17 Ekim 2011 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi II : Psycho (1960)

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi'nin ilk kısmını 1944'ten "House of Frankenstein" ile yapmıştık. İkinci kısım için 16 yıl ilerliyoruz sinema zaman çizgisinde ve Alfred Hitchcock'un efsaneleşmiş yapıtı "Psycho"ya geliyoruz.
"It's only a movie."
Psycho, Robert Bloch'un aynı adlı kitabından Joseph Stefano tarafından senaryolaştırılmış. Hitchcock'un özellikle siyah beyaz çektiği filmin açılış jeneriği bir korku-gerilim filminin nasıl olması gerektiğini belirtir gibi adeta. Siyah beyaz yatay bantlar görünüp kaybolurken ekranda, aralarında beliren isimlere kitleniyoruz ister istemez. Çünkü arkadan öyle bir melodi geliyor ki kulaklarımıza daha film başlamadan teslim oluyoruz. (Sözkonusu Psycho Theme : http://youtu.be/pFHIZLvxJKY) Ardından ekranda tam yer-saat-mekan-tarih belirtilirken, kamera yavaşça havadan bir otel odasına yaklaşıyor ve Marion Crane ve Sam Loomis adlı iki sevgiliyle tanışıyoruz. Öğreniyoruz ki Sam karısından ayrılmış, çulsuzun teki. Bir hırdavatçı dükkanında yaşıyor ve çalışıyor. Marion ise bir emlakçıda yardımcı-sekreter gibi birşey.  Bir arada bir yaşam kurabilmeleri için gereken para o gün zengin bir müşterilerinin emlakçıya nakit 40 bin dolar getirmesiyle ortaya çıkmış oluyor.
Marion kaçak kadın modunda.
Parayı bankaya yatırmakla görevlendirilen Marion zarfı kaptığı gibi planı kuruyor, bavulunu toplayıp, arabasına atlıyor ve Sam'e doğru yola çıkıyor. Yolda polisle karşılaşıyor, arabasını değiştiriyor, polisi atlatmaya çalışıyor. Ve nihayet ismini gruplara bile vermiş olan Bates Motel'e düşüyor yolu çok yağmurlu bir gecede. Tepenin üstüne kurulu korkutucu evin gölgesinde 12 odalık bomboş bir motel burası. Norman Bates adındaki bir genç adam tarafından işletiliyor. İnce, uzun silüeti ve çocukça gülümsemesiyle Norman aslında ilk bakışta insanın kanının kaynadığı adamlardan. Büyük evde akli dengesi pek de yerinde olmayan yaşlı annesiyle yaşıyor.
Marion bir geceliğine orda kalmaya karar veriyor. Norman'ın getirdiği bir tepsiden birşeyler atıştırırken de muhabbet ediyorlar. Muhabbetin bazı yerlerinde Norman ani sinir, ani gülümseme gibi tepkiler gösteriyor. Marion'ın zaten kendi halinden dolayı sinirleri bozuk. Odasına çekiliyor, bu arada geriye dönüp, parayı iade etmeye karar veriyor. Bir duş alıp, yatacak.
Ve o meşhur duş sahnesi vuku buluyor. Eli bıçaklı katilin karanlık görüntüsüne, vücuda batmadığını gördüğümüz bıçağa ve çıplak kadının flulaştırılan görüntüsüne tanık olduktan sonra filmin diğer yarısı Özel Dedektif Milton Arbogast, Marion'ın kızkardeşi Lila ve Sam ile çıktığımız bir "aslında neler oldu" hikayesine dönüşüyor.
Hitchcock hayatım boyunca ciddi ciddi korktuğum tek filmin, Rebecca'nın, yönetmenidir hep söylerim. Bu yüzden Psycho'yu, hele ki bu kadar efsaneleşmiş bir sinema simgesini izlemeden önce önyargılarım ve korkularım vardı. Ya o kadar iyi değilse, ya ben anlamazsam, ya bana işlemezse? Daha da kötüsü ya sıkılırsam? Ki bunların hepsini tecrübe etmişliğim var, sözkonusu 1990'dan önceki filmler ve özellikle kült filmler olunca. Ama Psycho tüm korkularımı boşa çıkardı :p Tamam gene korkmadım ama gerildim, o gerginliği, "hayır dur oraya girme, yok dur oraya bakma" gerginliğini yaşadım. Neler olacağını tahmin edemedim, ters köşeye yattım tüm sonuçlarda. İşte bu yüzden de süperdi Psycho.
Bir de tuhaflığı vardı yalnız. Bu Norman Bates'i ekranda gördüğüm andan itibaren çok fena bir tanıyormuşum hissi, bir ailedenlik hissi, bir "ben bu insanı daha önce yaşadım" hissi çöreklendi üstüme. İçim ısındı sebepsiz, akrabamı görmüş gibi oldum film boyunca. Dedim ya tuhaf diye. Gerçi 50'ler sonu 60'lar başı elbise ve saç modası kadar tuhaf olamaz gene de. Hay yarabbim o ne öyle? Hayır 50'lerin o ince zevkine hayranımdır normalde, ya da 60'ların sonuna doğru ortaya çıkmaya başlayan o "çiçek çocuk" modası herşeyin üstündedir ama bu filmdeki gardırop seçimleri en az hikayenin kendisi kadar gerdi beni. Ve evet, bu kötü anlamda.
Bir de filmi izleyip, ekranı kapatıp, gidip duş almak nasıl bir lekeli aklın tezahürü, bilemedim. Anlayamadım kendimi.
Filmdeki sanat eseri Bates evi ve ona model olan 1925 tarihli Edward Hopper tablosu "House by The Railroad"
Daha fazlasını okumak isteyenler için : Psycho Film Facts
(Bir de böyle bir yer buldum yeni, iyiymiş, meraklısına : Best Horror Films)
(Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi I : House of Frankenstein (1944))

15 Ekim 2011 Cumartesi

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Polyphemus'u Kör Eden Odysseus ve Tanrıların Doğuşu

Geçen hafta anlatmıştım Dehşetengiz Mitoslara neden başladığımı (burda.). Bu haftaki mitoloji dersimiz çok fena doluydu. Bir yığın resim, kabartma, vazo, amfora, resim gördüm, inceledim, hikayelerini dinledim, okudum.
Hesiodos'un bronz başı
İlk önce Yunan şiirinin milattan önceki zamanlarındaki bir diğer ve çok önemli şairinin varlığından haberdar oldum : Hesiodos. Homeros'u bilirdim elbet, herkes gibi. Roma dönemindekilere de rast gelmişliğim vardı şairlerin, ama Hesiodos'la hiç karşılaşmamıştım. Ya da karşılaşmıştım da belki, kim olduğuna dikkat etmemiştim. Kendisi M.Ö.8.yy.da yaşamış. Anadolu'nun batı ve kuzeybatısına o zamanlar verilen isimlerden biri olan Aiolia'daki Kyme (İzmir-Aliağa'da bugün) şehrinden Boiotia'nın (ki burası da o zamanın kıta Yunanistan'ında merkezde bir bölge, Attika'nın hemen yanı) Askra şehrine göç etmiş. Babası Dios ticarette başarısız olunca, topraklarını iki oğlu Hesiodos ve Perses arasında paylaştırıp, herkes kendi yoluna demiş bir saatten sonra. Bu Perses bildiğiniz arıza kardeşmiş, Hesiodos da düzgün kardeş. Perses har vurup harman savurmuş elindeki avucundakini, borca düşmüş, mahkemelere taşınmış. Hesiodos da yardım etmiş vaktinde. Anladığım kadarıyla bu Hesiodos Antik Yunan edebiyatının biraz şey figürü, hani Homeros tüm o tanrıların, ölümsüz-ölümlü kahramanların destansılığını anlatırken, Hesiodos zenginleri ve sistemi yeren şeyler söylermiş nerdeyse. Hatta Azra Erhat da yazmış "konu edindiği dünya öyle başka bir dünyadır ki; iki ozanı (homeros-hesiodos) karşılaştıran bir yarışma olduysa gerçekten, Hesiodos'a bağımsızlık ve özgürlük ödülünü vermemek elden gelmez." diye. Çiftçilikte, ekip biçmekle, günlük işlerle ilgili şeyler anlatmış bol bol. Kendi de çobanlık yaparmış zaten. Çobanlık yaparken zaten şiir yazmaya başlamış. Zeus'un kızları Muse'ler (bizim tabirimizle ilham perileri) görünürmüş dağda Hesiodos'a, o da şiir yazarmış böylece. Elimize tastamam ulaşan iki eseri var, daha doğrusu onun olduğu düşünülen. Bir "Work and Days" diye eseri ki bahsettiğim üzere günlük işleri, çiftçiliği falan anlatıyor; bir de "Theogonie" yani adından da anlaşılacağı üzere - teoloji gibi yani - tanrıları anlatıyor.
"Doğrusu başlangıçta sonsuz uçurum (Kaos) vardı, sonra da Yer (Gaia) ve Aşk (Eros)...Gaia yıldızlı Gök'ü, Uranos'u doğurdu, kendisine eşit ve kendisini tamamen kaplayacak biçimde. Gaia' nın Uranos'la birlikteliğinden altı erkek yani Titan'lar altı kız yani Titanid'ler, tek gözlü Kikloplar (Cyclops tekili, Cyclopes çoğulu), yüz kollu Hekatonkheir'ler doğar. Bunlar öz babalarınca sevilmiyorlardı. Çocuklardan biri doğunca, Uranos onu Gaia'nın derinliklerine gömüyor ve huzur duyuyordu; oysa Gaia inildiyordu. Dolayısıyla Gaia bir kurnazlık tasarlar : Çocuklarını ayaklanmaya teşvik eder. Korku tümünü sarar. Bir tek Kronos annesine yardımcı olacağına söz verir. Annesinin yapımı bağcı bıçağıyla Kronos babasının cinsel organını keser ve denize atar. Ölümsüz tohumdan Afrodit doğar; bu ad köpükten doğmuş anlamındadır. Kronos, erkek ve kız kardeşlerini Gaia'nin derinliklerinden kurtarır. Uranos'un yarasının kanından Erinyalar ve Devler doğar."
Bir başka anlatımı da şöyle :
"Hesiodos’a göre başlangıçta yalnızca Khaos yani esneyen boşluk vardı. Sonsuz ve karmaşık Khaos bir gücülükten başka bir şey değildir, böyle olmakla kavranılamaz bir şeydir. Khaos’tan Nyks (Gece) ve Erebos (Yer altı ya da ölülerin bulunduğu dipsiz boşluk) oluşmuştur. Nyks, Khaos’un kızı, Erebos da oğludur, Nyks’den ve Erebos’tan Eros (Aşk) olmuştur, onun olmasıyla düzen ve güzellik karmaşanın yerini almıştır. Eros, Ether’i (Işık) ve Aitheros’u (Gün) oluşturmuştur. Bu arada “her şeyin sarsılmaz temeli” Gaia (Yer) ortaya çıkmıştır. Gaia da Uranos’u (Yıldızlı gök) oluşturmuştur. Daha sonra Gaia ve Uranos başta Okeanos olmak üzere pek çok varlığı oluşturmuşlardır, bu varlıkların başında Kyklops ve Titan’lar gelir. Gaia’yla Uranos’un çocukları Kronos ve Rea tanrıların başı Zeus’un ana-babasıdır. Kyklops denilen devler alnının ortasında iri bir gözü olan yaratıklardır. Dağlar kadar iri olan bu yaratıklardan sonra Titan’lar gelmiştir. Titan’lar da üstün güçleri olan varlıklardır, bunlardan tanrılar oluşmuştur." (Düşünce Tarihi, Afşar Timuçin)
Eleusis amforası, proto-attika işi,M.Ö.650. Eleusis Müzesi'nden.
Hesiodos'un da bahsettiği Gaia ile Uranos'un çocuklarından olan bir çeşidi de Kikloplar. En ünlüleri Poseidon ile bir Nymph olan Thoosa'nın çocuğu olan Polyphemus. Bizim Odysseus vakti zamanında Troia'daki savaştan dönerken, yolu bu kiklopun mağarasına düşmüş. Daha doğrusu kiklopların adası olarak bilinen adaya rast gelmiş gemisiyle ve adamlarıyla birlikte yiyecek ve içecek bulmak amacıyla keşfe çıkmış. Polyphemus'un mağarasındalarken, kiklop gelip mağaranın ağzını kocaman bir taşla kapamış ve Odysseus ile adamları içerde kalmış. Sonra her gün iki adamı yemeye başlamış Polyphemus. Bir gün bir koyununu aramaya çıkınca kiklop, Odysseus bir plan hazırlamış. Bir sopanın ucunu ateşte kızdırıp, bir kenara saklamışlar adamlarıyla. Polyphemus geri döndüğünde Polyphemus'a bir yemek hazırlamış ve Maron'dan aldığı şarabı ikram etmiş kiklopa. Polyphemus şarabı kana kana içmiş, yavaş yavaş uyuşup, uyuklamaya başlamış. Bu arada Odysseus'a ismini sormuş, o da "Hiçkimse (Nobody)" demiş (sanki Jim Jarmusch da Odyssey mi okumuş ne :p ). "Öyleyse bir dahaki öğüne seni yiyeceğim Hiçkimse" demiş Polyphemus da uykuya dalarken.
Atina siyah figürlü oinochoesi M.Ö.6.yy. Louvre Müzesi'nde şimdi.
O öyle dalınca, Odysseus da adamlarının yardımıyla kızgın sopayı tutup, kiklopun alnının ortasındaki tek gözüne sokuvermiş. Kör olan Polyphemus deliler gibi bağırıp, diğer kikloplardan yardım istemiş, "Hiçkimse beni kör etti!" diye. E tabi onlar da bu bizimle dalga mı geçiyor diye bakmamışlar haline. Ertesi sabah Odysseus yine o dahice fikirlerinden (hiç eksik olmaz o fikirleri zaten. Koskoca Troia yerle yeksan oldu senin yüzünden Odysseus mutlu musun şimdi ha? Deli oluyorum ben bu Ody'ye. Bir git, düşünme sen diyesim geliyor.) birini hayata geçirmiş. Kendini ve adamlarını, kiklopların koyunlarının altına bağlamış. Sabah da koyunlar otlatmaya çıkarılırken, Polyphemus özellikle sırtlarını yoklamış koyunların. Hani bu serseriler beni kör etti görmeyim diye, koyunlara binip gitmesinler gibisinden. Ama tabi hayvanların sırtında bulamayınca adamları, çıkartmış koyunları otlatmaya. Odysseus ve adamları kaçmayı başarıp, gemilerine atladıklarında Odysseus geriye bağırmış Polyphemus'a, "Ben hiçkimse değilim. Odysseus'um. Leartes'in oğlu, Ithaca kralı!" diye. O kadar zekice plan yap, kurtul, sonra ettiğine bak Ody. E adını öğrenen Polyphemus, babası Poseidon'a yakarmış tabi. Poseidon da deli olmuş Odysseus', eve dönüş yolunda fırtınanın belanın bini bir para olmuş Odysseus'a. Ama tabi kocaman bir destanın, Odyssey'in konusu.
Sperlonga Mağarası
Bu Polyphemus'un kör edilişi meselesine dair önemli bir heykel eser Sperlonga mağarası diye bir yerde bulunmuş. Sperlonga bugün İtalya'da Lazio'ya bağlı, Roma ile Napoli arasında bir sahil kasabası. Roma döneminde o zamanlar pek moda olan bir sahil kasabasında bir de dağlık yörede villa sahibi olma durumuna uygun düşerekten imparator Tiberius'un bir villası varmış. Villa kompleksi üç kısımdan oluşuyor; bir villanın kendisi odaları falan, bir de sahile yakın bir teras ile mağara. Mağara asıl anıt kısmını oluşturuyor. Girişin hemen arkasındaki bir kare tabanla iç mağara kısımlarından oluşuyor mağara da. Bu giriş kısmında dikdörtgen bir ada var, yemek odası olarak kullanılan. Burda durulduğunda iç kısımdaki heykellerin ve sanat eserlerinin görülebildiği şekilde yapılmış. Orda bulunan heykeller günümüzde Sperlonga Müzesi'nde görülebiliyor.
Odysseus ve adamları Polyphemus'u kör ederlerken, mağaradan bulunan heykel. Sperlonga Müzesi'nde.

14 Ekim 2011 Cuma

The Three Musketeers (2011)

Bu en son "The Three Musketeers" iki Resident Evil filmine imza atmış ve bir üçüncüsünü de hazırlamakta olan yönetmen Paul W.S.Anderson'ın üç silahşörler yorumu. 19.yy.ın ilk yarısında yaşamış olan Fransız yazar Alexandre Dumas'ın belki de en çok okunan ve sayısız kez uyarlanan macerası aynı zamanda. Dumas döneminin en sevilen yazarlarından biridir. 200 yıl sonra bile hala onun kurduğu olay örgüleriyle bezenmiş macera romanları, aksiyonun ve dramanın kralını sunmaya devam ediyor mesela.
Aynı adlı roman ilk kez 1844 yılında basılmış kitap olarak. 17.yy.ın başlarında Fransa'da, XIII.Louis'in silahşörlerinden olan Athos, Porthos ve Aramis'e D'Artagnan da katılınca, Milady de Winter'ın, Kardinal Richelieu ve Buckingham Dükü'nün de dahil olduğu macera dolu olaylar meydana geliyor. Sonrasında bir sürü sequel'i ve prequel'i de yazılan romanda en azından böyle. 2011 tarihli filmimizde de hemen hemen olay bu.
Film Avrupa haritasının üzerinde beliren ve zamanın halini açıklayan bilgilerle başladıktan sonra, bizim yüzyılımızı aratmayan ajan filmleri benzeri açılış sahneleriyle bize kahramanlarımız Athos, Aramis ve Porthos'u yazdığım sırada tanıtıyor. Ha tabi bir de Milady'yi. Gayet aksiyon ve komedi dozu yerinde başladıktan sonra, temiz birkaç sahneyle de ilave silahşörümüz D'Artagnan'ın köyünden Paris'e gelişini, Kardinal'in muhafızı Rochefort'u kendine düşman belleyişini falan izliyoruz. Kılıç dövüşleri, yoktan ortaya çıkan silah patlamaları, ihanetler, ajanlıklar, plan içinde planlar, mücevher odalarına konan lazerler, Da Vinci'nin mahzenindeki bubi tuzakları, uçan gemiler, ülkesine bağlı cesur şövalyeler, ergen krallar ve kraliçeler, güç peşindeki kardinaller, deli gibi dövüşen-atlayan-zıplayan-kandıran ladyler derken filmin tek bir saniyesi bile aksiyonsuz geçmiyor, tempo hiç düşmüyor.
Benim hatırladığım Athos John Malkovich'ti, bu yüzden ondan sonra gözüme girebilecek bir Athos varsa o da Matthew Macfadyen'di. Romanda çizilen babacan Athos portresinden biraz uzak bu filmde Athos ama Macfadyen sert ve kendinden emin duruşuyla gayet iyi Athos olarak. Aramis olarak Jeremy Irons'ı bilirim, Luke Evans bu filmde romana benzer şekilde rahiplikten bozma, devamlı okuyan ve sessiz, görünmez bir Aramis çizmiş. Gerçi pek o Macchiavellist halinden eser yok ama, o da oldukça iyi. Porthos olarak Ray Stevenson beklenenin de üstünde yakışıklı ve formda görünüyor. Benim bildiğim Gerard Depardieu ve Oliver Platt bildiğiniz göbekli, şişmanca, tüm o dövüşlerde kılıcını bile nasıl salladığını bilemediğimiz neşeli, grubun soytarısıydı. Stevenson soytarılık olayına hafifçe dokunuyor, hatta hiç dokunmuyor bu işi hizmetçileri Planchet rolündeki James Corden'e vermişler. Porthos'un fiziki güç ve devasa görünüm olayını öne çıkartmışlar. Ama kötü değil, o da gayet iyi. D'Artagnan rolündeki Logan Lerman'ı ilk ve son defa Percy Jackson olarak izlediğimden filmdeki D'Artagnan halini bir türlü üstüne yakıştıramadım ama elinden geleni yapmış. Orlando Bloom'a kötülük yakışmış bu arada. Buckingham Dükü olarak şeytani gülümsemeleri, mümkünse hiç eksik etmesin bizden. Milla Jovovich ise yüzyıllardır onu nasıl görüyorsak öyle olmaya devam ediyor, valla bir devletin onu işe alması lazım. Düz yola koysanız tırmanacak, takla atacak, ateş edecek, her yeri ele geçirecek bir hali var. Burada da Milady olarak üstüne geçirdiği 17.yy. korseli kabarık etekli elbiselerini hiç sallamadan sanatını icra ediyor, içine bol bol çekicilik katarak. Christoph Waltz'ı Inglorious Bastards'tan sonra Carnage'da izlemeyi umuyordum önce ama ilk bu geldi, o yüzden kendisini gene bir güç sahibi, daha fazla güç isteyen kötü adam rolünde görmüş oldum. Kardinal Richelieu olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapmış.
Filme ben bayıldım evet, sinemada kaygısız, tasasız 2 saat geçirip, eğlenip, sonra da kafamı çok meşgul etmeyecek heyecanlı, güzel çekilmiş, güzel oyuncularla dolu keyifli bir film izledim sonuçta. Ama sanırım dünyadaki sinema izleyicileri tarafından çok beğenilmemiş. Hatta bolca tarihi aksaklıklara, hatalara takmışlar. Ateş püsküren, uçan gemiler olmuş, havada karayip korsanları sahneleri yaşanmış, egzotik silahlar kullanılmış çok mu? Film izleyicisine en güzelini vermek adına yapıyor bütün bunları. Tarihte neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız açın Gordon Childe okuyun ya da belgesel izleyin. Dumas da demişti zaten "Tarihe tecavüz ettiğimi söylediler ama çok güzel çocuklar doğdu." diye. Senaristler de tarihi alt üst ettiler ama müthiş bir film çıktı ortaya.
Bu da kadınlar tuvaletinde rastladığım manzara. Ve evet, o bir çift siyah çorap.
Bir de bir kez daha Kentpark sineması salaklığını çektim filmde. İlk yarı boyunca görüntü üç boyutluya geçemedi bir türlü. Hatta kayıp duruyordu, insanlardan ikişer tane falan vardı. Altyazılar okunmuyordu birbirine girmiş şekilde. Ancak ikinci yarı düzeltebildiler uzun bir süre gözümüzü bozacak biçimde oynadıktan sonra görüntüyle.
Bu arada o Constance rolündeki Gabriella Wilde nasıl bir şey öyle ya?

13 Ekim 2011 Perşembe

Lionel Casson'dan "Antik Çağda Seyahat"

"Bu kitap antik dünyada yolculukla ilgili, bugüne kadar yazılmış ilk geniş kapsamlı araştırmadır. " demiş Lionel Casson önsözünde, "Antik Çağda Seyahat" 1974 yılında ilk defa yayınlandığında. 1992'de yapılan Johns Hopkins Üniversitesi basımına yazdığı önsözde de bunu tekrar edip, aradan geçen 20 yılda başka bir kaynak daha ortaya çıkmamış olduğundan, hala bu sözün geçerliliğini koruduğunu da eklemiş.
Elimde tesadüf eseri ucuzlukta (şu sıradakilerin hepsi 5 tl, diğer sıradakilerin hepsi 3 tl falan) görüp 5 tl'ye aldığım MB Yayınevi'nin 2008'deki ilk basımı var. Nalan Özsoy'un çevirdiği kitap sonunda yer alan resimlerle birlikte 320 sayfa. Görünce büyük bir hevesle almama rağmen, 2009'dan beri bir türlü elime alıp da okuyamamıştım. Aslında çok güzel yazılmış, gayet de eğlenceli bir anlatıma sahip kitabı bir tür ders kitabı niyetine görüp, her bir satırını cümlesini aklımda tutmam gerektiği gibi bir korkuya kapıldım sanırım, o yüzden de her başladığım seferinde kendimi yeteri kadar hazır hissetmeyip geri bıraktım.
Lionel Casson
Sonunda aldım elime, başladım okumaya. Beklediğimden de müthişti kitap. Lionel Casson 2009'da 94 yaşında hayatını kaybeden, New York Üniversitesi'nde emeritus ünvanına sahip bir akademisyen ve klasist. Antik Yunan ve Roma üzerine, özellikle denizcilik konusunda yaklaşık 23 kitabı ve sayısı makalesi, çalışması olan oldukça bilgili bir bilim adamı. Bu sınırsız bilgisini de yazdığı kitaba öylesine güzel yedirmiş ki, her bir ayrıntıda her bir tarihi bilgide resmen aydınlandığınızı hissediyorsunuz. Tabi bu bilgi verme durumunu öyle manasız bir bombardıman şeklinde yapmıyor, bizimle konuşur gibi anlatıyor herşeyi. Keyifli yorumlarda bulunuyor arada, kimi zaman dalga geçiyor antik bir mektubun yazarıyla (kötü anlamda değil tabiki), kimi zaman da güldürüyor bizi bir antik dönem yazarıyla. Mısır'ın Eski Krallık dönemi yazıtlarından, M.S.4-6. yüzyıllar arasındaki Hristiyan hac yolculuklarına kadar tüm dünyada yolculuk ve seyahat adına insanlar ne yapmış, ne etmişse anlatıyor. Bu uzun zaman diliminden dolayı kitap temelde 3 bölüme ayrılmış : Yakın Doğu ve Yunanistan, Roma Döneminde Yolculuk, Roma Döneminde Turistler ve Turlar. Her dönemde ve bölgede insanların yolculuk etme nedenlerini, kimlerin yolculuk ettiğini, ne amaçla yaptıklarını, nerelerde ve ne şekilde konakladıklarını, ne yiyip içtiklerini, nasıl eğlendiklerini, nereleri gezdiklerini, neler önemsediklerini, antik dönem festivallerini, ilk gezi yazarlarını okuyoruz Casson'un bizi çıkardığı yolculukta. Ele geçmiş dönem mektuplarını, metinlerini aralara serpiştiriyor, bahsedilen taşıt veya giysiler, mekanlara dair arkeolojik buluntuların resimlerine referans veriyor kitabın sonuna konulmuş kısımdaki. Adeta tüm bir Mezopotamya, Mısır, Yakın Doğu, Anadolu, Yunanistan ve İtalya gözlerimizin önünde canlanıp ayağa kalkıyor tüm o gezen, yazan, çizen insanları, şehirleri ve inançlarıyla.
En sonunda da bu keyifli yolculuğu M.S.394-395'te Kudüs'e gidip, oranın öyle yaşanabilecek, katlanılabilecek kadar matah bir yer olmadığına karar veren Jerome adlı bir hacının arkadaşına yazdığı mektupla bitiriyor ve ekliyor, çok doğru bir şekilde : "Ne yazık ki, diğerleri Jerome gibi düşünmemişti. Bu kadar çok kan dökülmeyebilirdi."

11 Ekim 2011 Salı

7'den 7'ye

  • Bazı insanlar çok ilginç. Tanıdıkça kendilerince bir iyilikleri, bir normallikleri olduğunu fark ediyorsunuz.
  • Bazı insanlar dışarıdan göründüklerinin çok dışında olduklarını gösteriyorlar zaman geçtikçe. Tamamen görmediğiniz, bilmediğiniz, böyle şeyler de olur muydu ya dediğiniz yaşamların kahramanları olduklarını görüyorsunuz. İçten içe inanamasanız da, şaşkınlık hayalgücünüze arka çıkmaya başlasa da, öylece karşılarında tepkisiz ve gayet normal bir şekilde dinleyebiliyorsunuz.
  • Bazı insanlarsa sebepsiz bir şekilde iyi. Gerçekten iyi. Bildiğiniz iyi. Her şekilde yardımcı olmaya, insanca davranmaya, rahat olmaya çalışıyorlar. Çalışmıyorlar esasında, öyleler. Gri ve çok feci yoğun bir günü, tek bir sözleriyle, hareketleriyle aydınlatabiliyorlar. Kendi kendinize şapşalca sırıtmanıza sebep olabiliyorlar. Kaçımız yapıyor ki bunu? Birilerinin günlerini sade bir sözle, selamla, gülümsemeyle daha güzel hale getirip, insanlara karşılıksız mutluluk - saniyelik, dakikalık da olsa - aşılayabiliyor?
  • Bazıları da inanılmaz bir halde, beklentilerinizin dışında kindar. Tek bir dürüstçe ricaya deliler gibi sinirlenip, aylarca kinini gütmüş ve sonrasında da bulduğu her lafta bunun taşlamasını yapabilecek kadar kin dolu. Kendine güvensizlik mi, egosunun incinmesine katlanamayacak kadar zayıf olmak mı? Bilemiyorum.
Çok mutlu mesut, işler tıkırında değilim. Görünürde problem olmaması, herşeyin iyi gittiği anlamına gelmiyor çoğu kez. Hiçbir şeyin olmaması da kötü. Hiçbir şeye dair umut olmaması da kötü. Tüm çabalarımın boşuna olduğunu düşünüyorum artık ciddi ciddi. Birşey olacak, olacak diye kendini kandırmanın elinde destekleyicilerin olmadan en fazla bir yere kadar gidebildiğini görüyorum. Bu yüzden baktığımda bana kalan, tanıdığım insanlar. Her bitirdiğim ortamdan sonra bir yenisine daha girdiğimde, edindiğim yeni hayatlar. Her gün yavaş yavaş, ama sağlamca tanıdığım insanlar ve onların her gün parça parça dinlediğim, şahit olduğum hikayeleri. Her yeni insanda, yeni bir hikaye. Her yeni hikayeyle birlikte daha önce tanık olmadığım, ihtimal bile vermediğim olaylar. Günün sonunda biriktirdiklerim sanırım sadece onlar olacak.

9 Ekim 2011 Pazar

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi I : House of Frankenstein (1944)

Ekim ayı genellikle fazla tatil barındırmayan, okulların iyice derse gömüldüğü, havaların bozduğu öyle pek bir renksiz, pek bir iç karartıcı bir ay gibi gelir. Ama senelerdir görüyoruz ya - filmlerde ve dizilerde öylesine fazla ki - ekim sonunda bir cadılar bayramı hadisesi var. Amerika yapımı hemen hemen her dizide mutlaka her sezon ekim ortasında bir Halloween-Cadılar Bayramı bölümü yapılır. Resmen ben de senelerdir o çocuklarla birlikte şeker toplamaya çıkmışım, mutlaka bir perili eve denk gelmişim, yaşlı amcalardan korkmuşum falan gibi hissediyorum, bayramın tüm ayrıntılarına hakimim. Okul derslerini böyle öğretseler, fakülte birincisi olmuştum o derece.
Neyse, madem kostümler giyip şeker toplamaya çıkmıyoruz, ekim ayını korku filmleri ayı ilan edelim diyorum ben de. 30 ekime kadar her hafta bir tane olmak üzere, toplamda cadılar bayramına kadar 4 korku filmi izleyip, pagan ruhlarına selam durmak istiyorum. Elimde halihazırdaki izlemediğim filmler arasından imdbnin "horror" etiketini uygun gördüğü 4 filmi sıraya koydum : House of Frankenstein, Psycho, Nightwatch ve The Devil's Rejects.
House of Frankenstein 1944 yapımı bir Erle C.Kenton filmi. Curt Siodmak'ın "The Devil's Blood" adlı hikayesinden uyarlanmış. 1971'de yapım şirketi Universal Studios tarafından yenilenen siyah-beyaz film, 2008'de de DVD olarak piyasaya sürülmüş. Benim rafımda birkaç senedir duruyordu öylece. Sanırım indirime girmiş filmler bölümünde görüp, hemen eve getirmiştim ama elim bir türlü gitmemişti.
Film biraz zamanının modası olan canavarlar temalı romantik korku yaratma işine yeni bir soluk getirmeye çalışmış. Elinde ne varsa karmış katıştırmış (annemin bir deyimi bu, nasıl da beynime işlemiş :p ). Önce Neustadt Hapishanesi'ne konuk oluyoruz mesela. Yemek getiren gardiyanın boğazına yapışarak tebeşirini isteyen bir mahkumla tanışıyoruz. Doktor Gustav Niemann 15 yıl önce bir cesetten aldığı insan beynini bir köpeğe yerleştirmeye çalışırken yakalanıp, hapse atılmış. Hapiste yan komşusu kambur Daniel'a duvara çizdiği formüllerle, çizimlerle deneylerini, fikirlerini anlatıyor. Daniel'ın tek isteği normal bir adam olup, mutlu olabilmek. Niemann da ona ordan kaçtıklarında, ameliyatla onu düzelteceği sözünü veriyor. Niemann eskiden Doktor Frankenstein'in asistanı olan adamın kardeşiymiş, bu yüzden Frankenstein'in ölüm ve yaşam hakkındaki deneylerini, bilgilerini yazdığı kayıtlarını ele geçirirse inanılmaz deneyler yapabileceğine inanıyor.
Çok yağmurlu, fırtınalı olan o gece hapishaneye yıldırım düşüyor ve duvarlar falan yıkılıyor. İki mahkum kaçıp, yolda rastladıkları bir korku sirki arabasına biniyorlar. Arabanın sahibi Lambini, Niemann'a Kont Drakula'nın içinde kemikleri olan tabutunu ele geçirdiğini ve gösteri yapmak üzere taşıdığını söylüyor. Evet işin içine Notre Dame'ın Kamburu'ndan sonra bir de vampir girdi. Doktor ve kambur Lambini'yi öldürüp, arabayı sahiplenip, onun kılığına giriyor ve doktorun öcünü almak üzere yola çıkıyor.
Geldikleri yerde önce Drakula'nın kalbine saplanmış kazığı çıkarıp, kendi istediği adamları öldürmesi şartıyla serbest bırakıyor Niemann. Drakula gidip, belediye başkanını öldürüyor ama gelini Rita çok hoşuna gittiği için onu kaçırıyor. Sonra da çok saçma bir biçimde ölüyor Drakula. Rita kocasına kavuşuyor ve o kasabayı arkamızda bırakıyoruz.
Sonraki durakta doktor ve kambur Frankenstein'ın evine gitmeye çalışırken, yolda bir çingene kızı kurtarıp, arabaya alıyorlar. Kambur aşık oluyor Ilanka ismindeki çingeneye çünkü. Gittikleri ev harabe halinde. Harabelerin altında donmuş buz kalıpları içinde Frankenstein'ın canavarını ve kurt adamı buluyorlar. Evet kurt adam! O da girdi işin içine. Hem de orijinal kurt adam, Lawrence Talbot. İkisini ortaya çıkarıyorlar ve doktorun kendi laboratuvarına gidiyorlar.
Bu sırada doktor herkese söz vermiş halde. Kambur Daniel'a, kurt adam Larry'ye falan hep düzelteceğim sizi, bana bir yardım edin hele modunda. Amacı da canavarı canlandırmak. Buzdan çıkmasına rağmen dokuları düzelmemiş canavarın. Elektrik falan veriyorlar habire. Bir de Ilanka kurt adama aşık oluyor, Daniel kıskanıyor bu arada. Doktorun insanların beyinlerini naklederek hastalıklarından kurtulacaklarına dair çalışması ise hakikaten hayranlık verici :p
Korku filmi klasiklerini bir araya getirmesinin dışında, genel hatlarına da sahip film. Hava her daim yağmurlu, fırtınalı, öyle değilse sisli. Çoğu şey gece karanlığında oluyor zaten. Canavar tüm film boyunca yatar vaziyette, son 5 dakikada ayaklanıp yamuk yamuk geziyor o kadar. Kurt adam günümüzde de yeniden moda olan halinden acı duyan, romantik canavar sularında. Drakula, görülebilecek en etkisiz Drakula. Pelerinini açıp, yarasaya falan dönüşüyor. Kambur Daniel filmin en iyisiyken, Doktor Niemann canavarlardan daha korkunç görünüyor.
Sonuçta 67 dakikalık eğlenceli bir klasik var ortada. Ama Hitchcock'un Rebecca'sının yaptığını yapamadı bana, korkmakla alakası yoktu, hem de dışarıda fırtına olmasına rağmen. Eğlendim resmen.
İzlemek isterseniz youtubedan 7 bölüm halinde izlenebiliyor : http://youtu.be/GldF0VayMoI

Nothing to kill or die for...

Önce güneş yine her zamanki gibi turuncu çizgiler oluşturdu, pencerenin dışında. Hafiften aydınlandı ortalık. Gözümü kapadım, birkaç saat daha uyumak için. Açtığımda karanlıktı artık. Pencereden görünen gökyüzü, bulutların en grisiyle kaplanmıştı, öyle ki bulutlar bile seçilmiyordu bu grilikte. Gittikçe karardı sonra. Gökyüzünün altındaki herşey rengini kaybetti. Şafakta güneş doğarkenki o parıltı, o turuncu-sarı-kırmızı parlak ışıklar hayaldi sanki. Belki de sadece hayal kurmuştum.
9 ekimdi çünkü bugün.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...