Benim için hepsi - Dune - Joe Wright'ın Pride&Prejudice'ıyla başladı. Çok alakasız görünüyor olabilir şu an ama anlattığımda gayet açık bir yol olduğunu göreceksiniz. Hatta bazen sırf Arrakis'in kumsoluncanlarına, Leydi Jessica'nın Bene Gesserit'liğine, Müeddib'e, Tanrı-Kral'a ulaşmam için kaderin bilerek önüme çıkardığını bile düşünüyorum tüm olanları.
Kader, seveceğimi bildiği birşeyle çekti önce kendine ilgimi. 2005 yılının şubatında Pride&Prejudice'e bilet alıp, izledik arkadaşımla. Üniversiteye yeni başlamış, 18 yaşımızın en güzel zamanında iki genç kız olduğumuzdan Türkçesi yıllarca Aşk ve Gurur olarak geçen bir kitabın filmine bayıldık tabi. tüm film boyunca bir kez bile birbirine doğru düzgün dokunmamış iki insanın aşkı, bizi derinden etkiledi (evet burda Avrupa versiyonu son gösterildi, Amerika versiyonundaki evdeki o son sahneyi görmemiştik biz.). Darcy fenomeniyle tanışmıştık, Jane Austen'a balıklama dalmıştık.
Kendimizi kaybetmiş halde Jane Austen olayına giriştik tabi. Ben kendi adıma, yazdığı 6 kitabı sular seller gibi içtim hemen. BBC çevrimlerini, 70lerden bu yana çekilen sinema versiyonlarını falan hatmettim. Bu sırada, boğazıma kadar Austen'a batmışken, 2007'de Julian Jarrold'un Becoming Jane'i geldi eylül başında. Bizim yaşımızdaki Jane'in en büyük ilham perisini, mutlu sonlarına inat mutsuz sonunu anlatıyordu. Pride&Prejudice'dan daha çok vurdu beni. Jane'in hikayesi hala içimde duran bir yara halini aldı. Ama tam da işte orda, James Mcavoy'la tanıştım. Daha önce bahsetmiştim sebepsiz ve tamamen içgüdüsel İskoçya sevgimden ve dahi James'den. Her sinefil gibi, o dönem taktığım oyuncunun filmografisini incelemeye başladım. Birkaç bölümlük oynadığı tv dizilerini es geçip, Bright Young Things'i, Wimbledon'ı, Inside I'm Dancing'i, The Last King of Scotland'ı, Penelope'yi ve Starter For 10'i izledim hemen. Narnia'yı zaten görmüştük, Becoming Jane'den bir ay sonra vizyona giren Atonement'ı da izleyince elimde iki şey kalmıştı: Shakespeare Re-told'da bir bölüm canlandırdığı Macbeth (ki olağanüstü bir Macbeth yorumuydu) ve Children of Dune diye birşey.
Children of Dune'un ne olduğunu bilmiyordum. Birkaç resmini gördüm, tarihi falan mıydı diye düşündüm. Sonra araştırırken Dune'a, Frank Herbert'a ve diğer kitaplara rastladım. Daha önce birkaç kez gördüğümü hatırladım Dune ile ilgili birşeyler, galiba Duncan Idaho'ya tapanlarla ilgili şeylerdi, ama öncesinde ilgimi çeken bir şey gibi gelmemişti, ucunu bırakmıştım.
James'in oynamış olması ilgimi yoğunlaştırmamı sağladı tabiki. Araştırdım, aradım, okudum ve bir miktar çalışmanın ardından elimde alınacak kitap listemle birlikte kitapçının yolunu tuttum. Dune'un yaratıcısı Frank Herbert'ın ölümünden sonra oğlu Brian Herbert ve yazar Kevin J.Anderson'ın hazırladığı prequel serisinden başladım önce Butleryan Cihadı, Makinelerin Seferi, Corrin Savaşı, Atreides Hanedanı, Harkonnen Hanedanı ve Corrino Hanedanı diye devam ettim. Toplamda 6 kitap ve yaklaşık 5000 sayfa okumuştum ama daha asıl hikayeye gelememiştim bile.
Nihayet Frank Herbert'ın kendi kaleminden çıkan Dune'un satırlarına ulaştığımda, inanılmazdı. Felsefeyle, psikolojiyle, ekolojiyle, bilim-kurguyla, biyolojiyle, tıpla harmanlanmış öylesine bir dünya yaratmıştı ki Herbert kafayı yiyordunuz. Diğer tüm sevilen fantastik kitaplardaki gibi değildi bu dünya, ne ortaçağdan fırlamış elinde kılıç üstünde zırh şövalyeler vardı ne de at üstünde yolculuklar, kaleler, şatolar. İçinde olmak isteyebileceğiniz bir dünya değildi Dune'un dünyası. Hile içinde hile içinde hilenin olduğu, gezegenler arası yolculuklarla, gezegenleri yöneten hanedanlarla, tek bir imparatorun hükmettiği bir evren vardı burda. Ticaretin ve melanjın (ahh o melanj) güç demek olduğu, kabuslarınızdan bile daha acımasız kadın suikastçiler gibi olan Bene Gesseritlerin her köşeden fırladığı, kehanetlerin hüküm sürdüğü bir diyardı. Burada her an biri anlaşılmaz bir yöntemle zehirlenebilirdi, her an bir hanedan başka bir hanedanın ayağını kaydırıp gezegenine konabilirdi, her an bir kumsolucanı gelip üstünde durduğunuz kumla-yerle birlikte ne var ne yoksa yutabilirdi. Burda filmkitaplar vardı, holografik görüntüler vardı, saç teli inceliğindeki birşeye yazılmış şifreli mesajlar vardı. Kendinden önceki tüm atalarının zihinlerine ve anılara sahip olabilen kadınlar vardı burda, dövüşlerde görünmez güç kalkanları kullanılıyordu.
Neler anlattığını söylemeyeceğim tabi şimdi, sorun o değil. Zaten kesinlikle ama kesinlikle okumanız gerektiğini söylüyorum satır aralarında, dikkat ettiyseniz. Sorun böyle kitapların günü gelip, hep müthiş filmlerle sinemalara gelmiş olmasına rağmen Dune'un hiçbir şekilde hakettiği üzere çekilmemiş olması. 1984'teki David Lynch faciasından sonra (evet bildiğiniz faciaydı, topyekün facianın daniskasıydı. Lynch'i istediğiniz kadar takdir ediyor olun, istediğiniz kadar hayranı olun, gene de bu, onun Dune konusunda saçmaladığını inkar ettiremez.) 2000'de tv için yapılan mini-seri ve onun devamı olan 2003'teki Children of Dune mini-serisi, bir miktar ilerleme kaydedildiğini gösteriyor. Ama yeterli değil, hiç yeterli değil.
Bu yüzden nette senelerdir kitapların fanları kendi "rüya castlarını" tartışıyorlar, isimler öneriyorlar. Devam eden bir umut işte, bir gün birileri çıkıp Nolan'ın Batman'e, Raimi'nin Spiderman'e, Peter Jackson'ın Lord of The Rings'e yaptığını yapıp, o sihirli dokunuşu gerçekleştirecek diye bekleşiyorlar. IMDb'de her sene tarihi biraz daha ertelenen yapım aşamasında bir Dune projesi görünmeye devam ediyor bu sırada.
Bu yüzden kitapları okurken aklımdan çıkmayan düşünce, geçen gene aklıma geldi. Gerard Butler'dan ne şahane bir Stilgar, Mila Kunis'den de ne manyak bir Chani olurdu ama...
Sene 2000.. Dune'un o zamanki TR çevirileri gerçekten tatsızdı, okuyamamıştım.. Üniversitedeki 2 kankimden birisi ailesiyle kalıyordu. Babasının kitaplığında hiç ellenmemiş Dune serisi gördüm. Ojinal İngilizce basım..! İngilizceme güvensem de ağırdı kitaplar ama tadından yenmez bir mazoşizmle uykusuz geceler ve huşuya yol açmıştı.. Seneler sonra tekrar çevrildi ve tekrar keyifle okudum. Çocuklarıma mutlaka aşılayacağım bir saygı objesidir Dune. Kendimi tutamayıp bu eski yazıya yorum yazma sebebim ise Gerard Butler ve Mila Kunis'e 10/10 vermem. Bunu okuyunca farkettim ki aslında ben de Dune okurken bazı kişiler bazı yüzlerle özdeşleşmiş zihnimde.. Misal Miles Teg = Bill Nighy , Paul Atreides = Jensen Ackles... : )
YanıtlaSilyorum için teşekkür ederim, böyle yazdıklarımın okunduğunu görmek hele bir de aynı düşünceleri paylaştığımızı bilmek güzel :) ama en hala paul için birilerini yakıştıramıyorum, bir türlü içime sinmiyor :)
Sil