2 Mayıs 2017 Salı

2009 yapımı The Princess and The Frog

Çalışkan ve azimli Tiana, çocukken babasıyla birlikte kurdukları hayalinin peşinde her gün dur durak bilmeden çalışıp para biriktirir. Yemek yapmak konusunda dillere destan bir yeteneği olan Tiana'nın bu uğruna tüm hayatını harcadığı hayali kendi restaurantını açmaktır. Bunun için sabah akşam çalışır garson olarak, arkadaşlarının ısrarlarına rağmen ne dansa ne eğlenmeye gider. Birlikte büyüdüğü dostu Charlotte'un hayali ise Tiana'nın annesinin küçükken ikisine okuduğu prenses ve kurbağa hikayesindeki gibi kendi prensine kavuşup, mutlu olmaktır. Yıl 1926'dır, New Orleans'ın caz ve eğlence dolu sokaklarına uzaklardan bir prensin geldiği haberi yayılır. Maldonia prensi Naveen, çok yakışıklıdır yakışıklı olmasına ama bir o kadar şımarık ve eğlence düşkünüdür. Flört etmedik kız bırakmaz her ayak bastığı yerde. Bu halinden bıkan kral ve kraliçe ise parasını kesmiştir, Naveen'in tek çaresi zengin bir kızla evlenmektir. Prensin uşağı Lawrence ise herkes tarafından ezilmiş, çirkin bir adam olarak yıllarca prensin tüm bu şımarıklıklarına katlandığı için delirmektedir. Tiana'nın restaurtantı için paraya ihtiyacı vardır, prensin eğlenmeye devam etmek için paraya ihtiyacı vardır, Charlotte'un mutlu olmak için prense ihtiyacı vardır, Lawrence'ın ise prensin yerine geçmeye ihtiyacı vardır. New Orleans'ın sokakları sadece cazla dolu değildir tabi, Voodoo köşebaşlarından fırlar. Dr.Facilier hepsinin dileklerini kendi başarısı için bir şansa dönüştürmek üzere büyüsünü konuşturur. Prens kurbağaya, uşak prense dönüşür ama prenses yerine garson öperse kurbağa-prensi, işte o zaman ne olur?
Disney'in prenses sıralamasında yeni bir çağa giriyoruz böylece Tiana ile. Klasik ve oldukça bilindik bir diğer masalı bu kez 1920lerin New Orleans'ına taşıyor Disney. Eh yeni bir çağ dedik ya, haliyle bu çağın popüler alanına giriyoruz, siyahi bir prenses katıyoruz sıralamamıza. Snow White ile Avrupa'nın en bembeyaz noktasından çıktığımız yolculukta önce İskandinavya'ya, sonra Asya'nın uzak uçlarına kadar gidip, nihayet Amerika kıtasına atlamıştık. Sarışın, kumral, kızıl prenseslerimizin üstüne esmer, çekik gözlü ve hatta Kızılderili prenseslerimiz de olduğuna göre sıra siyahi bir prensese de gelmişti artık. Tiana'nın öyküsü 1920lerde geçse de Disney'in yeni çağ prenseslerinin yolundan gidiyor o da. Hayalleri var, başarılı olmak istiyor, çok çalışıyor ve prens masallarına yüz çeviriyor. Prens Naveen de bu yeni çağın çocukları gibi, aile parası yiyor, çalışmak nedir bilmiyor, şımarık bir playboy. Hikayemizin kötüsü de bu çağa uymuş, motivasyonu, kötülüğünün kaynağı para olmuş durumda. Yan karakterlerimizde de tabiki bir Disney klasiği olarak hayvan dostlarımızı görüyoruz. Caz yapmak isteyen yetenekli müzisyen bir timsah Louis ile göğün en parlak yıldızını kendisi gibi bir ateş böceği sanıp da aşık olan mecnun Ray, hikayemizin en güzel ayrıntıları oluveriyor.

Bu haliyle bakınca The Princess and The Frog resmen ben bayılayım diye yapılmış gibi duruyor. Pek sevdiğim "Roaring 20s" fonunda, her bir karakterde değişik bir aksanla, hiç bitmeyen bir macera ve örnek alınası bir prenses imgesi. Ama nasıl olduysa oldu, sıkıldım. Bir noktada koptum, sonlara doğru toparladım ama yine de öyle tam bir sarmadı. Öncekilerde çok sıkılacağımı düşünmüştüm, hikayeleri kesin bayıktır, off şimdi bunu da mı izleyeceğim dediklerimde hep vuruldum, yuh dedim şahane şeylermiş ama en çok seveceğimi düşündüğümde bir şeyler yerine oturmadı. Halbuki dört dörtlük yapmış Disney bu versiyonu. Diğer prensesler arasında en güzel kıyafet serisine sahipti mesela bence Tiana, müzikler deseniz yine öyle. Ama olmadı. Bilemedim.
Yine de sırf ateş böceği Ray için bile izlenir The Princess and The Frog.

2 mayıs - Hogwarts Savaşı'nın Yıldönümü



Hayır efendim hiç de affetmedik! Affetmedim! Ne Sirius için ne Dobby için ne de Fred ve Lupin ve Tonks için. Hayır, hiçbiri için affetmedim!

mesela


1 Mayıs 2017 Pazartesi

yeni çağın lise dizisi konsepti içinde-->Riverdale

Sevimli, minik ve -kendi içinde- huzurlu kasaba Riverdale'de bir yaz daha bitip, sonbaharla birlikte gelen yeni okul yılında bu meşhur yazın ardından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yazın başlangıcında ikiz kardeşler Cherly ve Jason Blossom kayıkla nehre açılmış ve Jason kayıktan düşüp, kaybolmuştur. Tüm kasaba için kasabanın altın çocuğu olan Jason'ın bu şekilde kaybolması veya belki ölmüş olması zaten feci bir olayken okulun ilk günlerinde nehirde Jason'ın cesedi bulunur. Hem de alnının ortasında kocaman bir kurşun deliğiyle. Riverdale karışır, artık kimse kimseden emin değildir, yıllardır hatta kuşaklardır bir arada yaşayan aileler, arkadaşlar, herkes birbirine artık başka gözle bakmaktadır. Jason'ı kim öldürmüştür?
sağ baştan say: Archie-Veronica-Jughead-Betty
Riverdale bu şekilde oldukça ilginç sayılabilecek bir çıkış noktasıyla yola başlıyor. Esasında bildiğimiz lise dizisi. Yani odak noktası aynı liseye giden bir grup gencin maceraları olduğu için bu şekilde tanımlanabilir. Ama içinde olduğumuz çağın özelliği olarak lise dizileri (ya da işte gençlik dizileri) artık sadece birbiriyle ölesiye konuşan, tüm karakterlerin tüm kombinasyonları denediği, sonunda da üniversite olayının işin içine girmesiyle dizinin kabak tadı vermesi suretiyle sona gelinen birer macera olmaktan çıkmış durumda. Bilindik formülümüze artık daha ilginç şeyler katmaları gerekiyor. Riverdale'de bu öğe, bir cinayet. Jason Blossom'ın pür gizemden oluşan cinayeti etrafında liselilerimizin maceralarını izliyoruz.
şaşkın ve bayık Archie, Cheryl'e bakakalıyor
Bölümlerin açılış ve kapanışlarında Jughead karakterimizin "voiceover"ları eşlik ediyor bize. Jughead aslında Jason'ın cinayetini ve bunun Riverdale'i etkileyişi üzerine bir roman yazmaya başlıyor ve dizi de öyle başlıyor zaten. Bu yüzden her bir bölüm, Juggy'nin romanından bir bölüm gibi gelişiyor diyebiliriz. Jughead - roman yazıyor oluşundan da anlayabileceğimiz gibi - grubumuzun tuhafı, tek tabancası, kendi başının çaresine bakanı ve herkesi eleştireni. Esas oğlanımız olarak sunulansa Archie Andrews. Babasıyla birlikte yaşayan kızıl kafalı Archie, evet bildiniz, çılgıncasına yakışıklı ve bir o kadar da düzgün ama sıkıcı olan. Kas yapmış bir Dawson olarak, o ekranda belirince biliyorsunuz ki yine o muhteşem doğru olanı yapma kafasıyla salakça ve saçma bir şey yapacak. Çünkü o okul futbol takımının süper bir oyuncusu ama aslında şarkı yazmak istiyor. Pıh. Archie'nin "girl next door" kontenjanından, küçüklüğünden beri ona aşık ama bir türlü söyleyemeyen kankası, mükemmel öğrenci kızımız ise Betty Cooper. Tabiki "gay best friend" kontenjanımız da dolu, hem de az biraz Teen Wolf etkisiyle, gay arkadaşımız Kevin kasabanın şerifinin oğlu. Sıkı durun, türlümüzün bir başka tekerleği de olmazsa olmaz: Kasabaya yeni gelen, harikalar kenti New York'tan adeta sürgün edilmiş eski kötü kız-yeni iyi ama iyilerin iyiliği için kötülük edebilecek kız karakterimiz de Veronica Lodge. Evet Veronica da femme fatale, evet ilk görüşte Archie'nin ağzının suyunu akıttı. Hatta var ya Pop's taki (dizimizin ana kafesi) o ilk karşılaşma sahnesi, insanın gözünün önüne adeta bir Jen Lindley taksiden iniyor, Dawson ona ağzı açık bakakalıyor hatırasını getiriveriyor.
Archie-Veronica-Betty üçgeni
Bu olmazsa olmaz grubumuzun artısı, Riverdale'in kendisine kattığı değişiklik dozu ise Blossom ailesi. Kasabanın en zengini, en kötüsü ve en gizemlisi. Ve grubumuzun yarı başının belası yarı üyesi Cheryl Blossom. Tam bir "bitch", ponpon kızların kaptanı, okul ve kasaba benim havalarında gezeni. Ama en çok "fmaily issue" kurbanı, aslında karakterler arasında izlerken en ilginç geleni.
Bu şekilde çok klişeymiş gibi görünen grubumuzu ve dolayısıyla diziyi olağanlıktan çıkaran ve izlemeye şans vermenizi tavsiye etmemin ise sebepleri var. Gördüğünüz gibi ana hikaye ve karakterler birçok bildiğimiz ve kendisinden önce gelen diziden kolaj yapılmış gibi ki bu durum işe yaramış. Üstüne karakterlerin her birine, ama bakın her bir tanesine, katman katman kişilikler oturtuluyor. Herkesin görünenin ardında birçok yüzü olduğuna tanık oluyoruz, karakterlerinin keşfetmediğimiz yönlerini keşfediyoruz. Bunların da üstüne şu en baştaki çıkış noktamız olan cinayet geliyor. Öyle bir cinayet ki, ilk birkaç bölümde kafanızda doğaüstünden tutun da uzaylılara kadar milyon tane soru işareti oluşturacak şekilde sunuluyor. O birkaç bölümü atlattıktan sonra ise bu defa her bir bölümde bir başka kasaba sakininin olayla bağlantısı açığa çıkıyor, her bir bölümde bir başkasından şüpheleniyoruz hep beraber.
bizim okuduğumuz okulların kantinlerine hiç benzemiyor değil mi
Hikaye böyle bolca üstüne gerilim teması serpilmeye çalışılmış gibi olunca haliyle görüntüler ve çekim teması da ona uygun yapılmaya çalışılmış. Daha karanlık ama bir yandan da parlak renkler var gözümüzün önünde. Oyunculuklar konusunda ise haliyle geçenlerde anlattığım The Crown'daki gibi Emmylik performanslar gibi şeyler beklemeyin. Olması gerekenden ne eksik ne de fazla.
Riverdale'in bu oradan buradan toplanmış gibi duran ama araya da ilginç özellikler serpiştirilmiş hikayesinin aslında çıkış noktası 1941'den beri yayınlanan bir çizgi roman dizisiymiş, kaynaklar öyle söylüyor. ABD'de çok bilindikmiş valla ama tabi bize ne. Amerikan gençlik dizisi klişesi olarak dizinin adı, kendisine fon aldığı kasabanın adı olmuş ama uyarlandığı çizgi roman merkezine Archie karakterini almış ve ismi de "Archie Comics" hatta yani. (http://archiecomics.com/)
Dizinin şimdiye kadar 11 bölümü yayınlandı, iki bölüm daha yayınlayıp sezon finali yapacaklar (http://www.tv.com/shows/riverdale-2017/). İlk bölümlerde büyük bir hevesle izledim ben, hele ki onca zamandır şöyle klasik öğeleri taşıyan bir gençlik dizisi bulamadığım için su gibi gelmişti (diye utanmadan yazdı otuz yaşında hala gençlik-lise dizisi izleme ihtiyacı hisseden sorunlu insan, vahlar olsun bana). Ama sonrasında artık insan alıştığından mıdır nedir tempo biraz daha düşmüş gibi geliyor, bölümler o kadar da ekran başına kilitlemiyor. Ama tabi belki bu noktadan sonra yine eski temposuna dönerse bilemem. Yine de vaktiniz olursa, bir şeyler atıştırırken, yoğun bir günün akşamında iyi gidebilir. Benden söylemesi.
yazıyor da Juggy yazıyor
Bir de zahmet olmazsa, allahını seven üstüme biraz Jughead atsın.

30 Nisan 2017 Pazar

Hobbit ve Felsefe

Ne diyeyim? Kitap rafta dururken o kadar güzel görünüyor ki...Elinize aldığınızda öylesine mutlu oluyorsunuz ki aman yarabbi birazdan neler okuyacağım, ne maceralara çıkacağım acaba diye. İçindekiler sayfasını açıp, bakıyorsunuz, oh var ya mis mis. İlk bölüm "Ruhunuzda Saklı Olan Took'u Keşfedin", ikinci bölüm "İyi, Kötü ve Çamurlu", üçüncü bölüm "Bilmeceler ve Yüzükler", dördüncü bölüm de "Orada Bulunmak ve Geri Dönebilmek" isimlerini taşıyor. Alt başlıklarda ise neler işlemiyorlar ki...Macera ruhu nasıldır nedir? İnsan nasıl evini terk edebilmek gücünü bulur kendinde, ev neresidir, gitmek nedir, gidenle geri dönen aynı mıdır, giden aslında hiç geri gelebilmiş midir ruhen, insan ruhunun zehirlerini uçurumlarını tepelerini sarp yamalarını ancak adamakıllı bir macera ile mi keşfedebilir, masumiyet nedir kaybedilir mi geri getirilebilir mi, büyü de teknoloji de makineler de bizim yaratılarımız değil midir e öyle olduklarına göre aynı derecede bizim kibrimizin şeytaniliğini taşımazlar mı, özgür irade gerçekten de gerçek mi olabilir mi? Ve daha nice soru eşliğinde sayfalar akmaya başlıyor. Hobbitten alıntılar, Yüzüklerin Efendisi'nin sayfalarından takviyeler, Tolkien reyizin mektuplarından en incelikli detaylarla Taocu felsefe, dinler tarihi, ahlak felsefesi, estetik, Nietzsche, Oscar Wilde, Ralph Waldo Emerson, William Blake, Platon, Aristoteles sırt sırta vermiş, adeta bombardımana tutuyor bizi.
Ama tüm bunlara rağmen, tüm bu güzelliklere rağmen, kitap sıkıcı. Bazılarınız zaten çoktan felsefe kitabı tabiki sıkıcı olacak demiştir, bazılarınız da sen anlamamışsındır felsefeyi doğru düzgün gibisinden bir şeyler düşünmüştür, eminim. Hepinizin de haklı olduğu taraflar var tabi. Sonuçta felsefe ile lise sondaki felsefe dersi ile tanıştım, ki o da sınavda doğru cevaplarsak artı birkaç puan getirecek diye hocanın mecburen hap gibi özet yapıp elimize fotokopileri tutuşturmasından ibaretti. Evet sayısalcıydık ve felsefe dersi saatinde hoca masasında otururken biz de sıralarımızda çılgınlar gibi fizik kimya biyoloji testi çözüyorduk. Hepimiz için sadece ağırlıklı orta öğretim başarı puanımız düşmesin diye geçmek istediğimiz mecburi bir "sözel" dersiydi. Felsefe hakkında ne biliyorsam, ne anlamışsam veya anlamamışsam hepsini liseden sonra öğrendim. Kendi çabamla. Kendi okumalarımla.
Bu yüzden belki biraz daha eğlencelisini tercih ediyor olabilirim. Ama hakikaten bu kitaptaki sorun daha derin. Her bir parçanın yola çıktığı önerme Hobbit'ten bir paragraf ya da olay, tamam buraya kadar normal. Bu yola çıkılan durumun, düşüncenin, olayın felsefedeki yerini, yansımalarını, önemli filozofların yollarını, yöntemlerini anlatmaya başlıyor sonra her bir yazar. Ama öyle şeyler oluyor ki onlar yazarken kafanız bulanıyor. Benim bulandı yani. Size bu kadar bulanık gelmeyebilir, ne bileyim. Bir noktadan sonra şey bile dediğim oldu, yuh artık bunu da mı inceliyorsun be arkadaşım. Dedim yani. Saçmalama derecesine ulaşıyorlar çünkü. Ve de sanki aslında hep aynı önermenin etrafında dönüp, duruyorlarmış gibi. Her biri.
Bilmiyorum be çocuklar, Harry Potter ve Felsefe'yi de okumuştum sonuçta (şurada) ama o böyle değildi, ne ufuklar açmıştı, ne güzel incelemişti her bir noktayı virgülü. Bu öyle değil sanki. Çok daha fazlasını beklerken olduğum yerde kalmışım gibi hissettirdi. Yine de altını çizdiğim yerler oldu, olmadı değil, en azından onları paylaşayım da, çok da küsmüş gibi olmayayım kitaba.

  • (...)yürümek sırf kişiyi ruhen yıpratacak düşüncelerden sıyrılmanın bir yolu değil, insanın kendi kendisiyle tekrardan kuracağı bağlantı için de bir başlangıç noktasıdır. (...) İşte yaptığı bu yürüyüşlerdir Yolgezer'in gerçek kimliğine yeniden sarılmak için gereksinim duyduğu gücü toplamasını sağlayan.
  • Eğer geleceği veya ileride gerçekleşmesini arzuladığımız şeyleri düşünmeye başlarsak, kendimizi kaybederiz. Kendini kaybetmek, (...)modern dünyada yaşamanın doğurduğu en büyük tehlikelerden biridir. Thoreau bizi bekleyen tehlikeleri görmüş ve gelecek nesillerin şapşal şehir züppelerinin karşılarına çıkacak zorluklar karşısında ruhen direnç gösterip gösteremeyeceği konusunda ciddi bir endişeye sürüklenmiştir. "Yaşamım boyunca yürüme sanatının gerçek anlamını kavrayabilmiş ve bu doğrultuda, yürüyüş yapmayı alışkanlık edinmiş yalnızca bir veya iki kişiye rastladım."
  • Tıpkı günümüzde olduğu gibi antik çağlarda da sıradan insanların aile kurmaya ve diğer insanlarla aralarındaki ilişkiyi devamlı geliştirmeye meyilli oluşu doğal bir olgu olarak algılanıyordu. Ne de olsa, mensubu olduğunuz kavimle kendinizi özdeşleştirip onun bir parçası haline gelmektir sizden beklenen.
  • Şöyle yazıyor Appiah: "Koşullara bağlı olarak, sınır tanımaz bir iletişim kurma yetisi insana kimi zaman keyif verebilir, kimi zamansa onu sinirlendirip canını sıkabilir: Ama neresinden bakarsanız bakın, böylesi bir iletişimin kurulması kaçınılmazdır."
  • (...)Platon, hayatın daha ziyade uzun bir yolculuk, hatta arayış amaçlı çıkılmış bir sefer olduğu yaklaşımını ileri sürmüştür.
  • (...)Sokrates Atina halkını şu sözlerle eleştirir: "Bir yandan yığınla para, paye ve itibar edinmek için çırpınırken diğer yandan bilgelik, doğruluk ve o varlığını bile kabul etmediğiniz, etseniz bile umursamadığınız ruhunuzu olabildiğince geliştirmek için kılınızı bile kıpırdatmayışınız sizi hiç mi utandırmıyor?"
  • Tolkien evsel yaşamın güzelliği ile eve ve aynı zamanda insanın yüreğine sıcaklık yayan bir şöminenin başında geçirilecek hoş saatleri ciddiye almamız konusunda üsteliyor.
  • Bilbo'nun başının ciddi anlamda derde girmesinin sebebi, karakterini şekillendiren üstün niteliklerden taviz vermesidir. Erdem her an zaafa dönüşebilir.
  • (...)şöyle der Aristoteles: "Kendisini kaderinde yüce olaylar yattığına inandırmış kişiye kibirli deriz; çünkü böylesi bir yaklaşımı benimseyerek haddini aşmış olan kişi aslında ahmağın tekidir, oysa gerçek anlamda erdem sahibi hiçbir insan böyle anlamsız işlere kalkışıp kendini ahmak konumuna düşürmez."
  • Zengin ve şöhretli olanların kontrolden çıkmış, kargaşa içinde yaşamlar sürdürdüğüne sık sık tanık olsak da, alenen ortadaki bu gerçekten asla ders almayız. Hep biraz daha ileride, bizimle arasında daima belli bir mesafe bırakarak, ufuk çizgisindeki yerini korur o serap.
  • (...)Schiller şöyle der: "İnsanoğlu sadece kabul edilebilir, faydalı, mükemmel olan şeylere ciddiyetle yaklaşır; güzellikle ise...oynar."
  • Eski Yunan'da "oyun-paidia" ile "eğitim-paideia" terimleri arasında yakın bir bağ vardı. Yunanlar eğitimi keyiften ileri gelen bir eylem olarak görürdü, çünkü keyfi sadece genel gerekliliği olan şeyleri değil, güzel ve eğlenceli şeyleri aramakla geçirilen zaman olarak tanımlarlardı. Hepimizin bildiği şu "okul" sözcüğünün Yunanca "keyif" anlamına gelen scholé teriminden türetildiğini duymak öğrencilerimi her zaman şaşırtmıştır.
  • İyi diye nitelenen bazı şeyler, mesela para, başka şeyleri elde etmeyi mümkün kıldıkları için insanlarca arzulanmaktadır.
  • (...)ilk kez Hobbit'te, sonrasında ise üzerinde daha özenli çalışılmış bir şekilde Yüzüklerin Efendisi'nde yansıtılan mesaja dair bir ipucu yakalarız: Bilimsel yöntemler yardımıyla "büyülü" bir şey yapabiliyor olmamızın onu yapmak zorunda olduğumuz anlamına gelmediğidir bu mesaj.
  • Tolkien başka unsurların etkisinde kalmamış yalın bilimsel dürtülere...sonuçta elde edilecek bilgiyle bir şey yapma planı kurmaksızın sırf bilgiye erişmek amacıyla onun peşine takılmaya sempatiyle bakar.
  • Filozoflar bu çıkmaza kurgunun çelişkisi adını verir: Hayali olgulara duygusal tepkiler vermemiz mantıkla nasıl bağdaştırılabilir acaba?
  • İskoç düşünür David Hume'un ünlü ifadesini hatırlayalım: "Parmağımın çizilmesindense tüm dünyanın yerle bir olmasını yeğlemek mantığa aykırı değildir."

Passengers (2016)

Uzak bir gezegene koloni kurmaya, yaşamaya giden yaklaşık 5000 insanın olduğu Avalon yıldızgemisinin 120 yıllık yolculuğu süresince yolcuları mutlu mesut, uyku "pod"larında mışıl mışıl uyuyacaktır. Ama yolculuğun 30.yılında bir şey olur, mühendis Jim Preston'ın podu kendiliğinden açılır, Jim'i 90 yıl erken uyandırıverir.
Diye başlıyor Passengers. Spoiler vermemek adına bu ilk paragrafta daha fazla bir şey söyleyemedim ama film hakkında ne düşündüm, ne hissettim söyleyebilmem için sanırım bundan sonrasında az biraz spoiler dökülecek önünüze. Elimden geldiğince yapmamaya çalışacağım ama bakalım.
Öncelikle ilk uyarı. Bu bir bilim kurgu filmi değil. Yani tam anlamıyla değil. Bir miktar bilimi kurgunun içinde geçirtiyor evet, ki nedir bilim kurgu? Olası teknolojileri, bilimi kullanarak bize yakın, uzak gelecek kurguları sunması. Bu anlamda Passengers bize zaten hayal etmediğimiz, yapılmaya çalışılmayan bir geleceği anlatmıyor değil. Ama odağına aldığı bu koloni kurulması olayı değil, insanlığın oraya ulaşması, yaşaması çabası değil. Aksine bu bilim kurgu olayını fon ediyor kendine. O fonun önünde bize aslında en eski hikayeyi anlatıyor. Bir çeşit Adem ve Havva hikayesi bu aslında. Yani en azından senarist Jon Spaihts'in kendi versiyonu (Kendisi aynı zamanda Prometheus'un ve Doctor Strange'in de senaryo ekibinde görev yapmış). Tanrının ilk insanı dünyaya gönderişi gibi, Passengers da uzak bir gezegene koloni kurmaya gönderiyor insanları. Tıpkı kutsal öykülerde olduğu gibi ilk uyanan bir erkek, sonra onun yanına bir kadın. Uzayın sonsuz boşluğunda, etrafta başka insan yokken, sadece iki insan bir başına kalırsa ne olur, gibi bir soru etrafında şekilleniyor gibi görünse de hikayemiz içine insanlığa, doğamıza, yaradılışımıza dair  sorular yerleştirmiş halde ilerliyor. Etrafta aslında kimse olmasa kendimize dikkat eder miyiz? Bizi "insan" yapan nedir? Aslında amaç en başından beri "yalnız" olmamamız mıydı? Var oluşumuzu anlamı kılan diğerlerinin de var olması mı? 

(İşte bu noktada spoiler gümbür gümbür geliyor çocuklar) Jim'in Aurora'yı uyandırması bir anlamda onun hayatını çalması mı demek oluyor? Ya Aurora da Jim'e aşık olmasaydı sorusu geliyor insanın aklına belki ilk aşamada ama bence böyle bir olasılık yoktu. Yok yani. Öyle bir ortamda, hayatınız, yaşamanız otomatik olarak diğer insana bu şekilde bağlanmışken tabiki de öyle hissedecek hale gelirdi Aurora diyorum ben. Hatta daha da ileriye götürürsem, bence bu aşk değildi zaten. Yani böyle bir ortamda ikisinin de duygularına tam anlamıyla sağlıklı diyemeyiz. Jim uyku podları arasında gördüğünde ilk etapta Aurora'nın görünüşüne çekiliyor. Sonra onunla ilgili araştırma yaptıkça, konuşma kayıtlarını dinledikçe, yazdıklarını okudukça duyguları anlam kazanıyor ama Aurora'nın hemen hemen başka seçeneği yok mesela. Hani bazılarına diyoruz ya tüm dünyada bir sen kalsan yine de seni sevmem diye. Yok öyle bir şey. O en umutsuz durumda insan aklının kendine oynayamayacağı oyun yok. Tabi bu yorum biraz da benim bağlamımdan kaynaklıyor haliyle. Hiç aşık olmadım, dahası sizin de aşık olduğunuzu söylediğiniz insanlara gerçekten aşık olduğunuzu zannetmiyorum. Çünkü elinizde olan seçenekleri değerlendirdiniz sadece gibime geliyor. Yani tüm bir dünya nüfusu içinden kendinize en uygununu seçme şansınız yoktu, ulaşabildiğiniz çember içindeki size en uygun seçeneğe kendinizi inandırdınız. Tabi yineliyorum, bana şimdilik böyle geliyor.

Filmin hikayesinin bir diğer yönü de aslında bu "uyanmaların" hiç de tesadüfi olmadığı. Meteorlardan dolayı arızalanan gemi esasında kendini onarmak için, kendi varlığını devam ettirebilmek için gerekli birini uyandırıyor gibi görünüyor. Ama burada da sorun şu, gidip en yetkili en bilgili, işini hemen şıp diye halledecek olanı uyandırsana be gemi? Çünkü filmin ilerleyen safhalarında Jim Preston seçiminin ne kadar yanlış olabileceğini görüyoruz, gemi de görüyor haliyle ve müdahale ediyor. Tabi bu bağlamda, filmin hikayesinin odağını yansıttığımız o en eski hikayeye dönersek, insanın dünyaya gönderilişinin bir amacı var mı, o amaç ne, bir amaç uğruna mı oldu bu gibi sorular ortaya koyabiliriz.
Son olarak da, filmin sonundan hiiiç bahsetmiyorum bile. Diyecek bir şey bulamıyorum. Kötü desem değil, iyi desem hiç değil. Bir tuhaf. "Ne yani?" diyorsunuz. Yani? Ama izlenir mi gene de derseniz, öyle bir vaktinizde izlersiniz. Chris Pratt iyi, Jennifer Lawrence iyi, geminin tasarımı çok da ilginç değil, teknoloji aşırı şaşırtmıyor ufuk açmıyor, ama Michael Sheen süper. (Bir de yönetmen Morten Tyldum, The Imitation Game'i de yönetmiş bir insan. Gerçi o filmi asıl hikayesi ve Cumberbatch yüzünden sevmiş olabiliriz, yönetmene ne kadarını borçluyuz, siz karar verin.)

27 Nisan 2017 Perşembe

Where does it lead? Don’t ask, walk!

Nietzsche zamanında şöyle satırlar yazmış (nerede okudum ben, Brain Pickings'te), okumakta, düşünmekte fayda var :

Any human being who does not wish to be part of the masses need only stop making things easy for himself. Let him follow his conscience, which calls out to him: “Be yourself! All that you are now doing, thinking, desiring, all that is not you.”
Every young soul hears this call by day and by night and shudders with excitement at the premonition of that degree of happiness which eternities have prepared for those who will give thought to their true liberation. There is no way to help any soul attain this happiness, however, so long as it remains shackled with the chains of opinion and fear. And how hopeless and meaningless life can become without such a liberation! There is no drearier, sorrier creature in nature than the man who has evaded his own genius and who squints now towards the right, now towards the left, now backwards, now in any direction whatever.
(...)
No one can build you the bridge on which you, and only you, must cross the river of life. There may be countless trails and bridges and demigods who would gladly carry you across; but only at the price of pawning and forgoing yourself. There is one path in the world that none can walk but you. Where does it lead? Don’t ask, walk!
(...)
Let the young soul survey its own life with a view of the following question: “What have you truly loved thus far? What has ever uplifted your soul, what has dominated and delighted it at the same time?”

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...