10 Ağustos 2011 Çarşamba

If you wanna be my lover, you gotta get with my friends


En salak, saçma, kontrolsüz hallerinizi görmelerinde hiçbir sakınca bulmadığınız insanlar var mı? Ya da yanlarında durup dururken herhangi bir şekilde aklınıza gelen birşeyden bahsetmeye başlayabildiğiniz, sadece öylesine hiçbir şey konuşmadan sessizce - ama birlikte -durabildiğiniz, yanlarında en tuhaf-en çirkin-en salmış hallerde olmaktan zerre kadar çekinmediğiniz, en sıkıcı-en bunaltıcı durumlarda veya yerlerde bile bir şekilde birlikte kendi eğlencenizi yaratabileceğinizi bildiğiniz, oturup saatlerce oturduğunuzu bile fark etmeden saatlerce konuşabileceğiniz veya hiç konuşmasanız da birbirinizden sıkılmış olduğunuzu düşünseniz de karşılıklı oturmaktan vazgeçmediğiniz-vazgeçmenin aklınıza bile gelmediği, her bir bakışınızın-suratınızın aldığı her bir ifadenin ne anlama geldiğini bilen-anlayan, tüm geceyi uykusuz geçirip sabahın 4'ünde "Eric Forman'ın bodrumundaki yuvarlak masa konuşmaları" tarzında en sosyolojik-felsefik-psikolojik muhabbetleri ettiğiniz, uzun yorucu saatler boyunca ödev-rapor-proje yaptıktan sonra deliler gibi dans ettiğiniz, en saçma kahkahaları gözlerinizden yaşlar fışkırana kadar birlikte attığınız insanlar var mı?
Benim var.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 1 : Sense&Sensibility

Sense&Sensibility, Austen'ın 1811'de yayınlanan ilk romanı. Elinor ve Marianne Dashwood adlı iki kız kardeşin hayatlarını merkeze alarak, aşkta ve ilişkilerde, yaşamda zıt karakterlerin duruşlarını, tepkilerini anlatıyor. Babalarının ölümünün ardından, üvey erkek kardeşleri tarafından neredeyse kovulmuş kadar olup, yaşadıkları hali vakti yerinde evden ve yaşamdan ayrılmak zorunda kalan Dashwoodlar, bir anne ve üç kızkardeşten oluşuyor. Elinor ve Marianne yakın yaşlarda (18-20 civarı), en küçük Margaret ise 10'lu yaşlarının başında. Yeni yerleştikleri oldukça fakir sayılabilecek yerde, yeni insanlarla ve aşkla tanışıyorlar. Erkek karakterlerimiz Edward Ferrars, John Willoughby ve Albay Brandon. İlk başta sıkıcı gelse de ilerleyen bölümlerinde oldukça güzel hale gelen bir hikayesi var S&S'in. Özellikle benim gibi ara ara Elinor'la aranızda bağlantılar kuruyorsanız, daha da ilgi çekici olabiliyor.
Pek çok uyarlamasından son ikisini; Ang Lee'nin 1995 yapımı sinema filmini ve BBC'nin 2008'deki tv dizisini karşılaştıracağız:
Elinor'larımız
1995'teki Elinor'umuz Emma Thompson şahane bir oyuncu olmasına ve karakteri inanılmaz oynamasına rağmen benim için bir türlü Elinor gibi görünmedi. O senede neredeyse anneleri yaşında ve olgunluğunda görünüyor. Keşke sadece senaryoyu yazıp, geri çekilseymiş. Ya da bir 15 yıl önce Elinorluğu deneseymiş.
Bunun yanında 2008'deki Hattie Morahan müthiş. Hem görüntüsüyle, hem de çizdiği Elinor portresiyle. Sayfalardan fırlayıp, önünüzde kanlı canlı, tüm o ciddiliğiyle ama içinde fırtınalar esen haliyle Elinor'u önünüzde buluyorsunuz. Gözleri her bakışında bir şey anlatıyor, duruşu her sahnede kuralları gösteriyor. Tek kelimeyle muhteşem.
Marianne'lerimiz
1995'in Marianne'i Kate Winslet karakterin yaşına uygun görünüyor, canlılığını oldukça iyi yansıtıyor. Filmin içinde yerinde bir Marianne seçimi gibi. İlk baştaki pervasızlığını da sonraki değişimini de iyi bir şekilde hissettiriyor.
2008'in Marianne'i de Charity Wakefield. İlk bakışta seneler öncesinden ilham alınmış, Kate Winslet'in yeni bir versiyonu bulunmuş gibi görünüyor. Ama izlemeye devam ettikçe, onun da neredeyse Winslet'inkini katlayan oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz.
Edward Ferrars'larımız, resmin kaynağı : knigtleyemma
Edward Ferrars meselesi ayrı bir sorun. Kitaptan dolayı herkesin kendi kafasında yarattığı bir şekli vardır Ferrars karakterinin ama sinema filminde Hugh Grant sayesinde tamamen sümsük ve zerre ilginçliği olmayan bir karakter haline gelmiş durumda. Ama tv dizisindeki Dan Stevens resmen Edward'a yeniden kan veriyor. Öylesine olağanüstü duygu dolu, derinliği olan, düşünceleri olan bir karakter ortaya koymuş ki Stevens, kitabı okurken o kadar da etkilenmediğiniz bu aşk, dizideki en etkileyici hikayeye dönüşüyor.
Willoughby'lerimiz, resmin kaynağı : a lovely time
Willoughbylerin ilki Greg Wise, 95'te iyi bir iş çıkarmış olsa da pek göze batmıyor. İkincisi Dominic Cooper ona göre 2008'de daha canlı ve duygulu bir Willoughy portresi çizmiş.
Albay Brandon'larımız
Ve en doldurulması zor karaktere geldik. Albay Brandon, her iki uyarlamada da resmen izleyeni kendinden geçirtecek performanslarla hayat bulmuş durumda. 1995'te Alan Rickman'ın o müthiş Brandon'ınına karşılık, 2008'deki David Morrissey mucizesi var. İkisi de gururlu, doğrucu ve acı çekmiş, aşık Brandon ruhunu o kadar başarılı bir şekilde sunuyor ki hangisi daha iyi karar vermek söz konusu bile olamaz.
Dashwood kardeşlerimiz
Hikaye açısındansa Emma Thompson'ın film senaryosu biraz tutuk ve durağanken, dizinin süre avantajından da dolayı Andrew Davies'in senaryosu kitaba oldukça bağlı olmasının yanında bir o kadar da akıcı ve eğlenceli.
Sonuç olarak ben izlenmesi için 2008 tarihli BBC versiyonunu tercih ederim ve öneriyorum. Sinema filmi de belki Kate Winslet ve Alan Rickman için izlenebilir. Ama önermem. Ang Lee'nin kafasına domatesler fırlatmak isteyebilirsiniz.

"Dune adıyla bilinen Arrakis gezegeni sonsuza dek onun vatanıdır."


Benim için hepsi - Dune - Joe Wright'ın Pride&Prejudice'ıyla başladı. Çok alakasız görünüyor olabilir şu an ama anlattığımda gayet açık bir yol olduğunu göreceksiniz. Hatta bazen sırf Arrakis'in kumsoluncanlarına, Leydi Jessica'nın Bene Gesserit'liğine, Müeddib'e, Tanrı-Kral'a ulaşmam için kaderin bilerek önüme çıkardığını bile düşünüyorum tüm olanları.
Kader, seveceğimi bildiği birşeyle çekti önce kendine ilgimi. 2005 yılının şubatında Pride&Prejudice'e bilet alıp, izledik arkadaşımla. Üniversiteye yeni başlamış, 18 yaşımızın en güzel zamanında iki genç kız olduğumuzdan Türkçesi yıllarca Aşk ve Gurur olarak geçen bir kitabın filmine bayıldık tabi. tüm film boyunca bir kez bile birbirine doğru düzgün dokunmamış iki insanın aşkı, bizi derinden etkiledi (evet burda Avrupa versiyonu son gösterildi, Amerika versiyonundaki evdeki o son sahneyi görmemiştik biz.). Darcy fenomeniyle tanışmıştık, Jane Austen'a balıklama dalmıştık.
Kendimizi kaybetmiş halde Jane Austen olayına giriştik tabi. Ben kendi adıma, yazdığı 6 kitabı sular seller gibi içtim hemen. BBC çevrimlerini, 70lerden bu yana çekilen sinema versiyonlarını falan hatmettim. Bu sırada, boğazıma kadar Austen'a batmışken, 2007'de Julian Jarrold'un Becoming Jane'i geldi eylül başında. Bizim yaşımızdaki Jane'in en büyük ilham perisini, mutlu sonlarına inat mutsuz sonunu anlatıyordu. Pride&Prejudice'dan daha çok vurdu beni. Jane'in hikayesi hala içimde duran bir yara halini aldı. Ama tam da işte orda, James Mcavoy'la tanıştım. Daha önce bahsetmiştim sebepsiz ve tamamen içgüdüsel İskoçya sevgimden ve dahi James'den. Her sinefil gibi, o dönem taktığım oyuncunun filmografisini incelemeye başladım. Birkaç bölümlük oynadığı tv dizilerini es geçip, Bright Young Things'i, Wimbledon'ı, Inside I'm Dancing'i, The Last King of Scotland'ı, Penelope'yi ve Starter For 10'i izledim hemen. Narnia'yı zaten görmüştük, Becoming Jane'den bir ay sonra vizyona giren Atonement'ı da izleyince elimde iki şey kalmıştı: Shakespeare Re-told'da bir bölüm canlandırdığı Macbeth (ki olağanüstü bir Macbeth yorumuydu) ve Children of Dune diye birşey.
Children of Dune'un ne olduğunu bilmiyordum. Birkaç resmini gördüm, tarihi falan mıydı diye düşündüm. Sonra araştırırken Dune'a, Frank Herbert'a ve diğer kitaplara rastladım. Daha önce birkaç kez gördüğümü hatırladım Dune ile ilgili birşeyler, galiba Duncan Idaho'ya tapanlarla ilgili şeylerdi, ama öncesinde ilgimi çeken bir şey gibi gelmemişti, ucunu bırakmıştım.
James'in oynamış olması ilgimi yoğunlaştırmamı sağladı tabiki. Araştırdım, aradım, okudum ve bir miktar çalışmanın ardından elimde alınacak kitap listemle birlikte kitapçının yolunu tuttum. Dune'un yaratıcısı Frank Herbert'ın ölümünden sonra oğlu Brian Herbert ve yazar Kevin J.Anderson'ın hazırladığı prequel serisinden başladım önce Butleryan Cihadı, Makinelerin Seferi, Corrin Savaşı, Atreides Hanedanı, Harkonnen Hanedanı ve Corrino Hanedanı diye devam ettim. Toplamda 6 kitap ve yaklaşık 5000 sayfa okumuştum ama daha asıl hikayeye gelememiştim bile.
Nihayet Frank Herbert'ın kendi kaleminden çıkan Dune'un satırlarına ulaştığımda, inanılmazdı. Felsefeyle, psikolojiyle, ekolojiyle, bilim-kurguyla, biyolojiyle, tıpla harmanlanmış öylesine bir dünya yaratmıştı ki Herbert kafayı yiyordunuz. Diğer tüm sevilen fantastik kitaplardaki gibi değildi bu dünya, ne ortaçağdan fırlamış elinde kılıç üstünde zırh şövalyeler vardı ne de at üstünde yolculuklar, kaleler, şatolar. İçinde olmak isteyebileceğiniz bir dünya değildi Dune'un dünyası. Hile içinde hile içinde hilenin olduğu, gezegenler arası yolculuklarla, gezegenleri yöneten hanedanlarla, tek bir imparatorun hükmettiği bir evren vardı burda. Ticaretin ve melanjın (ahh o melanj) güç demek olduğu, kabuslarınızdan bile daha acımasız kadın suikastçiler gibi olan Bene Gesseritlerin her köşeden fırladığı, kehanetlerin hüküm sürdüğü bir diyardı. Burada her an biri anlaşılmaz bir yöntemle zehirlenebilirdi, her an bir hanedan başka bir hanedanın ayağını kaydırıp gezegenine konabilirdi, her an bir kumsolucanı gelip üstünde durduğunuz kumla-yerle birlikte ne var ne yoksa yutabilirdi. Burda filmkitaplar vardı, holografik görüntüler vardı, saç teli inceliğindeki birşeye yazılmış şifreli mesajlar vardı. Kendinden önceki tüm atalarının zihinlerine ve anılara sahip olabilen kadınlar vardı burda, dövüşlerde görünmez güç kalkanları kullanılıyordu.
Neler anlattığını söylemeyeceğim tabi şimdi, sorun o değil. Zaten kesinlikle ama kesinlikle okumanız gerektiğini söylüyorum satır aralarında, dikkat ettiyseniz. Sorun böyle kitapların günü gelip, hep müthiş filmlerle sinemalara gelmiş olmasına rağmen Dune'un hiçbir şekilde hakettiği üzere çekilmemiş olması. 1984'teki David Lynch faciasından sonra (evet bildiğiniz faciaydı, topyekün facianın daniskasıydı. Lynch'i istediğiniz kadar takdir ediyor olun, istediğiniz kadar hayranı olun, gene de bu, onun Dune konusunda saçmaladığını inkar ettiremez.) 2000'de tv için yapılan mini-seri ve onun devamı olan 2003'teki Children of Dune mini-serisi, bir miktar ilerleme kaydedildiğini gösteriyor. Ama yeterli değil, hiç yeterli değil.
Bu yüzden nette senelerdir kitapların fanları kendi "rüya castlarını" tartışıyorlar, isimler öneriyorlar. Devam eden bir umut işte, bir gün birileri çıkıp Nolan'ın Batman'e, Raimi'nin Spiderman'e, Peter Jackson'ın Lord of The Rings'e yaptığını yapıp, o sihirli dokunuşu gerçekleştirecek diye bekleşiyorlar. IMDb'de her sene tarihi biraz daha ertelenen yapım aşamasında bir Dune projesi görünmeye devam ediyor bu sırada.
Bu yüzden kitapları okurken aklımdan çıkmayan düşünce, geçen gene aklıma geldi. Gerard Butler'dan ne şahane bir Stilgar, Mila Kunis'den de ne manyak bir Chani olurdu ama...

7 Ağustos 2011 Pazar

Babies (2010)

Thomas Balmés üşenmemiş gitmiş bir yıl boyunca, dünyanın dört bir köşesindeki dört ayrı bebeğin anne karınlarındaykenden yaşamlarının ilk yılını bitirene kadarki dönemlerini kameraya almış. Görüntüleri güzel müziklerle ve sıfır diyalogla, sıfır müdahaleyle birleştirdiğinde de ortaya bu belgesel çıkmış.
Önceki sene fragmanına tesadüfen rastlayıp, resmi sayfasındaki birkaç videoyu da izledikten sonra fikrin acayip orijinal ve işe yarar olduğunu düşünmüştüm. Bebeklerden veya hamile kadınlardan pek hazzetmem ama fikrin en azından belgesel sanatı için oldukça iyi olduğunu düşündüm.
Peki ne anlatıyor bu belgesel? Tamam dört bebek ve dört farklı ortam, aile var kameranın önünde ama ne izliyoruz? Ne izlemiyoruz ki. Öncelikle hamileliğin son günlerinin bu dört farklı ülkede nasıl geçirildiğini görüyoruz. Sonra doğumların nasıl yapıldığını ve doğum sonrası ilk günlerinde annelerle bebeklerin ne halde olduklarını görüyoruz. Bebeklerin uyudukları, kaldıkları yerleri, nasıl beslendiklerini - ki görmesem de olurmuş -, nasıl temizlendiklerini, ilk seslerini çıkarışlarını, dünyayı ilk keşfedişlerini, hayvanlarla ilişkilerini, ailelerin onlara kendi kültürlerine göre öğrettiklerini ve herşeyi, her nefeslerini izlemiş oluyoruz. En sonunda da ilk adımlarını atışlarına şahit olup, onlara veda ediyoruz.
Bebeklerimiz Bayar, Hattie, Mari ve Ponijao.




Ponijao, Namibia'da çamur damlı, saz ve kütükten yapılmış kulübelerde, yarı ağaçlıklı yarı bozkır bir bölgede yaşayan bir kabilede doğuyor. Doğduğu andan itibaren bizim anladığımız anlamda giysi giydirilmeden sadece boynuna ve beline annesinin örerek yaptığı iplerden bağlanarak ortalıkta dolaşıyor. Annesi onu yalayarak ve yaladıklarını da tükürerek yıkıyor. Tüm gün annesi ve diğer kabile kadınları ile onların çocuklarının arasında emekleyerek geziniyor. Eline geçirdiği herşeyi ağzına atıyor, tozu toprağı çevredeki kemikleri. Oyuncakları, annesini taklit ederek toz ezdiği iki taş oluyor kimi zaman. Kimi zaman da diğer bir bebekle paylaşamadığı bir pet şişe. Bulduğu çamurlu su birikintisinin içinde yüzükoyun durup, ağzına suya daldırmak da dahil oldukça doğal bir ortamda doğal hareketler yaparak büyüyor.









Bayarjargal, Mongolia'nın dağlık ve bozkırlık kesiminde yuvarlak yapılı çadırlarında, etraflarında keçileri, inekleri koyunları ve diğer hayvanlarıyla birlikte yaşayan bir aileye sahip. Çoğu zaman çadırdaki düz bir yatağın üstünde sıkı sıkı kundaklanmış olarak geçiriyor ilk haftalarını. Ondan 2-3 yaş büyük abisinin bir bezle veya doğrudan vurmasına, onunla oynamasına maruz kalıyor biraz da büyüdükçe. Annesi onu bir leğen içinde yıkıyor, yıkandığı leğenden keçiler su içiyor mesela. Onun da oyuncakları babasının kendi yaptığı şeyler veya etrafındaki hayvanlar. O da çoğu zaman toz toprak içinde üstünde sadece bir tişörtle emeklemeye emekleye dolanıyor.


Mari, Japonya'nın Tokyo'sunda oldukça büyük gökdelenler ve teknolojinin ortasına doğuyor. Genç anne ve babasının ilk çocuğu. Ailesinin yatağında sere serpe yatırılıyor çoğu kez. Türlü türlü oyuncakları var, sinirlenip yerden yere atabiliyor kendini mesela oynarken. Annesi onu pusete koyup, metroya trene bindiriyor, parka götürüyor. Çocuk yuvalarına, bebekli eğitim derslerine gidiyor ailesiyle. Gayet kalabalık bir şekilde doğumgünü bile kutlanıyor.




Hattie ise ABD'nin San Francisco'sundan. Ufak bir havuzu da olan evlerinde yaşayan ailesinin o da ilk çocuğu. Annesi devamlı kitap okuyor ona, babasıyla birlikte ailesinin yatağına uzanmış filleri nasıl taklit edeceğini öğreniyor. Babası kucağına alıp banyo yaptırıyor Hattie'ye. Parka götürüp, kaydırak kaydırıyor. Doktora gidip, kilosunu falan ölçtürüyorlar. Pusetinde süpermarket geziyor meraklı bakışlarla.
Pek çok kişi belgeseli biraz fazla çıplaklık barındırdığı gibi konular yüzünden eleştirmiş. Fazlasıyla da Hattie'nin ailesine takmışlar. Sanki gösterilen örneklerin ait oldukları ülkeleri temsil etmesi gerekiyormuş gibi, Hattie'nin ailesinin tipik bir Amerikan ailesini yansıtmadığı, Hippi olduklarını söyleyip durmuşlar. Saçma bence. Onlar da bir hippi amerikalı ailenin özelliklerini göstermesi açısından konulmuş olamazlar mı sanki belgesele? Çıplaklık da mecburi bir durum bu belgesel için. Hem öyle nedensiz bir çıplaklık değil ki bu. Herkesi, her durumu müdahalesiz en doğal hallerinde çekmeye çalışmışlar. E Afrika kabilesi mensupları da sırf çekiliyorlar diye kendi giysilerinden başka birşey mi giyecekler (kendi giysileri yok, evet). Ya da bebeklerin öylesine dolaşırken görünen yerleri sansüre mi girecek? Bu da saçma.

İnsanlar kötü düşünceli. Öyleler. Çünkü "Babies" oldukça güzel çekilmiş, büyük emek verilmiş, eğlenceli, komik, gerçekçi bir belgesel olmuş. Bence gayet güzel ve izlemenizde büyük fayda var.

(http://focusfeatures.com/article/babies___meet_the_parents adresinde ailelerle belgesel üzerine güzel bir röportaj da var.)

Ranzalı, Simli, Zegers'li, Dayaklı Rüyalar

Ramazanın 6 gününü geride bırakmış, yedincisi için çayımı içip, tostlarımı pudingimi yemiş halde güneş penceremin dışında nerdeyse doğmak üzereyken uykuya daldım. Karnımdan tuhaf sesler geliyordu ama aldırmadım zaten iki saatlik bir uykudan kendim kalkıp, yine kendim yiyecek birşeyler hazırlamak zorunda kalmıştım. Uykum çoktu, davulcu tepemde dikilse gözümü açıp, bakmazdım o derece.
Rüyalar evrenimde öncelikle sıkışık bir odadaydım. Karşılıklı iki ranza vardı odaya büyük gelmiş gibi duran. Ranza dediysem öyle bildiğimiz ranza değil yalnız.Normal bir tek kişilik yatağın duvara yaslandığını düşünün, sonra da onun üstünde belli bir yükseklikte aynen öyle bir yatağın duvara monte edildiğini gözünüzün önüne getirin. Öyle saçma birşey işte.
Peki bu odada ne arıyordum? Güya bir üniversite sınıfımla birlikte geziye gelmişim. Bir sürü diğer kızla birlikte de o odada kalıyormuşum. Nasıl sığacaktık oraya anlamadım zaten. Yatakların üstünde bavullar, her bir yerde başka bir kız. Sinirim tepeme çıkmış tabi. Bir de bir yatağın üzerine siyah siyah parlayan simler dökülmüştü birinin birşeysinden. Deli gibi bağırıp, çağırmaya başladım.
Sonra birden başka bir versiyona geçtim. Gene aynı odada kalıyordum ama o üstteki yataklar yoktu ve oda gözüme biraz daha büyük, ferah görünüyordu. Bu arada odayı tam olarak anlatamadım sanırım. Dikdörtgen düşünün önce, uzun kenarlarından birinin en dibinde kapı var, kapıdan girince hemen soldaki duvarda ve onun karşısındaki uzun kenarda yataklar var duvara paralel uzanan. Odanın öbür ucundaki kısa kenarın ortasında da pencere. Dedim ya gene bu odada kalıyordum ama bu sefer o kızlar ya da o sınıfla değildim. Sanırım başka bir sınıf gibi birşeye dahil olarak - okul gezisi gene yani - geziye gelmiştim. Bir erkek arkadaşımla arabada cdlerimizi unuttuğumuzu fark edip, odaların olduğu bölümden otopark kısmına yürümeye başladık. Otopark kısmına bina içinde bir tür köprü gibi bir yerden ulaşılıyordu ve otopark da öyle yerin dibinde değildi, ayrı bir bina tümden otoparktı. Biz de o binanın üst katlarında bir yerde olan arabaya gittik. İkimiz de iki ayrı cd aldık arabadan. Müzik cdleriydi, kapaklarına da bakmıştım ama şimdi bir türlü hatırlayamıyorum.
Cdleri alıp, geri dönerken yolda bir çocuk yanımıza yanaştı. Gayet normal görünümlü ve giyimli, bizim yaşlarımızdaydı. Bizim dediysem rüyamdaki yaşımı kastediyorum, üniversitenin başında falandım galiba. Biraz para falan vermemizi istedi. Başımızdan savdık. Odaya dönerken, çocuk peşimizden intikam almak istercesine geldi, takip ederek. Kurtulmaya çalıştık, atlatamadık. Odaya koşup, kapıyı hemen kapatıp girmesini engellemeye çalıştık. Bu sırada odada bir diğer arkadaşımız daha vardı erkek. Siyahiymiş gibime geliyor ama çok da net değil. Neyse hemen kapıyı kapatıp, kapının yanındaki duvardaki kart okuma cihazına kartlarımızı okuttuk. Ha bir de böyle bir durum vardı. Kapıları falan o okuyucuya kartlarımızı okutarak açıp, kapatıyorduk. Kapıyı kapadıktan sonra kendimizi garantiye almak için - ki niye o kadar korktuk bilmiyorum - o kart okuyucuyla oynayıp, tam bir kilit sağlamaya çalıştık. Daha doğrusu diğer ikisi kart okuyucuyu açıp, programlamaya çalışırken ben hemen pencereye döndüm. Çocuk pencerenin dışındaydı. O an anladım ki bizim pencere hemen hemen yer seviyesinde. Hani birinci kat değil de ikinci kat kadar da yüksek değil. Çocuk pencereden korku filmlerindeki gibi bakıyordu. Ve pencereyi açmaya çalışıyordu. Resmen korkudan ölmek üzereydim. Diğerleri de öyle. Ama gene de sanki çocuk kapıyı zorluyormuş gibi, kart okuyucuyla uğraşıyorlardı. Ben pencereyi açmasını önlemeye çalıştım bu sırada. Ama nasıl olmuşsa dış camı çıkarmıştı, şimdi aramızda sadece sineklik yerine geçen bir tel vardı. Pencerenin hemen önündeki bir otumsu bitkinin bir dalından tutup, ileri geri sallanarak birden pencereye iyice yaklaştı çocuk. O anda yüzünü çok net gördüm ve Kevin Zegers'di. Evet, daha önce birkaç filminden bildiğim ve bir ara da Gossip Girl'de gördüğüm Zegers! Daha doğrusu aynı onun gibi görünen, bizim korkutucu takipçimizdi rüyamda. Şoka girmek üzereydim ama o telin alt kısmını açmaya çabalıyordu. Ben çekiştirdim, çığlık çığlığa diğerlerinden yardım istedim. Sonunda odanın diğer ucundan koşup, benimle birlikte pencerenin önünde dikilip, çocuğa telin ardından vurmaya başladılar. Ben de vurdum, hep birlikte çocuğa dayak atmaya başladık (Niye daha önce yapmayı akıl edememişiz o da tuhaf). Ama o kadar kötü bir sahneydi ki anlatamam. Bir yandan delicesine ürkmüşüm ve korkuyorum, bir yandan da sinirliyim ve çocuğa vuruyorum.
Bu sırada gezide bizden sorumlu olan öğretmen mi artık neyse o kadın geldi koşturarak. Tüm odaların olduğu kısmı ayağa kaldırmıştık tabi, insanlar akın akın olay mahalline gelmişti. Kadın da delirmiş halde yetişti ve çocuğu elimizden aldı. Diğer iki arkadaşımı bir yere gönderdi ve ben de salon gibi bir yere götürüldüm. Ve işte o an o kadar kötü hissetmeye başladım ki anlatamam. Çocuğun dayaktan resmen ezik, yara bere içinde kalan suratı gözümün önüne geldi ve o bakışları...O üzgün ve "ne yaptınız" bakışları...Deliler gibi ağlamaya başladım. Yanıma birini vermişlerdi göz kulak olması için. Üstüme bir battaniye sardı, ağlamaya devam ettim hıçkıra hıçkıra. Uyandığımda aynı şekilde ağlamaya devam ediyordum.
Ne alaka bilmiyorum. Eğer hepsi bilinçaltımın düşündüklerinin bir yansımasıysa, bunların neyi simgelediğini merak etmiyorum :p

Fitzgerald'ın "Muhteşem Gatsby"si

Gönlü olacaksa, var, sırma kaftanlar kuşan;
Ve istiyorsa, yüksel yükselebildiğin kadar,
Ta ki "Sultanım benim, sırma kaftanlım!"diye
Koşsun sana nazlı yar.
(T.P.D'invilliers)
Elimde Can Yücel'in çevirdiği, Adam Yayınları'nın 1988 baskısı var. Francis Scott Fitzgerald'ın 1925'te yayınlanan kitabı Muhteşem Gatsby (orijinal adıyla The Great Gatsby) bu haliyle 191 sayfalık, en nihayetinde bir günde rahatlıkla okuyup bitirilebilecek bir kitap olarak görünüyor.
Ama bu kısa kitabın isminin önünde öylesine çok ünvan var ki (Amerika'nın en çok okunan kitabı, tüm zamanların en müthiş klasiklerinden, Amerikan rüyasının en iyi anlatıldığı eser vs.) insan öncesinde korkmuyor değil yani. Neyse ne, tüm önyargıları bırakırsanız, kitap yazıldığı dönemi baktığı yerden gayet iyi anlatan, istediği ölçüde eleştirisini yapıp, umudu-umutsuzluğu okuyucusuna bırakan, yazarının anlatımı ve dili hakkında oldukça güzel şeyler düşündürten bildiğiniz başarılı bir edebiyat eseri.
Fitzgerald'ı ilk defa önceki senelerden birinde bir arkadaşımın gönderdiği kısa bir yazısı aracılığıyla tanıdım ben (öyle ya fen bilimleri ya da mühendislik eğitimi klasikleşmiş yazarlarla tanışmak için pek de başarılı bir yol değil). İsmini bir türlü hatırlayamıyorum. Önemli olan içeriğiydi zaten. Okur okumaz vurulmuştum, bunu yazan insan hemen yanıbaşımda benimle aynı şeyleri düşünüyor olmalı dedirtiyordu. Hemingway'den fellik fellik kaçarım ama "o en büyüğümüzdü" demiş Fitzgerald için, resmen hak veriyorum. O yazısını okuduktan sonra devam etmeliyim Fitzgerald'a diye düşündüm ve işte ancak şimdi "Muhteşem Gatsby"nin tadına bakabildim (ki bu arada hepimiz bir diğer Fitzgerald eseri olan "The Curious Case of Benjamin Button"ın filmini izlemiştik).
Önceki gün "Howl"da 1950'lerin Amerika'sını ve Beat Kuşağı'nı görmüştük. Şimdi de 1920'lerin Amerika'sına ve ve Yitik Kuşak'ın (Lost Generation) içine dalıyoruz. Yine aynı şekilde (nedense hep böyle) bir dünya savaşının ardından (I.Dünya Savaşı tabiki) Amerika'da zengin, vurdumduymaz, vur patlasın çal oynasın bir kesimin işi iyice abarttığını ve bunun dışında kalan kesiminse yitik bir nesli oluşturduğu bir dönemdeyiz. Saçmasapan kanunlar ve toplumun işleyişi yüzünden eski zenginler-aristokratların yanında çeşitli yollardan zenginleşen yeni zenginler ortaya çıkmaya başlamış.
İşte böyle bir Amerika'da 1922 yazının başında Nick Carraway isimli 29 yaşındaki hali vakti yerinde, köklü ve hatırı sayılır bir aileye mensup anlatıcı kahramanımız, yaşadığı orta-batı bölgesinden ülkenin doğu kesimindeki New York şehrine yerleşir. Amacı borsacı olmak. Bir yandan iş tutturmaya çalışırken bir yandan da komşusu Jay Gatsby ve kendi kuzeni Daisy ile onun kocası, Nick'in de üniversiteden tanıdığı olan Tom Buchanan, Daisy'nin arkadaşı golfçü Jordan Baker, şehrin fukara kısmından oto tamircisi George Wilson ve karısı Myrtle Wilson'ın dahil olduğu bir olaylar silsilesi içinde bulur.
Fitzgerald olayları anlatırken Nick'in bakış açısından ve anlatımından sesleniyor bize. Aslında olayların çoğu zaman tam ortasında duruyor (fiziken) olmasına rağmen Nick, neredeyse romanın dışındaymış gibi anlatıyor gördüklerini. Genellikle dahil olmuyor olay sırasında, sadece gözlemliyor, düşünüyor, tasvir ediyor. Bu açıdan bazı yerlerde Nick'in varlığını bile unutur hale geliyoruz. Ama yaptığı gözlemlerin sonucunda bize ilettiği düşünceler, yazarın tam olarak o dönemle ve toplumun yapısıyla ilgili söylemek istedikleri aynı zamanda. Fitzgerald vardığı sonuçları tüm açıklığıyla ortaya seriyor. Benim en beğendiğim yönüyse tasvir konusundaki başarısı. Abartmadan, sıkmadan ama olanca güzelliğiyle her bir detayın gözünüzde canlandığını hissedebiliyorsanız. Hala epsilon gençlik serisi kıvamında olan yazdıklarımın günün birinde böylesi tasvirleri barındırabilmesini isterdim açıkçası.
Fitzgerald esasında fakir oğlan-zengin kız, garantici ama aldatan eşler, içi boş ama dışı güzel ilişkiler gibi gayet klişe bir konunun etrafında, kendi ülkesinin savaş sonrası durumunu, 1929'daki büyük bunalıma doğru son sürat ilerleyen işleyişi ve ülkesindeki insanların nasıl zihniyetler taşıdıklarını anlatıyor.
Meşhur Zelda'yla Fitzgerald
Çoğu yerde pek çok kişi hikayeyle, kahramanıyla Fitzgerald'ın kendisi, karısı ve yaşamı arasında bağlar kurmuş. Mümkündür, değil midir? Kitabın ilk sayfasını çevirdiğinizde karşınıza çıkan "Yeniden, gene Zelda'ya" sözleri de belki bunu söyler.
Ama en güzeli, herkesin tartışmasız alıntıladığı, tekrar ettiği sözleri, kitabın en son satırlarıdır, herşeyi bir çırpıda özetler :
Gatsby, her yıl önümüzde biraz daha gerileyen o yeşil ışığa, o bel getirici geleceğe inanıyordu. Kaçırdık o vakit elimizden onu, ama ziyanı yok, yarın daha hızlı koşacak, kollarımızı daha ilerilere uzatacağız...Ve bir sabah, aydınlıklar içinde...
O ümitledir ki şimdi sefer etmekteyiz, biz o akıntıya karşı giden tekneler, durmadan geriye, geçmişe çarpılıp atılsak da ne gam...


(Bu arada 2001'de Moulin Rouge'u efsaneleştiren Baz Luhrmann seneye gösterime girecek olan yeni "The Great Gatsby" uyarlamasının senaryosunu yazmış ve yönetmen koltuğuna kurulmuş durumda. Leonardo DiCaprio, Carey Mulligan ve Tobey Maguire'ın olduğu inanılmaz bir kadroyla hem de.http://www.imdb.com/title/tt1343092/)

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Eylül '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1 - ATEEZ(에이티즈) 민기 - [FIX OFF] Desire Project #3 ROAR   2 - CORTIS (코르티스) - FaSHioN 3 - HYOLYN (효린) - 𝑺𝑯𝑶𝑻𝑻𝒀 4 - DAY6 (데이식스) - INSID...