9 Mayıs 2017 Salı

Kong : Skull Island (2017)

Sene 1973. Amerika başkanı seneler süren eziyetin sonunda nihayet Vietnam'dan çekilme kararını açıklarken, canavarların gerçek olduğuna inanmayı bir türlü bırakmayan Bill Randa ve pür bilim aşkıyla teorilerinin peşinden koşan biyolog Houston Brooks, Güney Pasifik'teki bir adanın peşine düşer. Çevresi bir türlü aralanmayan, bitmeyen bir fırtınayla çevrili adaya ulaşmak üzere böylece kalabalık bir ekip yola çıkar: Landsat şirketinin ekibi ile birlikte gemide Randa ve Brooks'un yanısıra iz sürücü - yol bulucu olarak eski bir ingiliz ordusu askeri James Conrad, ortada ne döndüğüne dair burnuna gelen değişik kokuların peşine düşmüş savaş-karşıtı savaş muhabiri Mason Weaver ve tüm ekibin güvenliğinden ve helikopterle ulaştırılmasından sorumlu askeri ekip ki başlarında komutanları Preston Packard ile Vietnam'dan evlerine dönmeyi beklerken kendilerini bu adada bulan askerlerin oluşturduğu bir ekip bu. Geride kalan (ama kalmayan) savaşın herkesin dengesini bozduğu bir ortamda, üstünde yaşadıkları dünyaya çok da aitmiş gibi durmayan bu adada bu ekip, canavarların gerçek olduğuna ve var olduklarına kendi gözleriyle tanık olmaya başlar.
Kafatası Adası'nın kralı, devasa Kong'un hikayesi bu şekilde aslında hem değişik tatlar taşıyan hem de görsel olarak vay be dedirten bir seyirlik sunuyor gibi görünüyor. Arkasına aldığı fon Vietnam-hemen sonrası ama aslında adı Kong olmasa filmin resmen de bir Vietnam filmi. Çocukluğumda tvde izlediğim tüm o yeşil, yapış yapış ormanın nemini üstümde hissettiğim, kanlı, bol eziyetli savaş filmlerinin havasında. Görüntüler öyle, hikayenin anlatımı öyle. Hatta metnin içerdiği (veya içermeye çabaladığı) mesaj bile öyle: Savaş kötüdür, insanları vay ne hale getirir, şiddet kötüdür, şiddet hiçbir şeyin çözümü değildir, vs. Yani hani neredeyse bir Kral Kong filmi olmaktan çıkma noktasına gelecekken geri adım atıveriyor. O adımda da eski Kong hikayemizin ana fikrini tekrar etmeye çabalıyor. Biz insanlar çok kötüyüz, doğaya ve canlılara habire karışıp dengeyi bozuyoruz, bıdı bıdı. Ve tabiki en büyük mesajımız, en korkunç canavarın bile içinde bir sevgi parçası vardır, sevgi sevgi sevgi, herşeyin çözümü, hepimiz birbirimizi sevelim.
Teoride film tüm bu mesajları vermeye çalışıyor gibi görünüyor, orasını anlıyoruz. Klasik ekibimiz de elimizde. Hep bir incecik bluzla ortalarda koşturan bir adet sarışın, üstünden salon erkekliği akmasına rağmen sırf bu rol için kas yaptırılmaya çalışıldığı belli olan bir adet derin düşünceli esas oğlan, işin iç yüzünü bilip de tüm milleti az bilgiyle peşinden cehenneme sürükleyen kafadan çatlak şişman ve eli kameralı adam, savaşta olmasına rağmen esprili dolaşan kahraman amerikan askerleri. Herşey klişe gibi duruyor belki ama filmi izlerken keyif alıyorsunuz bu klişe olması durumundan. Çünkü bundan keyif almazsanız film başka da bir şey sunmuyor, sunamıyor. Elinde tüm imkan varken, görüntüler güzelken, hikayeyi oturttuğu düzlem, fon bir dolu güzellik sağlarken ve çılgıncasına bir oyuncu kadrosu varken, bir şeyler olmuyor. Hakikaten ilginç. Ben önce kesin benden dedim, üstüme alındım, bu aralar her şeyden sıkılıyorum ondandır dedim. Ama gördüm ki sonra büyük bir çoğunluk var beğenmemiş olan. Eh o zaman belki bir nebze haklıyımdır ben de dedim. Çünkü olmuyor film, bir şeyler tam oturmuyor. Bir türlü sarıp sarmalamıyor, karakterler havada öylece yüzüyormuş gibi önünüzden geçiyor. Ekibin aklı selimi ama eski askeri James Conrad rolünde Tom Hiddleston o kadar eğreti duruyor ki mesela, Tom'un suçu bile değil. Adamın, karakterin motivasyonu, geçmişi, içeriği ne hiçbir türlü fikrimiz olmayınca, eh Tom'un da o aksanı, inceliği (fiziksel olanını kastetmiyorum), düzgünlüğü hesaba girince kalıyor ortada. Samuel L.Jackson'ın komutan Packard'ı şimdiye kadar milyonlarca kere gördüğümüz savaşa gidip savaşın kendisi olup çıkmış manyak komutan olarak o kadar "stereotip"ki üstüne tek bir taş dahi koyulmuyor. Brie Larson'ın savaş karşıtı muhabiri Mason Weaver için ise diyecek hiçbir şey yok. Bu tür hikayelerde olabilecek en pasifize rolü, siz tutar da Oscarlı dramaların oyuncusuna, hem de iyi de bir oyuncuya verirseniz işler iyice karışır tabi. Kong ile sevgi bağı kurmalı hikayeye göre, sarışınımız rolü bu esasında. Ama rolde sırf Brie Larson olduğu için, karakter klişelerinden çıkıyor, daha iyi bir şeye evrilemeden ortada kalıyor, Lara Croft olacakmış da yarı yolda koca gorili görüp bir elimi değdireyim demiş gibi. Amerikan askerleri her zamanki gibi, bildiğimiz gibi. Ne eksiği ne fazlası. Ha ama her dokunduğu rolü çiçeklendiren insan John C.Reilly var ki bir Marlow olarak, herhalde tek izlenebilir karakter o.
Sanırım bu film için yapılabilecek en iyi şey sinemada devasa bir perdede, ne bileyim 3 boyutlu falan izlemek. Ya da evde duvarınıza falan yansıtabiliyorsanız, ses sisteminiz de varsa, öyle keyifli olur. Haberlere göre bu canavarlarin serisi gelecekmiş, daha önceki Godzilla ile beraber hepsi bir canavar evrenini oluşturacak şekilde. Onları artık isterseniz öyle izleyebilirsiniz, aklınızda olsun.
Bir de müzikler çok güzel. Malum, geçtiği dönem.



IMDb'de Kong: Skull Island-->http://www.imdb.com/title/tt3731562/

5 Mayıs 2017 Cuma

çünkü niye delirmeyeyim

(Onedio'dan çarptım çocuklar)

İstemsizce gülüyorum, yarın sabahtan akşama bilgisayarla falan filan ilgili konulardan sınav olacağım, kafayı yemişlikten hemen sonraki ilk virajdayım, bir Leonidas'ım bile yok, anlayamazsınız...

2 Mayıs 2017 Salı

2009 yapımı The Princess and The Frog

Çalışkan ve azimli Tiana, çocukken babasıyla birlikte kurdukları hayalinin peşinde her gün dur durak bilmeden çalışıp para biriktirir. Yemek yapmak konusunda dillere destan bir yeteneği olan Tiana'nın bu uğruna tüm hayatını harcadığı hayali kendi restaurantını açmaktır. Bunun için sabah akşam çalışır garson olarak, arkadaşlarının ısrarlarına rağmen ne dansa ne eğlenmeye gider. Birlikte büyüdüğü dostu Charlotte'un hayali ise Tiana'nın annesinin küçükken ikisine okuduğu prenses ve kurbağa hikayesindeki gibi kendi prensine kavuşup, mutlu olmaktır. Yıl 1926'dır, New Orleans'ın caz ve eğlence dolu sokaklarına uzaklardan bir prensin geldiği haberi yayılır. Maldonia prensi Naveen, çok yakışıklıdır yakışıklı olmasına ama bir o kadar şımarık ve eğlence düşkünüdür. Flört etmedik kız bırakmaz her ayak bastığı yerde. Bu halinden bıkan kral ve kraliçe ise parasını kesmiştir, Naveen'in tek çaresi zengin bir kızla evlenmektir. Prensin uşağı Lawrence ise herkes tarafından ezilmiş, çirkin bir adam olarak yıllarca prensin tüm bu şımarıklıklarına katlandığı için delirmektedir. Tiana'nın restaurtantı için paraya ihtiyacı vardır, prensin eğlenmeye devam etmek için paraya ihtiyacı vardır, Charlotte'un mutlu olmak için prense ihtiyacı vardır, Lawrence'ın ise prensin yerine geçmeye ihtiyacı vardır. New Orleans'ın sokakları sadece cazla dolu değildir tabi, Voodoo köşebaşlarından fırlar. Dr.Facilier hepsinin dileklerini kendi başarısı için bir şansa dönüştürmek üzere büyüsünü konuşturur. Prens kurbağaya, uşak prense dönüşür ama prenses yerine garson öperse kurbağa-prensi, işte o zaman ne olur?
Disney'in prenses sıralamasında yeni bir çağa giriyoruz böylece Tiana ile. Klasik ve oldukça bilindik bir diğer masalı bu kez 1920lerin New Orleans'ına taşıyor Disney. Eh yeni bir çağ dedik ya, haliyle bu çağın popüler alanına giriyoruz, siyahi bir prenses katıyoruz sıralamamıza. Snow White ile Avrupa'nın en bembeyaz noktasından çıktığımız yolculukta önce İskandinavya'ya, sonra Asya'nın uzak uçlarına kadar gidip, nihayet Amerika kıtasına atlamıştık. Sarışın, kumral, kızıl prenseslerimizin üstüne esmer, çekik gözlü ve hatta Kızılderili prenseslerimiz de olduğuna göre sıra siyahi bir prensese de gelmişti artık. Tiana'nın öyküsü 1920lerde geçse de Disney'in yeni çağ prenseslerinin yolundan gidiyor o da. Hayalleri var, başarılı olmak istiyor, çok çalışıyor ve prens masallarına yüz çeviriyor. Prens Naveen de bu yeni çağın çocukları gibi, aile parası yiyor, çalışmak nedir bilmiyor, şımarık bir playboy. Hikayemizin kötüsü de bu çağa uymuş, motivasyonu, kötülüğünün kaynağı para olmuş durumda. Yan karakterlerimizde de tabiki bir Disney klasiği olarak hayvan dostlarımızı görüyoruz. Caz yapmak isteyen yetenekli müzisyen bir timsah Louis ile göğün en parlak yıldızını kendisi gibi bir ateş böceği sanıp da aşık olan mecnun Ray, hikayemizin en güzel ayrıntıları oluveriyor.

Bu haliyle bakınca The Princess and The Frog resmen ben bayılayım diye yapılmış gibi duruyor. Pek sevdiğim "Roaring 20s" fonunda, her bir karakterde değişik bir aksanla, hiç bitmeyen bir macera ve örnek alınası bir prenses imgesi. Ama nasıl olduysa oldu, sıkıldım. Bir noktada koptum, sonlara doğru toparladım ama yine de öyle tam bir sarmadı. Öncekilerde çok sıkılacağımı düşünmüştüm, hikayeleri kesin bayıktır, off şimdi bunu da mı izleyeceğim dediklerimde hep vuruldum, yuh dedim şahane şeylermiş ama en çok seveceğimi düşündüğümde bir şeyler yerine oturmadı. Halbuki dört dörtlük yapmış Disney bu versiyonu. Diğer prensesler arasında en güzel kıyafet serisine sahipti mesela bence Tiana, müzikler deseniz yine öyle. Ama olmadı. Bilemedim.
Yine de sırf ateş böceği Ray için bile izlenir The Princess and The Frog.

2 mayıs - Hogwarts Savaşı'nın Yıldönümü



Hayır efendim hiç de affetmedik! Affetmedim! Ne Sirius için ne Dobby için ne de Fred ve Lupin ve Tonks için. Hayır, hiçbiri için affetmedim!

mesela


1 Mayıs 2017 Pazartesi

yeni çağın lise dizisi konsepti içinde-->Riverdale

Sevimli, minik ve -kendi içinde- huzurlu kasaba Riverdale'de bir yaz daha bitip, sonbaharla birlikte gelen yeni okul yılında bu meşhur yazın ardından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yazın başlangıcında ikiz kardeşler Cherly ve Jason Blossom kayıkla nehre açılmış ve Jason kayıktan düşüp, kaybolmuştur. Tüm kasaba için kasabanın altın çocuğu olan Jason'ın bu şekilde kaybolması veya belki ölmüş olması zaten feci bir olayken okulun ilk günlerinde nehirde Jason'ın cesedi bulunur. Hem de alnının ortasında kocaman bir kurşun deliğiyle. Riverdale karışır, artık kimse kimseden emin değildir, yıllardır hatta kuşaklardır bir arada yaşayan aileler, arkadaşlar, herkes birbirine artık başka gözle bakmaktadır. Jason'ı kim öldürmüştür?
sağ baştan say: Archie-Veronica-Jughead-Betty
Riverdale bu şekilde oldukça ilginç sayılabilecek bir çıkış noktasıyla yola başlıyor. Esasında bildiğimiz lise dizisi. Yani odak noktası aynı liseye giden bir grup gencin maceraları olduğu için bu şekilde tanımlanabilir. Ama içinde olduğumuz çağın özelliği olarak lise dizileri (ya da işte gençlik dizileri) artık sadece birbiriyle ölesiye konuşan, tüm karakterlerin tüm kombinasyonları denediği, sonunda da üniversite olayının işin içine girmesiyle dizinin kabak tadı vermesi suretiyle sona gelinen birer macera olmaktan çıkmış durumda. Bilindik formülümüze artık daha ilginç şeyler katmaları gerekiyor. Riverdale'de bu öğe, bir cinayet. Jason Blossom'ın pür gizemden oluşan cinayeti etrafında liselilerimizin maceralarını izliyoruz.
şaşkın ve bayık Archie, Cheryl'e bakakalıyor
Bölümlerin açılış ve kapanışlarında Jughead karakterimizin "voiceover"ları eşlik ediyor bize. Jughead aslında Jason'ın cinayetini ve bunun Riverdale'i etkileyişi üzerine bir roman yazmaya başlıyor ve dizi de öyle başlıyor zaten. Bu yüzden her bir bölüm, Juggy'nin romanından bir bölüm gibi gelişiyor diyebiliriz. Jughead - roman yazıyor oluşundan da anlayabileceğimiz gibi - grubumuzun tuhafı, tek tabancası, kendi başının çaresine bakanı ve herkesi eleştireni. Esas oğlanımız olarak sunulansa Archie Andrews. Babasıyla birlikte yaşayan kızıl kafalı Archie, evet bildiniz, çılgıncasına yakışıklı ve bir o kadar da düzgün ama sıkıcı olan. Kas yapmış bir Dawson olarak, o ekranda belirince biliyorsunuz ki yine o muhteşem doğru olanı yapma kafasıyla salakça ve saçma bir şey yapacak. Çünkü o okul futbol takımının süper bir oyuncusu ama aslında şarkı yazmak istiyor. Pıh. Archie'nin "girl next door" kontenjanından, küçüklüğünden beri ona aşık ama bir türlü söyleyemeyen kankası, mükemmel öğrenci kızımız ise Betty Cooper. Tabiki "gay best friend" kontenjanımız da dolu, hem de az biraz Teen Wolf etkisiyle, gay arkadaşımız Kevin kasabanın şerifinin oğlu. Sıkı durun, türlümüzün bir başka tekerleği de olmazsa olmaz: Kasabaya yeni gelen, harikalar kenti New York'tan adeta sürgün edilmiş eski kötü kız-yeni iyi ama iyilerin iyiliği için kötülük edebilecek kız karakterimiz de Veronica Lodge. Evet Veronica da femme fatale, evet ilk görüşte Archie'nin ağzının suyunu akıttı. Hatta var ya Pop's taki (dizimizin ana kafesi) o ilk karşılaşma sahnesi, insanın gözünün önüne adeta bir Jen Lindley taksiden iniyor, Dawson ona ağzı açık bakakalıyor hatırasını getiriveriyor.
Archie-Veronica-Betty üçgeni
Bu olmazsa olmaz grubumuzun artısı, Riverdale'in kendisine kattığı değişiklik dozu ise Blossom ailesi. Kasabanın en zengini, en kötüsü ve en gizemlisi. Ve grubumuzun yarı başının belası yarı üyesi Cheryl Blossom. Tam bir "bitch", ponpon kızların kaptanı, okul ve kasaba benim havalarında gezeni. Ama en çok "fmaily issue" kurbanı, aslında karakterler arasında izlerken en ilginç geleni.
Bu şekilde çok klişeymiş gibi görünen grubumuzu ve dolayısıyla diziyi olağanlıktan çıkaran ve izlemeye şans vermenizi tavsiye etmemin ise sebepleri var. Gördüğünüz gibi ana hikaye ve karakterler birçok bildiğimiz ve kendisinden önce gelen diziden kolaj yapılmış gibi ki bu durum işe yaramış. Üstüne karakterlerin her birine, ama bakın her bir tanesine, katman katman kişilikler oturtuluyor. Herkesin görünenin ardında birçok yüzü olduğuna tanık oluyoruz, karakterlerinin keşfetmediğimiz yönlerini keşfediyoruz. Bunların da üstüne şu en baştaki çıkış noktamız olan cinayet geliyor. Öyle bir cinayet ki, ilk birkaç bölümde kafanızda doğaüstünden tutun da uzaylılara kadar milyon tane soru işareti oluşturacak şekilde sunuluyor. O birkaç bölümü atlattıktan sonra ise bu defa her bir bölümde bir başka kasaba sakininin olayla bağlantısı açığa çıkıyor, her bir bölümde bir başkasından şüpheleniyoruz hep beraber.
bizim okuduğumuz okulların kantinlerine hiç benzemiyor değil mi
Hikaye böyle bolca üstüne gerilim teması serpilmeye çalışılmış gibi olunca haliyle görüntüler ve çekim teması da ona uygun yapılmaya çalışılmış. Daha karanlık ama bir yandan da parlak renkler var gözümüzün önünde. Oyunculuklar konusunda ise haliyle geçenlerde anlattığım The Crown'daki gibi Emmylik performanslar gibi şeyler beklemeyin. Olması gerekenden ne eksik ne de fazla.
Riverdale'in bu oradan buradan toplanmış gibi duran ama araya da ilginç özellikler serpiştirilmiş hikayesinin aslında çıkış noktası 1941'den beri yayınlanan bir çizgi roman dizisiymiş, kaynaklar öyle söylüyor. ABD'de çok bilindikmiş valla ama tabi bize ne. Amerikan gençlik dizisi klişesi olarak dizinin adı, kendisine fon aldığı kasabanın adı olmuş ama uyarlandığı çizgi roman merkezine Archie karakterini almış ve ismi de "Archie Comics" hatta yani. (http://archiecomics.com/)
Dizinin şimdiye kadar 11 bölümü yayınlandı, iki bölüm daha yayınlayıp sezon finali yapacaklar (http://www.tv.com/shows/riverdale-2017/). İlk bölümlerde büyük bir hevesle izledim ben, hele ki onca zamandır şöyle klasik öğeleri taşıyan bir gençlik dizisi bulamadığım için su gibi gelmişti (diye utanmadan yazdı otuz yaşında hala gençlik-lise dizisi izleme ihtiyacı hisseden sorunlu insan, vahlar olsun bana). Ama sonrasında artık insan alıştığından mıdır nedir tempo biraz daha düşmüş gibi geliyor, bölümler o kadar da ekran başına kilitlemiyor. Ama tabi belki bu noktadan sonra yine eski temposuna dönerse bilemem. Yine de vaktiniz olursa, bir şeyler atıştırırken, yoğun bir günün akşamında iyi gidebilir. Benden söylemesi.
yazıyor da Juggy yazıyor
Bir de zahmet olmazsa, allahını seven üstüme biraz Jughead atsın.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...