24 Aralık 2011 Cumartesi

Tarık Minkari'den "İskoçya Gezisi ve Çeşitlemeler"

Kütüphanede dolaşırken rastladığım kitaplardan biri bu "İskoçya Gezisi ve Çeşitlemeler". Normalde önceden yazdığım çizdiğim listeler elimde, belirlediğim kitapları almak üzere girerim rafların arasına ama arada da sırf zevkine gezinirim şöyle bir neler göreceğim diye. Bu sefer gene dolanırken öyle, bir anda gördüm ve görmemle elime almam bir oldu. Üzerinde İskoçya yazan herhangi bir kitabı merak etmemem zordur. Bu yüzden nedir ne değildir hiç bakmadan kaptım, çıktım.
Tarık Minkari'nin hayatı boyunca gezdiği yerleri ve yaşadığı tecrübeleri anlattığı kitapları "Bir Cerrahın Anıları" serisinin 13.bölümüymüş bu kitap. Doğan Kitap'tan çıkan 247 sayfalık mayıs 1999'daki ilk baskısı. Tarık Minkari ismini okuyunca "yahu ben bunu bir yerden duydum ama kim ki acaba" dedim belli belirsiz kendime. Üstünde pek durmadım ama, açtım kitabı ön kapakta da görünen bu sevimli ihtiyarın İskoçya'da neler yaşadığını okumaya başladım.
Tarık Minkari 16 mart 1925 doğumlu bir cerrahmış bir kere  onu öğrendim. Cerrahpaşa'da kendi adına bir dersliği bile bulunan, ülkemizin sahip olduğu en mükemmel cerrahlarından hem de. Hayatı boyunca da gezmiş durmuş. Dünyanın her yerine gitmiş, bir yandan da yazmış ne gördüyse işittiyse. Vakti zamanında Milliyet'te falan da yazarmış (Eserlerine dair bir listeye wikipediada da rast geliyoruz). Ama geçen yıl 6 ekimde ayrılmış aramızdan, onu da öğrenmiş oldum. Önce her bir şeyden habersiz yazdıklarını, yaşadıklarını okuduğum bir insanın daha geçen sene ölmüş olduğunu öğrendiğim için üzüldüm. Ama sonra dolu dolu, gezip gördüğü, dostlarıyla sevdikleriyle her şeyin tadını çıkardığı, yararlı pek çok şey yaptığı ve insanlarda, dünyada bir iz bıraktığı güzel bir hayat yaşayıp, uzun bir ömrün sonunda burdan ayrıldığı için mutlu oldum onun adına, üzüntüm geçti.
Peki Minkari'nin bu İskoçya gezisi nasıl geçmiş? Bir kere kitap en başından, daha uçağa binmek üzere evden ayrılırken arkalarından su dökülmesiyle başlıyor. Minkari kısa kısa, ayrı başlıklar altında anlatıyor anılarını. Alabildiğine mizah dolu, esprili bir dille şuraya gittik, şunu gördüm, şuna rastladık böyle dedi ben de böyle dedim şeklinde. Karşılaştığı ilginç insanları anlatıyor, öğrendiği her bir şeyi yazıyor. Aralara bol bol gezi sırasında çektikleri esprili fotoğrafları, duruma uygun karikatürleri ve İskoçya'nın yerel fıkralarını serpiştirmiş tabi. Kolay okunuyor, insanı eğlendiriyor, düşündürüyor, ders veriyor. İskoçya ve Britanya tarihi hakkında derslerden öğrenilebileceğinden çok daha fazla şeyi, çok daha eğlenceli bir şekilde anlatıyor. Sona doğru İskoçya'dan dönüyor Minkari, Türkiye'de olanları, haberleri, kaybettiği arkadaşlarını ve hissettiklerini, çeşitli konular hakkındaki görüşlerini anlatıyor.
Kitabın arka kapağından Minkari'nin kendi cümleleriyle bitireyim İskoçya gezisini :
Benim tuhaf bir huyum var : bir hikayeyi okurken, bir filmi seyrederken, bir kaleyi gezerken kişiliğim değiştiririm, bir başkasının yerine geçerim, kahraman olurum, mazlum olurum, firari olurum, kah coşarım, kah kaçarım. İşte şimdi Highland'de (İskoçya'da) Culloden Ovası'nı geziyorum, süngülenmiş İskoç etekleri askerleri kucaklıyorum. Toprak kanı çoktan emmiş. Kır çiçekleri, ağaçlar ve çimenler acıyı çoktan yok etmiş. Şu tarafta kırmızı ceketli İngiliz askerlerini görüyorum. Hepsi iyi giyinmiş, iyi beslenmiş. Ellerinde iki yüzü kanlı, uzun süngülü tüfekleri var. Mağrur Cumberland dükü William Augustus, doru atının üstünde, kendinden emin, elini kaldırmış askerlerine İskoçları gösteriyor, acımasızca "Hücum" diyor. Sevimli Prince Charlie "Bonnie Prince Charlie", zayıf, soluk, bitkin. Renk renk etekli yorgun askerlerine "Sizler bugün tarihin akışını değiştireceksiniz" diyor. Ne de iyi biliyor. Savaş tam 40 dakika sürüyor. Yer kan gölüne dönüyor. İçimden Bonnie'yi kurtarmak geliyor.
 Minkari'nin kendi adına hazırlanmış web sitesi de var : http://www.tarikminkari.com/index.php

11 Aralık 2011 Pazar

Ernest Hemingway'den "Yaşlı adam ve deniz"

(Cey'den misafir bir yazımız var bu akşam.)
Elimden Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz kitabını yeni bırakmıştım. Kitabı bitirmenin heyecanıyla başkalarının kitap hakkındaki düşüncelerini duymak istiyordum. Onlar ne duymuş, onlar ne düşünmüş, aynı noktalardan mı bakmışız, farklı noktalardan baktıysak ne gibi farklılıklar var? Ben de doğal olarak goodreads.com u açtım ve bu kitap hakkında yapılan yorumları okumaya başladım. Gördüm ki eleştiriler sadece bu kitap hakkında değil, kitabı beğenmeyenler – hatta nefret edenler – çoğunlukla Hemingway’in yazış tarzından genel olarak hoşlanmayan kişiler. Öğrendiğim başka bir nokta ise benim 24 yaşında tanıştığım bu kitabın Amerika'da orta okul – belki lisenin ilk yılı – seviyesinde bir okuma olduğu.

Kendi orta okul çağımı düşündüm, lisenin ilk yılını. Ben orta okulun son iki sınıfında dershane sistemiyle boğuşuyordum. Haftasonu dershane, haftaiçi bir gün okuldan sonra dershane. Okuldan arta kalan vaktimin büyük kısmını dershaneye yatırıyordum. O okuduğum kitapları düşünüyorum, İpek Ongun kitaplarından Harry Potter serisine geçiş yapmıştım. Harry Potter okumak yanlış bir şey olduğundan değil, sadece şimdi dönüp baktığımda o yaşta sadece Harry Potter okumayı yeterli göremiyorum bir türlü.

Üniversite çağına gelip de internette gezinmeye başlayana kadar Ernest Hemingway ve Jane Austen'ı sadece kulaktan duymuş olmayı ama hiç okumamış olmayı aklım almıyor. Notre Dame’ın Kamburu'nu çizgi film olarak bilmeyi de. Ben kitaplığımdaki 80 sayfalık kitaba bakarak Oliver Twist’i okuduğumu sanırken aslında okuduğumun kitabın özetinin özeti gibi bir şey olduğunu bilmiyordum.

Bütün bunları düşünürken nasıl olur da 12 yıllık – üniversite ile beraber 16 – eğitim hayatım boyunca dünya edebiyatı veya dünya tarihi ile ilgili tek bir ders alamamış olurum, buna tekrar tekrar şaştım. Tarih dersleri boyunca tekrar tekrar Osmanlı tarihi okuyup, tam yakın tarihimize geleceğiz derken Atatürk’ün ölümünden sonra kendi tarihimizde olanları bile hiçbir derste görmedim ben. Amerikan iç savaşını, ikinci dünya savaşını birkaç filmden duyup öğrendim. Ne garip. İspanya tarihinde bir iç savaş olduğunu Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanından. Önce liseyi kazanamaya sonra üniversiteyi kazanmaya en sonunda da üniversiteyi bitirip mühendis olmaya çalışırken bunların hiç birini öğrenmeye vaktim olmamış. Hiç biri de okullarda bana öğretilmeye değer bulunmamış.

12 yıl boyunca cümlenin öğelerini tekrar tekrar kafama çaktıkları yetmezmiş gibi üniversitede zorunlu olarak verdikleri Türk Dili dersinde de ‘zincirleme isim tamlamaları’ nı öğrenmem uygun bulunmuş. Zaten ‘zincirleme isim tamlamaları’ nın yanında Ayn Rand’in, Jane Austen’ın, Tolstoy’un, Hemingway’in, Dostoyevski’nin, Steinbeck’in lafı mı olur.
(Siz ne kadar şanslıydınız bilmiyorum ama bizim için durum böyleydi. O yüzden hala tanımaya çalışıyoruz dünyayı, kapamaya çalışıyoruz arayı.)

Hugo (2011)

Sinemada izlediğim ilk film "The Hunchback of Notre Dame"dı. Gary Trousdale ve Kirk Wise'ın birlikte yönettiği, Demi Moore'un Esmeralda'yı, Tom Hulce'nin Quasimodo'yu, Kevin Kline'ın da Phoebus'u seslendirdiği 1996 tarihli Disney animasyonuydu bu versiyonu. Büyük olasılıkla 1997'nin şubat ayında bir gündü. 10 yaşındaydım, her gün tvde bir sürü film görüyordum, izliyordum ama ilk defa sinemaya gitmiştim.
Nerden esti de beni o gün sinemaya götürdüler bilmiyorum. Filmi, o salonu ve sadece o büyük perdenin karşısında inanılmaz birşey yaşayan kendimi hatırlıyorum. Gerisi hakkında hiçbir fikrim yok. Kim vardı yanımda, kim götürmüştü, neden gitmiştik hatırlamıyorum. Benim için önemli olan sadece sinemaymış o gün demek ki, o büyüymüş, o inanmakta zorlandığım şeymiş.
Filmin çoğunda içim dışıma çıkana kadar ağladığım o zaman Victor Hugo'dan falan haberim yoktu. Ertesi yıl salonlarının karşılıklı iki duvarı boydan boya kitap rafı olan bir arkadaşımın evine gittiğimde tesadüfen gördüğüm eski bir "Notre Dame'ın Kamburu" cildinin üzerinde ismini görmemle öğrenecektim kim olduğunu.
Isabelle ve Hugo'nun yaşlarındaydım zaten o zamanlar. Tıpkı Isabelle gibi kitaplarla sınırlıydı sadece serüvenlerim. Jules Verne'in okul kütüphanesinde bulabildiğim tüm kitaplarını yutmuştum, Tom Sawyer olup ağaçlardan sal yapıp evden kaçma hayalleri kuruyordum. Baba Cabret'nin dediği gibiydi sinema benim için, "gündüz vakti düş görmek" gibi. Kitapları okurken hayal ederdiniz evet, gözünüzün önünde görebilirdiniz yeşim rengi şehirdeki Oz büyücüsünü. Ama sinema bambaşka, anlatılması çok zor bir kapı aralamıştı. Hayal ettiğiniz herşey, kanlı canlı karşınızda ayağa dikiliyordu. Orada, o perdede olmadığınız, olamadığınız herşey olabiliyordunuz. Mutlu birşey düşünüp, var olmayan ülkeye uçabiliyordunuz, long john silver'dan kaçıp hazine adası'na saklanabiliyordunuz. Bir bakmışsınız 1800'lerin Londra'sında Karındeşen Jack'i bulmaya çalışan bir dedektiften, bir bakmışsınız 2015'e gidip uçan kaykaya biniyordunuz. Sinemada herşey mümkündü, herşey olabilirdi ve herşey bu dünyadakinden bin kat daha güzeldi, daha iyiydi, daha olağanüstüydü.
Scorsese de tüm bunları hatırlatmaya çalışıyor Brian Selznick'in yazdığı müthiş satırlardan ilhamla. Sinema neydi? Bizim için neyi ifade ediyordu? Hepimizin bu büyüye kapıldığı bir zaman vardı, hepimizin ilk sinema filmimizi yaşadığımız o en müthiş deneyim hep bizimle olacaktı. Sinema bir büyüydü, sihirbazların elinden çıkan en güzel sihir numarasıydı.
Hatırlamalıydık ve bu büyüye sahip olduğumuz için mutlu olmalıydık. Neden yalnız kaldığını ve bu dünyadaki amacını anlamaya çalışan Hugo gibi biz de "tüm bu dünya kocaman, çalışan, işleyen bir makinaysa bir yedek parça " olamazdık, olmamalıydık, bir yerimiz, makinanın işlemeye devam etmesini sağlayacak bir görevimiz olmalıydı. Kim bilir  sinema belki de bu amacı anlamamızı sağlıyordu, hayal kurmamızı, ne istediğimizi görmemizi sağlıyordu.
Sinemayı sevmeyen insanları anlamıyorum ben bu yüzden. Oturup o koltuklarda, o inanılmaz hayallere dalamayan insanlara üzülüyorum. Rüya göremiyorlar onlar çünkü, hayal kuramıyorlar. Çok fazla film izliyorsun diyorlar sonra da bana, olsun. Onlar bu gri dünyada amaçsızca gezinirken ben, milyonlarca rüya görüyorum her gün, milyonlarca dünyada yaşıyorum.
O yüzden siz de benim gibi diğerlerini boşverin, hayallerinize tutunun sımsıkı. Georges Baba'nın açtığı perdeye bakalım. Onun da dediği gibi "Come dream with us...".
(Welcome To The Invention of Hugo Cabret )

5 Aralık 2011 Pazartesi

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Altın Saçlı Lorelei'in Öldüren Melodisi

Uzun zamandır Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta yapamadım. Malumunuz, hayatım en salakça dönemeçlerinden birini yaşıyor. O yüzden dedim madem rastladım böyle birşeye, bu haftanın konusu da bu olsun.
Bu sefer o harikulade Yunan mitoslarından bir miktar sıyrılıp, kuzeye, Almanya'ya doğru gidiyoruz. Hatta yine Yunan mitolojisinden farklı olarak bu hikaye, başından beri mitoloji sayılabilecek bir durumda olmayan bir hikaye. 19.yy.da önce bir yazarın, ardından da bir şairin oluşturduğu bir hikaye ve bu hikayenin kahramanının yıllar içinde giderek efsaneleşmesi ve yaratıldığı zamandan çok daha öncesine atfedilmesinden ortaya çıkmış bir "efsane".
Efenim, bugünkü Orta Avrupa'da akmakta olan Ren Nehri'nin Almanya sınırları içindeki doğu kenarında, nehrin en dar olduğu geçit yerinde bir kaya yükselmekteymiş (gitmedim görmedim bilemem). Vakti zamanında güzeller güzeli bir genç kız olan Lore Lay, aşık olduğu adam tarafından kandırılıp ihanete uğrayınca o kadar üzülmüş, o kadar sinirlenmiş ki erkekleri büyüleyip, öldürmeye başlamış. Bunun üzerine yakalanmış, cezası verilmiş. Ancak onu öldürmeye kıyamayan rahip, yanına üç tane yiğit şövalye verip bir manastıra göndermiş. Cezasını orda çekiversin diye. Yolda giderlerken zavallı bahtsız Lore Lay, nehrin o kısmında durup, kayanın üzerine çıkıp, manastıra kapanmadan evvel son bir kez Ren Nehri'ni doya doya izlemek istemiş. Şövalyeler yiğit ya, peki demişler. Kayanın üzerinde manzaraya dalan Lore Lay ne olduysa olmuş, kayadan nehrin serin sularına düşmüş. Bundan sonra da bahtsız güzel Lore Lay'in adını alan kayanın önünden geçenler hep onun mırıltılarını duymuşlar. Ama buradan geçenler erkekse zaman zaman Lore Lay'in altın sarısı saçlarını kayanın üzerinde görüp, melodisini takip ederken güzelliğinden büyülenip nehrin orasında hep kaza yapıp, ölmüşler.
Tüm bu hikayenin nedeniyse 1801'de Alman yazar Clemens Brentano'nun kitabında yazdığı bir şiirdeki olay ile burdan yola çıkıp Alman şair Heinrich Heine'nin 1824'te "Die Lorelei" ismindeki şiirini yazması. Brentano, sevgilisi tarafından ihanete uğrayıp, kayalardan düşen kızın hikayesinden bahsetmiş. Heine de o genç kızı, altın saçlı Lore Lay olarak, denizcileri lanetleyen bir güzele çevirmiş. Ardından besteciler şiire benim de bu hikayeyi öğrenmeme sebep olan melodileri bestelemişler.
Eskiden, yani şiirlerin yazıldığı dönemde, ordaki o kayadan mırıltılar gelmekteymiş. Zaten tüm olayın çıkış noktası da bu. Kayanın iç tarafında eskiden var olan bir şelaleden ve nehrin orasındaki sert akıntıdan dolayı kayalardan mırıltıya benzer sesler yükseliyormuş. Tabi artık etraf ev falan filan dolduğundan duyulmuyormuş bu ses de, onların yalancısıyım.
Heine'nin ünlü şiirinin İngilizce - A.Z.Foreman -  çevirisi şöyle :
"I know not if there is a reason Why I am so sad at heart. A legend of bygone ages Haunts me and will not depart. The air is cool under nightfall. The calm Rhine courses its way. The peak of the mountain is sparkling With evening's final ray. The fairest of maidens is sitting Unwittingly wondrous up there, Her golden jewels are shining, She's combing her golden hair. The comb she holds is golden, She sings a song as well Whose melody binds an enthralling And overpowering spell. In his little boat, the boatman Is seized with a savage woe, He'd rather look up at the mountain Than down at the rocks below. I think that the waves will devour The boatman and boat as one; And this by her song's sheer power Fair Lorelei has done."
Peki ben nerden geldim altın saçlı Lorelei'in hikayesine derseniz, ben de size The Secret Circle'in o büyüleyen, sersemleten, gene yine hep dinlenesi jenerik müziğini - Lorelei'in altın saçlarına ve büyüleme özelliğine sahip Cassie Blake'in melodisini gösteririm :
Yepyeni bir Dehşetengiz Mitosla daha - umarım daha kısa bir aradan sonra - görüşmek üzere efenim.

2 Aralık 2011 Cuma

Hell is just a parade


  • Evet çok kötüyüm. Bir süredir de, uzunca bir süredir de gözlerime film falan değmedi. Geçen hafta mı ne Breaking Dawn'a gittim tamam ama o sayılmaz ki değil mi? Şu lanet işe başladığımdan beri doğru düzgün ne oturup film izleyebildim ne de başka birşey. Çıldırmama, ellerim titreyerek, ağzımdan salyalar saça saça dolanmama ramak kaldı.
  • Bu "Hunger Games"i nerden merak ettim bilmiyorum. Hay görmez olaydım. İlk kitabı gelecek filminin haberleri etkisinde bir fikrim olsun diye bir günde oturup, 6 saat içinde şöyle bir e-booktan halletmiştim. Sonra geçen gün kütüphaneye uğradığımda, kütüphaneci kadın büyük bir hevesle elime tutuşturunca iyi dedim, devam edeyim. Zaten altı üstü iki kitap daha. "Ateşi Yakalamak"ı okudum bu yüzden, Sefiller'i bir kenara koyup. Hiç mutlu olmadım. Bu Açlık Oyunları serisi okurken rahatsız ediyor beni. Hiç de güzel bir dünya değil. Sefiller bile daha iyiydi ya. Süperdi hatta. Sinirim daha da bozuldu yani.
  • Durup dururken aklıma Cüneyt geldi. Benim gibi bahtsız olan o zavallı yaş grubu bilir. İpek Ongun zamanında Bir Genç Kızın Defteri başlığı altında bizlere çok büyük fenalık yapmıştı. Hah, ordaki Cüneyt işte. Ne saçmalıktı. Niyeyse okurken bile aklımda hep böyle pasparlak keli olan bir Cüneyt belirirdi Serra anlatırken. Halbuki ergendi çocuk o vakitler.
  • Oturup Blue October'ın son albümünü dinledimdi. Daha da kötü hissettim. Böyle sanki bir süredir son gaz kavga eden, anlaşamayan ve boşanmaya çalışan bir çiftin arasında kalmışım da hırpalanıyormuşum gibiydi tüm albüm boyunca. İçim daraldı, yeter artık be adam diye bağırasım geldi. İşte belki bir "Follow Through" ile "The Money Tree" biraz iyiydi ama sanırım hiçbir zaman başka bir "Sound of Pulling Heaven Down" bulamayacağım.
  • Babam en son azarlama-bağırma-yakınma seansında ısrarla "Sonuçta sen hala daha alacakaranlık hikayeleri" izleyen bir insansın." cümlesini tekrar edip durdu. Normalde her bağırılan genç insan gibi sinirlenmem ya da ne bileyim ağlamam gerekiyordu ama ben durup, sadece düşünüyordum bu adam benim twilight zone izlediğimi de nerden çıkarmış böyle diye. Haa herhalde şu en son gittiğimi gördüğü Breaking Dawn'ı diyor dedim sonra içimden. Ama onun nasıl birşey olduğunu nerden bilecekti ki? Oturup, sırf filme gittim diye gazetedeki incelemeyi falan mı okudu dedim. Hayır tüm bu soruları geçtim, twilight izlememle şu an içinde bulunduğum durumun ne bağlantısı var onu çözemedim. Ona bakarsan hala Azkaban Tutsağı'na sarılarak uyuyorum baba. Ya da ağlayacak gibi olduğumda açıp Peter Pan'ın sayfalarını kokluyorum. En sevdiğim film de Bend It Like Beckham hala, tıpkı Atlantis'in varlığına inandığım gibi. Evet baba haklıymışsın, çok alakası varmış.
  • Kadın aklının çalışma mantığı her geçen zaman daha da şaşırtıyor beni. Kendimi soyutlamadan söylüyorum bunu. Öyleyiz. Misal tek bir şeyden başka birkaç şeye dalıp, ordan ulaştığımız şey hakkında acayip teoriler geliştirebiliyoruz. En ufak detaya, bir harfin üzerindeki en küçük bir noktaya bile takılıp sayısız anlam çıkarabiliyoruz. Birşeye ulaşamayınca bırakıp, aylar sonra geri açabiliyoruz. Açtığımızda da önceki teorilerimizi allak bullak eden birşeyle karşılaşabiliyoruz. Oturup 4 kişi bir bilgisayarın başında, muhtemelen hiç birimizden haberi bile olmayan başka bir kızın ismini googleda ısrarla arayıp, tarayabiliyoruz. Neye ulaşacağımızı veya ulaşmayı beklediğimizi, istediğimizi bilmeden bu mu bu mu şu mu öyle mi ki diye aranıp durabiliyoruz. Hiçbir şeye ulaşamasak da sonradan, gecenin böyle bir vaktinde aklımıza gelebiliyor bu durum. Ne gereği varsa.
  • Desmond brother'ın Constant'ını hatırlayan var mı? Onca senelik Lost ızdırabında hala aklımdan çıkmayan tek bölümdür mesela. Ara ara hatırlarım, dururum. Desmond'ın o karmakarışık zaman tünelinde aklını yerinde tutmasını sağlayan şey sabitiydi, Penelope'siydi, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın hep aklında olan. İnsan tüm belleğini, benliğini, algısını kaybedecek hale geldiğinde hepsini bir arada tutmasını sağlayan bir sabiti olmalıydı. Desmond'a kendisinin kim olduğunu hatırlatan, kendi benliğine tutunabilmesini sağlayan Penelope'ye duyduğu aşktı, onu düşündüğünde zaman veya mekanı takmadan hissettiği şeydi. Herkesin kim olduğunu hatırlamasına yardım edecek bir sabite ihtiyacı var. Yoksa dönüp duruyorsunuz zamanın boyutlarında.
  • Bu katışıksız mutsuzluğuma ilaç olabilecek birşey bekliyorum. Ocakta birşey belli olacak. Eğer olumlu olursa bu nefret ettiğim, tiksindiğim şeyden tamı tamına 128 iş günü sonra kurtulabileceğim. Daha doğrusu A planım bu. Ocakta o şey olacak, ben biraz daha dayanacağım, parayı biriktirip borcu ödeyeceğim ve haziran başında-ortasında kurtulup, kendimi temmuz-ağustos-eylül için hayatım boyunca gerçekleştirmek istediğim birşeyi gerçekleştirmenin zevkini yaşamak amacıyla sıcak mı sıcak, taş dolu mu dolu bir yere taşıyacağım. Yani umarım ocaktaki o listede adım olur. Sonrasını düşünmüyorum şimdilik. Bir kereliğine, sadece bu seferliğine sonrasını düşünmeyeceğim.

25 Kasım 2011 Cuma

i don't have a choise but i'd still choose you

Şimdi ben böyle bu ara çok mutsuzum ya, mutsuzluktan da öte çok saçmasapan bir dönemindeyim ya hayatımın, hiçbir şey yapmıyormuşum gibi görünüyor olabilir. Yalandır, aldatıcı bir görünüştür. Sadece onları değil de, kafamda dönenleri anlatasım geliyor sadece, sebep o. Yoksa Kralların Çarpışması bitti koca koca iki cilt, Jan Valjan'lı maceralara da devam ettim arada. Life's Too Short başladı onca zamandır Warvick Davis anlata anlata bitiremiyorken. İyi de gidiyor şimdilik, ilk bölümünde Liam ustam vardı, ikincisinde de Johnny. Northern Exposure'un ikinci sezonu ve My So-Called Life'da da çaprazlama ilerliyorum tabi (torrentin izin verdiği ölçüde.). Senelik Twilight görevimi de yerine getirdim, aksatmadım. Gittim güzel güzel en ergen ruh halimi bürünüp, hemen vizyona girdiği günün akşamı izledim, bol bol güldüm, kıkırdadım, kan tuttu vs. İzliyorum yani anlayacağınız, okuyorum da.
Ama dinliyorum da bir yandan. Herşey için çimdik kadar vaktim kaldığından yapabildiğim en doğal gelişen aktivite müzik dinlemek oluyor haliyle. Yolda, orda burda. Havalar İskandinavya'ya bu denli özenmişken, etraf senkronize olarak burnunu çekip öksüren insanlarla dolduğundan bayılıyorum da zaten kulağımı tıkayabilecek şeylere şu ara.
Dün akşam şeyi keşfettim mesela. Tam üşümekten artık yere bile bastığımı hissedemez hale gelmiştim ki kulağımdaki playlistte birden Paolo'nun (Nutini) sesi belirdi. Bir süredir dinlememiş olduğumu fark ettim. Dahası o kadar Dirty Dancing soundtrack'i şarkıları bile yapamamışken, ısıttı beni. Paolo'nun sesini duyunca böyle sıcak bir esti içimde. Memnunum kendisinden.
Ve de ne kadar özlemişim. "Grant my last request and just let me hold you, dont shrug your shoulders, lay down beside me" diyordu mesela bugün Paolo. "I'm no wiser than the fool that i was before." demesi de ilginç geldi sonra. O kadar da duydum halbuki. Her seferinde de bir önceki seferinden daha da fazla hak verdim üstelik. Daha da ilginci Paolo'nun sesine Joy ve John Paul'ünkiler de eklendi bir süre sonra. "You only know what i want you to, i know everything you don't want me to" diyordu onlar da. Bilmemi beklemediğin şeyleri de biliyorum, görüyorum, ama zaten önemsememi de beklediğini zannetmiyorum dedim ben de içimden. Alakasız şeyler aklıma geldi. Tıpkı duşta Xanaduuuu diye aklımda şarkının dolanması gibiydi.
Hiçbir konuda, hayatımın hiçbir alanında bu "mücadelenin", kararsızlıkların, çelişkilerin bitmeyeceğine karar verdim sonunda. Bitmiyor yani. Oldu, olmadı, öyleydi, böyleydi, miydi, acaba mı ki?
Sanırım benim asla gerçek anlamda bir cevaba sahip olmam gerekmiyormuş.
"your mouth is poison, your mouth is wine..."

23 Kasım 2011 Çarşamba

“Do not lose hold of your dreams or aspirations. For if you do, you may still exist but you have ceased to live.”

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...