bir filmin içindeymişsiniz gibi. Bir de geçen yıl boyunca falan gezdiğim müzelerin hepsinde insan seliyle gezdiğim için buraları böyle tek başıma dolaşırken binayı tamamen kendime ayırıp, hayal kurabiliyordum. Yalnız Etno daha kalabalıktı, Resim Heykel sonradan biraz biraz kalabalıklaştı. Neyse ne diyordum, merdivenler. Merdivenlerden üst kata çıktım ve oradaki görevli de sol tarafı gösterip, buradan başlıyorsunuz dedi. Bu arada daha merdivenlerden çıkarken iki yanda vazolar ve duvarlarda tablolar belirmeye başlıyor.
Üst katta odaları dolaşmaya başladığınızda bol bol tablolar ve aralara serpiştirilmiş birkaç heykelle karşılaşıyorsunuz. Sağ kanatta geniş bir salonda Atatürk'ün misafirleri ağırladığı salondaki eşyalar ve diğer eşyaları görebiliyorsunuz ki hepsi çok güzeldi.



(Yukarıdakiler benim en beğendiklerim)

Tablolar ise benim hiç mi hiç bilmediğim, adeta fransızı olduğum Türk sanatçıların eserleri. Görebildiğim kadarıyla 1800lerden günümüze tarihlendirilen eserler. İtalya'da ve diğer birkaç ülkede daha gezdiğim bir dolu resim ve heykel barındıran müzeden sonra kendimce bir sanat zevkim olduğunu fark ettim. Etmiştim yani baya oluyor, burayı gezerken de iyice eserleri ayırt ettiğimi fark ettim ayrıca. Buradaki eserlerin de çoğunluğu bana çok zevk veren eserler değildi mesela. Resim konusunda teorik bilgim nerdeyse hiç yok denecek kadar az, bu yüzden nasıl ifade edeceğim bilemiyorum. Sadece arkadaşlarıma da anlatırken dediğim gibi söyleyeceğim sanırım. Bazı resimlerde, heykellerde bir şeyler beni rahatsız ediyor görür görmez. Bir yerime dokunuyorlar beynimde, bir şeyleri tetikliyorlar belki de. O yüzden bazılarını hiç beğenmiyorum, bazılarını görmeye bile dayanamıyorum. Ama bazen de bazılarına baktıkça bakasım geliyor ki tüm bu duygularım iyi de olsalar kötü de bu resimleri ortaya çıkaran sanatçıların aslında hedefledikleri şeyi yaptıklarını, bir şeyleri başardıklarını gösteriyor diye düşünüyorum. Sonuçta misal Floransa'da Galleria'yı ve Uffizi'yi gezerken Cey'in hayran kaldığı renkler beni aşırı rahatsız etmişti.
Üst katta bu şekilde yine orta koridorun iki yanında kalan odalardaki eserleri geziyorsunuz bu müzede. Birçok kapı mühürlüydü ben gezerken. Başka bir dolu eser ve sergi var sanırım ama zamanları mı var artık, çalışma mı var, ben bilemem. O yüzden bir dolu eser görmüş olsanız da burası da yine ufacık geliyor, müze olarak. Ha bir de merdivenlerden indikten sonra giriş katta sağda bir geniş salon var, orada da eserler var ve gezilebiliyordu ben gittiğimde. O kadar.
Müzelerin bahçesinde bir de birkaç merdiven aşağıda müze kafe var ama ben oradaki tuvaleti kullanırken yalnızca birkaç masa ve onlara dayanmış sandalyeler vardı. Kafe tam neresi, kafe nedir, bir doğru düzgün bakmak lazım.
Yine girdiğim yerden geri Türkocağı Sokağı'na çıktım saatim 5 buçuğa doğru ilerlerken. Devam edip Talat Paşa Bulvarı'na çıktım. Burayı kesen Atatürk Bulvarı üzerinde biraz daha ilerleyince Vakıf Eserleri Müzesi'ne çıktım. Ama önü arkası sağı solu her bir yanı inşaat toz duman taş. Müzeye kilometrelerce öteden zar zor bakabiliyorsunuz. Zaten şansıma cumartesi-pazar kapalıymış. O yüzden bu günlük Ankara gezimin bu ayağını bitirip, planladığım gibi Gençlik Parkı'nın yanından, devlet tiyatrolarının karşısından otobüse binip, eve geri döndüm.
En azından bu gezide güvenliğimden çok endişe edecek hale gelmedim. Buna da şükür. Hem o Etnografya Müzesi'nde gördüklerim, okuduğum bilgiler, neydi onlar öyle ya :)

20 Ağustos 2017 Pazar

saçmalamasam da mı saçmalasam

Çok saçma günler geçirmeye devam ediyorum. Çılgınca - hunharca - iş arıyorum. Meşguliyet anlamında iş değil tabi, düzenli para getirisi olacak iş. Aslında iş istemiyorum, onca yıl onca deneyim onca mücadeleden sonra bile hala kafamın içinde aynı şey yankılanıyor "bilgisayar mühendisi olmak istemiyorum". Ama o "bilgisayar mühendisi" olarak iş arıyorum şimdi, mecburen. Çünkü her ay cebime belli bir para girmeyince hayal de kuramıyorum plan da yapamıyorum, yani ya-şa-ya-mı-yo-rum. Hayatım uzunca bir bekleyişe dönüştü resmen. Bir şeyler olmasını bekleyerek, stand-by'a almışım gibi. Tüm yaşamsal işlevlerimi en aza indirgeyip, bekliyormuşum gibi. Hayatımın geri kalanına dair bir düşünce oluşturamıyorum. Bunu anlayabiliyor musunuz? Gerçekten anlayabiliyor musunuz? Yani öğrenciyseniz kafanızda en azından okulun biteceğine dair bir düşünce vardır ya da bu sene de bitmeyeceğine dair. Çalışıyorsanız en azından yıllık izninizin tarihleri bellidir, gün sayıyorsunuzdur. Hepinizin en azından bir gün sonrası, bir ay sonrası falan için bir düşünce kırıntısı vardır yani kafanızda. Şu telefonumu değiştireyim gelecek aya diyorsunuzdur, şu tarihlerde haftasonu şu ülkeye gideyim diyorsunuzdur, arabayı değiştireyim bu çocuklarla yetmiyor falan diyorsunuzdur. En basiti açıp, netten ona buna bakıyorsunuzdur, biletlere, yeni basımı yapılan kitaplara, kurslara, eşyalara,...Açıp öyle saatlerce inceliyorsunuzdur mesela. Ama ben yapamıyorum. Demeye çalıştığım bu. Ben artık hiçbir şeye bakamıyorum. Çünkü elimde hiçbir umut yok. Ne zaman o bakacağım şeyleri alabileceğimi veya o deneyimleri yaşayabileceğimi bilmiyorum çünkü ne zaman elimde para olacak bilmiyorum. Dahası elime para geçmesinin tek yolunun "bilgisayar mühendisi" olarak iş bulmam olduğu gerçeği her gün bu bilgisayarın başında yüzüme yüzüme vuruyor, çünkü başka hiçbir meziyetim, başarım, çıkış yolum yok.
Evveet blog yazısı başına düşen yakınma, çemkirme, kendine acıma, lanet etme görevimi de yerine getirdiğime göre devam edebilirim.
O yüzden yurtiçi-yurtdışı ne kadar iş bulma sitesi varsa hepsinde ne kadar "education" bölümü bana uyan yer varsa, "apply" ettim gitti. Uluslararası iş bulma siteleri, uzakdoğu ülkeleri genelinde iş bulma siteleri, secretcv.com, indeed, neuvoo, jobrapido, uncareer, upwork, ab-ilan, workhere, workingin, goinglobal, monster, adecco, kariyer.net...hepsinde tonlarca yere başvurdum şu son bir ayda. Dahası memurlar.net'e ilan düşüyor mu diye tetikteyim her gün. Ama hemşire olmadığım sürece şu sıra devlet kurumları beni işe almıyor. Ve sıkı durun, kimse aramadı. Tek bir yerden bile geri dönüş olmadı. Kimse beni istemiyor. Elimde - evet nefret ettiğim - bir bilgisayar mühendisliği diploması ve 4 yıla yakın bir networkçülük deneyimi var ama bir tane yer bile hımm durun bir çağıralım konuşalım bile demedi. Ulan Kamboçya'ya bile başvurdum ya. Gidilecek yerler listemin üç numarası olan ülkeye, bakın GİDİLECEK yani GEZİLECEK. Ama yaşanmayacak. Öyle bir durumdayım.
Bu durumda olunca da insan kendini tamamen gerçeklikten koparmaya çalışıyor. Çalışmıyor da daha doğrusu öylece kendiliğinden oluveriyor. Farkında olmadan vıjııııt gerçeklikten kayıp, kopmuşsunuz. Benimkisi şöyle başladı:
Önce geçen sene gene bu zamanlarda, hem ikinci yeğenin doğumu yaklaşıyor diye full-time hamile gelini destekleme görevimdeyim hem de eylülün başında atlayıp Roma'ya gideceğim ohh belki 6 aylığına kurtulurum tüm şu ortamdan diye gün sayarken, abimlerde kalıyorum ya geceleri nihayet büyük yeğen uyuduğunda kanepeye uzanıp kendimi ayırabildiğim - uyumadan önceki - o bir saatte napayım, ne edeyim, kafamı nasıl kuma gömeyim derken...bu cümle hiç bitmiyor gibi geldi değil mi? Evet farkındayım, yani değilim aslında o yüzden o kadar uzuyor cümlelerim de neyse okuyana eziyet ediyorum biliyorum o yüzden aralara nokta koyacağım, tamam. Açtım bir güney kore dizisi izleyeyim dedim. Daha önce hiç izlememiştim. İzlemeyi dahi düşünmemiştim. Çünkü - bakın burada çok aşırı dürüst itiraflar geliyor - ben yüzümü tamamen batıya dönmüş, öyle mutlu mesut yaşıyordum. Kendini hoşgörülü olarak tanımlayıp da sonra avrupa'da amerika'da birkaç hafta geçirdikten sonra en koyu ırkçı kıvamına gelen insandım ama olsun. Annemin de dediği gibi çıktığı yeri beğenmeyip, cevizin kovuğuna laf ediyordum. Bir dakika bu çok saçma oldu, annem böyle dememiştir, nasıldı ki bu laf? Her neyse, öyle bir durum işte. Yetiştiğim ülkeye, aileye, kültüre bakmıyordum da seyahatlerde denk geldikçe Hintliler'e, Meksikalılar'a, Çinliler'e falan laf ediyordum. Evet Meksika bize göre batıda ama ana fikri kaptınız.
Eh yani yalan söyleyemeyeceğim, aç tavuk kendini Londra sokaklarında Cumberbatch'le koşuyor zannediyor. Doğduğumdan beri yüksek dozda amerikan filmi, dizisine; eve bilgisayar internet girdiğinden beridir de Britanya'ya maruz kaldığımdan mütevellit durumum açıktı. Bir de öyle hoşuma gitmiş bir kere ne yapayım? Xena'da bile - ben küçükken ve tvden izlerken - Yunan mitolojisine bezenmiş bölümleri severek izlerken Xena'nın Hint mitolojisine Uzakdoğu mitolojisine daldığı bölümlerde bitse de gitsek derdim. Sevemedim o tarafları bir türlü. Onca yıl çılgınlar gibi okurken bile elim hiç gitmedi o taraflarla ilgili şeylere. Çin, Japon, Kore, Hindistan, Endonezya ve diğerleri, hatta Rusya bile hiiiç ilgimi çekmedi.
Kore dizileri de aynı sebeple hiç çekici gelmemişti. Bir de zaten kimseyi birbirinden ayırt edemiyordum ki posterlere, fragmanlara bakınca. İsimleri öğrenemiyordum. En kötüsü de evet sevgili romalılar yurttaşlar vatandaşlar! ben altyazı okumaktan nefret ediyormuşum ya! Bunca yıldır tabi unutmuşum eskiden ne zorluklarla izlediğimi tüm o filmleri dizileri. İngilizce'yi artık altyazıya ihtiyaç duymadan halledince insan unutuveriyormuş o halini. Dilini zerre anlamadığınız bir şey izlemek o kadar sinir bozucuymuş ki (Hayır bu pek yüzeysel hikayeciniz kesinlikle avrupa sinemasına da bakmaz, kesinlikle). Altyazılardan nefret ediyorum evet, çünkü ben her durumda yazıya odaklanıyorum. Yolda giderken, tv izlerken gözlerim hep bir yazı varsa ona odaklanıyor, görüntü gidiyor. Görüntülerin hiçbir önemi kalmıyor, ben yazılarda oluyorum hep. Şehirlerarası otobüs yolculuklarını bu yüzden severim mesela. O şehirlerin ilçelerin arasındaki ıssız yollarda hiçbir yazı olmaz, gönül rahatlığıyla manzarayı izleyebilirim.
Ama asıl noktaya geri dönersem, açıp izlemeye başladım. Bunca zamandır kore dizileri izleyen yazan blogları takip ediyordum. Yani diğer yazılarından ötürü takip etmeye başlamıştım ama kore dizi yazıları çıktıkça da resimlere müziklere falan bakıyor, okuyordum. O yüzden yine açtım onlardan yardım aldım. Tavsiye listelerindeki posterlere göz gezdirmeye başladım.
Normalde şu yandaki resmi görünce arkama bakmadan kaçmam gerekirdi (çünkü nefret ettiğim şeylerden bir diğeri-->hamileler) ama bu iki insanın resimden bile fışkıran nasıl bir enerjisi varsa artık, kendime engel olamadım. Sanki gerçekte de çok ama çok iyi insanlarmış gibi. Bilemem tabi. Belki harbiden süper oyunculardır, insana bir posterden bile böylesine duygular geçirebiliyorlardır. Açtım izlemeye başladım o gecelerde "Fated to Love You" dizisini. Dizi 2 temmuz-4 eylül 2014 arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış Güney Kore'de. Orijinali Tayvan'danmış, 2008'de 24 bölümlük bir Tayvan yapımı diziymiş. Tabi ben o zamanlar bunları bilmiyorum. Gayet masum bir şekilde açtım izliyorum. İlk başlarda hakikaten çok acayipti. Güzellik falan anlamında acayip demiyorum, acayiplik anlamında acayip diyorum. Bunca yıl izlediğim ingilizce yapımlardan sonra ulan ben nereye düştüm dedim. Herkes birbirine bağırıyor. Kimin kime seslendiğini anlayamıyorum çünkü isimleri bir tuhaf söylüyorlar. Kadınlar normal görünüyor da erkeklerin saçları falan hep bir tuhaf, ne o öyle saçma sapan. Eve girince ayaklarına ince terlikler geçiriyorlar otellerde olanlardan. Ulan o terlikler ne?! Allah sizi kahretmesin niye terlik giyiyorsunuz! Dizi bu be, ayakkabıyla giriverin eve işte! Adam sırım gibi olmuş çekmiş takımı üstüne, eve bir giriyor tıss tıss sürüyerek terlikle dolaşıyor. Allahım ben ne izliyorum böyle?! Hele bir yemek yiyişleri var ki...En narin insan bile öküze dönüşüyor yemek yerken. Hayır sokakta, evimizde hepimiz öyle olabiliriz ama dizi bu be! Azıcık insan gibi yiyin! Bir de ne yedikleri belli değil öyle eciş bücüş, haldur huldur şapırdatarak hüpleterek yiyorlar!
Yeminle kafayı yiyecektim izlerken. Böyle detaylara takılıp durdum. İlk defa görüyordum çünkü. Bünyem kabul etmiyordu. Haa ama yiğidi öldür hakkını ver, hikaye çok iyi gidiyordu. Yani acayip eğlenceliydi. Absürttü ki hiç sevmem normalde ama eğlenceliydi. Bir 5 bölüm içinde ben çılgınca mutlu olmaya başlamıştım izlediğime. Günümün artık en güzel dakikaları diziyi izlerken geçirdiğim dakikalardı. Başroldeki Jang Na-Ra ve Jang Hyuk hakikaten boyunlarına atlanıp, sevilesi insanlardı. Tabi Choi Jin-Hyuk da ayrı bir güzellik. Dizi hakkında güzel bir inceleme yazmayı planlıyorum o yüzden şimdi kısa keseceğim ama diyeceğim o ki ilk 10 bölüm çok mutluydum. İyi ki izlemeye başlamışım ulan, oh ne de iyi yaptım aferin bana diye dolanıyordum. Ama sonra bir noktada bastılar dramı, bastılar gözyaşını. Gece gece yeğen uyanmasın diye yastıklara yastıklara mı ağlamadım, allahım bunlar ne büyük acılaaaaar diye gözyaşlarımı içime içime mi akıtmadım...Çok pis vurmuştu hikaye. Hayır bir de ne olduğunu anlamamıştım, her şey çok eğlenceliydi ne ara o kadar dram olduk, ben ne ara Lee Gun'ı gördükçe kafa kafaya verip ahhh abiciiiim diye ağlamaya başlamıştık anlayamamıştım. Ama neyse ki sonunda her şey düzeldi, musmutlu, bol Lee Gun kahkahalı bir final yaptı da ben de ilk Güney Kore dizisi tecrübemden kocaman bir sırıtışla ayrıldım.
Sonra tabi kazıdır, doğumdur, Roma'dır, geri dönüştür, iş aramasıdır derken benim aklıma hiç gelmedi başka kore dizisi izleyeyim. Aklımın ucuna bile gelmedi. Ama işte bağışıklık sisteminizin çökmesini bekliyor böyle şeyler. Buradaki bağışıklık sistemi mecazen, hani ruhsal savunmanın düşmesi durumu. Kafaca çöktün mü yani, o zaman sarıyorsun bunlara. Geçen aydı sanırım, bu defa yine dedim açayım izleyeyim bir tane. İlk izlediğim pek keyifli, eğlenceliydi nasıl olsa. Gene öyledir herhalde. Tamam arada küçük emrah'a bağlamıştı ama bu sefer hazırlıklıyım böyle bir duruma diye kendi kendime düşünüyordum. Yine açtım o listeleri, posterlere göz atarken bu sefer de şunlara rastladım:

Aman yarabbi bunlar ne kadar sevimli insanlardı böyle? Hem hikaye de tam bana göreydi. 20lerinde insanlar yok, lise çocukları yok. Tam da o an ihtiyacım olan şeydi bu hikaye. İçinde bulunduğum çıkmazda bana iyi gelebilecek bir şeydi. Valla ne yalan söyleyeyim "A Gentleman's Dignity" bence evrenin bir hediyesiydi bana. Öyle görüyorum ben şimdi geriye dönüp bakınca. Kafayı yememe, kendimi balkondan atmama, bıçaklamama engel olabilecek bir şeydi ve hoop diye önüme geldi. Çok ama çok sevdim. İnanılmaz sevdim. Bu hikayeyi yazana, bu hikayeyi böylesine canlandıranlara, o kahramanları sanki benim için özel olarak ete kemiğe büründürmüşçesine oynayan oyuncularına...Ne bileyim be çocuklar, çok sevdim. (Yine bu diziyi de yazacağım.)
Tabi ben bu gazla dedim izlerim ben kore dizileri ne olacak? Gerçi bir yandan da elim gitmiyordu, bu diziden sonra dünya üstünde artık hiçbir şey beni mutlu edemez diye burun kıvırıyordum. Ama olacağın önüne geçilemiyormuş. Lachesis, Clotho ve Atropos iplikleri eğip, bükerken bana da sadece izlemek kalıyormuş.
"Moon Lovers (Scarlet Heart:Ryeo)" işte böyle Mirelerin iplikleriyle çıktı belki de önüme. Yine posteri görünce bir vaay demiştim ama beni asıl çeken hikayesiydi. Outlander'a hasta bünyeye bir parmak bal çalıyor gibi görünüyordu. Hem de tarihiydi, Kore tarihi hakkında bilgim sıfırdı, iyi olur diye düşündüm. Açtım izlemeye başladım. İnanılmaz bir şekilde kaptırıp gittim. Yani nasıl izlediğinizi, zamanın nasıl geçtiğini falan anlayamazsınız ya. Ya da tamamen gerçeklikten kopar, bedeninizi terk etmiş gibi olursunuz ya. Aynen öyle oldu izlerken. Beni çekti içine, at üstünde dört nala, gitti. Neye uğradığımı şaşırdım. Nefes almayı falan unuttuğum oldu. Hikaye manyak gidiyordu, oyuncular şahaneydi (başroldeki minik kızımız hariç, o baya bir rahatsız etti önceleri), çekimler inanılmazdı. Tablo gibi görüntüler, en can alıcı şekilde sahneyi dolduran müzikler, durdurup tekrar tekrar izlediğim aksiyon sahneleri...Her bir sahneyi birkaç defa tekrarlamam gerekti çünkü her defasında bir diğer oyuncunun rol kesişine bakıp, ağzım açık kalıyordum. Böyle bir şey olabilir miydi ya?! İnadına yapar gibi bir de her bölümü en deli yerinde kesmiyorlar mıydı, bir bölüm daha bir bölüm daha derken kendimi uzay boşluğunda buluyordum. Ama en kötüsü, en en en kötüsü, bir finalle olduğum yere çivilendim ki...Moon Lovers beni çok pis vurdu.
Hala kendime gelemedim. Gelemiyorum. Başka bir şey izleyemiyorum. The Defenders'ın 8 bölümü de önümde, öylece duruyorum. Basamıyorum izle yerine. Zombi gibi oldum, etrafımda dizideki karakterlerle dolaşıyorum. Belki değişik bir şekilde görürsem gerçeklik algım geri gelir diye başroldeki Lee Joon Gi'nin yeni dizisi izliyorum, "Criminal Minds". Amerikan yapımının oldukça sadık bir kore versiyonu. Ama işe yaramıyor. Şu şarkının ilk notalarını duymam bile hönkürerek ağlamama yetiyor. 


EXO'nun For You şarkısını mırıldanıp duruyorum (https://youtu.be/JvjWy4saR08 bu soundtrack versiyonu), Lee Hi'ın My Love şarkısını duyunca ıslanıyormuşum gibi hissediyorum (https://youtu.be/qvOUv74aS4U).



Bu yukarıdakini zaten dinlemekten paslandırdım herhalde. Hem de telefonumun melodisi artık bu.
Hayır tamam diziyi izlemek beni lanet hayatımdan kopardı, gerçekliğimle oynadı falan ama bu sefer de içine attığı gerçeklik daha da tüketici, daha da yiyip bitirici oldu. A Gentleman's Dignity gibi yapmadı, resmen alıp eliyle savurdu beni Moon Lovers. Bilmiyorum ya da çok savunmasız yakaladı. Normal bir durumda bu kadar etkilenmeyebilirdim belki. Ama böyle çok pis koydu.
Şimdi bunu düzeltmek için uğraştıkça daha çok battım bu kore batağına. Hikayeden kendimi çıkarabilmek için oyuncuların üstüne gideyim dedim. İşte gerçek hallerini, videolarını falan görürsem kafam düzelir belki diye. Ya da başka başka kore dizilerine bakarsam falan. Daha doğrusu hep yaptığım gibi Bene Gesserit mantrama sarıldım, “I must not fear. Fear is the mind-killer. Fear is the little-death that brings total obliteration. I will face my fear. I will permit it to pass over me and through me. And when it has gone past I will turn the inner eye to see its path. Where the fear has gone there will be nothing. Only I will remain.” diye tekrarlaya tekrarlaya açtım videoları, dizi sitelerini. Gönül tavsiye etti diye açtım "Secret Garden"ı, bir bölüm izledim, olmadı. Herkesin listesinde tavsiye ettiği "Goblin"i açtım sonra, iki bölüm izledim, olmadı. Normal zamanda gayet de izlenebilir gelebilirdi bu diziler ya da pek de severek izleyebilirdim. Ama kafamın içinde devamlı yankılanan dat dara daara dara dat daram...Açtım haberlere, videolara falan daldım. Ulan ne ülkeymiş bu, diziler, müzik sektörü, filmler,...Resmen bir batağın içine düşmüşüm. Hayır yani ben Marvel dizileri izleyip, İskandinav erkeklerini takdir eden bir insandım. Ne oldu bana?! Neyim var benim?! Ortaokulda Backstreet Boys çılgını olduğum halimden bile saçma hissediyorum kendimi, EXO ne lan?! Futbol takımı kadrosu gibi boy band mi olur? Bir de bunlar kendi içinde de gruplaşıyormuş bilmem ne?! Vay anasını 30 yaşında düştüğüm durumlara bak. Bir de arada denedim, denemedim değil, açtım Suicide Squad'ı izledim belki beni çeker alır bu bataktan  kendime getirir diye. Ama o da ne salak ne rezil ne lanet bir çıkmasın mı? Hoop düş geri gene batağa.
Hayır süper lig başladı, serie a, la liga, bundesliga başladı. Maçlara bakarken bile kafamda aşağıdaki çalıyor. Insigne pas veriyor, ben higher plaaaaaneeeee diye bağırıyorum.



Çok saçma bir haldeyim, çok.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...