Şehirlerarası otobüs yolculuklarımı çekilir kılan tek şey, otobüs koltuğunun arkasındaki acınası ekranda gözlerimi bozacak kalitede filmler izlemek. Zaten tüm otobüs horul horul uyuyor ben o kadar uykum varken bir türlü dalamıyorum, sarhoşluğun binbir tonunda gözlerimi zar zor açık tutuyorum, böylesi bir durumda ihtiyacım olan film türü belli. Açıyorum hemen aksiyon/macera menüsünü (fantastik menüsünde niyeyse fantastik dışında her türde film oluyor, orasını hiç karıştırmayın), seçiyorum izlemediğim bir tanesini, oh mis. Bu menüdeki filmler o saatte, o yolculukta o kadar iyi geliyor ki bünyeme, kafamı yormuyor, düşündürmüyor, manasız aksiyonlarla koreografik dövüş sahneleriyle, hollywood klişeleriyle mutlu mesut yolculuk ediyorum.
Olympus Has Fallen da aynen bu formülüyle bu son yolculuğumun işkencesini azcık azaltmaya yetti. İzledikten sonra izledim listeme eklemek için açınca IMDb'yi, izlemek istediklerim listeme kaydetmiş olduğumu görünce saniyelik bir şaşkınlık yaşadım ama sonra hemen kendime geldim. Gerard Butler ismini görünce basmışım zamanında watchlist diye. Ulan İskoçya, eyy İskoçya, neler yaptım senin yüzünden yıllarca. Neyse, filme dönersek, ne diyeyim? Çocukluğuma döndüm sevgili kayıp çocuklar. Çocukluğumun o kanıma ilk işleyen hollywood klişesi aksiyon filmlerine gittim gittim geldim izlerken. Sarışın bir amerikan başkanı, 50lerin grace kellysi zarafetindeki first ladysi, beyzbol şapkalı ufak veledi, ailenin bir üyesi gibi olmuş korumaların başı, travmatik olayla hepsinin değişen hayatları ve zaman çizgisinde 1 buçuk yıl ileriye atladığımızda hey dostum mike nasıl gidiyor'a bağlanması. Haa tabi en önemlisi, teröristler Beyaz Saray'ı ele geçiriyor! Beyaz Saray lan! Hem de çekikler. Ama hadi haklarını yemeyeyim, eski ajanlara falan danışmışlar siz yapsanız nasıl yapardınız saldırıyı falan diye. Ona göre biraz mantığa oturtmaya çalışmışlar senaryoyu. Ama BİRAZ. Çünkü özel ajanımız Mike Banning (bizim Gerry) adeta bir John Rambo oluyor, yağıyor üstlerine. Bir de kolaya kaçmamışlar, saldırıyı direkt Ruslara, Çinlilere, Japonlara, Korelilere, Almanlara, Araplara falan atmıyor film. Şöyle ortaya karışık bir şey yaratıyor, aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı bozulmasın diyor.
İşin daha da ilginci, devam filmi yapmışlar. Yani böyle filmlere zaten bir seferliğine ihtiyacımız yokmuş gibi, ilkinden 3 sene sonra aynı başkanı aynı ajanla bu defa Londra'ya götürüp, bir de orada manasızca ortalığı dağıtıyorlar. London Has Fallen daha da genişçene bir meydan savaşı sunuyor bize. Tabi bir de Morgan Freeman'ın o insana gelin savaşa gidelim dese allah allah diye koşturarak gideceğiniz sesiyle konuşması ile özgürlüğümüzü alamazlar oh my god amerika demek özgürlük demek mesajları.
Neredeyse bir haftadır yoktum buralarda. Annemlerin yanına gittim, köye. Yılbaşı tatilinin sonunda beni Roma'ya yolcu ettiklerinden beridir görmüyordum, hem de burada tek başıma böyle iyice kafayı yiyor olduğuma kanaat getirdiklerinden dolayı, gel dediler ben de çarşamba akşamı atladım gittim.
Bu yolculukta öğrendiğim değişik şeyler oldu bu sefer. İlki, artık otobüsle gece yolculuğu benden geçmiş gençler. Görüntü 15'i geçmiyor belki her kaybolan yılla birlikte ama insanın biyolojik saati diye bir şey de var. Hücrelerim yaşlanıyormuş demek ki. Otobüste bir gece 8 saat geçirdikten sonra 3 gün kendime gelemiyorum artık.
İkincisi, aile ilginç bir şeymiş. Küçükken, ilk gençliğimde falan köye yaptığım ziyaretler, akrabalar arasında geçirdiğim günler hep travma sebebiydi. Belki de fındık mevsiminin getirdiği o stres, sıkıntıydı suçlusu olayların ama her yaz, her bayram babaannemlerin köydeki evinde, şehirdeki evinde, fındık harmanında, bahçede, her yerde herkes hep kavga ediyor, birbirine bağırıyor, küfürler havada uçuşuyor olurdu. Hep mutsuz olurdum. Onlar arada güler, eğlenir gibi görünürlerdi bir arada olmaktan ama ben her an mutsuz hissederdim. Çünkü ailemin, geniş ailemin hiçbir üyesinin birbirini zerre kadar sevmediğini düşünürdüm. Bu kadar nefret ediyorsunuz bir arada olmaktan, burada olmaktan, neden duruyorsunuz öyleyse bir arada diye içimden çığlıklar atardım. Kaçıp gitme, uzaklaşma, hiçbir yere ait olamama dürtümün temelini yapan şeylerden biri de buydu herhalde. Ailemin birbirini hiç sevmeyen bir avuç agresif, mutsuz insandan oluşuyor olduğu düşüncesi.
Ama değilmiş. Ya da insanlar yaşlandıkça değişiyormuş. O birbiriyle habire kavga eden agresif insanlar artık hepsi ilk doğdukları köye geri dönmüş, karı koca bir başlarına kalmış, beyaz saçlı insanlar haline gelmiş durumda. Yine sinirliler bir parça ama sanki beni 30 yaşıma getiren yıllar onları silindirle üstlerinden geçmişçesine yumuşatmış. Gecenin bir vakti harmanda otların üstüne yayılmış pis yedili, batak oynayan çelimsiz çocuklarının her biri başka bir şehirde, işinin hayatının peşine düşmüşken onlar emekliliklerinde yine çocukluklarında olduğu gibi annelerinin etrafındalar. Otobüse bineceğim akşam öyle bir an vardı ki. Tüm akşam hepsi, amcam yengem eniştem halam babam annem bana gaz verdi, sen şöyle süpersin şöyle iyisin, her şeyi yapabilirsin, hadi be yürü be koçum gibisinden on dört koldan bana depresyon tedavisi uyguladıktan sonra sular durulduğunda ikilik kanepede ayaklarımı uzatıp, arkama yaslandım. Çay içmeyi yeni bitirmişiz, havada hafif bir buhar ve çay kokusu. Gözlerimi yumdum, televizyondan gelen maçın sesi, odanın diğer ucundaki kanepeden eniştemin horlama sesi, halamın hemen arkamdaki koltuktan gelen örgü şişlerinin birbirine değme sesine karışırken çocukluğumun tüm o mutsuz fındık mevsimlerini silip süpürürcesine bir huzurla, mutlulukla doldu içim. Bu insanlar beni seviyor gerçekten de dedim ya. Tüm akşam bana çok güzel şeyler söylediler, içten bir şekilde, hepsi beni önemsiyor dedim. Aile olmak güzel bir şeymiş aslında. Düştüğünde hepsi yanında belirip, elini tutuyormuş.
“Her insanın içinde çıkamadığı bir yolculuk vardır. Ondandır; hem beğenir, hem yererler gezgini. Onun sınırsız düşlerine yetişemeyenler; ona acımasızca saldırır, ancak sonuç alamaz; evreni biçimlendirmede, sonsuza kadar sürecek düşleri kim hapsedebilir ki…”
I don't want to rest in peace, we can haunt each other's dreams. We'll fight underneath this turf, bicker away in darkness. We'll find our way to result our way from the lands of the living. We'll find a common ground and fall in love all over again. ... From dust to dawn. The other's screams grow silent in defeat. I know I chased a memory but you used to taste so sweet. As you faded away I realised it's all over and nothing stays the same From our skulls and bones and grave.
"Tale as old as time, true as it can be, barely even friends, then somebody bends, unexpectedly.
Just a little change, small to say the least, both a little scared, neither one prepared, beauty and the beast..."
Kelimelerle daha iyi anlatılabilir miydi bilmiyorum Disney'in bu masalı. Ya da bir şarkıyla nasıl bu kadar güzel özetlenebilirdi gözlerimizin önünde beliren o şahane şey? Evet, bu animasyonu, bu masalı anlatırken hiçbir şekilde objektif olmayacağım, olamayacağım. Ne Snow White'ı, ne Cindirella'sı, ne Aurora'sı hatta Ariel'i bile bu kadar içime işlemedi. Belle'i ilk ne zaman gördüm, ilk ne zaman işittim, okudum kitap kurdu güzelle dünyaya küsmüş burnundan kıl aldırmayan Beast'in beklenmedik ve alabildiğine aykırı, kuralsız aşkının hikayesini, bilmiyorum. Hatırlayamıyorum. Ama daha "büyülü" hissetirmedi başka hiçbir masal çocukluğumdan beri. Kendime inanmak için, ummak için izin verdiğim belki de tek masaldı hep. Hep "prenses" gibi olmamaya yemin etmiş, bunun için çabalamış, bunun için kendini bastırmış, duygularına düşüncelerine yumruklar geçirmiş bir çocuk için, 90larda bir kız çocuğu için Belle'i görüp de içselleştirmemek mümkün değildi çünkü. O zamana kadarki diğer Disney prensesleri gibi "dişi" olabilmeyi bir türlü beceremeyen, peter pan olup habire oralarda buralarda zıp zıp dolanmaya devam eden benim için kendini bir nebze de olsa kabul edebilme şansı veriyordu Belle. Elindeki kitabın içine gömülmüş burnunun ucundan yürüdüğü yeri göremeyen, mucit babasını her türlü egzantriklikleriyle birlikte destekleyen, kafası çalışan ama yine de hayalleriyle mutlu Belle. Yaşadığı küçük kasabanın hep aynı geçen günlerinin dışındaki dünyayı görmek isteyen, maceralara atılmak isteyen Belle. Ama yine de içindeki romantik kızı bastırmayan, okuduğu kitaplardaki aksiyonlu aşk hikayelerini okuyup, öyle aşkların hayalini kuran Belle. O küçük kasabadaki kimsenin bir türlü anlayamadığı, anlam veremediği, tuhaf bu diye baktığı Belle. Babası için bir saniye tereddüt etmeden kendini feda eden, canavara karşı bir adım bile geri atmayan, kendisi bile ummazken o canavarın içinde bambaşka şeyler bulabilen Belle. Herşey ama herşey o kadar uyuyordu ki, o kadar tutunabileceğim gibiydi ki...
ama çok şahane çizimler değil mi bunlar, çok büyülü değiller mi
Belle, Disney'in 90larla başlayan yepyeni çağının ilk farklı prensesi değildi evet, bu farklılığı Ariel ile göstermişti Disney, Ariel ile o hayal kuran, mücadele eden prenses çağını çıkarmıştı karşımıza ama Belle ile yaptığı bambaşka bir şeydi. O farklı prensesin karşısına bir de diğer tüm prenslerinden daha değişik bir şey çıkarıyordu. Beast ya da Prens Adam, diğer prenslerin aksine kendini keşfediyordu, Belle'i keşfediyordu, ikisi de birlikte değişip, birbirlerini geliştiriyor, içlerinde olduğunu bile bilmedikleri karakterlere dönüşüyorlardı. İkisi de olacağını hayal etmedikleri şekilde sevmeyi öğreniyordu. Hem de tüm bu değişimin, gelişimin içinde öyle büyük büyük kötüler, cadılar, üvey anneler, zehirler falan filan yoktu. Yani tamam hepsinden az biraz vardı ama hiçbiri diğer masallardaki etkide değildi. Belle'e ve Beast'e tüm kötülük de kurtuluş da ancak birbirlerinden geliyordu.
Tamam tamam, animasyona, masala methiyeler düzmekten kendimi almaya çalışıyorum. Gerçi masalın kendisinden yani orijinalinden bahsetmek o kadar zevk vermiyor, çünkü orada işler çok daha karanlık ve asap bozucu. Masalı bize ulaştıran 18.yy.da yaşamış bir yazar, Jeanne-Marie Leprince de Beaumont. Ama o da esasında kendisi doğmadan 40 yıl önce ölmüş başka bir Fransız yazar olan Gabrielle-Suzanne Barbot de Villeneuve'in yazdığı metinden kısaltarak elde etmiş masalı. Sadece kısaltmamış tabi, ne değişiklikler ne değişiklikler. Sonuçta masalın yazarı olarak Beaumont bilinir olmuş.
Villenevue ve Beaumont
Villeneuve'in versiyonu ise aslında bilinen en eskisi ve kocaman bir roman uzunluğunda çılgınca ayrıntılar, olaylar, periler, büyüler içeriyor. Gene de elimizde olan son yazılı masal, Disney versiyonunda olmayan, Cindirella'nın üvey kız kardeşlerinden hallice kız kardeşler, babanın batmış bir tüccar olması gibi hoş olmayan ayrıntıları var. Masaldaki Belle de animasyondaki kadar örnek alınacak bir portre çizmiyor ayrıca. Beast ise animasyondaki gibi tecrübesizliğinden ve kendine olan nefretinden sinirlerine halim olamayan, kabalaşan bir canavardan çok, masalda daha alık, salak bir şey. (Bu arada Villeneuve'in romanının e-kitap halini D&R'da bulabiliyorsunuz. Fransızca okuyabiliyorsanız ise Archive.org'da var kitap okunabilir halde. Beaumont'un versiyonunu da Project Gutenberg'de ingilizce olarak bulabiliyoruz.)
O yüzden animasyonu izleyin, filmi de hafta içi göreceğim ona göre söylerim.
bu arada animasyonun girişindeki vitray sahneleri çok çok çok güzel bir detay
Okyanusun kralı Triton'un 7 kızından en küçüğü olan Ariel, diğer denizinsanlarının aksine suyun üstündeki dünyayı ve oranın insanlarını çok merak eder hep. En yakın arkadaşı minik balık Flounder ile kıyı köşe dolaşıp, eski gemi batıklarından insanların eşyaları toplayıp, kendi koleksiyonun yapmakta, bir yandan da hayaller kurmaktadır. Koleksiyon yaptığı bu eşyaların geldiği dünyaya dair hayallerinde hep kendini de hep bir insan olarak düşler. Ama kral babası tüm insanların barbar olduğunu söyler bağıra çağıra, denizhalkından kimse su yüzüne çıkmayacak, insanlarla temasa geçmeyecektir. Ama bir gün, kaderin oyunu ya, Ariel batan bir gemiden bir prensi kurtarır. O prense aşık olur, prens Eric de ona. Ama tanışamadan, konuşamadan Ariel kaçıverir suyun içine. Babasıyla büyük bir kavga ederler prens yüzünden, Ariel de aşık kafasıyla deniz cadısı Ursula'yla bir anlaşma yapar. Ursula ona iki bacak verecek ve Eric'i kendisine aşık edebilmesi için yeryüzünde yürümesini sağlayacaktır. Amaaa, karşılığında o muhteşem şarkılar söyleten sesini alır Ursula Ariel'den. Ve eğer 3.gün güneş batmadan Eric'ten gerçek aşkın öpücüğünü alamazsa yeniden bir denizkızı olacak ve sonsuza kadar Ursula'nın esiri olacaktır. Çaresiz, Ariel anlaşmayı imzalar ve prensine doğru yola çıkar.
kendisi de pek çekmiş hayattan,
Hans Christian Andersen
Disney'in 30 yıl sonra çizdiği ilk prenses olan Ariel'in acıklı hikayesi böyle başlıyor işte. Gerçi Disney bu, sonuçta yine herşey mutlu mesut, pespembe haline dönüyor ama masalın aslında küçük denizkızımızı kaybediyoruz. Hans Christian Andersen'in yazdığı masal, ilk defa 1837'de yayınlanmış ve Disney versiyonuyla arasında ufak ufak farklar mevcut. Ama haliyle en kayda değer değişiklik animasyonda cadı Ursula'nın kılık değiştirerek prense büyü yapıp, evlenmek üzere olması ve Ariel'in müdahale etmesiyle Ursula'nın yok olması, nihayetinde de Eric'le Ariel'imizin gelinlik damatlık içinde öpüşmesi ile bizi gülümseten sonun masalda tam bir "Böyle mi Olacaktı" senaryosuna bağlaması. Masalda okuyucularına yani çocuklara ahlaki bir mesaj verme görev bilinciyle Andersen, Eric'i tapınakta gördüğü ve onu sudan kurtardığını zannettiği için aşık olduğu bir kızla evlendirirken, Ariel'i acılara boğuyor. Yetmedi, kız kardeşleri Ariel'e bir bıçak getiriyor deniz cadısından ve diyorlar ki bu bıçakla Eric'i öldürürsen yeniden denizkızı olabilir ve bizimle, ailenle birlikte suyun altındaki krallığımızda mutlu mesut yaşamana devam edebilirsin. Peki gerizekalı Ariel ne yapıyor? Tabiki de reddediyor, nayır nolamaz öldüremem aşkımı, ben sonsuza kadar acı çekerim ama onu öldüremem diye yırtınıyor (acı çekmesinin sebebi, masalda Ariel'in ayakları hep bıçak üstünde yürüyormuş gibi acı veriyor ona, çünkü büyü öyle). Hem de yazıyor ki masalda, yeni evlendiği karısının yanında huzurlu bir şekilde uyuyan prense bakıp, onu öldüremem dedi Ariel diye. Hey yarabbim! Sapla işte bıçağı, delik deşik et, sonuçta seni sevmemiş, seninle evlenmemiş, gitmiş o ne idüğü belirsiz kıza aşık olmuş, hem de sen onca şey çekmişken onun için. Doğra gitsin işte! Ama yoook, Ariel öldürmüyor hain prensi. Onun yerine kendisi köpüğe suya dönüşüyor, sonra da hava ruhlarından biri olarak kabul edilip, göğe yükseliyor çünkü bir insanın hayatına kıymaktansa kendine kıyıyor. Yani ne diyor Andersen, sevgili çocuklar eğer siz de bu kadar salak olursanız, iyi olmaktan bıkmazsanız, siz de sonsuz kutsanmaya kavuşabilirsiniz.
Neyse çok kaptırdım, sinirden titremeyi kesip animasyona döneyim. Disney prensesleri listemdeki çizgifilmlerden elle yapılan son filmmiş bu. Gerçi içinde bilgisayarlı kısımlar da var ama el emeği güzelliğinin son temsilcisi diyebiliriz. Benim aklımda hep masal hali olduğu için en sevmediklerimden biriydi küçük denizkızının hikayesi. Böğrüme böğrüme dürtükleyip, içimi fena yapıyordu düşündükçe. Ama Disney'in bu versiyonu hem eğlenceli, hem mutlu, hem de keyifli. Önceki 3 prenses masalındaki kadar hayvan bolluğu yok bir kere, ekranımızda şahane su altı sahneleri izliyoruz. Balıklar, yengeçler, denizinsanları...O kadar orman hayvan börtü böcekten sonra su altı çok hoş bir değişiklik oluyor.
Fonumuzun değişmesinin yanında karakter açısından da artık resmen çağ atlamış olduğumuzu görüyoruz. Önceki prenseslerin aksine Ariel hayal kuruyor! Snow White'ın bir gün prensim gelecek, alacak götürecek beni hayali ya da Cindirella'nın bir gün baloya gideceğim çok eğleneceğim dans edeceğim yakışıklı prensle tanışacağım hayali ya da Aurora'nın her gece rüyasında Prens Philip'i görüp, onunla dans etmesi hayali gibi bir şey değil Ariel'inki. Olduğundan başka bir dünyada, olduğundan farklı biri olmayı hayal ediyor. Sınırlarının dışını özlüyor, hiç gitmediği bir yerde yaşadığını, fiziksel kısıtlarının üstünde şeyler yapabildiğini hayal ediyor. Diğer prenseslerimizin yapmadığı başka pek çok şey yapıyor sonra. Araştırıyor, keşfediyor, babasına karşı çıkıyor, kurallara karşı çıkıyor, kötülere saldırıyor, şeytanla anlaşma yapıyor, aşkının peşinden gidiyor. Son sahnelerde Eric'le birlikte Ursula'ya karşı koyan, mücadele eden bir Ariel görüyoruz.
deniz cadısı ursula
Ve ayrıca şimdiye kadar izlediğim 4 film içindeki en kötü "kötü" ile karşı karşıyayız bu animasyonda. Çok belli etmese de çizgi olarak, deniz cadısı Ursula çok çok kötü. Snow White'ın üvey annesinin de Maleficient'ın da yöntemi temizdi, ikisi de öldürüp, kurtulmak istiyordu. Gerçi Maleficient kral ve kraliçeye eziyet olsun diye biraz uzatmıştı ama sonuçta yöntemi belliydi. Cindirella'nın üvey annesi ve üvey kardeşleri ise en fazla ev işi verip, giysisini yırtmıştı. Ursula'nın Ariel'e imzalattığı anlaşma Mondros'tan beter yeminle. Üstüne bir de anlaşmanın kendi lehine sonuçlanması için yaptığı müdahaleler kötülüğünün uç noktaları artık.
Eric ise...off vallahi önceki prenslere o kadar laf ettim ama keşke buna da öyle işlevsizlik, öyle varlıksızlık verselermiş. 4 animasyon içinde şimdiye dek en adamakıllı prense portremiz Eric'te ama onun da salaklığı beni benden aldı. Kendisini kurtaran kızı görüyor başına şarkı söyleyişini dinliyor ama sonra Ariel'i gördüğünde tıpatıp aynısı olduğuna bir türlü kafası basmıyor. Şarkı söyleşine aşık oldum da oldum diye bir tutturmuş gidiyor. Zaten bu şarkıya aşık olmalar Disney prenslerinin özelliği. Snow White'ın beyaz atlı prensi de ilk önce sesini duyuyordu, Prens Philip de Aurora'nın sesini ormanın içinde dinleyip, buluyordu.Görünüşüne aşık olan bir Cindirella'nın prensi var herhalde. Ses önemli çocuklar, şarkı söylemek önemli.
Bir de şarkılar açısından yine başka bir çağda olduğumuzu fark ettiren güzellikler var. Önceki 3 animasyonda müzik tarzı belli bir çizgideyken, 89'da olaylar daha fırıldak hale gelmiş, pek keyifli parçalar barındırıyor The Little Mermaid. Yengeç Sebastian'ın Oscar da kazanan "Under The Sea" parçası tek kelimeyle muhteşem.
Bir müzikal olarak sahnelenmiş masalın nedense ben çok film versiyonunu bulamadım. Bu sene vizyona girecek bir "The Little Mermaid" var ama Poppy Drayton'ın denizkızı olduğu bir filmin olması düşüncesine bile dayanamadığımı fark ettim.
Demem o ki, Disney versiyonu küçük deniz kızı pek güzel. İzleyin, eğlenirsiniz.
Bir de gidip başkasıyla evlenen Eric'lere saplayıverin bıçağı, acımayın.