30 Temmuz 2011 Cumartesi

The Bounty Hunter (2010)

Bodrum'dan 12 saatlik geri dönüş yolculuğunun ilki iki saatini benim için çekilir kılan buydu. Kanallarda ne var diye gezinirken rastladım ve bu zamana kadar sırf o sinir ötesi kadın oynuyor Gerry'nin karşısında diye bakmamak için kendime engel olduğum filmi izledim.
film boyunca giydikleri kareli gömlek ve siyah kalem elbise
Bu tür çiftlerin birbirleriyle mücadele-kavga-dövüş ettiği romantik komedilerin adamı olan Andy Tennant'ın yönettiği film, gayet eğlenceli aslında. Kendini ciddiye almıyor, size de aldırtmaya çalışmıyor bu yüzden. Tamamen saçma ama komik olan bir durumdan, yeterli derecede bir eğlencelik çıkarıyor biraz aksiyon, biraz gizem ve biraz da romantizmle.
kumar oynayan kaybeder
Milo ve Nicole yaklaşık 3 yıldır ayrı bir çift. Birkaç ay çıkıp, evlenip, birkaç ay da evli kalmışlar, boşanmışlar. Sebebine gayet aşinayız. Nicole sorumluluk ve ciddiyet timsali taraf, Milo da sorumsuzluk ve çocukluk tarafı. İkisi de sonuçta karşısındakinin kendisini sevmediğine ikna olarak ayrılmış ve hayatlarına devam ediyorlar.
Mı acaba? Çünkü film bizi onlarla tanıştırdığında Nicole bir intiha vakası haberi üzerine giden hırslı bir gazeteci olarak görünürken, Milo tamamen batırmış bir ödül avcısı rolünde. Zaman ilerledikçe de anlıyoruz ki esasında Milo ayrılmalarından sonra batırmış hayatını. Nicole ise kendini tamamen kariyerine vermiş ve ara ara kalbindeki Milo yarasını hatırlıyor.
bizi de götür gerry
Ama bir polis atına çarpmasından dolayı aldığı ceza için mahkemeyi kaçıran Nicole'e tutuklama kararı çıkınca, Milo hemen ödülün sahibi olmak için harekete geçiyor ve böylece kalbi kırık boşanmış çiftimiz, birbirleriyle yüzleştikleri, kumar borcundan, uyuşturucu kaçakçısı polislerden ve kendilerini öldürmeye çalışan şapşallardan kaçmaya çalıştıkları bir maceraya atlamış oluyorlar.
Film diyor ki anlamadan dinlemeden birbirinizi bırakmayın. Farklı insanlar olabilirsiniz ama birbirinizi sevmenizin bir nedeni mutlaka vardır ve bu sevgiye bağlanın. Sizinle ilgili en ufak ayrıntıları bile hatırlayan bir insanın olması gerçek bir sevgi göstergesidir. Ve bir de bu hikayenin saçma ve uydurulmuş olduğunu unutmayın.
av kafeste
Gerard Butler'ın ve sinir kadının kimyaları uymuş mu etmiş mi bilemem ama filmin her açıdan tatmin edici geldiğini düşünürsek bir şekilde olayı kurtarmışlar demek ki. Gerry'nin bu önüne gelen her role ayırt etmeden atlaması bir açıdan - onu devamlı görebiliyor olmamız açısından- güzel olsa da kariyeri için endişe verici. Jennifer Aniston içinse söylemek istediğim tek şey : Bir kaşık suda boğmak istiyorum seni Jennifer!

29 Temmuz 2011 Cuma

Love,Wedding,Marriage (2011)

Harry Potter'ı da izledikten sonra en azından bir ay falan sinemaya gitmemek lazımdı ama işte, canımız sıkıldı, birşeyler izleyelim dedik ve önümüzde pek fazla seçenek yoktu. Zaten yaz ayları genelde büyük bütçeli aksiyon fırtınalarının belirli haftalarda vizyona girdiği, herkesin tatil havasında bu filmleri izlediği dönemdir. Romantik-komediler ve daha ufak eğlenceli filmler sonbahar-kış sezonunda gelirler sırayla; soğuktan uyuşmaya başlayan kanımızı ısıtırlar.
Ama sıcak bir yaz gecesinde gönül ufak bir eğlencelik eşliğinde kendini patlamış mısıra gömmek istediğinde izlenebilecek birşey olması umuduyla girdik biz "Love,Wedding,Marriage"e. Hala kafa atmak istediğim Dermot Mulroney'nin (ki sebebi hatırlarsınız : My Best Friend's Wedding) ilk yönetmenlik denemesi olduğu gibi senaristleri Anouska Chydzik ve Caprice Crane'in de ilk film senaryosu. Bu yüzden en başından söylüyorum: Baştan sona tek bir inişi çıkışı olmayan, herşeyi sırf hikayede o anda öyle birşeye ihtiyaç duydukları için uydurdukları gayet ortada olan, belirttiği gibi aşk, düğün ve evlilikler konusunda işe yarar veya mantıklı hiçbir şey söylemeyen, karakter derinliği-alt metni falan boşuna aramamanız gereken türünün en vasat hatta en basit örneklerinden biri. Yani hiçbir şey yok bu filmde. Mısır yerken arkada ses olsun diye açılmış izlenimi veren ve film boyunca da herkesin yanındakiyle muhabbet edip, şakalaşabileceği öylesine bir şey işte.
Hikayesi mi? Tamam gene de anlatacağım. Önce Love kısmını anlatıyor kendince film. 28 yaşındaki Ava ve 2,5 yıllık sevgilisi Charlie, Charlie'nin videoya çektiği evlenme teklifiyle evlenmeye karar veriyorlar (Nerede nasıl tanıştıklarını falan filan Ava düğün hazırlıkları görüntüleri eşliğinde dış ses olarak anlatıyordu da biz o sırada içeceklerimizin pipetlerini değiştirmekle meşguldük, konsantre olamadık, bilemiyorum arada bir Berkeley ve Martha's Vineyard falan geçti ama kısmet). Sonra işte peri masalı havası vermeye çalıştıkları bir düğün sahnesi izliyoruz, Ava'nın çöpçatan annesi Betty, Yahudi babası (neydi ismi?neyse), onların deyimiyle sürtük kızkardeşi Shelby ve Charlie'nin zampara kankası Gerber ile tanışmış oluyoruz. Bu da işte Wedding kısmı.
Neyse bu arada Ava aşırı romantik, aşk insanı bir evlilik terapisti ve Charlie de Napa Vadisi'nde şarap bağları falan filan olan zengin bir insan işte. Sonra aradan 6 hafta geçiyor ve Marriage kısmına geliyoruz. Ava'nın annnesi ve babası boşanmak istediklerini belirtiyorlar ve Ava da başlıyor onları birleştirmeye çalışmaya. Neden? Çünkü bu zamana dek onlarıın mükemmel olduklarını ve evliliğin süper birşey olduğunu düşünerek büyümüş. Ama bu noktadan sonra Ava bir psikopata, Charlie karısından istediği şekilde seks karşılığı göremeyen şımarık bir kocaya, Gerber Polonyalı bir göçmene aşık olup evli bir adama, Shelby aşk-evlilik uzmanına dönüşüyor. Anne ve babanın hikayesi de güldürmeyen Yahudi esprilerine gömülüyor. Önce herkes küsüyor sonra barışıyor falan filan.
Mandy Moore'dan hiç hazzetmiyordum, Kellan Lutz'ı da Twilightlar dışında görmek nasıl olur diye merak etmiştim ama artık etmiyorum. Bir tek Jessica Szohr izlemiş oldum Gossip Girl dışında ki bir daha kendisi Vanessa olmayabilir, iyi oluyormuş. Ve Dermot Mulroney'nin yönetmenliği böyle bir şey çıkaracaksa...Diyecek birşey yok. Zaten Julia'yı seçmediği an kaybetmişti benim gözümde, oh iyi oldu.

It's gotta be rockn roll music, if you wanna dance with me


Bir sürü şey anlatacaktım ama o kadar uykum var ki sadece içimden bu geldi. Mutlu olabilirim diye düşündüm çünkü bugün. Gerçekten mutlu olabilirim. Kendini bırakıp, içinden geldiği gibi davrandığında insan, gerçekten mutlu olabilir. O yüzden "I'd rather go blind" dinlemiyorum, Chuck Berry'yle iki sallanıp, uykuya geri dönüyorum.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Rüyalarda Buluştuk

Rüyalara öyle bazıları gibi saçma anlamlar yükleyen bir insan değilim normalde. Ya da olacaklardan haber edeceklerini düşünmem kesinlikle. Aklında ne varsa onu gösterir rüyalar, olmayan birşeyi nerden bulup çıkaracak sonuçta uyku? Bu yüzden ben rüyalarımdan genelde içimde ne olduğu konusunda yardım almak için yararlanırım. Uyurum, 6 sezonluk fantastik dizi şeklinde rüyalarımı görürüm, kalkınca da anlarım ki ben aslında o gördüğüm şeylerle ilgili düşünüyormuşum. Bilinçaltım, aklıma mesaj yollama çabasındaymış, onu anlarım. Buna göre de kendimi düzeltirim, bu ara bunu takma veyahut da bu konuyu hallet şöyle böyle diye.
Bu gece de gayet içerikli bir rüya gördüm. İlk kısımda, oldukça gerilimli bir atmosfere sahip bir yerdeydim. Hani gerilim filmlerinde karanlık, bulutlu bir adada kocaman bir malikane olur da bizim saf grubumuz oraya tatile gider de tek tek kıyıma girerler, aynı öyle bir ortam. Gökyüzü gri-siyah-koyu mavi. Etrafta başka insan evladının olmadığı bir deniz kenarı. Denizin kenarında bir sıra taş kaldırım, onun yanında hemen yol ve yolun ardında da yine karanlık, koyu evler. O kötücül malikanedeydim ben. Birileri daha vardı, kanımca orada kalmakta olduğum gruptu. İçlerinde Emre Aydın tipli bir tanesi vardı. Böyle her daim hüzünlü, sıkıntılı ama bu ortamda biraz da ürkütücü. Bu tipin piyano çalması gerekiyordu. Ama bir türlü çalmak istemedi. İkna edene kadar dibim çıktı o derece. Bu sırada kenarında olduğumuz denizden de korkuyorduk, sanki birşeyler vardı suda korkmamızı gerektiren. O taş kaldırımların yanında durduk sonra, hemen yanıbaşımızda suda bir kayık aheste aheste sallanıyordu. Sonra yola baktığımda hemen kaldırımın yanına bir piyano konulduğunu gördüm. Emre Aydın tipli de oturup sonunda çalmaya başladı. Ben nedense kayığa bakıp durdum.
Hemen ardından bu gerilim filmi gibi yerdeki insanlarla yürüyüp, biraz daha şehrin içi gibi bir yere gittim. Hava yine karanlık gibiydi ama sanırım akşam olduğundan bu sefer. Böyle çimenlik bir alanın sonunda yürüdüğümüz yol kıvrılıp, kavşak oluşturuyordu. Tam o kavşakta 3 yanı duvar, üstü çatı ama kavşağa bakan tarafı açık bir ev vardı. Evin içinde de Paolo Nutini, grubuyla birlikte aletlerini hazırlamış, konser veriyordu. Hemen koşturdum, kavşakta evin önüne birikmiş kalabalığın arasına gitmeye çalıştım. Yanımdakilere de bağırıyordum bir taraftan, "Paolo Nutini konseri Paolo gelmiş!" diye. Yaklaşınca durdum, kalabalığın arasına girmedim, tam sahnenin sol ön tarafındaki boşlukta durdum, tüm şarkılara bağırarak, kollarımı sallayarak falan eşlik etmeye başladım. Paolo o salak halimi fark edip, gülmeye başladı. Bu sırada zabıtalar gelmeye başlamıştı, Paolo'nun gitaristlerinden biri de aranıyordu, o yüzden o hemen koşup kaçtı. Paolo da beni sahneye davet etti, çıktım. Tabiki gitar çalmaya değil :p O giden gitaristin çalması gereken kısımları kendi halledebilmek için nota defteri gibi birşey açtı. Ben de yanında durup, akıl vermeye başladım. Bu sırada izleyen kalabalık sinirliydi, sıkılmışlardı. Azalmaya başlıyorlardı. Paolo da zabıtalar iyice yaklaştığından evdeki bazı malzemeleri toplamaya başladı. Malzeme dediğim de bir çuvalın üst tarafında yoğurt, alt tarafında pirinç vardı, o yani. Bir raftan indirip, onu toparlamaya çalıştı. "Yok" dedim ben, "o öyle olmaz ki. Bak şöyle koyman gerek". Yine akıl verme çabasındayım yani. Hayır bu sırada ciddi ciddi içimden boynuna falan atılmak geliyordu ama ben rüyada bile mantıklıyım, kontrollüyüm ya, sakin sakin acil durum yönetimi yapıyorum. Paolo'ya içine düştüğü sıkıntılı durumda yardım etmeye çalışıyorum. Sonunda hiçbir şeyi çözemeden, aklımda yoğurt ve pirinçle uyandım.
Bu da kaçan gitarist.İsmi neydi ya?
Bir Paolo'yu görmemiştim rüyamda, o da oldu böylece. Yeni rüyalarda görüşmek üzere.

I turn my back and you're messin around



"I hate myself for loving you
Can't break free from the things that you do
I wanna walk but I run back to you that's why
I hate myself for loving you"


Tüm canlı kayıtlarını dinlemek istiyorum, şu saatte. Sonra da camdan dışarı bağırmak istiyorum Joan'la birlikte el çırptıktan sonra "Hey Jack it's a fact" diye. Öyle birşey.

Bodrum'a da indik hani

Tabiki burdan atlamadım, ama ayaklarımda kesiklerle ayrıldım o kayalıklardan.
Döndüm. Yaklaşık 12 saatlik bir gece yolculuğundan sonra nihayet Ankara'nın güneyden daha sıcak asfalt yollarına kavuştum. Gitmeden önce dediğim gibi, biraz yeni bir yer keşfettim, biraz sahilde şezlonga uzanıp macera kitapları okudum, biraz güneşten kavruldum, birazcık da herşeyi unuttum.
Şöyle ki, tüm sene boyunca 6'da kalk-servise bin-pencereleri kapalı ofiste çalış-eve gel şeklinde kafayı üşütmek üzere olan bir arkadaşımın, lise arkadaşı ve onun da üniversite arkadaşıyla birlikte atladık, Turgutreis'e gittik. Şimdi bu aşamada Turgutreis Bodrum'un şu kadar nüfuslu şu rakımlı bir beldesi demek geldi içimden ama o kadar da değil :p Onun yerine Turgutreis, Bodrum'un merkezinden yaklaşık 30-45 dakikalık bir dolmuş-otobüs yolculuğuyla ulaşılan, denize çıkıntı yapan o kara parçasının en uç tarafına doğru olan kısımda yer alan bir beldesi. Denize nazır bir apartından kaldığımız Turgutreis, bildiğiniz emekli-yaşlı-kedili cenneti. Biz bilmiyorduk, tahmin edememiştik, Bodrum'a gidiyoruz sonuçta diyerek gittik. Ama otelin giriş kapısından kaydımızı yaptıracağımız masaya doğru yürürken bacaklarımıza sürünen iki kediden anlamalıydık, kedi varsa yaş ortalaması yüksektir.
Turgutreis'te bir sahil kasabası havası da yok. Deniz kıyafetiyle falan ortalıkta dolaşmaya kalkışmamak gerek, nerdeyse insanlar tuhaf karşılıyor o derece. Zaten merkezde doğru düzgün bir şekilde girebileceğiniz bir sahil de yok. Göbekli amcalar süzmeye başlıyor hemen. Dolmuşlara atlayıp, Akyarlar tarafına falan gitmeniz gerekiyor. 4-5 tane plaj var adı bilindik. Meteor plajını her sorduğumuz yerde tavsiye ettiler, biz ona gittik mesela iki kere. Ama orası da bildiğiniz çocuklu aileler ve tavla-okey oynamaya gelmiş emekliler plajı. Şezlongunuzda tam rahatça uzandığınızı sandığınız anda iki tarafınızda denizden koşturarak annesine fırlayan ufaklıkların kovasından küreğinden sıçrayan çamurlarla banyo yapmış olabiliyorsunuz. Ayrıca Çeşme-Alaçatı ve kuzey ile güneyde başka sahiller görmüş biri olarak Bodrum'un plajlarını da denizini de yeterince pis buldum. Hiçbir çekiciliği yok. Denizin rengi bile renk değil.
Turgutreis'in merkezinde hiçbir şey yok bu arada onu da söyleyeyim. Bir Şevket Sabancı Parkı var merkezin biraz kenarında. Ama orası da ara ara gelen lağım kokusuyla pek hoş. Dolmuş durağından 4 tl'ye Bodrum merkeze gidilebiliyor. Zaten olayın büyük çoğunluğu da orada. Çarşı ve Barlar Sokağı'nda dolaş dur vaziyeti. Bir de teessüf ediyorum dolmuş sürücüsü ağbiye. Ankara'nın gece 12'den sonra otobüsü dolmuşu metrosu olmayan  bozkırından gelmiş saflar olarak, "en son kaçta var dolmuş" diye soruşuma neredeyse dalga geçer gibi "5'e kadar" falan diye cevap verdi kendisi. Niye öyle güldün ki bana ağbi, sonuçta Gökçek'in kaçan otobüsleriyle yaşıyorum yılın 12 ayı.
Bodrum'un Çarşı denen kısmı iyi, hoş. Ama özellikle akşam-gece vakti o dar ve yüksek duvarlı sokaklarda etrafınızda 180lik 190lık turist kafileleriyle dolaşmak hiç hoş değil. Tıklım tıkış halde, bir sürü "iyi yaratılmış-malzeme konusunda kıyak geçilmiş" insan evladıyla yürümeye çalışırken boğulmamak içten bile değil 1.50lik bir boyla. Barlar Sokağı da sahilin kenarında uzanan yolun kıyısındaki irili ufaklı barlar-kafeler şeklinde bir yer.  Gündüz gözüyle de gördüğüm sokak, gece daha bir güzeldi. Biz gayet yüksek sesler sokağa taşıran bir tanesinde o yüksek taburelere tüneyip, bir iki birşeyler içtik. Bu sırada mekanın içinden gelen dans müziği seslerine dayanamayıp denemeye karar veren arkadaşlarım kalkıp, içeri gitti. Onlar dönene kadar masada Bodrum'un gece havasının tadını çıkarıp, biraz ilerideki bir mekanın dış duvarındaki ekrandan National Geographic kanalına bakıyordum ki karşımdaki tabureye bir çocuk fırladı (çocuk derken 18-28 yaş arası erkekleri kastediyorum yani). Ben yavaş yavaş içeceğime devam ederken "Hello" diyerek lafa girdi. Tabiki boş boş baktım. Haa bu arada tabiki diyorum ama nedenini bilmiyorsunuz değil mi? Yani tamam 13 yıldır devamlı İngilizce eğitimi almış ve mecburen hayatımın hemen hemen her alanında İngilizce'yle uğraşmış bir insan olarak bana da doğal olarak yabancılardan gelen "Hello"lara gerektiği şekilde karşılık vermek öğretildi. Sorun orada değil. Sorun benim, karşımdakilerin neden İngilizce konuştuğunu konuşmaların o ilk 15 dakikasında falan anlayamamam, anlam verememem. Bu anlamsızlık karşısında da önümdekinin yabancı bir insan olduğuna bir türlü inanmak istememem. Daha birkaç hafta önce aynı şey burda, Ankara'da da oldu. Meşrutiyet'in girişinde arkadaşımı beklerken iki adam yanıma gelip, İngilizce olarak Kızılay neresi diye sordu. Aynı boş bakışlarla baktım. Sonunda bir tanesi "İngilizce biliyor musun?" diye sordu. Biliyorum tabi dedim, ama içimden de biliyorum da niye siz İngilizce konuşuyorsunuz ki şimdi diyorum. "Kızılay burası mı böyle bir nokta mı yoksa hani geniş bir alan mı?" falan diye adam sormak istediğini açıklamak zorunda kaldı. Neresi olduğunu anlattım, durduğumuz yerin de Meşrutiyet Caddesi olduğunu söyledim. Biraz ilerdeki tabeladan okumuşlar onlar da, "mesrutiyet" diye tekrar etti. Sinirlendim, hala daha neden İngilizce konuştuklarına anlam veremiyordum ya adamı hemen düzelttim sanki kafasına çantamı geçirecekmişim gibi, "MeŞrutiyet diyoruz biz ona" dedim. Sonra da etrafıma bakınmaya başladım. Evet, ben bir gerizekalıyım. Gayet turist olan iki genç insana hiçbir şekilde yardımcı olmadım. Teşekkür edip, uzaklaştılar benden. Bense hala kendi kendime cık cıklayıp, biri bana şaka mı yapıyor yoksa bu iki tip benle dalga mı geçmeye gelmiş diye olduğum yerde sinirleniyordum.
Bodrum'da da aynı şey oldu ama bu sefer biraz algı problemim vardı. Çocuğun hello'suna başımı hafif sallayarak karşılık verdim ama sonraki dediklerini müzikten doğru düzgün anlamadığımdan "ha?" yaptım birkaç sefer. Yerinde duramayan zıp zıp bir tipti, o da İngilizce'den pek anlamadığımı düşündü, nereli olduğumu sordu. Buralı olduğumu söyleyince neşeli bir şekilde bilmek istediğini gösterdi, "Merhaba" dedi dili döndüğünce. Güldüm, birşey demedim. O birşeyler daha dedi, gene duyamadım. Sonunda beni rahatsız ettiğini düşündü, özürler dileyerek geldiği gibi zıpladı, arka masalardan birine geçti. O yüzden diyorum ki sayın turistler, benimle iletişime geçmek istiyorsanız önce kendinizi sabretmeye bir hazırlayın. Ardından da alnınızda "ben yabancıyım İngilizce konuşursam kusuruma bakma lütfen" yazar şekilde yanıma yanaşın. Yoksa vallaha da inanmıyorum billaha da inanmıyorum. Yani dışımdan inanıyorum da içimden ikna olamıyorum. Bir de dediğim gibi sabredin, ilk 15 dakikayı atlattık mı saçma bir şekilde bakmayı keseceğim, söz.
Neyse zaten ertesi günkü yat gezisinde de bir dolu İtalyanı, Fransızı ve Alman'ıyla 5-6 saat geçirdik. İtalyanların geveze olduklarını biliyordum ama bu kadar da susmadıklarını tahmin edememiştim. Bir de o üçüncü koyda büyük ihtimalle boğulacaktık, burdan şükürlerimi sunuyorum, tekneye ulaşabildiğim için.
Sonuçta üç günlüğüne de olsa toplamda 24 saatlik yol tepip, Bodrum'u görmüş oldum. En azından üç günlüğüne herşeye dışarıdan baktım. Karar vermeye çalıştım, kendime güven duydum, soru işaretlerinin üzerine gideyim dedim önce, neden olmasın dedim. Sonra niye yapayım ki dedim, boşverdim. Ama şöyle boşverdim, artık ters olmayacağım, sadece düz olacağım. Karşı çıkmak için zorlamayacağım kendimi, içimden ilk başta geleni, olduğu gibi bırakacağım. Sadece geri çekilmeyeceğim. Ama ilerlemeyeceğim de. Düşünmenin, irdelemenin, birşeylere ulaşmaya çalışmanın bir anlamı yok çünkü. Sadece salaklıkların, çocuklukların bitmesi gerek. Bitmiyorsa da gereği yokmuş demek ki.
Evet 365 günde 3 gün tatil bana bunları verdi. Darısı başınıza, belki çok güzel şeyler olur bu güneşin altında.

22 Temmuz 2011 Cuma

Yol

"The best thing for being sad," replied Merlyn, beginning to puff and blow, "is to learn something. That is the only thing that never fails. You may grow old and trembling in your anatomies, you may lie awake at night listening to the disorder of your veins, you may miss your only love, you may see the world about you devastated by evil lunatics, or know your honour trampled in the sewers of baser minds. There is only one thing for it then--to learn. Learn why the world wags and what wags it. That is the only thing which the mind can never exhaust, never alienate, never be tortured by, never fear or distrust, and never dream of regretting.  Learning is the thing for you. "
(The Once and Future King - T.H.White)

Eylül '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1 - ATEEZ(에이티즈) 민기 - [FIX OFF] Desire Project #3 ROAR   2 - CORTIS (코르티스) - FaSHioN 3 - HYOLYN (효린) - 𝑺𝑯𝑶𝑻𝑻𝒀 4 - DAY6 (데이식스) - INSID...