18 Eylül 2012 Salı

above all those who live without love

“The more I know of the world, the more I am convinced that I shall never see a man whom I can really love. I require so much!”
[Sense&Sensibility'den]

16 Eylül 2012 Pazar

Doğu Yücel'in "Hayalet Kitap"ı

2004 yılının başları. Lise 2'nci sınıftayım. Tüm hayatım boyunca fevkalade ilerlettiğim eğitim öğretim kariyerim ilk sallantılarını yaşıyor. Lise 1'in bitimi 2'nin başlangıcı ile birlikte zorunlu olarak alan seçmişim ve istediğim yoldan ilk defa bu kadar ters yöne gittiğimin ilk defa yüzüme şaklamaya başladığı zamanlar. Edebiyat öğretmeninin rehberlik dersinde masasına çağırıp, elinde dosyam, "e peki sen o zaman neden fen bölümü seçtin?" diye saf saf sorduğu, masanın çiziklerinden gözlerimi kaldırmadan yutkunarak gözyaşlarıma engel olmaya çalıştığım (ki aynı hocanın yüzüne karşı ağlayacaktım bir boş ders sırasında sınıfın tam dışındaki bankta tek başıma otururken), kimya hocasının tahtaya yazdıklarını diğer her şeyi anladığım sandığım gibi aslında zerrece anlamadığımı gördüğüm sınavlardan hayatımın ilk 3'ünü aldığım, artık ne akılla veli toplantısında fizik hocasına çıkışan babamın günahını ödetmeye çalışan hocanın tüm fizik derslerini ve okulu zehir ettiği zamanlar. Kendimi esaslı olarak ilk değil ama son da olmayacak şekilde kitaplara, filmlere, yazmaya, müziğe, radyo programlarına, dizilere ve düşünmeye - en dibinden düşünmeye hem de - verdiğim zamanlar.
Sinemaya Okul filminin geleceğini duyduğum zamanlardı ayrıca. Yerli filmler o zaman bu kadar fazlaca olmazdı, habire festivallere gidip ödül almazlardı. Türkiye'de korku - ya da gençlik korku "teen horror" - ilk defa yapılıyor diyerek duyurmuşlardı filmi. Sonuçta ergendim ben de, hadi be ilk mi vay bir görelim havasındaydım. Genç yazar Doğu Yücel'in bir kitabından uyarlanmıştı, öyle deniyordu ayrıca. Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları diye adı olan bir kitabı da vardı hem, tam hayal edip de olamadığım şeyleri temsil ediyordu ucundan azıcık bu "genç yazar". Ben de gençtim çünkü, yazıyordum kendimce ve öyle güzel bir kitap adı bulmuştu ki daha kitabı görmeden ne yazdığını kurmuştum ben kafamda, bayılmıştım hatta kendi kendime kurduklarıma göre o kitaba.
Kitapçılarda bulamamıştım tabi kitabı o zamanlar, filmin uyarlandığını da. Kitapçılar dediğim de Karanfil'deki Dost yani, o yaşta dershaneden çıkıp dümdüz yürüyüp oraya bakabilirdim bir tek. Ben de tüm heyecanımla filme gittim. Nehir Erdoğan'a zaten gıcık oluyordum, Melisa Sözen'e sevgimin ilk tohumları atılmıştı tıpkı şu Sinem Kobal'a uyuzluğumun tohumlarının atıldığı gibi. Berk Hakman'la tanışmıştım, dergilerden hala resim kestiğim zamanlar olduğu için resimlerini kesmiştim hatta. Burak Altay'a ise Güldem'in hissettiklerini hissediyordum, zerrece yakışıklı bulmadığım ama beni her türlü anlayan, yanında olmaya bayıldığım en iyi arkadaşım gibiydi. Film ise...Türkiye'de dram ve trajedi dışında yapılan her film gibiydi. Olmamış, olamamış, eğreti kalmış bir garip deneme. Korku filmiydi ama güldürüyordu - çok şaşırdınız değil mi? Efektler özenliydi ama biz o zamana dek neler görmüştük, o kapakları nasıl kendi kendilerine açtırdıklarını bildiğimi düşünmekten korkmayı aklımızın ucuna bile getirmiyorduk. Mizahı akıllarıyla değil, mini etekler giydirdikleri mankenlerle yapmaya çalışıyorlardı ve saçmalıyorlardı - buna da pek şaşırdınız biliyorum. Sonuçta filmi gittim gördüm ve tüm sönmüş heyecanımla eve geri döndüm. Bir daha da Doğu Yücel'i ve kitaplarını aklıma getirmedim.
bayılıyorum da bu poza ben.
Sonra tanrı "twitter olsun" dedi oldu. Yıllar yılı sadece kapağında bayıldığım biri olduğu sürece aldığım Blue Jean'deki yazılarını ya da işlerini aklımda tutmadığım Yücel'in twitterda takipçisi oldum. Böyle takipçisi demek de hakikaten belirli bir Psycho tınıları veriyor ortaya ama yapacak birşey yok, öyle çevriliyor. Neyse günler haftalar geçerken o da eğlenceli, faydalı, güzel tweetlerini atarken yeni kitabını yazdı. Varolmayanlar adını koydu, ben gene kıskandım. Niye bu kadar iyi isim bulabiliyordu bu adam. Alayım hemen okuyayım dedim, olmadı, yüksek lisansın içinde debeleniyor, zorla bilgisayar mühendisi yapılmaya çalışılırken işe girmekten kaçmaya çabalıyor ama tam da göbeğine düşüyordum ve olmadı. Kitapçıya kadar gittim, önünde dikildim kitabım ama almadım. Sonra bu sene bir haber daha verdi Doğu Yücel. Hayalet Kitap'ın 10.yılı dolmuştu, o kadar sene olmuştu öyle ya, yeniden basıyorlardı. Bu sefer bahanem kalmamıştı, zaten mutsuzdum, hep mutsuz olacaktım hiçbir şey değişmiyordu. Ben de gittim hem Hayalet Kitap'ı hem Varolmayanlar'ı aldım (yanlarına bir de onlara yaraşır "Bir Kurt Cobain Romanı"nı katarak). Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları gene yoktu tabi, başka bir 10 yıla belki dedim içimden.
İlk işim Hayalet Kitap'ı yemek yutmak oldu. Tabi ufak pek ufak bir sorun vardı ki kitabı okuma zevkimin içine etti. Kafamda habire 8 yıl önceki filmden görüntüler, karakterleri olayları hep onlarla karşılaştırıp duruyorum. Filmdeki oyuncuların da yarısından çoğuna gıcığım ya, kitaptakilere daha çok gıcık oluyorum okudukça. Hayır zaten kitapta sevilecek, azıcık sempati duyulacak bir karakter de yok ya neyse. Kötü yazıldıklarından falan değil yok öyle birşey de, hepsine ayrı ayrı sinir oluyorsunuz.
Olay şu aslında. Dokuz Eylül iktisatta bir Güldem var pek güzel, bir de ona aşık Gökalp. Gökalp bu yazan, üreten, hayal eden, düşünen adamlardan hani bildiğimiz. Güldem'se o kızlardan işte, hani güzel bulunan, kendini güzel bulmadığını söyleyen, anlamsız salakça insanları beğenen, büyük olasılıkla da akıl yoksunu kızlardan. Böyle yazınca sanki pek bir cadalozluk sezdim kendimde ama, valla değilim. Sadece kitaptaki Güldem'e acayip sinir olmuş olabilirim. Gökalp'e de olacağım hatta sinir, böyle çocuklar hep gidip böyle kızlara aşık olur bile bile manyaklar mı ne. Neyse. Gökalp hep küçük hikayeler yazar Güldem'e okusun diye, madalyonun bir tarafında aşk varken diğerinde dostluk varken hem de. Bir gün Gökalp, Güldem'e son bir hikaye bırakır "Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım." diye başlayan.
Ben şimdi sevdim mi sevmedim mi bilemiyorum Hayalet Kitap'ı. Mutlaka okuyun derim, rahat. Ama ne hissettiğim konusunda emin değilim kendimden. Bir kere tüm o satırları yazanın benim gibi, bu ülkedeki eğitim sisteminden nasibini almış, aynı olmasa da benzer yollardan geçmiş, benzer şeyler görmüş ve düşünmüş ve hala da aynı ülkede yaşayan bir genç insan olduğunu bilerek okudum. Aklımın köşesinde böyle bir gerçek olunca okuduklarıma çoğunlukla iyi niyetle, sevinerek baya baya da şaşırarak baktım. Hadi be o da böyle düşünmüş yok artık bu sadece benim yaşadığım birşey değil mi şeklinde tepkiler çıkarıp durdum. Bu güzel yanıydı. Kötü yanıysa kıskançlıktı. Ben de yazmak istiyorum böyle, ben de anlatmak istiyorum diye tepinip durdum. Öylesine içten, rahat, nasıl yaşamışsa nasıl görmüşse nasıl hissetmişse yazmıştı ki resmen cadılık yapmak üzereydim. Sevinçliydim ama çok, biri, bizden biri, böyle birşey yazmıştı.
"Bu kitap Platonik Aşıklar Krallığı'nın asil vatandaşlarına adanmıştır." diye başlıyor kitap ve üç bölüm boyunca tarihlerle ilerliyor; Hayalet, Korku ve Yalnızlık. Her bölümün başında yine bizden şeyler var, kah bir Tim Burton filmi repliği, kah bir Pink Floyd şarkısı sözü, kah bir Buffy sahnesi. Aşka, üniversiteye, hocalara, anneler babalara kardeşlere, arkadaşlara, sevgililere ve hayallere dair pek çok şey söylüyor Doğu Yücel.
Zaman, güzelliğin ve aşkın en büyük düşmanı. Neden günümüzün aşklarından memnun olmayan herkes geçmişe ve geçmişteki aşklara özlem duyar? Geçmiş saçmalıktır. Geçmişte de aşk yoktur. Geçmiş zamanın aşkları abartılıyor. Eminim geçmiştekiler de "Gelecek olsa da aşk daha özgür olabilse" gibi zırvalıklar düşünmüştür. Oysa gelecekte de geçmişte de karşılıklı aşk hiçbir zaman olmayacaktır. Aşkı yaşayan tek bir kişidir ve onun için işleyen zamanla karşı taraf için işleyen zaman farklıdır. "Sonsuz aşk", "Sonsuza kadar seveceğim" geyikleri, bunlar güzeldir ama hepsinin altındaki ana fikir şudur: Zaman oldukça aşk gerçek olmayacak.
(...)
İyi bir yalan söylemek için bir numaralı altın kural, söylediğinize önce kendinizin inanması gerektiğidir. Bu başlangıçta insana zor gelir, bir yalanla hem karşınızdakini hem de kendinizi kandırmanız zaten zor bir olaydır ama yaşınız ilerledikçe ve yalan söylemeye daha çok ihtiyaç duydukça bu iş bir alışkanlığa dönüşür. Artık iki hayatınız vardır: biri uydurduğunuz hayat, diğeri gerçek hayatınız. Gerçek hayatınız çok geçmeden sizden habersiz ilerlemeye başlar. Uyduruk hayatınız her yalanla birlikte güç kazanır ve kontrolünüzden çıkar. Artık hangisinin sizin hayatınız olduğunu bilemezsiniz. Bir şeyi rüyada mı gerçek hayatta mı yaptığını bilmemeye benzer bu.
(...)
Zaman tüneline dalmış, orada olası bir geleceğe gitmiştim. Ve o gelecek artık benim için mümkün değildi. Hayalet beni acımasız bir yolculuğa çıkarmıştı. İki sene önce verdiğim kararın yanlışlığını anlatan bir gelecek senaryosunda oynatmıştı beni. İktisat diploması yerine konservatuarı seçmem sonucunda gerçekleşecekler, biraz önce konuk olduğum dünyada kalmıştı. Ve ben bundan böyle her zaman orada yaşamak isteyen, kendi yaşamımda bir yabancı gibi dolaşan bir turist olacaktım. Cehennemi gezdiğinin farkına varan bir turist, başka bir şey değil.
(...)
Bir dersin temek formüllerini bilmek elbette bir öğrencinin o dersi özümsemesi için gerekli ama hocanın derste tahtaya yazarken bile kitabına bakarak geçirdiği, hatta geçirirken zaman zaman yanlış yazdığı formülleri bir beyne zorla sokma çabası "işkence" kelimesinin Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne göre yapılan "bir kimseye maddi ya da manevi olarak yapılan aşırı eziyet"  tanımına girmiyor mu?
(...)
Kadıncağız orada öylece o davetiyeye bakıyordu. Sonra kendini suçlamaya başladı. Yıllar önce onun konservatuara gitmesine karşı çıkmıştı. Öyle, çok sert bir tavır ortaya koymamıştı ama yine de karşı olduğunu belirtmişti. Çocuklarına görünür kurallar koymaktansa onların bilinçaltı tarlasına gizlice kurallar eken anne cinsindendi Güldem'in annesi.
Ah bir de imza gününe geldiğinde Ankara'ya, gidebilseydim o gün.

Bakmak isterseniz böylesi de var : http://www.duslervekabuslar.com/

14 Eylül 2012 Cuma

sonunda da elimizde kalan

İşte, Türkiye’de konser izlemek böyle bir şey. İster istemez siyasete, bürokrasiye dalıyor, çember member bir şeyler yazmak zorunda kalıyorsunuz. Oysa ne kadar umut dolu bir final yapmıştı Flea : “Müziği destekleyin! Müzik insanların sesidir. Her dinden, her şehirden insanların.”
Sonunda da elimizde kalan müzikti zaten.

[Çekme Kaset'te Çetin Cem'in Yıllardan Sonra Red Hot Chili Peppers yazısından.]

13 Eylül 2012 Perşembe

waffle mı derim stroopwafel mı derim yok efendime söyleyim Hollanda işi bunlar

Ağustosun 24'ü ABD'de ulusal waffle günüymüş, geçenlerde rastlamıştım. Taa 1860'da Amerika topraklarındaki ilk patentin alındığı tarihmiş bir waffle makinesi için. Makine dedimse öyle 35 bin ayarı, transistörü falan olan bir şey anlamayın. Altı üstü İngilizce'de "waffle iron" olarak ifade ediverip geçtikleri, üzerinde waffle pişirmeye yarayan iki demir parçasını anlatmaya çabalıyorum o makine sözcüğüyle.
Ne derece bayıldığımı söylememe gerek yok bu waffle denen tatlı mı tatlı leziz mi leziz sihir parçalarını. Bizde sadece tatlı olarak biliniyor sanırım tabi, o yüzden bayılıyorum ya ben de. Antik Yunan döneminden beridir bilinmekle birlikte, ilk defa "wafel" olarak adlandırılması Hollandalılar'a düşmüş 1744 gibi bir tarihte.* Sonraki adımları, bildiğimiz "vaat edilmiş toprakları bulan yoksul ve bedbaht Avrupalı göçmenler bulduklarını bu topraklara getirirken" hikayesi. Bu sebeple bizim gayet de yerinde bir hareketle sadece tatlılar diyarında bildiğimiz waffle'ın bizim sınırlarımız dışında böyle deniz ürünleriyle, kızarmış tavukla falan yenilebilirliği varmış ki ilk etapta öğürecekken mantıklı bir iki saniye verince insan kendisine neden olmasın diyor.
Hayır asıl diyeceğim, geçen gün Bim'de (evet Bim'de :D ve daha ki yengemin dediğine göre sadece de Bim'de satılıyormuş :p bakın siz şu Bim'in işine) çoook çok eskiden bir vakitler yemiş olup sonradan hiç göremediğim bir şeye rastladım : ufak bir paket içinde mini minnacık waffle'lar. Tabi bu paketi ilk denediğim vakitler, büyük bir açgözlülükle hatırlıyorum, direkt yemeye çabalamış ve akabinde neden bunlar böyle ince neden kayış gibi waffle değilki bu kim kandırıyor beni deyip saydırmıştım. Cahillik kötü meslek vesselam. Bu kez güzelce aldım elime, evirdim çevirdim, okudum ettim, inceledim, kokladım, dişledim, elledim. Sonuçta anladım ki yine bizim bu Hollandalılar'ın "stroopwafel" dedikleri geleneksel waffleları ile karşı karşıyayım. Yazdığına göre - ki paketin üzerinde bir miktar bilgi var ama çok değil, gerisini google tamamlıyor - Hollanda'da bu 1700'lerde ortaya çıkarılmış bir yoksul yemeğiymiş. Artan malzemelerden yapılırmış, her ailenin kendine özel bir tarifi varmış ve babadan oğula geçermiş (ahşap kulübelerinde waffle döken göbekli kırmızı yanaklı Hollandalı amcalar hayal edin "bak evlat biraz da bundan koyuyoruz biz"). Bu stroopwafel'lerin uluslararası camiadaki adı paketimizin üzerinde de yazdığı gibi "Holland Caramel Waffle". Paketin üzerinde Amsterdam silüeti olduğunu tahmin ettiğim sıra sıra evlerin resmi var.
Nasıl yenileceği konusu ise asıl lezzetini oluşturuyor. Her ne kadar öyle benim cahiliye devrim gibi açtığınız anda mideye indirebilirsiniz de deniyor ama asıl olarak ya fırına koyun bir iki dakika, ya da kaynar halde bardakta fincanda duran çayınızın kahvenizin üzerine kapatın azıcık buharını sıcağını yesin öyle başlayın ısırmaya. Kullanım kılavuzu böyle. Ben çayın üstünde kısmi bronzlaşacak diye sabredemediğimden direkt tost makinesinde bir iki durduruyorum, şahane oluyor. İç malzemesinde tereyağ, tarçın ve karamel varken dışında normal waffle hamurundan daha ince bir waffle hamuru var. Çok da güzel. Hele ki üzerinde nutella, alpella, sarelle türünden bir şeyler sürerseniz akıllara zarar ziyan oluyor, benden söylemesi.
Bana bir waffle yapanın kırk yıl kölesi olurum artık.

*Tez yazıyorum ya, kaynak gösterme paranoyaklığım var bu ara az buz değil. Bunun da kaynağı şurası: http://abcnews.go.com/blogs/lifestyle/2012/08/national-waffle-day-celebrate-with-7-scrumptious-recipes/
Ayrıca internette deliler gibi bilgi var stroopwafel hakkında,
Diana's Dessert
Holland.com
Caramel Cookie Waffles
Bir de böyle çabalı bir arkadaşımız var : 

12 Eylül 2012 Çarşamba

I'd swear that I do not know exactly what I want**

ben istedim olayım şöyle
Kadınlar saçlarının şekline veya rengine veya ikisine birden birşeyler yapmaya başlamışlarsa bu durum, kesinlikle bir çeşit bunalıma ucundan kıyısından dokunmakta olduklarının göstergesidir - diye geçer tüm dünyanın genelgeçer yazısız kurallar kitabında.
Benim için saçımla oynamanın çok daha gelişmiş, seviye atlamış bir bunalım göstergesi olması artık yıllardan beri süregelen bir gerçek. Gidip saçma sapan birşeyler yapmaya başlamışsam saçıma bu gayet açıktır nettir : dibi kazıyorumdur. En basit haliyle, saçımı değiştirirsem kafamı, kafam sayesinde kişiliği, kişiliğim sayesinde de kör talihimi, makus kaderimi, lanet olasıca hayatımı değiştirebilirim zannediyorumdur. Çabalıyorumdur en umutsuz halimle.
Gene o haldeyim. Hatta o halin daha bile dibindeyim. Yaş ilerledikçe herşey daha da ulaşılmaz, daha da hayal, daha da acı oluyor. Ciddi ciddi çıldırmanın eşiğindeyim, size fazlasıyla belli edemiyorum. Neyse öyle sanıyorum ki bu durum, bundan sonraki pek çok dizi halinde postun konusu olacak, bir açacağım ağzımı burada böyle hep birlikte içimiz dışımız böğrümüz dibimiz kararacak. Ama dedim ya, sonraki postlara artık.
o oldu böyle
Şimdiki halim bu çemkirmeye başlamadan önceki anlamsız çırpınışlar durumu. Bir süre önce markette kutusunun üzerindeki rengi pek beğenip aldığım, banyoda bir köşeye koyup bakışıp durduğum saç boyasını en sonunda bu geçtiğimiz haftasonu denedim. Pek beğendim dediğim renk garnier'nin üzerinde saray kızılı yazan paketindeki renk. Niyeyse paketin üstündeki rengin benim kafamda da oluşacağını falan düşündüm yine o zaman öyle bir halde. Oysa biliyorum adım gibi, daha önce birkaç defa saç boyaları ile tecrübem var, neyin ne derece olacağını tahmin edebiliyorum. Gene aldım boyadım. Yaklaşık 2 saatin sonunda kafamın üstü açık kırmızı, gerisi aralarında alevler dansa başlamış kahverengi oldu. Öyle bir saçma durumdu ki burada ne ben anlatabilirim hakkınca, ne de siz gözünüzde canlandırabilirsiniz.
Bir de o halde dışarı çıkıp başka bir saç boyası almak zorunda kaldım. Bunu ne örter hem de kendi saçımın rengine ne benzer diye bakınıp, yine garnier'nin çikolata kahvesinde karar kıldım. Aldım doğru eve boyamaya. Ama iki gün üst üste boyayı basınca kafaya acıdı tabi. Normalde yakmaz etmez beni. Bu sefer ikincide kafamın üstü bildiğiniz alev aldı gibime geldi. Dayandım, o saçma rengi yok edeceğim diye.
Bu ikinci 2 saatin sonunda ise o "çikolata"nın bitter olduğunu anladım, ben yanlış anlamışım en başta. Sütlü falan değilmiş, saçımın kendi rengiyle alakası yokmuş. Şimdiki halim kafamın üstü gölgede koyu kızıl-kahve, güneşte parıl parıl kırmızı, saçımın geri kalan kısmı uçlara doğru gittikçe koyulan bitter çikolata ile aralarında kırmızı ışıltılar şeklinde.
Natalia Oreiro'yu ilk tanıdığım bildiğim zamanlardan bu güne dek ara ara her görüşümde saçını değiştirmiş olurdu. Bir bakardım kazıtmış neredeyse, bir bakardım lüle lüle. Bir bakardım sarının en sarısı, bir bakardım zifiri karanlık. Derdim eskiden kendi kendine bu kadın ne renkli neşeli hareketli bir insan böyle diye. Kim bilir belki de sadece öyle görünüyordur.
ah naty vah naty
**Cambio Dolor'da der ya hani Naty "I'd swear that I do not know exactly what I want, but I know I'd die if I stay in the middle of it/That's why when I fly to other roads to know the real world/It's not late yet though I'm feeling like this now/And many fears appear, that won't let me think/And It's hard for me to think what's coming on/I trade pain, for freedom/I trade wounds for a dream that will help me to go on/I trade pain, happiness"

9 Eylül 2012 Pazar

Çizgi roman Baskerville Laneti ve tvdeki Sherlocklar Watsonlar


Anladığınız üzere Sherlock deliliğim son sürat devam ediyor. Martı Yayınları'nın başladığı serinin ilk iki kitabını okumanın yanısıra bbc'nin meşhur Sherlock'unun da iki sezonunu - ki iki sezon dediğim toplamda 6 bölüm=90dakikaX6bölüm - acayip bir heyecanla izleyip bitirdikten sonra daha başka neler bulurum diye bakınmaya başladım. Sonunda kütüphanede Ntv Yayınları'nın çizgi roman dizisinden Baskerville Laneti'ni buldum. Holmes ve Watson'la tanıştığım ilk hikaye bunun İngilizce "stage" serilerinden biriydi, ki ondan o zamanlar zerre kadar birşey anlamamıştım. O yüzden bu çizgi romanı görünce bir yandan çok sevindim, okuyup da bilemediğim ve bbc yapımındaki versiyonundan orijinalinden feci derecede farklı bir halini görmüş olduğum bu Sherlock macerasını öğrenebilecektim. Bir yandansa tırstım, başıma gelecekleri biliyordum.
Çekinmemim sebebi çizgi roman olmasındaydı, hala öyle. Çünkü bir yerde resim ve yazı varsa ben kesinlikle yazıya takılırım. Resim olmasından da değil, yazının yanında her ne olursa olsun ben mutlaka yazıyı görürüm, ona bakarım, aklım ona kayar. Bu yüzden altyazıları kabuslarımdan biridir mesela. Mümkün olduğunca onlarsız izlemeye çalışırım filmleri, hatta en küçük fonta getiririm, iyice anlamadığım bir şeyler söylüyorlarsa dikkat eder bakarım. Tüm resmi, olayı görebilmek için yazıları aklımdan çekmem gerekir.
Bu yüzden çizgi romanlar beni deli eder. Gözlerim ve aklım tüm roman boyunca savaşır durur. Beynim dolanır, midem bulanır. Her sayfa çevirişimde gözlerimi yumar, "önce resme bak önce resme bak" diye kendimi ikna etmeye çalışırım. Küçükken gazetenin verdiği Tommiks'lere bakarken fark etmiştim ilk. Tüm çizgi romanı okuyup bitirdikten sonra duruyordum, düşünüyordum, aklıma tek bir kare gelmiyordu. Açıp geri resimlere bakıyordum uzun uzun.
Bunda da aynı şeyi yaşamamaya çabaladım. Uzun uzun Sherlock'un sabahlığını, Watson'ın yüz çizgilerini, kırsalın manzarasını inceledim durdum. Çizer I.N.J.Culbard'ın çizimleri benim için tamamen yeni bir dünya oldu (Çizgi roman kültürüm neredeyse sıfır çünkü, anlattığım sebeplerden). Ama Kutlukhan Kutlu'nun yaptığı çevirinin asıl cümleleri Ian Edginton'a ait ve bana fazlasıyla tv Sherlock'unu hatırlattı. A.C.Doyle'un yazdığı Sherlock ve Watson bence bbc versiyonundan oldukça farklı, bunu sadece zaman dilimi açısından söylemiyorum. Hatta onu işin içine hiç karıştırmayalım. Kişilik olarak bence büyük farklılıkları var tv ve kitap Sherlock'larının. Ama bu çizgi romandaki Sherlock neredeyse Benedict Cumberbatch'in çizdiği portreyle aynı. Gerçi Edginton Lucasfilm, Paramount Pictures'ta falan birçok projede - bildiğimiz hemen hemen tüm popüler ve büyük yapımlarda - çalışmış bir insanmış, popülerliğe aşina olması doğal karşılanmalı.
Çizgi roman ilk olarak 2009'da basılmış. Girişinde önce en güzelinden bir A.C.Doyle biyografisi, ardından pek detaylı bir 221B Baker Street planı çizimi ve Daniel Stashtower'ın öykünün tarihçesi ve ortaya çıkışı ile ilgili acayip keyifli bir yazısı var. Öykümüz bitip, Son yazısını gördükten sonra da Culbard'ın eskiz defterinden çizimlerin oluşumuna dair birkaç örnek ve anlatım yer alıyor. Toplamda 136 sayfada ve normal kitap boyutundan bir boy büyük bir şekilde tüm bunları görüyor, okuyor ve zevkten dört köşe oluyoruz, esası bu.
Baskerville Laneti, orijinal adıyla Hound of Baskerville bbc versiyonunda da 2.sezonun 2.bölümünde anlatılmıştı. Tabi 21.yy.'a bulanmış pek çok değişiklikle birlikte. Ama onun da ayrı bir tadı var, görmenizi tavsiye ederim. Yeni sezonu 2013'ün başlarında yayınlanmaya başlayacakmış, bbc öyle açıkladı.
Bu sırada, Amerikalılar elma armut toplamadı. Kanımca ünlü - Sherlock'un aslında hiç sarfetmediği - "Elementary Watson, elemantary." sözünden ilham alarak isim verdikleri Elemantary dizisi 27 eylülde yayınlanmaya başlayacak. Cin fikirli olmak iyidir, ama o kadar da cin fikirle dolmak hayra alamet midir bilemem, çünkü Elementary'de Sherlock'umuzu Jonny Lee Milller canlandırırken, Watson'a Lucy Liu'yu uygun görmüşler. Kendisi Joan Watson gerçi. Bir yandan hem geleneksellikten uzaklaşamamış, Sherlock'a yine bir İngiliz'i koymuşlar, öte yandansa biz çok yenilikçiyiz manevralarına girmişler. Ne kadar başarılı olur bilemem, ama ben her halikarda adadan ne çıkarsa ona bayılırım, bizim Sherlock'un eline su dökemezler.

:D
Sherlock: I uses my senses, unlike some people. You see, I am fine. In fact, maybe better. So just leave me alone.
John: Yeah. Okay. Okay. So why would you listen to me? I'm just your friend.
Sherlock: I don't have friends.
John: No. Wonder why.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...