5 Nisan 2017 Çarşamba

Bir zaman yolculuğu dizisi-->Timeless

Zaman ve zaman yolculuğu takıntılı yazarınızdan en son baskı, 16 bölümlük ilk sezonunu yemeyip içmeyip (mecazi anlamda, çünkü tam da aksine hep bir şeyler yerken dizi açıp izliyorum) izleyip bitirip, karşınızdayım. NBC'de 3 ekim-20 şubat arasında pazartesi akşamları yayınlanan Timeless'ı diyorum hani.
Ele başı Garcia Flynn isminde eski bir ajan olan bir terörist grubu, bir akşam Connor Mason'ın şirketinin (gizli) yaptığı zaman makinesini çalar ve ortadan kaybolur. Terörist-hırsızlar makineyi çalıştırabilmek için bir de proje ekibinin başındaki Anthony'i de kaçırmıştır. Zora giren Mason hemen devletin güçlerine haber verip, yardım ister. Artık FBI mı hangisiyse işte onlar bir tanesi hemen olaya el koyup, Flynn ve adamlarının peşinden yollayıp, onları yakalayıp, zaman makinesini de devlete millete zarar vermeden geri getirecek bir ekip toplayıp, makinenin "lifeboat"u olarak üretilen beta versiyonuna bindirir. Ekibimiz, proje ekibinde çalışmış bilgisayarcı-teknik eleman-zaman makinesi pilotu Rufus Carlin, yetenekli asker Wyatt Logan ve tarihçi Lucy Preston'dan oluşmaktadır. Hemen iki üç telefonla Mason Industries'e toplanan bu birbirinden alakasız üç insan, hiç bilmedikleri bir yolculuğa çıkarlar.
Ben böyle anlatınca baya ilgi çekici ve eğlenceli görünüyor değil mi? Öyle, tersi bir durum söz konusu değil, onu demeye çalışmıyorum zaten de, ben dizi ilk başlarken ekimde, bakılacaklar listeme ekleyip, bırakmışım. Bir türlü elim gitmemişti şimdiye kadar. Evet zaman yolculuğu, havada kaparım normalde ama ne bileyim, pek böyle bir parıltılı parıltılı değildi dışarıdan bakınca dizi. Ama açıp ilk bölüme bir bakmak gerekiyormuş, bir şans vermek gerekiyormuş. Çünkü hemen ilk bölümüyle olmasa bile, ilerledikçe tam bir çılgınlık halini alıyor Timeless. İlginç bir şekilde hiç böyle kendini pazarlayamayan bir dizi görmemiştim. Yani dışarıdan bakınca, ilk etapta bir basit geliyor, sanki çok uydurukmuş gibi. Ama izleyince sarıveriyor, eğlendiriyor, kafayı çok yormuyor ve kesinlikle uyduruk gelmiyor. Hikayeyi katmanlaştırıyor ve kendi mantık çerçevesini oluşturabiliyor dizi. Tamam öyle ahım şahım, akıl uçurucu bir zaman yolculuğu fikri sunmuyor, öyle bir iddiada bulunmuyor. Ama kendi çizgisinde ilerliyor. Sadece geçmişe gidebiliyorlar, şimdiye kadar içinde bulundukları tarihten daha ilerisine gitme gibi bir olasılıktan söz bile edilmedi. Geçmişte de kendi bulundukları yerlerde bulunamıyorlar. Bir de aslında göz önüne alıp, azıcık üstünde uğraşsalar belki çok daha manyak şeyler çıkabilecek olmasına rağmen tamamen göz ardı ettikleri bir durum var. Her yolculuktan sonra geçmişte yaptıkları şeyler yüzünden geri döndükleri gelecekte ufak çağlı değişiklikler meydana geliyor. Üç beş insan kayboluyor, ortaya çıkıyor. Gazete manşetleri değişiyor, kitaplar değişiyor falan. Ama hiç bir türlü mesela kendi varlıklarını ya da makinenin varlığını değiştirmiyorlar. O paradoksa hiç yanaşmıyor dizinin senaryo ekibi. Çok akla gelecek seçimlerde de bulunmuyor genelde. Bir şey illa olacaksa da daha aşamalı olarak, olay örgüsüne, hikayenin gidişatına yedirerek, böyle bir diziden hiç beklenmeyecek kadar naif bir şekilde oluyor mesela. Eh tabi bir de hep Amerika tarihinin önemli dönüm noktalarına gittikleri için Amerika sınırları içinde kalıyorlar. Bir kere falan sanırım Almanya'ya gittiler. Şimdilik zaman çizgisi de çok geniş değildi, en fazla 1700lere yolculuk yaptılar ama her defasında dekor, kıyafet gibi detaylar gayet tatmin edici görünüyor.
Oyuncular açısından da öyle çok atomu parçalamaları gereken bir durum oluşmuyor oyunculukları için ama her biri kendi kısmında oldukça iyi iş çıkarıyor. Ben hepsini ilk defa izledim, Goran Visnjic hariç tabiki. Benim için hep Practical Magic'te o çocukluğumun ürkütücü Jimmy'sidir Visnjic. Timeless'ta bir çok sayfası olan bir kitap gibi oynuyor kötü adamı.
Demem o ki şans verin Timeless'a. Evet sizi ihya etmeyecek ama yüz üstü de bırakmayacak. Çılgıncasına bir amerikan tarihi bilgisi katacak ki okuldaki tarih dersleri yerine bizim tarihi öğretmede böyle bir yol izleseler hepimiz şu an çok farklı tarih bilgisi seviyelerine sahip olabilirdik. Ha tabi bir de devam eder mi, henüz onu bilmiyorum. En azından keyifli bir 16 bölüm, tek sezon sizi bekliyor.


3 Nisan 2017 Pazartesi

Ken Follett'ten Fall of Giants

"Why did you do it, Billy? Why did you join up?"

"Because we are at war," Billy said. "Like it or not, we have to fight."
"But can't you see-" Da stopped and held up his hands in a pacific gesture. "Let me start again. You don't believe what you read in the newspapapers about the Germans being evil men who rape nuns, do you?"
"No," said Billy. "Everything the papers said about coal miners was lies, so I don't suppose they're telling the truth about Germans."
"The way I see it, this is a capitalist war that has got nothing to do with the workingman," Da said.

Genç Billy Williams'ın babasının - Da'nın - bu saçmasapan savaş ile ilgili söylediği şey dibine kadar doğru. Bizim ona verdiğimiz isimle I.Dünya Savaşı, yüzyıllarca bulundukları toprakları domine etmiş, birbirlerine diklenmiş, hep daha fazlasını istemiş imparatorlukların, eski dünyanın kabadayılarının ve onların yancılarının saçmasapan güç gösterisinden başka birşey olmamasına rağmen, o zamana kadar bilinen dünyayı tamamen silip süpürmüş, herşeyi birbirine katmış, hala sürmekte olan bütün savaşların, anlaşmazlıkların, mücadelelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, belki de insan ırkının en büyük savaşıydı. Bize hep Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna'da suikaste uğraması ile Almanya'nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ve Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiltere, Fransa ve Rusya'yla savaşa girdiğini söylediler yıllar yıllar boyunca o bunaltıcı tarih derslerinde. İtalya da vardı işin içinde evet, ama orası biraz karmaşıktı. Kim kime neden bunu yapmıştı, orası belli değildi. Yani belliydi aslında, madde madde ezberletirlerdi. Herkes sömürgeciydi, diğer herkes Osmanlı'yı paylaşmak istiyordu, bir de tabi Almanlar yenilince biz de yenik sayılmıştık. Çanakkale ve Kafkasya dışında cephelerden bahsedildiğinde ben 25'imi geçmiştim çoktan biliyor musunuz? Girmediğimiz II.Dünya Savaşı'nın her bir çıkarmasını, cephesini, bombalamasını er ryan'ın peşinde, ince kırmızı bir hat üstünde, Wladyslaw Szpilman'ın piyano sesi eşliğinde kalplerimize işleyen ürkek bakışlarıyla öğrenmiştim. Ama ilkini, o devasa savaşı sadece Çanakkkale'yi geçemediler, İzmir'i, İstanbul'u işgal ettiler, Mondros, sonra hooop Kurtuluş Savaşı olarak ezberlemiştim. Fazlası yoktu, dahası yoktu. İkincisi filmlerle o kadar parlatılmıştı ki ilkini artık kimse merak etmiyordu.
Ama sanırım bu değişmiş durumda. Benim de son beş-altı yıldır kendi kendime araştırmama, okumama sebep olan o ince merak, dünyaya da sızmış demek ki. Son yıllarda daha fazla kitap, daha fazla film görüyorum büyük savaşın kıyısını köşesini anlatan. Bu sene vizyona girecek olan The Ottoman Lieutenant var mesela. Onunla aynı şeyden - ki şimdi buraya yazmak istemiyorum çünkü bir defa yazarsam tüm google aramalarında çıkmaya başlayacak - bahseden The Promise, Russell Crowe'u mahallemizden biri yapan The Water Diviner ve durdukları adadan habire her şeye karışıp karışıp sonra da ah vah çok acı çektik diyen Britanya'nın bir başka ahlaması vahlaması olan Testament of Youth da bahsedilebilecekler arasında.
Ken Follett'in ta kendisi,
çok gıcık birine benziyor
ama tabi
Peki Ken Follett ne anlatıyor Fall of Giants'ta? 22 Haziran 1911'de, V.George'un Britanya tahtına çıktığı günden başlayıp, tüm bir savaş nasıl çıktı, kim kime ne zaman neden savaş ilan etti bir bir anlata anlata 1924 Ocak ayına gelip, bırakıveriyor bizi. 2010'da yayınlanan kitap aslında 3 kitaplık Century serisinin ilk kitabı. Savaşın öncesini, sonrasını, ortasını hayali kahramanlarımızın yaşadıklarıyla takip ediyoruz. Tabi gerçek olayların ve tarihin kilometre taşı olan insanların zaman zaman dokundukları olay örgümüzde Gallerli madenci ailesi Williamsların ufak oğlu Billy ve akıllı ablası Ethel'ın, yine Gallerli asil ve toprak sahibi aile Fitzherbert'ların başı Fitz ile döneminin feministi "suffragette" Maud'un, Alman imparatorluğunun asil bir ailesinden Walter von Ulrich'in, Walter'ın Avusturyalı bir asilzade olan kuzeni Robert'ın, dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson'ın danışmanlarından olan genç Gus Dewar'ın, artık kokuşmuş hale gelmiş Rus Çarlığı'nın en bedbaht bir kesiminden insanca yaşamak için Amerika'ya kaçmaya çalışan Grigori Peshkov'un ve onun hovarda kardeşi Lev'in adımlarını takip ediyoruz. Herkes bir şekilde birbiriyle karşılaşıyor örgünün bir noktasında, hafifçe de olsa değiyor kaderleri ve yine de herkes kendi yoluna gidiyor.
Anlattığı hemen hemen 13 yıllık zaman diliminden ötürü, tabi kitap biraz 920 sayfa kadar. Konuya meraklıysanız ve dahası olaylar olaylar okumaktan hoşlanıyorsanız Follett'in satırları akıp gidiyor. Direkt amaca yönelik bir anlatımı var, çok süslemeden püslemeden, bol bol konuşturarak, yılların içinde kovalıyor kahramanlarını. Tabi koca bir savaşı anlatıyor dedim ama sadece kendi bildiği ya da ona cazip gelen sanırım, yönlerini anlatıyor. 900 sayfada Osmanlı bir veya iki kere ancak geçiyordur. Fransa'nın orta-alt kısmından başlayıp, eğimle yükselterek Rusya'ya doğru bir hat çekmiş ve ABD'yi de dahil ederek tamamen bu çizgi içinde kalan yerde dönüp duruyor Follett. Bu anlamda tam bir dünya savaşı anlatımı yok içinde. Zaten amacı da savaşı anlatmak değil, insanları anlatmak olmuş bence. Bu yüzden de daha yakın olduğu hayatları ve coğrafyayı seçmiş olmasında bir sorun yok tabi.
Kitabı ben Ciampino'daki havaalanında beklerken oradan almıştım, arkasındaki etikette 11.40 euro yazıyor. Pandora'da tükenmiş görünüyor şimdi baktım da. Bendeki Signet baskısının ve Pan MacMillan baskısının e-kitap hali D&R'da ve Idefix'te var.

1 Nisan 2017 Cumartesi

güneş mi ne?!



Güneş çıkmış parlıyor, pencereyi açıyorsun mis gibi! Oh! Haftasonunuz bu güneş gibi şahane olsun!

30 Mart 2017 Perşembe

Olympus Has Fallen (2013)

Şehirlerarası otobüs yolculuklarımı çekilir kılan tek şey, otobüs koltuğunun arkasındaki acınası ekranda gözlerimi bozacak kalitede filmler izlemek. Zaten tüm otobüs horul horul uyuyor ben o kadar uykum varken bir türlü dalamıyorum, sarhoşluğun binbir tonunda gözlerimi zar zor açık tutuyorum, böylesi bir durumda ihtiyacım olan film türü belli. Açıyorum hemen aksiyon/macera menüsünü (fantastik menüsünde niyeyse fantastik dışında her türde film oluyor, orasını hiç karıştırmayın), seçiyorum izlemediğim bir tanesini, oh mis. Bu menüdeki filmler o saatte, o yolculukta o kadar iyi geliyor ki bünyeme, kafamı yormuyor, düşündürmüyor, manasız aksiyonlarla koreografik dövüş sahneleriyle, hollywood klişeleriyle mutlu mesut yolculuk ediyorum.
Olympus Has Fallen da aynen bu formülüyle bu son yolculuğumun işkencesini azcık azaltmaya yetti. İzledikten sonra izledim listeme eklemek için açınca IMDb'yi, izlemek istediklerim listeme kaydetmiş olduğumu görünce saniyelik bir şaşkınlık yaşadım ama sonra hemen kendime geldim. Gerard Butler ismini görünce basmışım zamanında watchlist diye. Ulan İskoçya, eyy İskoçya, neler yaptım senin yüzünden yıllarca. Neyse, filme dönersek, ne diyeyim? Çocukluğuma döndüm sevgili kayıp çocuklar. Çocukluğumun o kanıma ilk işleyen hollywood klişesi aksiyon filmlerine gittim gittim geldim izlerken. Sarışın bir amerikan başkanı, 50lerin grace kellysi zarafetindeki first ladysi, beyzbol şapkalı ufak veledi, ailenin bir üyesi gibi olmuş korumaların başı, travmatik olayla hepsinin değişen hayatları ve zaman çizgisinde 1 buçuk yıl ileriye atladığımızda hey dostum mike nasıl gidiyor'a bağlanması. Haa tabi en önemlisi, teröristler Beyaz Saray'ı ele geçiriyor! Beyaz Saray lan! Hem de çekikler. Ama hadi haklarını yemeyeyim, eski ajanlara falan danışmışlar siz yapsanız nasıl yapardınız saldırıyı falan diye. Ona göre biraz mantığa oturtmaya çalışmışlar senaryoyu. Ama BİRAZ. Çünkü özel ajanımız Mike Banning (bizim Gerry) adeta bir John Rambo oluyor, yağıyor üstlerine. Bir de kolaya kaçmamışlar, saldırıyı direkt Ruslara, Çinlilere, Japonlara, Korelilere, Almanlara, Araplara falan atmıyor film. Şöyle ortaya karışık bir şey yaratıyor, aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı bozulmasın diyor.
İşin daha da ilginci, devam filmi yapmışlar. Yani böyle filmlere zaten bir seferliğine ihtiyacımız yokmuş gibi, ilkinden 3 sene sonra aynı başkanı aynı ajanla bu defa Londra'ya götürüp, bir de orada manasızca ortalığı dağıtıyorlar. London Has Fallen daha da genişçene bir meydan savaşı sunuyor bize. Tabi bir de Morgan Freeman'ın o insana gelin savaşa gidelim dese allah allah diye koşturarak gideceğiniz sesiyle konuşması ile özgürlüğümüzü alamazlar oh my god amerika demek özgürlük demek mesajları. 

la famiglia

Neredeyse bir haftadır yoktum buralarda. Annemlerin yanına gittim, köye. Yılbaşı tatilinin sonunda beni Roma'ya yolcu ettiklerinden beridir görmüyordum, hem de burada tek başıma böyle iyice kafayı yiyor olduğuma kanaat getirdiklerinden dolayı, gel dediler ben de çarşamba akşamı atladım gittim.
Bu yolculukta öğrendiğim değişik şeyler oldu bu sefer. İlki, artık otobüsle gece yolculuğu benden geçmiş gençler. Görüntü 15'i geçmiyor belki her kaybolan yılla birlikte ama insanın biyolojik saati diye bir şey de var. Hücrelerim yaşlanıyormuş demek ki. Otobüste bir gece 8 saat geçirdikten sonra 3 gün kendime gelemiyorum artık.
İkincisi, aile ilginç bir şeymiş. Küçükken, ilk gençliğimde falan köye yaptığım ziyaretler, akrabalar arasında geçirdiğim günler hep travma sebebiydi. Belki de fındık mevsiminin getirdiği o stres, sıkıntıydı suçlusu olayların ama her yaz, her bayram babaannemlerin köydeki evinde, şehirdeki evinde, fındık harmanında, bahçede, her yerde herkes hep kavga ediyor, birbirine bağırıyor, küfürler havada uçuşuyor olurdu. Hep mutsuz olurdum. Onlar arada güler, eğlenir gibi görünürlerdi bir arada olmaktan ama ben her an mutsuz hissederdim. Çünkü ailemin, geniş ailemin hiçbir üyesinin birbirini zerre kadar sevmediğini düşünürdüm. Bu kadar nefret ediyorsunuz bir arada olmaktan, burada olmaktan, neden duruyorsunuz öyleyse bir arada diye içimden çığlıklar atardım. Kaçıp gitme, uzaklaşma, hiçbir yere ait olamama dürtümün temelini yapan şeylerden biri de buydu herhalde. Ailemin birbirini hiç sevmeyen bir avuç agresif, mutsuz insandan oluşuyor olduğu düşüncesi.
Ama değilmiş. Ya da insanlar yaşlandıkça değişiyormuş. O birbiriyle habire kavga eden agresif insanlar artık hepsi ilk doğdukları köye geri dönmüş, karı koca bir başlarına kalmış, beyaz saçlı insanlar haline gelmiş durumda. Yine sinirliler bir parça ama sanki beni 30 yaşıma getiren yıllar onları silindirle üstlerinden geçmişçesine yumuşatmış. Gecenin bir vakti harmanda otların üstüne yayılmış pis yedili, batak oynayan çelimsiz çocuklarının her biri başka bir şehirde, işinin hayatının peşine düşmüşken onlar emekliliklerinde yine çocukluklarında olduğu gibi annelerinin etrafındalar. Otobüse bineceğim akşam öyle bir an vardı ki. Tüm akşam hepsi, amcam yengem eniştem halam babam annem bana gaz verdi, sen şöyle süpersin şöyle iyisin, her şeyi yapabilirsin, hadi be yürü be koçum gibisinden on dört koldan bana depresyon tedavisi uyguladıktan sonra sular durulduğunda ikilik kanepede ayaklarımı uzatıp, arkama yaslandım. Çay içmeyi yeni bitirmişiz, havada hafif bir buhar ve çay kokusu. Gözlerimi yumdum, televizyondan gelen maçın sesi, odanın diğer ucundaki kanepeden eniştemin horlama sesi, halamın hemen arkamdaki koltuktan gelen örgü şişlerinin birbirine değme sesine karışırken çocukluğumun tüm o mutsuz fındık mevsimlerini silip süpürürcesine bir huzurla, mutlulukla doldu içim. Bu insanlar beni seviyor gerçekten de dedim ya. Tüm akşam bana çok güzel şeyler söylediler, içten bir şekilde, hepsi beni önemsiyor dedim. Aile olmak güzel bir şeymiş aslında. Düştüğünde hepsi yanında belirip, elini tutuyormuş.

21 Mart 2017 Salı

Iron Fist









jules verne

“Her insanın içinde çıkamadığı bir yolculuk vardır. Ondandır; hem beğenir, hem yererler gezgini. Onun sınırsız düşlerine yetişemeyenler; ona acımasızca saldırır, ancak sonuç alamaz; evreni biçimlendirmede, sonsuza kadar sürecek düşleri kim hapsedebilir ki…”
[K.Andreyev - Görülmeyeni Gören Adam]

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...