13 Nisan 2017 Perşembe

13 nisan - Baharın İlk Sabahları

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar;
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimdeki kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: "Sıkıntılar duradursun!"
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.


Yine mi gelmiş bir 13 nisan..

12 Nisan 2017 Çarşamba

guardians of the whills suite



Yeni izleme fırsatı bulabildim. Ve çok kötüyüm şu an. İçime çöreklendi bir hüzün. Halbuki "We have hope. Rebellions are built on hope!". Ama işte..
Şarkı şahane, sadece o kadarını söyleyeyim.

9 Nisan 2017 Pazar

1992 yapımı Aladdin

Altın gibi bir kalbi olsa da beş parasız gezinen hırsız Aladdin ve minik maymun dostu Abu, bir gün pazar yerinde çok güzel bir genç kızı hırsızlık suçlamasından kurtarır. Ama güzel kız Agrabah'ın sultanının kızı, prenses Jasmine'dir ve vezi Cafer, Aladdin'i yakalayıp, kendi şeytani planı için kullanmak üzere mucizeler mağarasına gönderir. Cafer'in amacı mağaradaki sihirli lambayı ele geçirip, içindeki cin sayesinde kendini sultan yapmaktır. Ama lambayı ilk alan Aladdin, cinin de yardımıyla zengin bir prens kılığına girip, Jasmine ile evlenmek üzere sultanın sarayına gelir ve prensesi kendine aşık etmeye çalışır. Tabi bu sırada kötü vezir Cafer de boş durmaz, tüm planları alt üst edip gücü ele geçirmeye başlar.
Disney'in evirip çevirdiği, ekleyip çıkardığı masaldan önümüze koyduğu hikaye hemen hemen böyle. Cinderella'da tek cümlelik de olsa bir karakter verilmeye çalışılan, Sleeping Beauty'de nihayet kendi hikaye çizgisine kavuşan, The Little Mermaid'de artık karakteri de hikayesi de ortada olan prens figürlerimize en büyük değişikliği Beauty and The Beast'te izlemiştik. Beauty and The Beast ile Disney prenses filmlerinin yönünün artık birlikte gelişip, hikayeyi oluşturan prens ve prenses karakterlerine evrildiğini gördüğümüzden sonra Aladdin ile yine aynı şeyin devam edişi karşımıza geliyor. Hem de bu sefer filmin ismini birlikte oluşturmayı geçiyor, sadece prensimize verildiğini görüyoruz: Aladdin. Her defasında doğma büyüme asil bir aileden gelip, zengin ve yakışıklı, beyaz olmasa da atlı olan prense karakterimizin kalıbı yıkılıyor ve insanın içine işleyen sıcaklıkta bir Aladdin ile tanışıyoruz. Aladdin sokaklarda büyümüş, karnını doyurabilmek için her an çabalamak zorunda. Agrabah kentinin her bir karesinde atlıyor, zıplıyor, hırsızlık yapıyor elbet ama kötülükle uzaktan yakından alakası yok. Sadece kendinin ve maymun arkadaşı Abu'nun karnını doyurabilmek için. Haksızlığa da karşı, hayalleri de var. O da bir gün bu baldırı çıplak halinden kurtulup, her gece uyurken manzarasına karşı iç geçirdiği sarayda yaşamayı, zengin ve saygıdeğer bir prens olmayı düşlüyor.
Disney prenses sıralamamızın bu seferki karakteri olan Jasmine ise yine önceki prenseslerden aldığı özelliklerine yenilerini eklemiş bir karakter sunuyor. Jasmine yasalara göre evlenmek zorunda ve tonton sultan babası ona her gün yeni bir prensi talip olarak sunuyor. Ama Jasmine de her hikaye kahramanı gibi, aşk için evlenmek istiyor. Ha bir de haklı, çünkü gelen taliplerin hepsi ukala, salak ya da kalbi kötü olunca prensesimiz ne yapsın? Jasmine aynı zamanda zeki, önceki prenseslerimizdekinden - hatta Belle'dekinden de - daha farklı bir aklı var. Dişiliğinin farkında, onu kullanabiliyor, zekasıyla oyunlar oynayabiliyor ve hiç de öyle kenara çekilip, kararlar alınmasına müsaade eden bir yaradılışta değil. Onun da hayali, dışarı çıkılmasına izin verilmeyen o koskoca saraydan, her gün ne yapması ne yemesi ne giymesi gerektiğini söyleyenlerden uzakta özgür olduğu bir hayata kavuşmak.
Aladdin ve sihirli lambadaki cinin hikayesi, yazdığına göre 1001 Gece Masalları'nda Şehrazat'ın anlattığı masallardan bir tanesiymiş (yazanların yalancısıyım çünkü 1001 Gece Masalları'nı okumadım). Ama normalde İslamiyet'in Altın Çağı olarak adlandırılan döneme (ki kabaca Abbasiler dönemi diyebiliriz, Abbasi hükümdarı Harun Reşid ile başlayıp, pek sevimli Moğolların dünyanın içine etmek üzere yola çıkışlarına kadarki bir zaman dilimi) ait olan masalların içinde yer almadığını, Antoine Galland isimli bir abinin 1700lerde derlemeyi yazarken kendi eklediği bir masal olduğunu söylüyorlar. Valla demiş ki Galland, ben bunu Halep'de birinden dinledim gezerken. Tabi Galland'ın aktardığı hali Disney'in sunduğu halinden dünyalar kadar farklı ama eh artık bu zaten bizim için olağan. Arapça kaynaklarda bu masalın izini süremiyormuş araştırmacılar, bu yüzden Galland uydurdu diyorlar. Bir de şöyle bir ilginçliği var ki en eski metninde Aladdin ve sihirli lambasının hikayesinin, Aladdin Çinli bir genç adam. Mekan da Çin gibi bir yerler gibi sanki ama o konuda herkesin kafası karışmış durumda.
Masalı bir kenara bırakırsak çizgi filmde artık her şey bizim bildiğimiz seviyeye ulaşmış durumda. Yani çoğumuzun 90ların çizgi filmlerine aşina olduğunu düşündüğümden diyorum bunu, bol renkler bol hareket, aksiyon macera romantizm. Ama tabi bu çizgi filmin bir iç burkan özelliği de var, Robin Williams'ın sesiyle alıp sizi çok uzak bir yerlere götürüyor her dakikasında (Lamba cinini seslendiriyor). Yeniden çocuk oluveriyorsunuz, sırtınızda külçe gibi ağır çantayla buz gibi bir sabahta en iyi arkadaşınız kapıda sizi bekliyor okula gitmek üzere. Uykulu uykulu Peter Pan düşleri kuruyorsunuz, Jack olup o ağaç eve sığışmaya çalışıyorsunuz ve kulaklarınızda bir goood moooorniiiiing vietnaaaaam sesi çınlıyor. İnsanın hiç tanışmadığı, konuşmadığı, gülüşmediği bir insanın, insanların bu dünyadan göçüp gitmesine üzülmesi böyle mümkün oluyor demek ki. Gidenlere üzülmüyorsunuz aslında, hayatınızda bir şeylerin bittiğine, size ait bir şeylerin kaybolduğuna, bir parçanızın artık geri gelmeyecek oluşuna üzülüyorsunuz. Kendinize ağlıyorsunuz bir anlamda, kendinize, eski size veda ediyorsunuz. Bir anda etmek zorunda kalıyor oluşunuza ağlıyorsunuz.
(Kendimi de, yazıyı da) Toparlamam gerekirse, Aladdin artık - bizim bildiğimiz anlamda - klasik Disney çizgi filmi. Bekleyebileceğimiz ve alabileceğimiz her şeyi var. Bir sonraki - dijital - çağına kadar Disney'in en güzellerinden ve en kazandıranlarından biri. Ama nedense kendinden öncekiler gibi tam olarak yakalayıcı, akıldan vurucu bir şarkısı yok. Genel olarak bütününü keyifle izliyoruz ama hah işte şurası şurası diyebileceğimiz bir sekansı bulamıyoruz.


Project Gutenberg'de Arabian Nights (yani işte 1001 Gece Masalları) metni-->http://www.gutenberg.org/ebooks/128
Arabian Nights'ın değişik düzenlemeleri-->http://www.wollamshram.ca/1001/index.htm

6 Nisan 2017 Perşembe

neden

3 gün içindeki ikinci iş görüşmem geldim bir saat önce. Moralim sıfır. Ama aklınıza gelen nedenden ötürü değil. Neyim var benim ya, niye böyleyim, neden neden...diye kendi kendimi yediğimden. Tüm aile, arkadaşlarım seferber oldu bana iş arıyorlar demiştim ya, herkes her gün bir yeri haber vermeye başladı, ben de iki tanesine gittim işte geçtiğimiz günlerde. Ama bildiğim, duyduğum, insanlardan dinlediğim iş görüşmelerinden çok farklı geçiyor benimkiler. Bir kere 30 yaşında bir mühendis bekleyen karşımdakiler, beni görünce bir şoka giriyorlar. Sonra iki saniye içinde dönüşümü görebiliyorum, bir tür abla-kardeş, dayı-yeğen samimiyetine dönüveriyorlar. Bir bakıyorum hep konuşma benim hayatımda neler yapabileceğime, kendime güvenmem gerektiğine, evlenmeme, hayatımı kurmama falan gelmiş. Yarım saat karşımdakinin hakkımdaki güzel düşüncelerini dinliyorum. Ama kafamın karışıklığının aynen yansımasını da okuyabiliyorum yüzlerinde. Neden böyle acaba diye bir kafaları karışıyor onların da. Ama hiçbir türlü benimkisinin karışıklığı kadar olmuyor tabi onlarınki.
Evet iş istiyorum. Yani çalışmam gerektiğini düşünüyorum çünkü hayatta kalabilmemizin yolu para kazanmaktan geçiyor. Para kazanmak istiyorum yani, daha doğrusu param olsun istiyorum. Ama görüşmelere gittiğimde kendimi o kadar kötü hissediyorum ki..Tarif edemiyorum. O kadar saçma, o kadar tuhaf bir his ki. İlk defa iş aramak zorunda olduğum ve bulduğum zamanki gibi değil. O zamanki de çok kötü bir duyguydu ama çıkış noktası belliydi. Başka bir şey yapmalıydım, bir hayalim vardı ve onun peşinden gitmeliydim. Bu işler hep önüme engeldi, yanlıştı yollar, sapıyordum. Bir kavşakta gitmek istediğim yöne koşmaya çalışırken kolumdan tutup öbür tarafa sürüklüyorlardı. O zamanki öyle bir histi.
Ama şimdiki..öyle de değil. Hayalim yok artık, puf oldu o hayal. Hayatımın hiçbir döneminde böyle olmamıştım. Hiç hayalsiz kalmamıştım. Hikaye bile yazamıyorum. Kendimi tamamen yıkılmış gibi hissediyorum. Saçma sapan, eğri büğrü bir bina dikmiştim yıllar boyunca ama geçtiğimiz birkaç yılda o binanın hayalet temeller üzerine yığıntı şeklinde dikildiğini fark etmemle birlikte o yılların birikimi yıkıldı. Bina çöktü, yerle bir oldu. Yeni baştan başka bir bina dikmem gerekiyor ama nasıl yapacağımı bilmiyorum çünkü bildiğim tek yöntemle diktiğim bina yıkıldı. Kendimi yıktım, kendimi yerle bir ettim. Yeniden oluşturmam gerekiyor. Ama bilmiyorum. Nereye yönelsem eğreti duruyor, midem kabul etmiyor. Nereye gitsem ne yapıyorum ben burada diyorum. Burada olmamam gerekiyor, öyle hissediyorum ama oradan fırlayıp çıktığımda nereye gitmem gerektiğini, nereye gideceğimi de bilmiyorum. Ve insanlar görüyor bunu. Fark ediyorlar içimdeki çatışmayı. Birilerine, birşeylere hayır demek istiyorum, çünkü istemiyorum ama neden hayır dediğime, demek istediğime bir sebep bulamıyorum. Sadece istemiyorum diyorum kendi kendime ama kendim de soruyor kendime "neden?". Kendime de bir cevap veremiyorum.
30 yaşında huzur evine kabul ediyorlar mıdır? Abimler öder belki parasını.

5 Nisan 2017 Çarşamba

Bir zaman yolculuğu dizisi-->Timeless

Zaman ve zaman yolculuğu takıntılı yazarınızdan en son baskı, 16 bölümlük ilk sezonunu yemeyip içmeyip (mecazi anlamda, çünkü tam da aksine hep bir şeyler yerken dizi açıp izliyorum) izleyip bitirip, karşınızdayım. NBC'de 3 ekim-20 şubat arasında pazartesi akşamları yayınlanan Timeless'ı diyorum hani.
Ele başı Garcia Flynn isminde eski bir ajan olan bir terörist grubu, bir akşam Connor Mason'ın şirketinin (gizli) yaptığı zaman makinesini çalar ve ortadan kaybolur. Terörist-hırsızlar makineyi çalıştırabilmek için bir de proje ekibinin başındaki Anthony'i de kaçırmıştır. Zora giren Mason hemen devletin güçlerine haber verip, yardım ister. Artık FBI mı hangisiyse işte onlar bir tanesi hemen olaya el koyup, Flynn ve adamlarının peşinden yollayıp, onları yakalayıp, zaman makinesini de devlete millete zarar vermeden geri getirecek bir ekip toplayıp, makinenin "lifeboat"u olarak üretilen beta versiyonuna bindirir. Ekibimiz, proje ekibinde çalışmış bilgisayarcı-teknik eleman-zaman makinesi pilotu Rufus Carlin, yetenekli asker Wyatt Logan ve tarihçi Lucy Preston'dan oluşmaktadır. Hemen iki üç telefonla Mason Industries'e toplanan bu birbirinden alakasız üç insan, hiç bilmedikleri bir yolculuğa çıkarlar.
Ben böyle anlatınca baya ilgi çekici ve eğlenceli görünüyor değil mi? Öyle, tersi bir durum söz konusu değil, onu demeye çalışmıyorum zaten de, ben dizi ilk başlarken ekimde, bakılacaklar listeme ekleyip, bırakmışım. Bir türlü elim gitmemişti şimdiye kadar. Evet zaman yolculuğu, havada kaparım normalde ama ne bileyim, pek böyle bir parıltılı parıltılı değildi dışarıdan bakınca dizi. Ama açıp ilk bölüme bir bakmak gerekiyormuş, bir şans vermek gerekiyormuş. Çünkü hemen ilk bölümüyle olmasa bile, ilerledikçe tam bir çılgınlık halini alıyor Timeless. İlginç bir şekilde hiç böyle kendini pazarlayamayan bir dizi görmemiştim. Yani dışarıdan bakınca, ilk etapta bir basit geliyor, sanki çok uydurukmuş gibi. Ama izleyince sarıveriyor, eğlendiriyor, kafayı çok yormuyor ve kesinlikle uyduruk gelmiyor. Hikayeyi katmanlaştırıyor ve kendi mantık çerçevesini oluşturabiliyor dizi. Tamam öyle ahım şahım, akıl uçurucu bir zaman yolculuğu fikri sunmuyor, öyle bir iddiada bulunmuyor. Ama kendi çizgisinde ilerliyor. Sadece geçmişe gidebiliyorlar, şimdiye kadar içinde bulundukları tarihten daha ilerisine gitme gibi bir olasılıktan söz bile edilmedi. Geçmişte de kendi bulundukları yerlerde bulunamıyorlar. Bir de aslında göz önüne alıp, azıcık üstünde uğraşsalar belki çok daha manyak şeyler çıkabilecek olmasına rağmen tamamen göz ardı ettikleri bir durum var. Her yolculuktan sonra geçmişte yaptıkları şeyler yüzünden geri döndükleri gelecekte ufak çağlı değişiklikler meydana geliyor. Üç beş insan kayboluyor, ortaya çıkıyor. Gazete manşetleri değişiyor, kitaplar değişiyor falan. Ama hiç bir türlü mesela kendi varlıklarını ya da makinenin varlığını değiştirmiyorlar. O paradoksa hiç yanaşmıyor dizinin senaryo ekibi. Çok akla gelecek seçimlerde de bulunmuyor genelde. Bir şey illa olacaksa da daha aşamalı olarak, olay örgüsüne, hikayenin gidişatına yedirerek, böyle bir diziden hiç beklenmeyecek kadar naif bir şekilde oluyor mesela. Eh tabi bir de hep Amerika tarihinin önemli dönüm noktalarına gittikleri için Amerika sınırları içinde kalıyorlar. Bir kere falan sanırım Almanya'ya gittiler. Şimdilik zaman çizgisi de çok geniş değildi, en fazla 1700lere yolculuk yaptılar ama her defasında dekor, kıyafet gibi detaylar gayet tatmin edici görünüyor.
Oyuncular açısından da öyle çok atomu parçalamaları gereken bir durum oluşmuyor oyunculukları için ama her biri kendi kısmında oldukça iyi iş çıkarıyor. Ben hepsini ilk defa izledim, Goran Visnjic hariç tabiki. Benim için hep Practical Magic'te o çocukluğumun ürkütücü Jimmy'sidir Visnjic. Timeless'ta bir çok sayfası olan bir kitap gibi oynuyor kötü adamı.
Demem o ki şans verin Timeless'a. Evet sizi ihya etmeyecek ama yüz üstü de bırakmayacak. Çılgıncasına bir amerikan tarihi bilgisi katacak ki okuldaki tarih dersleri yerine bizim tarihi öğretmede böyle bir yol izleseler hepimiz şu an çok farklı tarih bilgisi seviyelerine sahip olabilirdik. Ha tabi bir de devam eder mi, henüz onu bilmiyorum. En azından keyifli bir 16 bölüm, tek sezon sizi bekliyor.


3 Nisan 2017 Pazartesi

Ken Follett'ten Fall of Giants

"Why did you do it, Billy? Why did you join up?"

"Because we are at war," Billy said. "Like it or not, we have to fight."
"But can't you see-" Da stopped and held up his hands in a pacific gesture. "Let me start again. You don't believe what you read in the newspapapers about the Germans being evil men who rape nuns, do you?"
"No," said Billy. "Everything the papers said about coal miners was lies, so I don't suppose they're telling the truth about Germans."
"The way I see it, this is a capitalist war that has got nothing to do with the workingman," Da said.

Genç Billy Williams'ın babasının - Da'nın - bu saçmasapan savaş ile ilgili söylediği şey dibine kadar doğru. Bizim ona verdiğimiz isimle I.Dünya Savaşı, yüzyıllarca bulundukları toprakları domine etmiş, birbirlerine diklenmiş, hep daha fazlasını istemiş imparatorlukların, eski dünyanın kabadayılarının ve onların yancılarının saçmasapan güç gösterisinden başka birşey olmamasına rağmen, o zamana kadar bilinen dünyayı tamamen silip süpürmüş, herşeyi birbirine katmış, hala sürmekte olan bütün savaşların, anlaşmazlıkların, mücadelelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, belki de insan ırkının en büyük savaşıydı. Bize hep Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna'da suikaste uğraması ile Almanya'nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ve Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiltere, Fransa ve Rusya'yla savaşa girdiğini söylediler yıllar yıllar boyunca o bunaltıcı tarih derslerinde. İtalya da vardı işin içinde evet, ama orası biraz karmaşıktı. Kim kime neden bunu yapmıştı, orası belli değildi. Yani belliydi aslında, madde madde ezberletirlerdi. Herkes sömürgeciydi, diğer herkes Osmanlı'yı paylaşmak istiyordu, bir de tabi Almanlar yenilince biz de yenik sayılmıştık. Çanakkale ve Kafkasya dışında cephelerden bahsedildiğinde ben 25'imi geçmiştim çoktan biliyor musunuz? Girmediğimiz II.Dünya Savaşı'nın her bir çıkarmasını, cephesini, bombalamasını er ryan'ın peşinde, ince kırmızı bir hat üstünde, Wladyslaw Szpilman'ın piyano sesi eşliğinde kalplerimize işleyen ürkek bakışlarıyla öğrenmiştim. Ama ilkini, o devasa savaşı sadece Çanakkkale'yi geçemediler, İzmir'i, İstanbul'u işgal ettiler, Mondros, sonra hooop Kurtuluş Savaşı olarak ezberlemiştim. Fazlası yoktu, dahası yoktu. İkincisi filmlerle o kadar parlatılmıştı ki ilkini artık kimse merak etmiyordu.
Ama sanırım bu değişmiş durumda. Benim de son beş-altı yıldır kendi kendime araştırmama, okumama sebep olan o ince merak, dünyaya da sızmış demek ki. Son yıllarda daha fazla kitap, daha fazla film görüyorum büyük savaşın kıyısını köşesini anlatan. Bu sene vizyona girecek olan The Ottoman Lieutenant var mesela. Onunla aynı şeyden - ki şimdi buraya yazmak istemiyorum çünkü bir defa yazarsam tüm google aramalarında çıkmaya başlayacak - bahseden The Promise, Russell Crowe'u mahallemizden biri yapan The Water Diviner ve durdukları adadan habire her şeye karışıp karışıp sonra da ah vah çok acı çektik diyen Britanya'nın bir başka ahlaması vahlaması olan Testament of Youth da bahsedilebilecekler arasında.
Ken Follett'in ta kendisi,
çok gıcık birine benziyor
ama tabi
Peki Ken Follett ne anlatıyor Fall of Giants'ta? 22 Haziran 1911'de, V.George'un Britanya tahtına çıktığı günden başlayıp, tüm bir savaş nasıl çıktı, kim kime ne zaman neden savaş ilan etti bir bir anlata anlata 1924 Ocak ayına gelip, bırakıveriyor bizi. 2010'da yayınlanan kitap aslında 3 kitaplık Century serisinin ilk kitabı. Savaşın öncesini, sonrasını, ortasını hayali kahramanlarımızın yaşadıklarıyla takip ediyoruz. Tabi gerçek olayların ve tarihin kilometre taşı olan insanların zaman zaman dokundukları olay örgümüzde Gallerli madenci ailesi Williamsların ufak oğlu Billy ve akıllı ablası Ethel'ın, yine Gallerli asil ve toprak sahibi aile Fitzherbert'ların başı Fitz ile döneminin feministi "suffragette" Maud'un, Alman imparatorluğunun asil bir ailesinden Walter von Ulrich'in, Walter'ın Avusturyalı bir asilzade olan kuzeni Robert'ın, dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson'ın danışmanlarından olan genç Gus Dewar'ın, artık kokuşmuş hale gelmiş Rus Çarlığı'nın en bedbaht bir kesiminden insanca yaşamak için Amerika'ya kaçmaya çalışan Grigori Peshkov'un ve onun hovarda kardeşi Lev'in adımlarını takip ediyoruz. Herkes bir şekilde birbiriyle karşılaşıyor örgünün bir noktasında, hafifçe de olsa değiyor kaderleri ve yine de herkes kendi yoluna gidiyor.
Anlattığı hemen hemen 13 yıllık zaman diliminden ötürü, tabi kitap biraz 920 sayfa kadar. Konuya meraklıysanız ve dahası olaylar olaylar okumaktan hoşlanıyorsanız Follett'in satırları akıp gidiyor. Direkt amaca yönelik bir anlatımı var, çok süslemeden püslemeden, bol bol konuşturarak, yılların içinde kovalıyor kahramanlarını. Tabi koca bir savaşı anlatıyor dedim ama sadece kendi bildiği ya da ona cazip gelen sanırım, yönlerini anlatıyor. 900 sayfada Osmanlı bir veya iki kere ancak geçiyordur. Fransa'nın orta-alt kısmından başlayıp, eğimle yükselterek Rusya'ya doğru bir hat çekmiş ve ABD'yi de dahil ederek tamamen bu çizgi içinde kalan yerde dönüp duruyor Follett. Bu anlamda tam bir dünya savaşı anlatımı yok içinde. Zaten amacı da savaşı anlatmak değil, insanları anlatmak olmuş bence. Bu yüzden de daha yakın olduğu hayatları ve coğrafyayı seçmiş olmasında bir sorun yok tabi.
Kitabı ben Ciampino'daki havaalanında beklerken oradan almıştım, arkasındaki etikette 11.40 euro yazıyor. Pandora'da tükenmiş görünüyor şimdi baktım da. Bendeki Signet baskısının ve Pan MacMillan baskısının e-kitap hali D&R'da ve Idefix'te var.

1 Nisan 2017 Cumartesi

güneş mi ne?!



Güneş çıkmış parlıyor, pencereyi açıyorsun mis gibi! Oh! Haftasonunuz bu güneş gibi şahane olsun!

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...