6 Kasım 2011 Pazar

Bayramlık : Saygıdeğer Homo Sapiens Sapiens

İnsanlar paleolitik dönemden beri, yani nerdeyse M.Ö.400.000'den beri, inandıkları belli güçler uğruna kurban ritüeli gerçekleştiriyor. Bir canlının kanının akıtılmasıyla, inandıkları varlıkla bir çeşit anlaşma yapmış olduklarına inanıyorlardı en başlarda tabi.
Musevilerin kutsal kitabı Tanah'a (Hristiyanların Eski Ahit dedikleri İncil kısmı) göre, İbrahim'in (Avraam) eşi Sara'dan bir çocuğu olmuyordu ve İbrahim Sara'dan bir çocuğu olması durumunda bunu Tanrı'ya Kurban olarak adadı. Tanrı, "İshak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git" dedi, "Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.", 8-9-10-11-12-13: İbrahim, "Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak" dedi. İkisi birlikte yürümeye devam ettiler. Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı.Ama RAB'bin meleği göklerden, "İbrahim, İbrahim!" diye seslendi. İbrahim, "İşte buradayım!" diye karşılık verdi. Melek, "Çocuğa dokunma" dedi, "Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin." İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu." deniyor. İslamiyet'e göreyse, İbrahim Peygamber çocuğu olmaması nedeni ile Allah'a yalvarır, dua eder. Kendisinin ve eşinin yaşlı olduğu bir zamanda mucizevi bir şekilde oğlu olur. Çocuk biraz büyüdüğünde, İbrahim Peygamber rüyasında onu kurban etmesi gerektiğini görür. Oğluna "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” der. Peygamberlerin rüyaları normal insanların rüyalarından farklı olduğundan bu bir emir olarak kabul edilmiş ve İbrahim peygamber oğlunu kurban etmeye götürmüştür. Ancak Allah'ın emriyle bıçak çocuğu kesmez. Bu esnada Cebrail kucağında bir koç ile gelir. (Kaynağımız Vikipedi)
Kurban sözcüğü, "Korban" olarak İbranice'de yakınlaşmak demekmiş. Arapça'da ise "Kurb" kökü yakınlık anlamındaymış. (Bunları da National Geographic'in bu ayki sayısının "Kurban : Trajediden Kutsala" makalesinden öğreniyoruz.) Yani İslamiyet'e göre asıl amaç, yılda bir kere de olsa sosyal bir davranış gerçekleştirip, hem tanıdıklarımızla akrabalarımızla bir araya gelip güzel bir yiyecek ihtiyacımızı karşılamak hem de fakirlere, yiyecek bulamayanlara gereken ilgiyi göstermiş olmak.
Bu 2010'daki manzara
Ama her ne hikmetse her sene bu amacın gerçekleştirilmesi konusunda insanlar gittikçe daha saçma davranışlarda bulunmaya devam ediyorlar. Her yol belediyeler özellikle düzgünce temizce hallolsun bu iş diye özel kesim yerleri vs.ayarlıyor, insanlar da özellikle tutup ortalıkta kesmeye, biçmeye, ateş yakmaya devam ediyorlar. Evet ateş. Bildiğiniz, sitelerin koca koca apartmanların ortasında boş buldukları herhangi bir toprak parçasına (ve kesinlikle kendilerine ait olmayan) kurulup, işkence ederek hayvanları kesiyor, açıkta kanları saça saça parçalayıp, naylon torbaların üzerine yayıyorlar etlerini. Ardından da teyzeler, çocuklar toplaşıyor ve ateş yakıveriyorlar hemen oracıkta. Tüketmeye uğraşıyorlar etleri. Her yer kokuyor, her yer kan içinde. Öğlene kadar manzara buyken, öğleden sonra aynı toprak parçasına köpekler ve kuşlar üşüşüyor. Ve bu, her sene böyle devam ediyor.
Bu da 2011'deki manzara (hiçbir şey değişmemiş, hatta artmış halde)
Yeni bir yüzyıla girseniz de, ceplerinize dünyanın en uzak köşesiyle haberleşebildiğiniz bilgisayarları da soksanız, kafanız, mantığınız aynı. İnsanoğlu Homo habilis'ten uğraşıp, gelişip Homo sapiens sapiens'e doğru yol katetti ama 120 bin yıldır o sapiens'ten bir "insan" olmayı beceremedi. Karşı çıkıyorlar ya resmen gelişmeye, kafalarını geliştirmeye. İnanılır gibi  değil. Neolitik devrimde hangi aşamaya geçmişlerse aynen o aşamada kalmakta ve dahası o yaşam biçimini, apartmanlarına, bilgisayarlı döşeli ortamlarına taşımakta da ısrar ediyorlar.
Ne diyeyim, sonuçta bayram bu. Hepimizin bayramı mübarek olsun.
Ve değişiklik olsun madem, Çaykovski'nin en güzellerinden Fındıkkıran'ın bir bölümüyle bayramın keyfini çıkarmaya çalışalım :

3 Kasım 2011 Perşembe

Çelişkilerden ibaret bir gerçek

"Becoming Jane"in son kısımlarında bir sahne vardır. Tom ile Jane mutluluktan gözleri dönmüş genç aşıklar olarak sonunda kaçmaya karar vermişlerdir. Sabahın erken bir vakti posta arabasına atlamış, hızla hayalini kurdukları geleceğe doğru yol almaktadırlar. Bir yerde posta arabasının tekeri yola saplanır ve yolcular arabayı çıkartıp, yola devam etmek üzere iner, yardım ederler. Tom paltosunu yolun kenarında bekleyen Jane'e emanet edip, yardıma koşar. Paltodan yere bir mektup düşer, Tom uzaklaşırken. Jane merağına engel olamayarak açıp,okur. Tom'un Limerick'teki yoksul ailesinden gelmektedir mektup. En son yolladığı para için teşekkür etmektedirler. Bunları okuyan Jane'in aşkla bulanmış aklı birden tüm gerçeği kavrayıverir. Zengin yargıç dayısının okuttuğu Tom, ailesine dayısından gizli gizli para göndermek için esasında kendine serseri bir hayat yaşıyormuş da parasını çarçur ediyormuş imajı yaratmıştır. Dayısı öğrenirse ailesine gönderdiğini, parayı vermez diye, kendini zevk ve sefa içinde dağıtıyor gibi göstermektedir. Kalabalık ve de çok yoksul olan ailesinin tek umudu odur, okurken de onlara o bakmaktadır bir şekilde, okuyup para kazanmaya başlayınca da o bakacaktır. Jane ise çeyiz olarak yanında sadece kendi yoksulluğunu götürdüğünü görür okuyunca mektubu. Mola verdikleri noktada, şöyle bir konuşma gerçekleşir :


-Limerick'te kaç kardeşin var, Tom?
-Yeterince, neden sordun?
-Kardeşlerinin adları ne? Onlar...Kime bel bağlamış durumdalar? Şanına leke düştü! Müsriflik ve hovardalığın aslında çok yararlı bir numaraymış.
-Para kazanabilirim.
- Yeterli olmaz.
-Yükselebilirim.
-Yüksek mahkeme hakimi düşmanın, karın da beş parasızken mi? Tanrı bilir, kaç ağız senden nafaka bekliyor! Bir tanem, canım arkadaşım, batacaksın ve hepimiz seninle beraber batacağız.
- Başara...Hayır, yapma Jane! Senden asla vazgeçmem!
- Tom...
- Ne konuş, ne de düşün! Sadece beni sev. Beni seviyor musun?
-Evet! Ama aşkımız ailene zarar verecek olursa, kendine de zarar verecektir.
- Hayır!
-Evet! Suç, pişmanlık ve sorumlu tutma, zaman içinde, aşkımızı bayağı bir hale getirecektir.
-Saçmalık bu!
-Gerçek bu! Çelişkilerden ibaret bir gerçek! Ama bu gerçeği gülümseyerek karşılamalıyız. Yoksa, sahte bir şeyleri paylaşıp, birbirimizi hiç sevmemiş olduğumuzu kabul edeceğim.
-Lütfen!
-Hoşçakal!

Kalkıp, yürüyüp giderken Jane, geride bıraktığı Tom'un kalbinden daha da fazla çiğnemiştir aslında kendi kalbini. O "Hoşçakal"ın ona nelere mal olduğunu, "Lütfen" diye karşısında parçalanan Tom'un o son bakışına dayanabilerek, hoşçakal diyebilmenin nasıl birşey olduğunu anlamaya başlıyorum şu an. Kötü. Çok kötü bir duygu. İnsanın içini acıtıyor. Ciğerlerinizden tüm nefesinizi yavaş yavaş çekiyorlarmış gibi. Kemiklerinizden taşlarla etlerinizi sıyırıyorlarmış gibi. Bu kadar acı çekerken kalkıp, gidebilmenin güçlülük olduğunu düşünür değil mi insan? Emin değilim artık. Acı çekmeye karar vermek zayıflıktır belki. O kararı almak zayıflıktır belki. Bir çelişkiye, karşılaştığımız bir zorluğa "gerçek" demek, işin kolayına kaçmaktır belki.


"Affection is desirable. Money is absolutely indispensable!"

you wait in vain

"Everything is more complicated than you think. You only see a tenth of what is true. There are a million little strings attached to every choice you make; you can destroy your life every time you choose. But maybe you won't know for twenty years. And you may never ever trace it to its source. And you only get one chance to play it out. Just try and figure out your own divorce. And they say there is no fate, but there is: it's what you create. And even though the world goes on for eons and eons, you are only here for a fraction of a fraction of a second. Most of your time is spent being dead or not yet born. But while alive, you wait in vain, wasting years, for a phone call or a letter or a look from someone or something to make it all right. And it never comes or it seems to but it doesn't really. And so you spend your time in vague regret or vaguer hope that something good will come along. Something to make you feel connected, something to make you feel whole, something to make you feel loved. And the truth is I feel so angry, and the truth is I feel so fucking sad, and the truth is I've felt so fucking hurt for so fucking long and for just as long I've been pretending I'm OK, just to get along, just for, I don't know why, maybe because no one wants to hear about my misery, because they have their own. Well, fuck everybody. Amen."

2 Kasım 2011 Çarşamba

Berusaiyu No Bara (The Rose of Versailles)

Ben küçükken (siz de küçükken) TRT1'de ve Show Tv'de ömrümüz boyunca unutamayacağımız çizgi filmler yayınlanırdı. Trt bunları genelde sersefil ederdi ama olsun. Şeker Kız Candy'nin ve (travmatik) Georgie'nin ve hatta Sailor Moon'un olduğu dönemde rastladığım bir çizgi filmdi Lady Oscar. Yani hatırladığım kadarıyla bizde bu isimle gösterilmişti. Yayın saatini pek tutturamazdım gerçi, arada böyle birbiriyle bağlantısı olmayan bölümlerin ortasına falan denk gelirdim. Zaten hepi topu yarım saat bile sürmeyen kuş kadar bir çizgi filmin o yakaladığım geriye kalan kısmında bile hipnotize olmuşçasına ekrana kilitlenirdim. Evet farklıydı farklı olmasına ama, o dönemde zaten hepsi başlı başına birer farklılık abidesiydi. Lady Oscar'da beni kitleyen şey, tarihti belki daha çok. Kılıçlardı, Fransız İhtilali ve devrimiydi hatta.
Esas adı Japonca "Berusaiyu No Bara", İngilizce'ye de aynen çevrildiği haliyle "The Rose of Versailles" yani bize göre Versay'ın Gülü, Riyoko Ikeda'nın yarattığı bir shojo manga (o da mı ne? okuyun o halde : Shojo). Önce 1973'te bir dergide yayınlanmış, sonra 1983'te bir yayın serisi daha yapılmış. Ikeda'nın amacı esasında Marie Antoinette hakkında ve haliyle onun yaşam hikayesini anlatan bir manga yapmakmış ama yan karakter olarak yazdığı Oscar François de Jarjayes o kadar sevilmiş, okuyucular tarafından öyle tutulmuş ki, bir süre sonra ana karakterin o olduğu bir hale dönüşmüş manga.
andre ve fersen'in ortasında Oscar
Ekim 1979'dan eylül 1980'e kadar 41 bölüm halinde yayınlanan çizgi film hali ise işte benim büyük olasılıkla 1997-2000 arasında rastlamış olabileceğim Lady Oscar. Hikayesi öylesine büyüleyici ve olay örgüsü o kadar iyi dokunmuş bir çizgi film ki, karakterlerin tarihin bir döneminde hakikaten de orada olduklarından emin oluyorsunuz izlerken (ki bazıları, çoğu, hayali.söylememe gerek var mı ki). Çizimleri her bir karakteri ergenliğinden alıp, 30'lu yaşlarına götürüyor adım adım. Ciddi anlamda gerçekçi bu çizimler. Abartmıyorum ya da sevgimden hayal görmüyorum. Hakikaten, ekranda nerdeyse kanlı canlı insanlar haline geliyor o çizgiler. Öylesine belli ediyor çünkü düşüncelerini, hissettiklerini. Öyle Candy her utandığında kafasının üstünde bir su damlası belirmesi gibi değil yani.
Hikayenin geçtiği zaman 1700'lerin sonu. Son sürat ihtilale sürüklenmekte olan Fransa'nın kalbinde Paris'te bir asilin, kraliyet muhafızlarının komutanının evinde başlıyor her şey. Karısı doğum yapan komutan Jarjayes kaya sertliğinde bir adam. Bu doğumdan da beklediği, kendisinden sonra yerine geçmek üzere çakı gibi bir kraliyet muhafızı daha yetiştirmek üzere bir erkek çocuk. Ama bahtsız Oscar doğuyor erkek bir çocuğun yerine, güzeller güzeli bir kız olarak.
ilk ve tek "kadın" hali
Baba Jarjayes kararından dönmüyor, bir muhafız yetiştirecek. Bu yüzden Oscar'ı çocukluğundan itibaren bir erkek gibi yetiştiriyor özellikle. Hep erkek kıyafetleri giyiyor Oscar, dövüş-kılıç-at binme dersleri alıyor. Tam bir askeri disiplin içerisinde yetiştiriliyor. Kadınlığını düşünmüyor hiç, farkına varmıyor belki de. Tabi birlikte büyüdüğü, dadısının torunu, evlerinde hizmetçi olan yaşıtı Andre'nin ona her geçen gün delice aşık olduğunu da fark etmiyor bu sebeple.
Yaşı geldiğinde (yani hemen hemen 14-15 civarında), kraliyet muhafızlarına girmesini emrediyor babası. Bu sırada yaşlı kralın genç oğlu XVI.Louis'ye Avusturya'dan gelin alınıyor, Marie Antoinette. Oscar da onun özel muhafızı ve ayrıca kraliyet muhafızlarının başı rütbesine yükseltiliyor. Ama o vazgeçmek, bir kadın olmayı denemek istese de babası ona hiçbir şans bırakmıyor. Çaresiz Oscar, görevine veriyor kendisini.
Yıllarla birlikte bir yandan Marie ve Louis'nin büyümelerine, koca bir krallığın yükünü taşımak zorunda bırakılışlarına ve içten içe dibe sürüklenen Fransa'nın gidişatına tanık olurken; bir yandan da Oscar'ın felsefe tezleri ortaya çıkarabilecek yaşamını izliyoruz. Giymek zorunda bırakıldığı, ona biçilen üniformanın içinde debelenişi görüyoruz, Marie Antoinette'nin en yakın arkadaşı olarak geçirdiği zaman boyunca düşündüklerini görüyoruz. Bu alabildiğine dişi ve gençlik coşkusuyla dolu yaşıtının yanında üstündeki rol Oscar'ı daha da boğuyor.
yaktın bizi Fersen
Marie'nin ünlü aşklarından Hans Axel von Fersen, Oscar'ın da ilk aşkı oluyor. Bir yanda birbirini seven ama kavuşamayacak olan genç aşıklara yardım etmek durumda olan Oscar, bir yandan da kendi duygularıyla boğuşuyor (Bu arada ömrümde gördüğüm en manyak çizimlerden biridir o Fersen. Oscar'ınkinden sonra tabi.). Öte yandan kraliyet çevresinde yetişmiş ve yaşayan bir asil olarak, halkın nasıl bir halde olduğunu görebilmeye başlıyor. Katı monarşik düşünceyle yetişmiş aklı, yaşadıkları ve tecrübe ettikleri sayesinde yepyeni fikirler ediniyor, çok geniş ufuklar görüyor.
Söylenebilecek o kadar şey var ki bu olağanüstü çizgi film hakkında...Hakikaten izlemeniz ve görmeniz gerekli. İnternette rahatlıkla bölümlere ve indirme linklerine ulaşabiliyorsunuz. İyi niyetli paylaşımcı insanlar gayet güzel bir şekilde hazırlamışlar. Orijinal dilinin üzerine özenli çevirileriyle İngilizce veya Türkçe altyazılarla izleyebiliyorsunuz. Saçma sapan filmlerini de yapmış deli japonlar ama aldırmayın, onlar öyle takılır bir kenarda.
İnsanın resmen Versay'ın koridorlarında o iç acıtan jenerik müziğini (ki hakkında şöyle bilgi edinebilirsiniz http://samuselchen.livejournal.com/6181.html) çığırarak dolaşası geliyor. Ah Lady Oscar...



Jeneriğin uzun versiyonu-tam şarkısı bu. Ama bunun dışında, özellikle fanların hazırladıkları çok muazzam videolar var. Tavsiye ettiklerim : Tangled Up In You, The Rose Who Scattered In Beauty ve Vivo per Lei.

"GILGAMIŞ DESTANI - Ölmek İstemeyen Büyük İnsan"

Kazıcıların, ağır toprak kefenlerinden kurtardıkları ve hem yorgun güzelliklerinin cazibesine, hem de ilkel ihtişamlarının esinlendiği tatlı hayallere kapılarak sevdalandıkları şu sakatlanmış anıtlardan biridir Gılgamış Destanı.
(...)
Uzun bir şiir bu, Babil Ülkesi'nde, üç bin beş yüz yıl önce, Akkadca yazılmış : Sami dilinin bir kolu olan Akkadca, iki bin yılı aşkın bir zamandan beri konuşulmayan ölü bir dil, ama aynı dil ailesinden, daha yakın zamanda ortaya çıkmış diğer dillerle : İbranice, Aramca, Arapça'yla vb. akraba.
1914 doğumlu(2007'de de rahmetli olmuş, özellikle mezopotamya üzerine süper kitapları mevcut) bir Fransız Assurbilim profesörü olan Jean Bottéro kitabın Giriş kısmında böyle söylüyor ilk olarak. Elimde Yapı Kredi Yayınları'nın 2005'te yaptığı ilk baskısı var. Destanı Akkadca'dan çeviren ve açıklayan Jean Bottéro, onun Fransızca yazdıklarını ise Türkçe'ye çeviren Orhan Suda. Binyılları taş tabletler üzerinde aşıp, gelmiş destanın şimdiye kadar ele geçirilen kopyalarının tam metinleriyle birlikte Bottéro'nun açıklama ve yorumları 289 sayfa tutmuş. 300 sayfalık bir kitap evet ama bu kısa kitaplar daha zor okunur ve daha güç anlaşılır teorimi de kanıtlamaya katkıda bulundu bir yandan. Bilmiyorum belki kafam çok meşgulken ve yorgunken okumuş da olabilirim ama bana çok karmaşık geldi tüm anlatımlar, açıklamalar, versiyonlar, yorumlar.
Jean Bottero amca
Kitap destanın tam metnini (tabi söz konusu Gılgamış Destanı olunca bu tam metin olayı biraz sözde kalıyor) vermeden önce okuyucuyu en baştan Mezopotamya 101 dersine alıyor. Mezopotamya tarihine ve mitolojisine kısa bir bakış attırıp, destanın geçtiği döneme geliyor. Ardından destanın bilinen ve bulunan tüm versiyonlarından bahsediyor etraflıca, her bir versiyona dair teorileri ve gerçekleri ortaya koyuyor. En ince ayrıntısına kadar, çeviriyi nasıl okumamız gerektiğini ve kullandığı yöntemleri de anlattıktan sonra Ninova (Niniveh) Versiyonu olarak bilinen versiyon üzerinden destan metnini önümüze koyuyor. Destanı belli bir olay çizgisinden takip ederek okuduktan sonra işimiz bitmiyor tabi. Genel metne dahil edilemeyen, farklılıklar barındıran veya tekrarlara yer veren diğer tabletleri sırasıyla  Eski Versiyon'un Parçaları kısmında inceleme şansı buluyoruz. Bottéro en sonunda da sonsöz niyetine Bu Eserde...Söz Konusudur kısmında destanın düşündürdüklerini ve ona göre en büyük paradoksunu anlatıp, bitiriyor.
Ninova Versiyonu'nun anlattığı temel hikayeye göre, Gılgamış Uruk kentinin kralıymış. Destanı yazanların da ona ekledikleri üzere, daha yaşarken tanrısal özelliklerle bezeli olarak anlatılan oldukça görkemli bir kral bu Gılgamış. Ama bu özelliklerinin yanında, çok da maceraperest, devamlı savaş ve şöhret arayışında. Biraz fazla kafasına göre yaşamaya, her istediğini yapmaya ve halkını aşırılıklarıyla canından bezdirmeye başlamış. Bunun üzerine tanrılar ona denk olacak bir başka kahraman yaratıp, Gılgamış'ı dizginlemeye karar vermişler. Enkidu'yu yaratmışlar. Gılgamış'a denk güzellikte ve güçte olan Enkidu, ormanda hayvanlarla büyümüş ve yaşamış böylece (Bir tür Mowgli durumu kanımca). Ormandan ekmeğini çıkaran avcının biri, günün birinde Enkidu'dan dolayı korkup avlanamadığından, bir plan kurmuş (bir versiyona göre de tanrının birine yakarmış, planın detaylarını o söylemiş). Bir yosma götürüp Enkidu'ya, onunla birlikte olmasını sağlayacak ve böylece birlikte yaşadığı hayvanlar Enkidu'yu bir daha aralarına almayacakmış. Plan kusursuz işlemiş. Bir içim su olan yosmayı gören Enkidu kendinden bekleneni yapmış (bu aşamada destan metni hiç şaşmadan yedi gün yedi gece durumunu belirtmekte ısrar ediyor :p). Hayvan arkadaşları da. Yosma da onu kendisiyle birlikte Uruk'a gitmeye ikna etmiş. Yolda ufak bir çobanlarla konaklama, insan gibi yemek yemeyi falan öğrenme maceraları var ama kısaca geçiliyor. Uruk'ta Gılgamış'la karşılaşan Enkidu daha ahlaklı çıktığından olsa gerek, bu fevri kralın karşısına dikilmiş, ona engel olmuş. Önce dövüşen iki kahramanımız ardından ölümüne kanka olmaya karar vermişler.
böyle böyle şeylerin üstünden okuyup da
yazıyorlar bunları hep, düşünün artık ne eziyetler
İki kankanın bundan sonraki hedefleri ise tabiki maceraya girişmek olmuş. Sedir Ormanı'nın koruyucusu korkutucu yedi şimşekli Humbaba'yı öldürüp, en güzel sedirleri kesmeye gitmişler önce. Döndükten sonra Gılgamış'ın güzelliğine hayran kalan İştar ona evlenme teklif etmiş. Tanrıçayı (hem de aşk tanrıçasını) reddedince Gılgamış, İştar gökyüzü boğasını salmış kentine üstüne. İki kanka boğayı da haklayıp, boynuzlarından krem yapmışlar. Ancak bu arada Humbaba'yı öldürmelerine sinirlenen tanrılar Enkidu'yu hasta edip, ölüm döşeğine yatırmışlar. Günler geçtikçe eriyen Enkidu, sonunda öldüğünde Gılgamış sersefil olmuş. Kendini bozkırlara vurmuş. Bir gün gelip, kendisinin de böyle öleceği fikri çöreklenmiş üstüne. Ölümsüzlüğü aramaya çıkmış bunun üzerine. Tufandan sağ çıkan ve ölümsüz olan Utanapiştim'i aramaya gitmiş doğuya, dünyanın sonuna. Bedbaht olmuş yolculuğu sırasında. Önce tavernacı kadınla konuşmuş, vazgeçirmeye çalışmış kadın onu. Sonra Utanapiştim'in kayıkçısı Ursanabi'yle konuşmuş, o da vazgeç demiş. Ama Gılgamış, kararlıymış. Kankası gibi olmayacakmış. Sonunda ölümcül denizi de aşıp, Utanapiştim'le karısının yaşadığı yere gelmiş. İstemiş ondan ölümsüzlüğün sırrını. Utanapiştim anlatmış elinden geldiğince, olmayacağını böyle birşeyin. Zaten sahip olduklarıyla çok güzel bir hayatı olduğunu ve bunun zevkini çıkarmasını. Çaresiz geriye dönmekte olan Gılgamış'a ufak bir iyilik olarak ölümsüzlük olmasa da uzun bir yaşam ve gençlik veren bir bitkiyi tarif etmiş Utanapiştim. Denizin dibinden binbir güçlükle çıkardığı dikenli bitkiyi, bir kenara koyup, yıkanmaya gidince Gılgamış, yılanın biri çıkıp bitkiyi çalmış. Hemen oracıkta deri değiştirmiş yılan. Gılgamış oturup ağlamış. Haline yanmış. Sonunda Uruk'a geri döndüğündeyse, tüm bunları aşmış. Utanapiştim'in tüm söylediklerini anlamış düşününce. Halkına çok iyi davranıp, krallığının zevkini çıkarmış. Günü gelip de ölmesi gerektiğinde, tanrılar onu yanlarına almışlar. Ölümsüz bir tanrı olarak dağın tepesinde hüküm sürmeye başlamış.
Gerçekte ona katmış, onda arayıp bulmuş oldukları şey yaşama ve düşünme tarzlarının, kültürlerinin, arzularının, sorunlarının, yiğitliklerinin ve yeteneklerinin;  kısacası varlıklarını sarmalayan ve ona bir anlam veren her şeyin yansımasıydı. Oradan kaynaklanıyor gene de, kaderimizin büyük sorunları karşısında onlara özgü daha evrensel insancıl tepkiler : dostluk ve ölüm - "öteki"nin hayatımızı böylesine tamamen paylaşarak her birimize katabileceği şey ve ömrümüzün büyük dönemeçlerinde, onunla birlikte her şeyi terk etmenin hatta hala var olduğumuzu  hayal etsek bile, artık yaşamıyor olmanın kaçınılmaz ve zalim zorunluluğunu düşündüğümüzde bağrımıza çöreklenen bu umutsuzluk...
Gılgamış Destanı'nın bugün tüm değerini koruyor olması bundandır.
Demiş en sonunda Bottéro. 5000 yıl öncesinde de insan ölümsüzlüğü arıyordu ve aynı şeyleri hissediyordu bu  konuda. Rowling de aynı şeyi anlatmamış mıydı bizim yüzyılımızın destanlarından birinde diye düşünüyorum ben. Ölmemek için, insanın bu en büyük acizliği olduğunu düşündüğü şeyden kaçınabilmek için insan olmaktan çıkan bir kahramanın aslında içler acısı hikayesinin içinde, bize ölümü adım adım öğrenen, ve vakti geldiğinde onu sevdikleri için gururla, sabırla karşılayan kendi kahramanımızı armağan etmişti bize. 5000 yıl geçti, doğru. Ama insan hala ölümü anlamaya, kabul etmeye çalışıyor kendi destanlarıyla.
(Şu adresten de http://www.erkanince.com/gilgamis_destani.htm sanırım okuyabilirsiniz destanı.)

1 Kasım 2011 Salı

Kelepir Diş Perisi aranıyor.Bir de Kasım.

Kasım ayının benim için bir özelliği yok, hatta tamamen özelliksiz aylardan bir tanesi sanki. Hani içinde yeteri kadar özel gün, tatil falan filan olmayanlardan. Gerçi birkaç birşeyin bu aya denk geldiğine dair teorilerim mevcut geçmişte ama, kimbilir belki de ekimde ya da aralıkta olmuşlardı, geçmiş gün, bilemem ki.
Saçımı kestirdim. Arada böyle dönem dönem üzerime bir Peyton Sawyer çeşitlemesi çöker, onun yansıması. Yani bu dediğim, yeri gelir bir deri ceket, bir mini etekle kendini gösterir, yeri gelir cesurca gidilip perma yaptırılmak suretiyle kıvır kıvır ettirilen saçlar olarak ortaya çıkar. Ama muhakkak kıyısından köşesinden Peytonlaşma haline bürünülür. Bu sefer de şu sol yanda görmüş olduğunuz şekle sokma hevesiyle kendimi kuaförün buzlu camlı kapısından içeri attım. Tabi renk, bacak uzunluğu, gövde inceliği ve göz rengi gibi teferruatlar dışında, başardım bile sayılabilir. Öncesinde sağ yandaki gibiydi halim diyebilirim, tekrarlıyorum o da teferruatsızdı. En azından kuaförden, bolca spreylenmiş ve kırpılmış saçlarla çıktıktan sonraki birkaç saatliğine süren o anlamsız sevindiriklik halini yaşayabiliyorsunuz. Bu da birşeydir böyle sonbahar aylarında.
Bu ara deliler gibi şeylere takmış durumdayım. Bu "cottage"lar ve onların dekorasyonları, ne bileyim işte "cottage"ruhu gibi şeyler. Tamam ömrüm boyunca en beğendiğim ve belki de ciddi ciddi yaşayabilirim dediğim tek ev "The Holiday"deki o cottage ama bu kadarını da beklemiyordum kendimde. Özellikle bu Cynthia's Cottage Design ve Hooked On Houses yoluyla resmen saatlerimi ekrana bakarak geçiriyorum. Tuhaf.
Temmuzda Epsilon Taht Oyunları'nı çıkarmıştı ya, şimdi de Kralların Çarpışması iki kısım halinde raflara doluşmak üzere. Siparişimi verdim pazar günü, yarın öbür gün elimde olur herhalde. Bir de onun sevindirikliği var üstümde.
52.7 kilogramı gördüm dün dijital ekranında tartının. 24 senedir bu rakamları bu şekilde sıralanmış görmemiştim. Tuvalete mi gitsem bir dedim önce. Ya da dur dur birkaç saat sonra bir daha deneyeyim dedim sonra. Nasıl çalışıyorsa aklım, otururken kendi kendine koltuğa geçiverecek sanki kilolarım. Haliyle "inconvenient truth"u anladım sonunda. Bunu da başarmış oldum. Kendimle gurur duyuyorum.
Gördüğünüz gibi, hava gittikçe soğuyor etrafta ve bir ton şey oluyor belki dışarıda. Ama benim bu böyle gayet "kızsal" halim üstüme çöreklenmiş vaziyette. Saçımla başımla, üstümle dışımla uğraşıyorum, öyle şeyler düşünüyorum yani. Ekim ayını korku filmlerine ayırmıştım, kasımı bilim-kurgu ayı yapayım diyorum. 1959'dan Plan 9 From Outer Space ile başlayıp, 1960'tan The Time Machine ve 2005'ten The Hitchhiker's Guide To The Galaxy ile devam edip, 2007'den Next ile bitirmeyi planlıyorum. Korkunç Ekim'in son aşamasını tamamlayamadım farkındayım, The Devil's Rejects'i izlemedim. Kendimi ikna etmeye çabaladım, etmedim değil. Ama kendimi biliyorum, tanıyorum. Anlamsız ve çiğ bir kan dökme şovu olan bir Rob Zombie filmi izleyemezdim, izlemedim nihayetinde de. Elim gitmedi bir türlü. Ve memnunum House of Frankestein, Psycho ve Nightwatch'tan.
Bir de dişim sızlıyor. En kötüsü bu. Dişçiye gitmem gerek.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...