30 Nisan 2017 Pazar

Hobbit ve Felsefe

Ne diyeyim? Kitap rafta dururken o kadar güzel görünüyor ki...Elinize aldığınızda öylesine mutlu oluyorsunuz ki aman yarabbi birazdan neler okuyacağım, ne maceralara çıkacağım acaba diye. İçindekiler sayfasını açıp, bakıyorsunuz, oh var ya mis mis. İlk bölüm "Ruhunuzda Saklı Olan Took'u Keşfedin", ikinci bölüm "İyi, Kötü ve Çamurlu", üçüncü bölüm "Bilmeceler ve Yüzükler", dördüncü bölüm de "Orada Bulunmak ve Geri Dönebilmek" isimlerini taşıyor. Alt başlıklarda ise neler işlemiyorlar ki...Macera ruhu nasıldır nedir? İnsan nasıl evini terk edebilmek gücünü bulur kendinde, ev neresidir, gitmek nedir, gidenle geri dönen aynı mıdır, giden aslında hiç geri gelebilmiş midir ruhen, insan ruhunun zehirlerini uçurumlarını tepelerini sarp yamalarını ancak adamakıllı bir macera ile mi keşfedebilir, masumiyet nedir kaybedilir mi geri getirilebilir mi, büyü de teknoloji de makineler de bizim yaratılarımız değil midir e öyle olduklarına göre aynı derecede bizim kibrimizin şeytaniliğini taşımazlar mı, özgür irade gerçekten de gerçek mi olabilir mi? Ve daha nice soru eşliğinde sayfalar akmaya başlıyor. Hobbitten alıntılar, Yüzüklerin Efendisi'nin sayfalarından takviyeler, Tolkien reyizin mektuplarından en incelikli detaylarla Taocu felsefe, dinler tarihi, ahlak felsefesi, estetik, Nietzsche, Oscar Wilde, Ralph Waldo Emerson, William Blake, Platon, Aristoteles sırt sırta vermiş, adeta bombardımana tutuyor bizi.
Ama tüm bunlara rağmen, tüm bu güzelliklere rağmen, kitap sıkıcı. Bazılarınız zaten çoktan felsefe kitabı tabiki sıkıcı olacak demiştir, bazılarınız da sen anlamamışsındır felsefeyi doğru düzgün gibisinden bir şeyler düşünmüştür, eminim. Hepinizin de haklı olduğu taraflar var tabi. Sonuçta felsefe ile lise sondaki felsefe dersi ile tanıştım, ki o da sınavda doğru cevaplarsak artı birkaç puan getirecek diye hocanın mecburen hap gibi özet yapıp elimize fotokopileri tutuşturmasından ibaretti. Evet sayısalcıydık ve felsefe dersi saatinde hoca masasında otururken biz de sıralarımızda çılgınlar gibi fizik kimya biyoloji testi çözüyorduk. Hepimiz için sadece ağırlıklı orta öğretim başarı puanımız düşmesin diye geçmek istediğimiz mecburi bir "sözel" dersiydi. Felsefe hakkında ne biliyorsam, ne anlamışsam veya anlamamışsam hepsini liseden sonra öğrendim. Kendi çabamla. Kendi okumalarımla.
Bu yüzden belki biraz daha eğlencelisini tercih ediyor olabilirim. Ama hakikaten bu kitaptaki sorun daha derin. Her bir parçanın yola çıktığı önerme Hobbit'ten bir paragraf ya da olay, tamam buraya kadar normal. Bu yola çıkılan durumun, düşüncenin, olayın felsefedeki yerini, yansımalarını, önemli filozofların yollarını, yöntemlerini anlatmaya başlıyor sonra her bir yazar. Ama öyle şeyler oluyor ki onlar yazarken kafanız bulanıyor. Benim bulandı yani. Size bu kadar bulanık gelmeyebilir, ne bileyim. Bir noktadan sonra şey bile dediğim oldu, yuh artık bunu da mı inceliyorsun be arkadaşım. Dedim yani. Saçmalama derecesine ulaşıyorlar çünkü. Ve de sanki aslında hep aynı önermenin etrafında dönüp, duruyorlarmış gibi. Her biri.
Bilmiyorum be çocuklar, Harry Potter ve Felsefe'yi de okumuştum sonuçta (şurada) ama o böyle değildi, ne ufuklar açmıştı, ne güzel incelemişti her bir noktayı virgülü. Bu öyle değil sanki. Çok daha fazlasını beklerken olduğum yerde kalmışım gibi hissettirdi. Yine de altını çizdiğim yerler oldu, olmadı değil, en azından onları paylaşayım da, çok da küsmüş gibi olmayayım kitaba.

  • (...)yürümek sırf kişiyi ruhen yıpratacak düşüncelerden sıyrılmanın bir yolu değil, insanın kendi kendisiyle tekrardan kuracağı bağlantı için de bir başlangıç noktasıdır. (...) İşte yaptığı bu yürüyüşlerdir Yolgezer'in gerçek kimliğine yeniden sarılmak için gereksinim duyduğu gücü toplamasını sağlayan.
  • Eğer geleceği veya ileride gerçekleşmesini arzuladığımız şeyleri düşünmeye başlarsak, kendimizi kaybederiz. Kendini kaybetmek, (...)modern dünyada yaşamanın doğurduğu en büyük tehlikelerden biridir. Thoreau bizi bekleyen tehlikeleri görmüş ve gelecek nesillerin şapşal şehir züppelerinin karşılarına çıkacak zorluklar karşısında ruhen direnç gösterip gösteremeyeceği konusunda ciddi bir endişeye sürüklenmiştir. "Yaşamım boyunca yürüme sanatının gerçek anlamını kavrayabilmiş ve bu doğrultuda, yürüyüş yapmayı alışkanlık edinmiş yalnızca bir veya iki kişiye rastladım."
  • Tıpkı günümüzde olduğu gibi antik çağlarda da sıradan insanların aile kurmaya ve diğer insanlarla aralarındaki ilişkiyi devamlı geliştirmeye meyilli oluşu doğal bir olgu olarak algılanıyordu. Ne de olsa, mensubu olduğunuz kavimle kendinizi özdeşleştirip onun bir parçası haline gelmektir sizden beklenen.
  • Şöyle yazıyor Appiah: "Koşullara bağlı olarak, sınır tanımaz bir iletişim kurma yetisi insana kimi zaman keyif verebilir, kimi zamansa onu sinirlendirip canını sıkabilir: Ama neresinden bakarsanız bakın, böylesi bir iletişimin kurulması kaçınılmazdır."
  • (...)Platon, hayatın daha ziyade uzun bir yolculuk, hatta arayış amaçlı çıkılmış bir sefer olduğu yaklaşımını ileri sürmüştür.
  • (...)Sokrates Atina halkını şu sözlerle eleştirir: "Bir yandan yığınla para, paye ve itibar edinmek için çırpınırken diğer yandan bilgelik, doğruluk ve o varlığını bile kabul etmediğiniz, etseniz bile umursamadığınız ruhunuzu olabildiğince geliştirmek için kılınızı bile kıpırdatmayışınız sizi hiç mi utandırmıyor?"
  • Tolkien evsel yaşamın güzelliği ile eve ve aynı zamanda insanın yüreğine sıcaklık yayan bir şöminenin başında geçirilecek hoş saatleri ciddiye almamız konusunda üsteliyor.
  • Bilbo'nun başının ciddi anlamda derde girmesinin sebebi, karakterini şekillendiren üstün niteliklerden taviz vermesidir. Erdem her an zaafa dönüşebilir.
  • (...)şöyle der Aristoteles: "Kendisini kaderinde yüce olaylar yattığına inandırmış kişiye kibirli deriz; çünkü böylesi bir yaklaşımı benimseyerek haddini aşmış olan kişi aslında ahmağın tekidir, oysa gerçek anlamda erdem sahibi hiçbir insan böyle anlamsız işlere kalkışıp kendini ahmak konumuna düşürmez."
  • Zengin ve şöhretli olanların kontrolden çıkmış, kargaşa içinde yaşamlar sürdürdüğüne sık sık tanık olsak da, alenen ortadaki bu gerçekten asla ders almayız. Hep biraz daha ileride, bizimle arasında daima belli bir mesafe bırakarak, ufuk çizgisindeki yerini korur o serap.
  • (...)Schiller şöyle der: "İnsanoğlu sadece kabul edilebilir, faydalı, mükemmel olan şeylere ciddiyetle yaklaşır; güzellikle ise...oynar."
  • Eski Yunan'da "oyun-paidia" ile "eğitim-paideia" terimleri arasında yakın bir bağ vardı. Yunanlar eğitimi keyiften ileri gelen bir eylem olarak görürdü, çünkü keyfi sadece genel gerekliliği olan şeyleri değil, güzel ve eğlenceli şeyleri aramakla geçirilen zaman olarak tanımlarlardı. Hepimizin bildiği şu "okul" sözcüğünün Yunanca "keyif" anlamına gelen scholé teriminden türetildiğini duymak öğrencilerimi her zaman şaşırtmıştır.
  • İyi diye nitelenen bazı şeyler, mesela para, başka şeyleri elde etmeyi mümkün kıldıkları için insanlarca arzulanmaktadır.
  • (...)ilk kez Hobbit'te, sonrasında ise üzerinde daha özenli çalışılmış bir şekilde Yüzüklerin Efendisi'nde yansıtılan mesaja dair bir ipucu yakalarız: Bilimsel yöntemler yardımıyla "büyülü" bir şey yapabiliyor olmamızın onu yapmak zorunda olduğumuz anlamına gelmediğidir bu mesaj.
  • Tolkien başka unsurların etkisinde kalmamış yalın bilimsel dürtülere...sonuçta elde edilecek bilgiyle bir şey yapma planı kurmaksızın sırf bilgiye erişmek amacıyla onun peşine takılmaya sempatiyle bakar.
  • Filozoflar bu çıkmaza kurgunun çelişkisi adını verir: Hayali olgulara duygusal tepkiler vermemiz mantıkla nasıl bağdaştırılabilir acaba?
  • İskoç düşünür David Hume'un ünlü ifadesini hatırlayalım: "Parmağımın çizilmesindense tüm dünyanın yerle bir olmasını yeğlemek mantığa aykırı değildir."

Passengers (2016)

Uzak bir gezegene koloni kurmaya, yaşamaya giden yaklaşık 5000 insanın olduğu Avalon yıldızgemisinin 120 yıllık yolculuğu süresince yolcuları mutlu mesut, uyku "pod"larında mışıl mışıl uyuyacaktır. Ama yolculuğun 30.yılında bir şey olur, mühendis Jim Preston'ın podu kendiliğinden açılır, Jim'i 90 yıl erken uyandırıverir.
Diye başlıyor Passengers. Spoiler vermemek adına bu ilk paragrafta daha fazla bir şey söyleyemedim ama film hakkında ne düşündüm, ne hissettim söyleyebilmem için sanırım bundan sonrasında az biraz spoiler dökülecek önünüze. Elimden geldiğince yapmamaya çalışacağım ama bakalım.
Öncelikle ilk uyarı. Bu bir bilim kurgu filmi değil. Yani tam anlamıyla değil. Bir miktar bilimi kurgunun içinde geçirtiyor evet, ki nedir bilim kurgu? Olası teknolojileri, bilimi kullanarak bize yakın, uzak gelecek kurguları sunması. Bu anlamda Passengers bize zaten hayal etmediğimiz, yapılmaya çalışılmayan bir geleceği anlatmıyor değil. Ama odağına aldığı bu koloni kurulması olayı değil, insanlığın oraya ulaşması, yaşaması çabası değil. Aksine bu bilim kurgu olayını fon ediyor kendine. O fonun önünde bize aslında en eski hikayeyi anlatıyor. Bir çeşit Adem ve Havva hikayesi bu aslında. Yani en azından senarist Jon Spaihts'in kendi versiyonu (Kendisi aynı zamanda Prometheus'un ve Doctor Strange'in de senaryo ekibinde görev yapmış). Tanrının ilk insanı dünyaya gönderişi gibi, Passengers da uzak bir gezegene koloni kurmaya gönderiyor insanları. Tıpkı kutsal öykülerde olduğu gibi ilk uyanan bir erkek, sonra onun yanına bir kadın. Uzayın sonsuz boşluğunda, etrafta başka insan yokken, sadece iki insan bir başına kalırsa ne olur, gibi bir soru etrafında şekilleniyor gibi görünse de hikayemiz içine insanlığa, doğamıza, yaradılışımıza dair  sorular yerleştirmiş halde ilerliyor. Etrafta aslında kimse olmasa kendimize dikkat eder miyiz? Bizi "insan" yapan nedir? Aslında amaç en başından beri "yalnız" olmamamız mıydı? Var oluşumuzu anlamı kılan diğerlerinin de var olması mı? 

(İşte bu noktada spoiler gümbür gümbür geliyor çocuklar) Jim'in Aurora'yı uyandırması bir anlamda onun hayatını çalması mı demek oluyor? Ya Aurora da Jim'e aşık olmasaydı sorusu geliyor insanın aklına belki ilk aşamada ama bence böyle bir olasılık yoktu. Yok yani. Öyle bir ortamda, hayatınız, yaşamanız otomatik olarak diğer insana bu şekilde bağlanmışken tabiki de öyle hissedecek hale gelirdi Aurora diyorum ben. Hatta daha da ileriye götürürsem, bence bu aşk değildi zaten. Yani böyle bir ortamda ikisinin de duygularına tam anlamıyla sağlıklı diyemeyiz. Jim uyku podları arasında gördüğünde ilk etapta Aurora'nın görünüşüne çekiliyor. Sonra onunla ilgili araştırma yaptıkça, konuşma kayıtlarını dinledikçe, yazdıklarını okudukça duyguları anlam kazanıyor ama Aurora'nın hemen hemen başka seçeneği yok mesela. Hani bazılarına diyoruz ya tüm dünyada bir sen kalsan yine de seni sevmem diye. Yok öyle bir şey. O en umutsuz durumda insan aklının kendine oynayamayacağı oyun yok. Tabi bu yorum biraz da benim bağlamımdan kaynaklıyor haliyle. Hiç aşık olmadım, dahası sizin de aşık olduğunuzu söylediğiniz insanlara gerçekten aşık olduğunuzu zannetmiyorum. Çünkü elinizde olan seçenekleri değerlendirdiniz sadece gibime geliyor. Yani tüm bir dünya nüfusu içinden kendinize en uygununu seçme şansınız yoktu, ulaşabildiğiniz çember içindeki size en uygun seçeneğe kendinizi inandırdınız. Tabi yineliyorum, bana şimdilik böyle geliyor.

Filmin hikayesinin bir diğer yönü de aslında bu "uyanmaların" hiç de tesadüfi olmadığı. Meteorlardan dolayı arızalanan gemi esasında kendini onarmak için, kendi varlığını devam ettirebilmek için gerekli birini uyandırıyor gibi görünüyor. Ama burada da sorun şu, gidip en yetkili en bilgili, işini hemen şıp diye halledecek olanı uyandırsana be gemi? Çünkü filmin ilerleyen safhalarında Jim Preston seçiminin ne kadar yanlış olabileceğini görüyoruz, gemi de görüyor haliyle ve müdahale ediyor. Tabi bu bağlamda, filmin hikayesinin odağını yansıttığımız o en eski hikayeye dönersek, insanın dünyaya gönderilişinin bir amacı var mı, o amaç ne, bir amaç uğruna mı oldu bu gibi sorular ortaya koyabiliriz.
Son olarak da, filmin sonundan hiiiç bahsetmiyorum bile. Diyecek bir şey bulamıyorum. Kötü desem değil, iyi desem hiç değil. Bir tuhaf. "Ne yani?" diyorsunuz. Yani? Ama izlenir mi gene de derseniz, öyle bir vaktinizde izlersiniz. Chris Pratt iyi, Jennifer Lawrence iyi, geminin tasarımı çok da ilginç değil, teknoloji aşırı şaşırtmıyor ufuk açmıyor, ama Michael Sheen süper. (Bir de yönetmen Morten Tyldum, The Imitation Game'i de yönetmiş bir insan. Gerçi o filmi asıl hikayesi ve Cumberbatch yüzünden sevmiş olabiliriz, yönetmene ne kadarını borçluyuz, siz karar verin.)

27 Nisan 2017 Perşembe

Where does it lead? Don’t ask, walk!

Nietzsche zamanında şöyle satırlar yazmış (nerede okudum ben, Brain Pickings'te), okumakta, düşünmekte fayda var :

Any human being who does not wish to be part of the masses need only stop making things easy for himself. Let him follow his conscience, which calls out to him: “Be yourself! All that you are now doing, thinking, desiring, all that is not you.”
Every young soul hears this call by day and by night and shudders with excitement at the premonition of that degree of happiness which eternities have prepared for those who will give thought to their true liberation. There is no way to help any soul attain this happiness, however, so long as it remains shackled with the chains of opinion and fear. And how hopeless and meaningless life can become without such a liberation! There is no drearier, sorrier creature in nature than the man who has evaded his own genius and who squints now towards the right, now towards the left, now backwards, now in any direction whatever.
(...)
No one can build you the bridge on which you, and only you, must cross the river of life. There may be countless trails and bridges and demigods who would gladly carry you across; but only at the price of pawning and forgoing yourself. There is one path in the world that none can walk but you. Where does it lead? Don’t ask, walk!
(...)
Let the young soul survey its own life with a view of the following question: “What have you truly loved thus far? What has ever uplifted your soul, what has dominated and delighted it at the same time?”

25 Nisan 2017 Salı

ölmeyen kraliçenin başında-->The Crown

Direkt lafa giriyorum çünkü başka nasıl anlatılır bilemedim. Hala hayatta olan, orada, Britanya adasında 1952'den beri tahtta olan, tam 13 başbakan görmüş kraliçe II.Elizabeth'in bu tahta çıktığı tarihten başlayıp, ne oldu ne bittiyse, kimle ne konuştuysa anlatan dizi yapmışlar! 600 yıl önce yaşamış VIII.Henry'nin Anne Boleyn'le - ve daha milyonlarcasıyla - oynaşmasını izlemek başka, bu başka yani. Sonuçta düşünsenize bir akşam Buckingham Sarayı'ndaki odanızda kanepenize uzanıp, televizyonu açıp, kendi hayatınızı izleyebiliyor oluyorsunuz. Ekranda bir bakıyorsunuz kocanızı oynayan oyuncuya bir şeyler fırlatan sizi oynayan oyuncuyu görüyorsunuz. Ya da kız kardeşinizin yüzünüze hönkürdüğü intikam yeminlerini izliyorsunuz. Çocukluğunuzun en kişisel, en özel anlarının canlandırılmasına tanık oluyorsunuz. Ya da bilmiyorum sonuçta 91 yaşında kadın, direkt uyukluyor da olabilir.
Yani neresinden baksanız, insan izlediği şeye şaşıp şaşıp, kalıyor. Tamam olabilir her şeyi parlatmış, cilalamış, asıl ayrıntıları göstermiyor olabilirler, ben bilemem o kadarını ama, gene de biraz fazla ortaya saçma dökme değil de ne bu? Ha benim için hiç sakıncası yok, afiyetle izliyoruz ama bu insanların bu konuda aşırı tutucu falan olması gerekmiyor muydu? İlginç. Gerçi şöyle de bakarsak, 10 bölüm boyunca hayatlarını izlettikleri insanlardan herhalde sadece ikisi hayatta şu an ve o ikisi de 90 yaşının üstünde olduğundan çok sallamıyorlar mı artık, kısmet.

Haa, asıl konu şey işte. Taht, taç. Aman efendim çok ağır bunun yükü, oy aman çok zor, ben istemez miydim sabah 9 akşam 5 mesaisi yapayım, eve geleyim çocuklarıma yemek yapayım, selvi boylu yakışıklı kocam da işinden gelsin, oturalım ona meyve soyayım serzenişleri satır aralarına serpiştirilmiş halde II.Elizabeth'in stresli maceraları. Tüm o zenginlik, gurur, bir eli yağda bir eli balda hayatın içine doğmuş olmaları onların seçimi olmadığı için acımaya çalışıyoruz zavallıcıklara. Çünkü en büyük sorun mesela sarayın şu köşesindeki sandalyeyi bu köşeye koyamamaları. Kraliyete ait yüzlerce muhteşem ev arasından bir tanesinde yaşayacakken tüh bak görüyor musun sarayda yaşamamız gerekiyor olunca çok üzülüyoruz. Sorunumuz bu. Amaaaa...işte bu görsel sanatın da sihri burada. Yazanlar öyle bir yazıyor, oyuncular öyle bir oynuyorlar ki ekrana kilitlenmiş halde izliyorsunuz. Ortada hiçbir şey yok ama gerilim fışkırıyor ekrandan, nasıl bir psikolojik savaş, nasıl bir insan ruhu analizi, apışıp kalıyorsunuz. Ne ellerinde kılıçlar var, oradan oraya savuruyorlar, ne ejderhalar ateş püskürüyor, ne de arabalar uçaktan atlıyor. Ama bir Winston Churchill izliyorsunuz mesela, sanki tam önünüzde, onunla aynı odada, tüm o havayı, düşünceleri, egoyu, çaresizliği, kibri, her şeyi gözlerinizle tecrübe ediyorsunuz. Elizabeth'i oynayan Claire Foy ile kocası Philip'i oynayan Matt Smith bir bakışıyor uzaktan uzağa, iliklerinize kadar donuyorsunuz o evliliğin tam ortasında kalmışçasına. Elizabeth'in annesi olan Elizabeth ile bir yemek masasında siz de çaresiz kalıyorsunuz, hıçkırıklarınız onunkini bastırıyor. Ben uzun zamandır böylesine mükemmel oyunculuklar izlememiştim yeminle. Böylesine temposuz görünüp, bu kadar yavaş ilerleyen, durağan havasında bir hikayede böylesine heyecan, gerilim yaşamamıştım. Tüm o giysiler, saçlar, ellerden düşmeyen sigaralar, Churchill'in purosunun dumanı, saraylar, malikaneler, ahh o eşyalar o dekorlar o arabalar ölürüm o arabalara, Londra'nın taş döşeli sokakları, İskoçya'nın rüzgarlı kıyıları...her bir sahne, her bir kare birer tablo gibi, bakmalara doyamıyor insan. Hele müzikler, müziklerimiz, Hans Zimmer müziklerimiz...



Valla Netflix 4 kasımda 10 bölüm yayınlamış ilk sezon olarak. 1952'nin başından alıyor bizi ilk sezon, VI.George'un ölümüydü Elizabeth'in taç giymesiydi Margaret'tı Churchill'di derken 1955'te bir yerlerde bırakıp, soluklanıyor. Yeni sezon ne zamana bilmiyorum. Ama böyle 10 bölümde ancak 3 sene ilerlemeye devam etmeyecekler diye düşünüyorum, yoksa işimiz var.

tv.com'da The Crown-->http://www.tv.com/shows/the-crown/

genius

22 Nisan 2017 Cumartesi

1998 yapımı Mulan

O kadar özenip bezenip yaptıkları seddi aşıp, imparatorlarına giden yolu yarılayan acımasız Shan-Yu komutasındaki Hunları durdurmak için Çin ordusu toplanmaya başlar. Her köydeki her aileden birer erkek, evlerinin asil bir köşesinde duran zırhını, miğferini kuşanıp, birliklerine ulaşacaktır. Fa ailesinin babası da uymak zorundadır bu çağrıya çünkü annesi, eşi ve tek kızı ile yaşadığı evin tek erkeği odur. Ama baba Fa zaten imparatora daha önceki hizmetlerinde yaralanmış ve aksayan bacağıyla zar zor adım atabilir halde olduğundan kızı Mulan son gece babasının zırhına kuşanır, beline kadar uzanan güzelim saçlarını keser ve atına atlayıp, askeri birliğin yolunu tutar. Onun böyle bir çılgınlık yaptığını gören evin tapınağındaki koruyucu ataları ise peşinden onu koruması için koca ejderhayı yollamak isterler ve bunun içinde ufak - ve çılgın - ejderha Mushu'yu görevlendirirler. Kader karışıktır, babası için kendini feda eden Mulan, yanında Mushu ve şans çekirgesi ile birlikte komutan Shang'in birliğindeki diğer askerlerin arasında buluverir kendini. Erkeklerin dünyası çok farklıdır, askeri eğitim çok daha farklıdır.
Mulan'ın hikayesi aslında Çin'de oldukça bilinen bir efsaneymiş "Ballad of Mulan" olarak adlandırılan bir şiir şeklinde, Disney onu bu kadar şahane bir çizgi film haline getirene kadar. Gerçek bir kişilik kendisi, hakikaten de erkek kılığına girip, uzun süre orduda görev yapmış. Tam tarihine karar veremeseler de Kuzey ve Güney Hanedanları dönemi olan 386-589 yılları arasındaki döneme denk geldiğini söylüyorlar. Gerçekte erkek kardeşi de var ve çok ufak olduğundan, babasının da durumu çizgi filmdeki gibi olduğundan Mulan atlayıp gidiyor orduya. Başarılarından dolayı imparator, çizgi filmde de olduğu gibi, Mulan'a yüksek rütbeli bir danışman görevi vermek istiyor ama Mulan eve dönmesi gerektiğini söylüyor. Çizgi filmin aksine tüm bunlar olurken hiç kimse Mulan'ın kadın olduğunu fark etmiyor. Ancak sonraları, birlikte savaştığı askerler köyüne onu ziyarete gidince anlıyorlar gerçeği. Yalnız var ya tam 12 sene (!!!) savaşta görev alıyor Mulan, acayip başarılı bir general haline geliyor bu seneler içinde. Tam 12 sene erkek olarak herkesi inandırıyor yani. Cidden çok güçlü bir kadınmış demek ki.

Disney'in Mulan portresine gelirsek, bence gayet de başarılı bir iş yapmış görünüyorlar. İlk 3 prensesinden sonra Disney'in girdiği bu "kendini bulmaya çalışan, çevresi tarafından farklı görülen, içindeki kişilik çevresi tarafından kabul görmediği için toplumda bocalayan, arada kalan, olduğu kişiden utanan" prenses imajının çok da güzel bir anlatısı olmuş Mulan. En başta tam olarak nasıl bir insan olduğunu anlıyoruz. Ailesini çok seviyor, onlar da onu. Dönemin kafasıyla da olsa aslında ailesi onun için en iyisini istiyor, iyi bir evlilik yaparak hem toplum içinde güzel bir yeri olsun hem de mutlu olsun istiyorlar. Mulan da ailesini mutlu etmek istiyor, onları utandırmak istemiyor. Evlenmemek de istemiyor, insanlarla iyi geçinmek, mutlu olmak istiyor. Ama işte, Mulan'ın tek suçu, yani aslında insanlar tarafından tuhaf görülmesinin, çok da uyum sağlayamamasının nedeni, biraz sakar, biraz şaşkın, bolca da akıllı olması. Film boyunca hemen hemen her durumdan aklını kullanarak, kendini ve imkanları zorlayarak kurtuluyor Mulan. Ama çoğu zaman iyi niyetle, akıllıca giriştiği işler sarpa sarıyor olduğundan ya da ortalığı her seferinde biraz fazla dağıttığından insanlar onu hiçbir işe yaramaz, onların kıstaslarına göre kadın olmayı bilemeyecek bir tuhaf olarak görüyor.
Disney'in hikayesinde hoşuma giden nokta ise şuydu: Mulan kendini erkek kılığına sokarak, babasının yerine askere gidiyor evet ama hikayenin hiçbir noktasında "erkeksi" bir hali olduğuna dair bir alt metin yok. Yani hikayesinin ana temasını ne bileyim bir Rose of Versailles'teki Oscar karakterinin yaşadığı ikilem oluşturmuyor. Mulan'dan "kadın" olabilmesi beklenirken o da aslında kadın. Sadece onların beklediği davranışlar içinde değil. Yoksa öyle bir "tomboy" değil, kaba değil, hareketlerinde bir cinslik yok. Aksine oldukça zarif mesela ama savaşçı kimliğinde bu zerafetinin aklıyla birleşmesinin ona kuvvet verdiğini görüyoruz. Esas oğlanımız da diğer Disney prenseslerinden bir tık daha farklı tabi. Mulan'ın birliğinin genç komutanı Li Shang, bir yandan ünlü general olan babasını onurlandırmak isterken bir yandan da emrindeki birliğe kendini kanıtlamaya çalışan bir genç. Tumblr'da gördüğüm şu aşağıdaki gif aslında Shang'i ve diğer Disney prensleri çok iyi açıklıyor:
gifler Daily-Disney'den

Diğer karakterlerse bir ayrı güzeldi. Mulan'ın babasında o zarafeti, asaleti ve sevgi dolu kişiliği görebiliyoruz. İmparatorun ekranda belirmesi bile insanın içine huzur dolduruyor mesela. Mulan'ın asker arkadaşları inanılmaz eğlenceli, hele Eddie Murphy'nin sesiyle ortamı ateşe veren Mushu süperdi. Ama asıl, filmin kötüsü, Hun komutanı Shan-Yu herhalde en karizmatik Disney kötüsü olabilir. Miguel Ferrer'in sesi zaten çok delice bir şey, üstüne bir de o çizimi, o gözler, o davranışlar. Ama gene de benim favorim büyükanne. Göründüğü bir iki sahnede bile ortamı ele geçiriveriyor, hem o ilk baştaki çekirge sahnesi hem de sondaki beni de orduya yazdırın temalı bakışı, dünyalara bedel.
Müzikler konusunda ise Disney müzikal olayını hepten ikinci plana atmış gibi duruyorken Mulan'ın öncesinde, burada pek de yerinde müziklere imza atmış durumda. Filmin içindeki şarkılar az ve öz ama mükemmel. Asıl damga vurması beklenen şarkılar bitiş jeneriğine saklanmış.




Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...